Print Friendly and PDF

Avlar mı Balığı

Bunlarada Bakarsınız


191





7+7=14





Ey kefere o ığrıb avlar mı bu balığı
Yanlış haber söylemiş size viren salıgı





Yer ile göğe sığmayan bir iğrıbe sıgar mı
Karnı içiyken anun deryâların yatağı





Ver ile gök arası dolar dahi taşardı
Eğer zahir olaydı cihâna bir tırnağı





Yer götüren sarı öküz ondörtyüzbin yaşında





Andan dahi büyüktür bu balığın kulağı





Ne denlü vasf edersem binde biri degildir
Zîra bunun alnıdır levh u kalem durağı





Merkezi de belirsiz zahir küçük noktadır
Arş ile kürsî anın gıdâsının çanağı





Bu Mısrî’nin sureti aldar bu halkı velî
Manîde her bir kılı bu dünyânın kâf dağı





Ey kefere o ığrıb[1] avlar mı bu balığı
Yanlış haber söylemiş size viren salıgı





Ey kâfirler o büyük ağ avlar mı bu balığı
Yanlış haber söylemiş size haber veren





Niyâzî-i Mısrî, Ahmed Bican (hyt: 1466) kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Dürr-i Meknun [2] isimli eserinden mülhem[3] olarak bu ilahiyi yazdığı görülmektedir. Bu balık meselesi ehlullah katında konuşulan mesellerden olduğu muhakkak ki Şemsi Tebrizi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dahi bu mesel üzerine Makalat da bahis açmıştır.





Bir şahıs ba­lığı ve onun büyüklüğünü anlatıyordu: "Sus, sen ba­lığın ne olduğunu ne biliyorsun" dedi. O: "Bilmez olur muyum, denizde bu kadar seyahat etmişim" dedi. Bu sefer o adam: "Eğer biliyorsan, balığın alâmetinin ne olduğunu söyle" dedi. O: "Balığın alâmeti, deve gibi iki boynuzunun olmasıdır" dedi. ; Bunun üzerine o adam: "Ben, senin balıktan hiç ha­berin olmadığını anladım; fakat bu açıklamandan senin öküzü deveden ayrıp bilmediğin de malûm oldu. Tabiat sahibi değil, gönül sahibi olmak lâzımdır. Tabiat değil, gönlü ara, gönlün yeri ne­rede? Gönlün yüzü kapalıdır. O sahib, Allah Teâlâ'dır. Kıskançlıklarından ona gönül sahibi derler. [4]





Yer ile göğe sığmayan bir iğrıbe sıgar[5]
Karnı içiyken anun deryâların yatağı





Yer ile göğe sığmayan bir ağa küçülür mü
Onun karnının içi deryâların yatağı iken





Ver ile gök arası dolar dahi taşardı
Eğer zahir olaydı cihâna bir tırnağı





Ver ile gök arası dolar dahi taşardı
Eğer zahir olaydı cihâna bir tırnağı





Yer götüren sarı öküz ondörtyüzbin yaşında





Andan dahi büyüktür bu balığın kulağı





Yeri taşıyan sarı öküz 1.400.000 yaşında





Ondan daha büyüktür bu balığın kulağı





Rivayet ederler ki, Hak Teâlâ Hazretleri bu yerleri sakin durması için. Bir melek yarattı ve melek bunun altına girdi. Bir elini maşrıktan, bir elini mağribten çıkardı. Yerleri götüren yerler meleği, çıkışta karar tuttu. Ama meleğin ayakları karar tutmadı. Hak Teâlâ, Firdevs-i A'lâ'dan bir güzel taş çıkarmasını buyurdu. O taşın, yeşil yakuttan beş yüz yıllık kalınlığı vardır. O ta­şın üzerinde yedi bin çukur vardır. Her biri bir denizdir.





Hakk Teâlâ'nın emriyle taşı, meleğin ayağı altına koy­dular. Melek karar tuttu, bu kez taş karar tutmadı. Hakk Teâlâ emreyledi, Firdevs-i A'lâ'dan bir öküz çıkardılar. Kırk boynuzu vardı. Uzunluğunu ve ağırlığını Allah Teâlâ’dan gayrı kimse bilmez. O taşın altına koydular. Bu kez öküz karar tutmadı.





Hakk Teâlâ bir taş yarattı ki ululuğu yerlerden uluy­du. Hakk’ın emriyle o taşı öküzün altına koydular. Öküz karar tutu. Bu kez taş karar tutmadı. O öküzün boynuzu, yerlerin kazıklarından çıkmıştır. Ucu tâ arş altına er­miştir. O öküzün önünden kaçana beş yüz yıllık yoldur. Onun kırk bin boynuzu ve kırk bin ayağı ve kırk bin ağzı ve kırk bin gözü ve kırk bin kulakları vardır. Hakk'ın em­riyle bu yeri getirmiştir.





Ne zaman kımıldayıp harekete gelmek istese, Hak Teâlâ bir sivrisinek yaratıp ona havale etmiştir. Sinek gelerek kanatçıklarını çırparak burnuna girmek ister. Öküz de iki gözünü ve kulaklarını dikerek sineğe ba­kar ki, burnuna girsin diye sakin bekler. Ne güzel kadir bir kemâl, sâni' zülcelâl Allah Teâlâ ki, onun gibi canavarı zaîf bir şey ile korkutmuştur. Kuvvet ve kudret, ululuk, pa­dişahlık O'na mahsustur ki, nasıl isterse öyle yapar. İşinde ve sanatında âczi yoktur. Bir'dir, Vâhit'tir, Ferd'dir, Ehad'dır. Lâilâhe illâhû kudretinde, hikmetinde akıl­lar hayrandır.





O öküzün adı Belhû'dür. Sonra öküz bu vecihle du­racak. Bu defa taş karar tutmadı. Bu kez Hakk Teâlâ bir balık yarattı. O balığın kırk bin kanadı ve kırk bin ayağı vardır. İkinci Belhû'dür. Eğer cümle denizleri, o balığın burnuna koysalardı, duymazdı.





Hak Teâlâ o balığın altında denizi yarattı. Sonra o balık taş altına girdi. O balık, bütün taş ve öküzü götür­dü. Hakk Teâlâ ona bir kuvvet vermiştir ki, altında bu zi­kir olunan şeyler var mıdır? Haberi yoktur. O kadar bü­yük nesnedir ki, arkasında bu yerler çevrilmiştir. Başı ile kuyruğu yine Arş'ta buluşmuştur.





Hikâye: Bir gün İsâ aleyhisselâm, Hakk Teâlâ Hazretlerine münâcât ederek:





“Bu yerleri götüren balığı bana göster de göreyim!” dedi. Hak Teâlâ Hazretlerinden hitab-ı izze gelerek:





“Yâ İsâ! Eğer görmek dilersen var, deniz kenarına dur, tâ ki göresin.” buyurdu.





Sonra İsâ aleyhisselâm deniz kenarına vardı. Orada üç gün durdu. Yaydan ok gider gibi bir şey geçti, hiç arası ke­silmedi. İsâ aleyhisselâm





“Yarabbi! Bu yerleri götüren balık bu mudur?” dedi.





Hakk celle ve âlâ'dan hitâb geldi:





“Yâ İsâ aleyhisselâm! Her gün bunun gibi kırk bin balık onun gıdasıdır. Henüz üç gün geçtiğini gördün. Geçen balıklar, onun gözünün karası kadar değil idi.” buyurdu.





Bir nesne ki, yedi kat yerleri götürüyor. Başı ile kuy­ruğu yine Arş'da buluşur. Bu söylediklerim acâyib şey­lerden değildir. Şimdi bu keşişler, İsâ aleyhisselâm böyle yaptı diye, o zamanı hatırlayıp üç gün yemeyip perhiz yapar­lar.





Sonra o balığın altında denizi yarattı. Denizin altına evvelce koyduğu taş, Allah Teâlâ'nın heybetinden eriyip sıvı oldu. Sulardan dalgalar meydana geldi. Dalgalar rüzgârı meydana getirdi. Hak Teâlâ o rüzgârı cem edip suyun altına koydu. Denizlerin vâsfını Allah Teâlâ'dan başka kimse bilmez. Ey kuvvetli geçinen! Balığın, yerlerin ve göklerin ululuğuna göre değerini de kıyâs eyle! [6]





Ne denlü vasf edersem binde biri degildir
Zîra bunun alnıdır levh u kalem durağı





Ne denlü vasf edersem binde biri değildir
Zîra bunun alnıdır levh ve kalem durağı





Merkezi de belirsiz zahir küçük noktadır
Arş ile kürsî anın gıdâsının çanağı





Merkezi de belirsiz zahir küçük noktadır
Arş ile kürsî onun gıdâsının çanağı





Bu Mısrî’nin sureti aldar bu halkı velî
Manîde her bir kılı bu dünyânın kâf dağı





Bu halkı velî Mısrî’nin bu sureti aldatır
Manada her bir kılı bu dünyânın Kâf dağıdır.





 





Kâf Dağı





Bu Kâf dağı ki vardır. Firdevs-i a'lâ derelerinden bir gök taşıdır. Bu hava ve gökyüzünün lâciverd rengin­de görünmesine sebep; o taşın Kâf dağına akseden ışığı­dır ki, aksi havaya vurur, ondan dolayı gök (mavi) görünür. Bundan dolayı havadan suya dokunduğundan gök görü­nür. Yoksa su, ne renktir kimse bilmez. Hangi kaba koy­san, o kabın rengini gösterir. Ama aslı ve zâtı aktır. De­lil odur ki, kâr beyazdır. Eriyince su olur. Su buz olsa gök görünür. Eritsen ak görünür.





Şimdi bu Kâf dağını görmüş kimse yoktur. Ancak dört kişi gördü. Onlardan rivayet olunur ki, sarp ve ses­sizdir. Bir tarafı deryây-ı umman ve bir tarafı ulu dağ­larla çevrilidir. Hararetten dolayı kimse yanına varama­dı. Allah Teâlâ Hazretlerinin emri ile görenlerin





Birinci­si Âdem aleyhisselâmdır. Ne zaman cennetten çıktı, Ceb­rail aleyhisselâm onu götürdü, gelirken gösterdi.





İkincisi de, Süleyman aleyhisselâmdır. Tahtını yel gö­türdü. Bir günde bir aylık yol giderdi. Hak Teâlâ'nın em­riyle ona gösterildi. O kuvvetle vardı derler. Kuvvet ve kudret Hakk'ındır.





Üçüncüsü de, Süleyman aleyhisselâmdan üçyüz yıl sonra dünyaya gelen İskender-i Zülkarneyn'dir. Hak Te­âlâ Hazretleri ona inayet etmişti. Rivayet ederler ki, onun tahtını bulut götürdü derler. Fakat hikâyelerde böyle bahsedilmez.





Hakk Teâlâ Hazretleri her şeye kadirdir. Ne dilerse onu onda muvaffak kılar. Onun hikâyesi budur:





İskender, Rum'dan sâlih bir kişi idi. Hak celle ve alâ İskender'e inayet edip:





“Yâ İskender! Seni muhtelif bir kavme davete gön­derdim. Onlar iki kavimdir. Onun biri maşriktadır, adı Menâsik'dir. Ve biri de mağribtedir, adı Münâsik'dir. Ve iki kavim daha vardır. Birine Havil, diğerine Tâvil der­ler. Ve bunlardan başka, yer ortasında iki kavim daha vardır. Birine Cin, diğerine Âdem derler. Onlara benim vahdaniyetimi bildir.” buyurdu.





Bundan şunu anladım ki, Hak Teâlâ bir kimseyi da­vete gönderirse, o kimse Enbiyâdandır.[7] Onun için İskender, nebi değildir demesinler. Şayet nebi ise, inkâr etmiş olurum. Bir kimse nebileleri in­kâr etse, küfürdür.





Hak Teâlâ İskender'e yardım yapınca, İskender: “Yâ Rabbi! Ben hangi kuvvetle onlara gideyim. Yâ hangi kuvvet ile onlarla cenk edeyim.” dedi. Hakk Teâlâ Hazretleri





“Yâ İskender! Kuvvet ve kudret benimdir, yürü var, nuru ve zulmeti sana musahhar eyledim. Önünde nûr, ardında zulmet yürüsün.” buyurdu.





İskender'in etrafında âlimler, sâlihler, bilgeler, he­kimler, pehlivanlar ve değerli şeyhler toplanmıştı. İs­kender'in ordusunda yüzbin subaşı ve her birinin emrin­de bin kişi vardı. O, geceyi gündüz gibi görürdü.





İskender bu kuvvetlerle cihanı dolaşarak gezdi. Nice türlü mahlûkât ile cenk eyledi. Nicelerine Hakk'ın emri­ni ve birliğini bildirdi. İsyan edenin hakkından geldi. Sonra maşrika geldi. O yerin halkı, Ye'cüc'den şikâyet ettiler. Ye'cüc'ü mağlûb ettikten sonra Kâf dağına gel­di.





Bu dünyaya nice mahlûklar gelmiştir. Her biri dev­rini tamamlayıp tebdil olmuştur. [8] Hakk Teâlâ bu yeryüzünü Kâf dağı ile sâkinleştirdi.





İlk önce bir erkek yarattı, adı “Mâric” idi. Sonra bir kadın yarattı, adı “Mârece” idi. Bunlardan yeryüzünün dörtte biri doldu. Bunlardan bir çocuk meydana geldi. Adını “Cin” koydular. Bu cin taifesi çoğaldı. Yeryüzünü kapladılar. İblis-i Laîn de bunlardan oldu. İçlerinde zâhidler azaldı. İbâdet eden­ler bunlardan ayrıldı. Melekler ile cinler bunlardan se­çildi. Yani melek sıfatı ile muttasıf oldular. Hatta birinci gökte bin yıl ibâdet ettiler. Ondan yedinci göğe çıktılar. Meleklerin yanına vardılar. Ondan sonra bin yıl daha cennetin hazinedarlığını yaptılar. Meleklerden bir ce­maat ona itaat ederek hizmetkârı oldular. Sonra onun ardından ve önünden tazim ve tekrîm ederlerdi.





Bir gün Şeytan-ı Laîn, cennetin kapısında yazılı şu yazıyı gördü: “Eğer bir kul, Hak Teâlâ Hazretlerinin emrini tutmasa veya hased etse, o kulu kendisine yakın et­mişken kapısından kovar. Cehennem ehli olur.” Vaktaki İblis onu gördü. Okudu ve:





“Yarabbi! O kul ne kötü kul imiş, bana destur ver, o kula lanet edeyim.” dedi. Hakk Teâlâ destur verdi. İblis, kendisine bilmeyerek bin yıl lanet etti. Fakat lanetin ken­disine olacağını bilemedi. Zira o, ilmine ve Hakka yakın­lığına mağrur oldu. Kibir ve rütbesine mest oldu. Kim­seyi yanına kabul etmez, kötü niyetli idi. Akıbet aslına kavuştu. Aslı hatâ işleyici, vefasız, kendini beğenmişti. Yalnız yeryüzünde cin taifesi için azgınlık düşünürdü. Hakk Teâlâ Hazretleri onlara nebi gönderdi ki, on­ların azgınlıklarını bildirip ıslâh etsin, onlar kabul etme­diler. Hatta nebiyi öldürdüler. Hakk Teâlâ, Melâike askerini gönderdi ki, onlarla gazâ etsin. Yeryüzüne in­diler, onlarla gazâ ettiler. Fakat İblis onlarla beraber in­medi.





Sonra Hak Teâlâ Hazretleri Âdem'i yaratmayı murat etti. Bu keyfiyeti meleklere bildirdi. Ve:





“Yeryüzünde topraktan bir halife yaratacağım. O mahlûk, yeryüzünde en eşrefli ve en son mahlûk ola­cak.” buyurdu. İblis'in içinde hased ateşi yandı ve:





“Ben nârdan oldum, O topraktan. Benim üzerime nasıl itibarlı olur?” diye kibirlenerek hased etti.





Şeytan-ı Lâin, Hak Teâlâ Âdem'i balçıktan halk et­meden, Âdem aleyhisselâmın kalıbı yer üzerinde yatarken sık sık ge­lir yoklardı. Meleklerden kendine tâbi olanlarına:





“Bu balçık nasıl halk olup itibâr bulacak, bunun içi boştur, nasıl mâlik olacak?” derdi.





Âdem aleyhisselâmın kalıbının ağzından girip aşağısından çıktı. Meleklere:





“Eğer bu halk olup bizim üzerimize hâkim olacak olursa, ben bunu dininde sağ koymam.” derdi. Atları şaşırtırdı ki, Âdem'in kalıbını çiğneyiniz. Bu halk olun­ca size binerek çok cefâ edecek derdi. Atlar gelip İb­lis'in sözüyle çiğnemek isteyince; Hak Teâlâ Hazretleri kelbi (köpeği) yaratıp Âdem'in göbeğinden sıçrayarak atlara vu­rur, kaçardı. Zira cinden evvel cihanı atlar doldurmuş idi.





Sonra Hak Teâlâ Âdem'e ruh verdi. Âdem gözünü açdı. Bir kez aksırdı. “Elhamdülillah!” dedi. Hakk Teâlâ Hazretleri: “Yerhamüke rabbüke yâ Âdem!” buyurdu. O vakitten beri, o söz dûa kaldı. Hak Teâlâ Âdem'e tâc ve elbise giydirdi. Esmâ'yı yani isimlerini öğretti. Âdem'i izzetlendirdi. “Cennette yaşa!” buyurdu.





Ona: “Yâ Âdem! Cennette yaşa, yalnız “Şeceretü'l-Huld” ki, buğday ağacıdır. Ona yakın olursan zâlimler­den olursun.” buyurdu.





Hakk Teâlâ Hazretleri, Âdem'in sol iye kemiğinden Havva Ana'yı yarattı. Nitekim Kur'an-ı Azîm'de : “Dedik ki: Ey Âdem! Sen eşinle cennette kal! Ve onun ni'metlerinden istediğiniz yerde ikinizde bol bol yiyin Ama şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa zâlimlerden olur­sunuz!” buyurmuştur.





Âdem de bu emâneti kabul etmişti. O hasedcinin içi yandı. Âdem'e itibâr olunca, hasedi daha ziyâde arttı.





Hakk Teâlâ:





“Âdem'e secde ediniz!” buyurdu. Zira ki, Âdem'in alnında Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretlerinin Nûru vardı. Cümle melekler Hak Teâlâ Hazretlerinin emri üzere olup, önce İsrafil aleyhisselâm secde etti. Onu görünce cümle melekler secde ettiler. Fakat İblis durdu, secde et­medi. Hakk Teâlâ İblis'e lanet etti. Suretini değiştirdi, ka­pısından kovdu.





Rivayet olunduğuna göre; meleklerden bir cemâat ona tâbi olmuştu. Hak Teâlâ ateş gönderdi. Onları yaktı, mahvoldular. Ondan sonra İblis'in gönlünde hased daha ziyâde arttı.





Şeytan'ın hilesi şu idi: Ayrıldığı cennet'e bir hile ile girerek Âdem'i azdıracak. Allah Teâlâ’nın yasak ettiği ağaçtan yedirip, Âdem aleyhisselâmı cennetten çıkarmaktır.





Bir şekle girip, cennet kapısına geldi. Tavus kuşunun ve yılanın cennet kapıcıları olduğunu gördü. Onları kan­dırıp aldatarak, yılanın ağzında cennete girdi ve sonra sıçradı. Âdem'in yanına geldi. Yılanın ağzında İblis'in zehiri kaldı. O yılan çok hoş, çok güzel kimse idi. Ayak­ları da vardı. Vaktaki şeytan, Havva'yı gördü. Güzel, kıymetli, süslü elbiselerle, tâc ve hülle ile aldattı. Ona ölümü hatırlattı.





Havva;





“Ölüm nedir? Yâ ona çâre nedir?” dedi. Laîn:





“O yasak ağaçtan yerseniz kalırsınız. Onun için sizi men eyledi, öldürse gerektir.” dedi. Havva Âdem'e o mey­veden sundu, fakat Âdem men etti. Yedirmeğe muvaf­fak olamadı. Havva alarak yedi, bir şey olmadı. Onun için Havva, şeytana uymuştu, Havva'ya bir zarar olma­dığını gören Âdem de, Havva'nın ikram ettiği meyveden, o da yedi alnından ve başından hulle ve tâc uçtu. Âdem çıplak kaldı, ….[9]





Bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç, âlemin evveli ve sonu hakkında bilgilerimiz çok yetersizdir. Niyâzî-i Mısrî’nin kurgu gibi anlattığı şey aslında bir gerçeğin ifadesidir. Lakin beşerî bilgimiz noksan olduğu için cevap veremiyoruz.














[1] Iğrıb: Kenarlarına ağırlık bağlanmış büyük balık ağı.





[2] (Ahmed Bican, 1999)





Not: Bazı yayıncılar bu eseri zuhul eseri olarak Muhyiddin Ârabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze ait olarak çıkarmışlar. (Esma Yayınları 1982)





[3] Mülhem: kalbe doğmuş, Allah Teâlâ'nın, ilham ile kalbe bildirdiği şey.





[4] (EFLÂKÎ & trc:Tahsin YAZICI, 1995), s. 254, b: (76)





[5] Sıgar: Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş.





[6] (Ahmed Bican, 1999), v. 18b-20a





[7] Allah Teâlâ uyarıcı olan kimseye nübüvvetten bir cüz vermiştir. Bu nedenle uyaran kişiler manada nebidirler.





[8] [ Zîrâ, ism-i Rahman'ın zahiri küffâra taallukdan munkatı'dır. Pes, mü'minlerin neticeleri rahmet-i ilâhiyye ve cemâl ve kâfirlerin neticeleri gazab ve celâldir. Ve netîcetü'n-netâic / ne olacağını Hakk bilir.





Zîrâ, mü'minler cennete duhûlden on beş bin sene sonra melek meşrebine dâhil olurlar ve kâfirler dahî bu müddetten sonra şeytân meşrebine girip bu  iki meşrebden gayrı netîce-i meşârib kalmaz ve ikisi dahî Hakk'a muzâf olurlar. Zîrâ, Hâdî ve Mudill Allah Teâlâ’dır. (İsmail Hakkı Bursevi, 1997), s. 188 (v. 108)]





[9] (Ahmed Bican, 1999), v.27b-29b


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar