Print Friendly and PDF

Aşkım Kime Yârsın


59





Vezin: Müstef’ilün Fâ’ilün Müstef’ilün Fâ’ilün





Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.
  





Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda ber-dâr olur. 





Leylâ-yı aşkın senin her kimi mecnûn eder,
Firkât oduna yanup her gice bîmâr olur.  





Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.  





Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen şâhın tahtı târümâr olur.  





Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse bi-âr olur.  





 Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,
Âşk dükkânında anın canıyla bazâr olur.  





Ey dilber-i rûhânî al koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.  





Terk et Niyâzî seni, bul anda o Sultanı,
Her kim canından geçer ol vâsıl-ı yâr olur.





Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.  





Aşkın kime yâr olur dâim işi ağlamak olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi ateş olur.  





Aşkın üç mertebesi vardır: Bunlardan muhabbet,  yani sevgi istikrar eder,  yerleşir ve her bir kuvvet ve organlarıyla, hatta vücûdunun her bir kılıyla maşûkuna (Sevgilisine) teveccüh ederse buna âşk denilir. İşte bir insan âşk yolunda tam bir bütün halinde sevgilisine bağlı olarak kendisini kaybederse muztarib, mükedder (acı çeken acılı) derler. Yine kemâliyle mâşûkuna dönük ve kendisini bu yolda yok edecek derecede aynı mâşûkunu kendisinde müşâhede ederse,  ona heymân (mecnûn) denilir.   Meselâ,  Müheymiyun melekleri gibi. Hatta Âdem aleyhisselâma melekler secde ile emrolundukları vakit Müheymiyun melekleri bu İlâhî hitâbı işitmeyerek secde etmediler.   İşte aşktaki bu mertebeye heymân (cünûn) mertebesi denir ki,  İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır. 





İkinci beyitte geçen nârdan murad,  burada bildiğimiz ateş değildir.  İlk önce yaratılan “Nûr-i Muhammedî” dir.   Bunun Rûh-i Muhammedî,  Akl-i kül ve Kalem-i Alâ gibi sâir isimleri de vardır. 





Rûh rihten müştaktır.  Çünkü rih rüzgâr demektir,  yani havadır.   İşte havayı solunumla içine aldığın vakit ona nefesi dâhil (içri alınan solunum) denir ki hayatın mayasıdır. Nefes-i (dışarıya verilen solunum) soğuktur.   Nemlilik ve kuruluk bundan meydana gelir. Arşı ve Kürsî ve Felek-i Atlas vesâir bütün yaratıkların hepsi bu Ruh-i Muhammedîden halk olundu.   Isı fazla olursa ateş,  soğukluk fazla olursa yel,  kuruluk fazla olursa toprak ve nemlilik fazla olursa su denilir.   İşte insan nefsini içeri atıpta dışarıya veremezse,  yani içinde kalırsa o nefes ısınır ve bunun sonucu adam ölür. 





Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda ber-dâr olur. 





Zülfün[1] sevdâsı kimin boynuna takılsa,
Mansûr gibi âkibet yolunda idam olur. 





Berdârın manası asılarak idâm demektir. Mansûr kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin şehid edilmesi hakkında doğru olanı onun kılıçla katledilmiş olmasıdır.  Çünkü Mansûr aşkın fazlalığından “Enel-Hak” dedi.   Sonra önce onu hapsettiler ve tevbe etmesini teklif ettiler ve Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunu yasak ettiğini kendisine anlattılar,  ikna olmadı.   Dayısı “Cüneyd-i Bağdadî” ve Şeyhi “Hazreti Şiblî” kaddese’llâhü sırrahume’l-azizân şer’an ve hakikaten katli lâzım geldiğine fetvâ verdiler. Abbasîler devrinde zamanın Melîkinin emriyle ve Ebul-Hârisin kılıcıyla katledildi.   Çünkü asılmak cezası yol kesicilerin cezasıdır.   Yol kesici insanların parasını da alır eli kesilir,  hem de asılır,  yalnız parasını alırsa eli kesilir,  asılmaz parasını da almaz,  yalnız korkutursa memleketten dışarı çıkarılır.  Hallâc-ı Mansûr kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ise diliyle yol kesmiş sayıldı ve bu cezaya müstehak oldu. 





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Hallâc’ın sözlerine el-Fütûhât’ında epeyce yer vermiştir.





 “Şiblî dedi ki: ‘Ben ve Hallâc, aynı kâseden içtik. Ben ayık kaldım ama o sarhoş oldu. Bunun üzerine hapsedildi, dövüldü ve nihayet vefat etti’. Şiblî’nin bu sözü ölmezden önce Hallâc’a ulaşınca demiş ki ‘Şiblî öyle sansın. Şayet o da benim içtiğimi içseydi, o da benim oturduğum yerde oturur [hapiste] ve benim sözümü söylerdi’. Biz Şiblî’nin ayık kalmasını Hallac’ın sarhoşluğuna ve Şiblî’nin sözünü Hallâc’ınkine tercih ederiz”. (I/169,219, II/15.122, 126,165, 337, 364, 370, 413, 445, 478, 720, III/17, 22. 40. 51, 52, 117,155, 626, IV/84, 105,156, 194, 241, 309,328, 332, 367) [2]





Leylâ-yı aşkın senin her kimi mecnûn eder,
Firkât oduna yanup her gice bîmâr olur.  





Leylâ-yı aşkın senin her kimi deli eder,
Ayrılık ateşine yanıp her gece kalbi huzursuz olur.  





Klâsik Türk edebiyatında bir tür olan mesneviler, yazılı uzun manzum hikâyelerdir. Bu mesnevilerden birisi de Türk edebiyatının klâsikleri arasında anılan ve konusu değişik şairler tarafından da işlenen Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun adlı eseridir. Fuzûlî tarafından yeniden kaleme alınan hikâye artık onunla beraber anılmaktadır. Hikâyenin konusu kısaca şöyledir.





Mecnûn (Kays),her türlü dünya varlığına sahip olduğu halde, cihanda varisi olmayan’ bir Arap beyinin duaları sonunda dünyaya gelen oğludur. On yaşına gelen çocuk büyük bir törenle sünnet ettirilir ve bilim öğrenmesi için gönderildiği mektebe süs verir.





Kays okuldaki kızlardan biriyle (Leylâ) muhabbete başlar. Bir süre sonra ‘Kays Leylâ’nın esiri olmuş; Leylâ dahi ona mail olmuş!’ dedikodularının çıkması üzerine Leylâ, annesinin isteğiyle okuldan ayrılır. Bu durum karşısındaki âh u zârları nedeniyle Kays artık Mecnunolarak anılmaya başlar.





Bir nevruz günü karşılaşan iki sevgili birbirlerini görünce kendilerinden geçerler. Ayıldığında arkadaşlarının Leylâ’yı götürdüklerini öğrenen Mecnûn, babasına özür beyan eden bir haber gönderdikten sonra çölün yolunu tutar, insanlardan uzaklaşır. Babası, Leylâ’dan vazgeçmesi yönünde yaptığı nasihatler kâr etmeyince oğluna Leylâ’yı istemeye karar verir. Leylâ’nın babası ise, mîzâcını değiştirmesi şartıyla kızını Mecnûn’a vereceğini söyler ki, bu Mecnûn’un ihtiyarının ötesinde bir tekliftir. Derdine çare aramak için Kâbe’ye dahi götürülen Mecnûn gittikçe insanlardan uzaklaşır, derdini tabiattaki varlıklara (dağa, çeşmeye, ceylana, güvercine) anlatır, onlarla hasbihâl etmeye başlar.





Durumu Mecnûn’unkinden pek farklı olmayan Leylâ ise bazen muma, bazen aya, bazen sabah rüzgârına içini döker. İtibarlı, halkın sevdiği, kavrayışı üstün İbni Selâm’ın Leylâ’yı istetmesi üzerine, Mecnûn gibi âşk yolunda çok koşmuş olan, savaşlarda hiç yenilmeyen Nevfel, Mecnûn’a yardım edeceğine dair ümit verir. Lâkin Mecnûn için Leylâ’nın kabilesiyle iki defa savaşan Nevfel, Mecnûn’un muradına erişmesini sağlayamadığı için yalancı duruma düşer. Ümidi azalan ve kendisini zincire vuran Mecnûn, değişik bahanelerle sevgilisine mukaabil olmak suretiyle halini arz eder. Ancak İbni Selâm Leylâ’yı alır. Leylâ uydurduğu bir yalanla (Leylâ, kendisine mektepten beri peri soylu bir cinlinin musallat olduğunu ve bu cinlinin yanına âdemoğlu almasını istemediğini, aksi halde ikisini de yok edeceğini söylediğini belirtir) İbni Selâm’ın kendisine sahip olmasını engeller.





Kendisi de âşk derdi çekmiş olan Zeyd, Leylâ’nın macerasını Mecnûn’a anlatınca Mecnûn sevgilisine sitem dolu bir mektup gönderir. Leylâ ise özür dileyen ve işin aslını anlatan bir cevap verir. Bu arada oğlunu çölde tekrar bulan Mecnûn’un babası onun ıslâhının mümkün olmadığını anlar. Oğluyla vedalaşan baba bir süre sonra ölür.





Babasının kabrini ziyaret eden Mecnûn yüzünü güldüremediği babasından affını diler. Bütün hayvanların dilinden anlamaya başlayan Mecnûn, dert mülkünün şahı olmuştur. Vahşi ve evcil hayvanlar onun askerleridir. Leylâ’ya olan aşkını artırması için Allah Teâlâ’ya yalvaran Mecnûn’a sevgilisinden haber getiren Zeyd, onun Mecnûn’a olan vefasını bildirir. Leylâ’ya, ayrılığın gamını ortadan kaldırmayı teklif eden Mecnûn, eğer İbni Selâm buna engel olursa, bir ah ile onun tahtını târ u mâr edeceğini söyler. Derken İbni Selâm ölür.





Çölde karşılaşan iki sevgili ancak maceralarını anlattıktan sonra birbirlerini tanıyabilirler. Leylâ’ya, kötülük arayanların ağzını açma, benim gibi âşk yolunu elden tutma, namusunu eksiklikten sakın diye nasihatler eden Mecnûn, Leylâ’nın kavuşma talebini geri çevirir, ona aşkın mahiyetine dair, kendi durumunu da anlatan bir şiir okur. Bu durum karşısında Leylâ,





aferin sana, tertemiz bir kişiymişsin; topraktan yaratılmış hâlis bir varlık imişsin. İnsâf, kanâat dediğin bu kadar olur. Hevâ ve hevesi susturmaya kabiliyet bu kadar olur sözleriyle sevgilisini takdir eder. Mecnûn’un faziletleri gittikçe artar. Nihayet dost yâdıyla ölen Leylâ’nın ardından Mecnûn da hasretle dünyayı terk eder.





Zeyd onları rüyasında, Rıdvan’da görür. Zeyd’in anlattıklarını dinleyen halk, iki sevgilinin mezarını ziyaret etmeyi âdet haline getirir. Leylâ ve Mecnûn mesnevîsinde, anlatılanların genel çerçevesi öykü boyutu itibariyle bu şekildedir.[3]





Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.  





Varlık dağlarını kesip dost iline yol eder,
Ferhat gibi gözünün yaşları pınâr olur.  





Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen şâhın tahtı târümâr olur.





Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen şâhın tahtı darmadağın olur.  





İBRÂHİM BİN EDHEM kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam'da Hakk’a yürüdü.





İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır.





Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunup, Veysel Karânî radiyallâhü anh hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.





Bağdât, Şâm ve Hicaz'da meşhûr oldu. Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı A'zam radiyallâhü anh hazretlerinin sohbetleriyle olgunlaştı. Dinde fakih ve müctehid oldu. Rumlarla yapılan cihadlara katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.





Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allah Teâlâ’ya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.





Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse bi-âr olur.  





Ben de kibri terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse utanmaz olur.  





İmdi, utanç, saygısızlığın sonuçlarından değil de, kendisinden ürktüğümüz, çekindiğimiz ruhsal bir ayıp tablosu olduğuna ve bi­zim hakkımızda neler düşünüldüğünü yalnızca bunu düşünecek kimselerden dolayı önemsediğimize göre, karşısında utanç duyduğumuz kimselerin, düşüncelerine önem verdiğimiz kimseler oldu­ğu sonucu çıkar ortaya. Bu gibi kimseler: bize hayranlık duyanlar, bizim hayranlık duyduğumuz, kendileriyle yarıştığımız, hakkımız­daki düşüncelerine saygı duyduğumuz kimselerdir. Herkesin say­gıyla karşıladığı bir şeye sahip olanlara, ya da bize verebilecekleri şeyi elde etmeyi çok istediğimiz kimselere hayranlık duyarız ya da bize hayranlık duymalarını isteriz - bir âşığın duyduğu gibi. Bize denk kimselerle yarışırız. Büyüklerimiz ya da iyi eğitim görmüş kimseler gibi akıllı insanların görüşlerine, gerçek diye, saygı duya­rız. Herkesin gözünün önünde, açıkça yapılmış bir şeyden daha çok utanç duyarız. 'Utanç gözlerde oturur' deyimi buradan gelir. Bu nedenle, her zaman bizimle birlikte olacakların ve bizim ne yaptığımıza önem verenlerin önünde çok büyük utanç duyarız, çünkü her iki durumda da gözler üzerimizdedir. Bizimle aynı suç­lama altında olmayan kişilerin karşısında da böyle hissederiz: çünkü onların bu davranış karşısındaki düşüncelerinin bizimkinin ay­nı olmayacağı açık bir şeydir. [4]





Âr dan murad kibirlenmedir. Kişi kibri terketmesi ile etrafın ilgisini hissedemez. Aynı suyun içindeki balığın suyu fark edemediği gibi; tevhid âlem içinde onu gözden artık saklamıştır.





 Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,
Âşk dükkânında anın canıyla bazâr olur.  





Bu yolda cânın veren cânân alır yerine,
Âşk dükkânında onun canıyla alışveriş olur.  





Beyitte geçen cânân ki,  yani mahbub ki (sevilen),  bundan murad Hakk-tır,  onu alır.





Bu yolda can vermek şöyledir: İnsan önce fiillerini,  sıfâtını ve vücûdunu ifnâ eder. İşte canını vermiş olur,  çünkü onda bir şey kalmaz.   Sonra ef’âline karşılık İlâhî ef’âl gelir,  sıfatlarına karşılık İlâhî sıfât gelir,  vücûduna karşılık İlâhî vücûd gelir demek olur. 





“Ebedi olanından başka gerçek âşk yoktur.[5]





Ey dilber-i rûhânî al koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.  





Ey rûhânî dilber al koma iş bu cânı,
Sevdâna düştükten beri dünyâ bana dar olur.





Niyâzî-i Mısrî, hayatı boyunca sıkıntılar, sürgünler ve acılar içinde kalmasının sebebi olarak, Allah Teâlâ’ya olan aşkı olduğunu itiraf etmektedir. 





Terk et Niyâzî seni, bul anda o Sultanı,
Her kim canından geçer ol vâsıl-ı yâr olur.





Niyâzî terk et seni, bul anda o Sultanı,
Her kim canından geçer ol yâra kavuşmuş olur.










[1]  Zülf:(Zülüf). Farsça. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi





[2] (KILIÇ, 1995), s.108





[3] (YILDIZ, Bahar / 2004)





[4] (ARİSTOTELES, 2006), s. 113





[5]  Euripides, Troades, 1051; (ARİSTOTELES, 2006), s . 137


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar