Başka Kimi Neylerem
66
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Bilenler vech-i cânânı bu cism ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı meh-i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
Bugün âmâ olan yarın dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Sülûk ehline insan sohbetin bulmak durur maksud,
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
Gönül duymazsa vicdân ile Allah’ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Salât-ı ehl-irfân kıblesidir “semme vech-ullâh”
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
Niyâzî “küntü kenzen” sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lokmân’ı neylerler.
Bilenler vech-i cânânı bu cism ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı meh-i tâbânı neylerler.
Bilenler cânânın yüzünü bu beden ve cânı neylerler,
Görünse güneşin nurları parlayan ayı neylerler.
Bir kimse bir mürşid-i kâmil elini tutup ve ihlâsla Allah Teâlâ’ya kavuşmak niyeti olan, sevgiliyi tanıdıkça bu cism ü canı neyler.
Bugünkü cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
Bugünkü irfân cennetine giren âşıklar,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
İslâm dininde ahirete iman şarttır. Ahirette Cennet ve Cehennemi bulmakta bu inancın gereğidir. Ceza yurdu olan ahiret iyilere verilecek olan mükâfat cennet ukûbat ise cehennem olarak tecelli eder.
Nasların, ahirete ait halleri tasvir ederken dünyadakilere benzeterek anlatması insanların idrak edebilmeleri içindir. Hiç şüphesiz ki ahiret halleri ve nimetleri, mahiyetleri ve temel özellikleri itibariyle dünyadakilerden çok farklıdır ve dünya ölçüleri ile tarif edilemez. Secde süresinde bu hakikate işaret edilmiştir.[1]
Cennet nimetleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’de
“Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir.” [2] bu genelleme yanında Huri, Gılman ve Vildan isimli varlıkların inananlara ikram ve hediye edilişinden bahsedilir. Bunlar hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Gılman: Allah Teâlâ’nın cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.
“Etraflarında kendi hizmetlerine tahsis edilmiş, sedef içinde saklı inci gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır.” [3]
Huri: (Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemeyecek derecede güzel olan Cennet kızları.
“Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.” [4]
Vildan: (Velid. C.) Çocuklar. Kullar. Köleler. Mü'minlerin buluğa ermeden vefat eden evlâdları, kâfirlerin çocukları
“Onların üzerlerine daima aynı halde kalan genç hizmetçiler dolaşır.” [5]
Kısaca bahse konu olan bu varlıkların erkek ve kadınlara nasıl verileceği konusunda birçok ihtilaf ve kapalı durumlar vardır. Teklifte eşit olan kadın erkek arasındaki taksimatın niceliği ve niteliği hakkında tam bilgi bir ve ikna edici bir beyan hala yok denilebilir.
"Orada (cennette) nefislerin arzu ettiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır ve siz orada ebedi kalacaksınız." [6]
Dolayısıyla ayet, cennette cinsel hayatın da bulunduğuna işaret etmektedir. Cinsellik de nefislerin arzu ettiği şeylerdendir. Ancak dünya hayatındaki kıskançlık ve hukukun ahiret hayatında olabilirliği düşünülebilir mi? Sorusunun cevabını tam vermek mümkün değildir.
Ahiret hayatında dünya hukukundan bahsetmek yoktur. Ancak Allah Teâlâ ahiret hayatında insanın ruhî tahammülünün güç yetiremeyeceği şeyleri de mükâfat olarak vaad etmedi. Çünkü vaad edilenin akla tabi olan nefsin kabullenmesine zıt olması, davete icabet edecek nefsin tahammülü olmayacak şeydir. Muhakkak mükâfatın dünyevî bir temsili olması gereklidir. Çünkü Abdullah b. Abbas, “Cennetin hiçbir nimeti dünyanınkine benzemez, yalnız bir isim benzerliği vardır” şeklindeki bir ifadesi, cennetteki cinsellik nimeti için de geçerlidir.
Menkâbe: Zarîf arkadaşlar ve yakın dostlar rivayet ettiler ki:
Bir gün gönül sahibi, bilgin, fakir bir kadın, Çelebi hazretlerinin ziyaretine gelmiş ve bir hayli de nimet, hediye ve elbiseler getirmişti. Uzunca bir sohbet ve candan bağlılıktan sonra bu kadın:
"Kıyamet gününde biz zavallıların durumu nasıl olacak ve bizim akıbetimiz o dünyada ne olacak" diye sordu. Bunun üzerine Çelebi:
"Yüce Tanrı bir inayet buyurur, sen de Cennet-i Berin'e gidersin. Cennetin hurileri sizin hizmetçileriniz olacak" diye cevap verdi. Kadın:
"Lûtfu sayesinde bizi darü'l-makama sokan Allah Teâlâ’ya hamdolsun. Daha başka ne olacak" dedi. Arif Çelebi:
"Renk renk hülleler giyecek, kıymetli şaraplar içecek ve iyi bir hayat süreceksin" buyurdu. Kadın tekrar:
"Başka ne olacak" diye sordu. Arif Çelebi:
"her gün müminler, dervişler nebilerin ve velilerin, mesudların, şehidlerin ve sâlih dostların ziyaretine gidecekler. "Orada nefislerin istediği ve gözlerin lezzet aldığı her şey vardır" [7] âyetinde tavsif edilen Cennette işretlerde bulunacak çıkıp gezinecekler" dedi. Kadın yine:
"Başka ne olacak?" diye sordu. Arif Çelebi:
"Sonunda Allah Teâlâ'nın yüzünü müşahede edecekler, öyle ki " Allah Teâlâ’nın velileri için hazırladığı bir şarap vardır" sözünde geçen temiz şaraptan sonsuz seneler sarhoş olacaklar ve o ebedî hoşluk içinde kendilerinden geçeceklerdir" dedi. Kadın yine:
"Başka ne olacak?" diye sordu. Çelebi:
"Huld-i Berin'de bulunan son nimet kudretten yaratılmış minare boyunda tenasül âletleri olacak ve bunlarla dul ve işve ile dolu olan fakir kadınlar tatmin edilecekler.
“Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Katımızda daha fazlası vardır.” [8] âyetinde buyurulan nimetle lezzet alacaklar ve rahat edecekler, bundan daha hoş bir iş ne olabilir" buyurdu. Bunun üzerine o samimî kadın hemen baş koydu ve giydiği ne varsa gûyendelere[9] bağışlayıp sevinerek gitti.[10]
Kaynaklar itibarı ile bu konuda yeterli derece söz söylemekten insanlar kaçınmışlar, kapalı kelamlar ile konu geçiştirilmiştir. Ahiret hayatında verilecek mükâfatların erkek ve kadın için dünyevî teklifteki umûmilik gereğince orada da erkeğin ve kadının bulacağı karşılık eşit olması gerekir. Bu nedenle nasıl dünya hayatında yetiştirdiğimiz ve gözümüzden sakındığımız kızımız büyüyünce bir yabancı ile izdivaç kurmasındaki nefsânî tahammülümüz iktizâsıyla ahirette Allah Teâlâ’nın bir emridir, diyerek bu konuda kullarda birbirlerine karşı duygularda olumsuzluklar kalkacaktır.
Ahirette, Allah Teâlâ'nın, bir önemli ihsan ve lütfu da, cennet ehlinin kalplerinden kin ve haset (kıskançlık) duygusunu kökünden söküp çıkarmasıdır. Kur´ân-ı Kerim bu hakikati şu şekilde açıklıyor.
“(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız.”[11]
Yaptığım araştırmalarda bu konuda bekârların ifadeleri çok rahat olmaktadır. Evli erkekler için bir sorun olmadığı, evli bayanlarda ise kocalarına düşkün olanların kendilerine tanınan haklarında dünyadaki kocalarını tercih ettikleri, çok nadir olarak belki başka eşleri düşünenler çıkmıştır.
Buradan çıkan sonuç dünyevî olgunlaşma ve hallerin ahiretteki talepler ile uygun olduğudur. Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin
“Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları bana seni gerek seni.”
Beyitleri bu durumu açıklamaktadır. Kişi dünyada neyi arzuluyorsa ahirette göreceği karşılık odur.
Bugün âmâ olan yarın dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Muhakkak bugün kör olan yarın dahi kör olur,
Aça gör cân gözün kim basiretsiz cahili neylerler.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ اِلَيْكَ اَفَاَنْتَ تَهْدِى الْعُمْىَ وَلَوْ كَانُوا ِلاَ يُبْصِرُونَ
Aralarında sana bakan vardır. Sen körleri, görmezlerken doğru yola iletebilir misin?[12]
“Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür...” [13] âyet-i kerimesince bugün bu âlemde kör ve basiretsiz olan yarın ahirette dahi öylesine olur.
“.. işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar...” [14]
Cicero dedi ki; "Hepimize insan deniyor, ancak sadece insanî bilimler
aracılığıyla uygarlaşmış olanlarımız, insandır." [15]
Sülûk ehline insan sohbetin bulmak durur maksud,
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
Sülûk ehlinin gayesi insan sohbetinde bulmaktır.
Kim o sohbette bulunsa nefsin sohbetini neyler.
Yani sülük erbâbının gayesi kâmil insânın sohbetine nail olmaktadır. Çünkü onlar câmî olan bir kitapdır ki; ruhu ve aklı itibarından ona “ümmü’l-kitâb” kalbi haysiyyetinden ona “kitâbu’l-levhi’l-mahfûz”, nefsi haysiyyetinden “kitâbu’l-mahv ve’l-isbât” denir.
Hudâvendigâr daima dostlara:
“Allah Teâlâ sizi görünen kazadan saklasın” diye dua ederdi. Dostlar bunun mânasını sordular. Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
“Görünen kaza yalancılar ve sizden olmayanlarla sohbettir. Gerçekten sohbet azizdir. Kendi cinsinizden başkası ile sohbet etmeyiniz” buyurdu. [16]
Gönül duymazsa vicdân ile Allah’ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
Gerçekten gönül iman ile duymazsa Allah’ı
Yalnız dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
“... Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler...” [17] âyet-i kerîmesi vârid olmuştur.
Abdullah b. Mübârek kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin “Biz çok ilimden ziyade az edebe muhtacız.” sözü manidardır.
Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Riyâ ve beğenme olan ibâdetten ne hâsıl olur.
Şirki gönülden gider Hakk’a karşı taşkınlığa kimse sahip çıkmaz.
“Rabbimiz ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” [18] “... Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette hiç bir şeyi ortak koşmasın.” [19]
Salât-ı ehl-irfân kıblesidir “semme vech-ullâh”
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
Ehl-irfânın namazda kıblesi “semme vech-ullâh”
O yüze kul olanlar eksik tâatı neylerler.
[Yakınlığa vâsıl olan ârif-i billâh, her neye teveccüh eylese kıblesi Allah Teâlâ’dır. Onun namazı o yakınlığa kavuşmasıdır. O hâle kavuştuğu takdirde, artık ona ayrılık ve kesilme yoktur. O kimse, hakîkî kıblede daima ve edeben müteveccih olup, dâimî salât-a müdâvim ve o dâimî salât-ı muhafazaya kâdir ve o salât ile makam sahibi olur. Çünkü Allah Teâlâ, ezelden ebede, varlığı ile her halde makamı ve zâtıyla vardır. Bu sebebten ulûhiyyeti sâbittir.
“Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.” [20] buyurduğu buna delîldir.
“Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü(zâtı) oradadır” [21] ile işâret olunan yüze kul olanlar, yani o yüzü talep ile kulluk edenler, tâat ve ibâdetlerinde kusur ve noksan etmezler. Ancak onların gayretleri hakîkî kıblede o yüze müteveccih olup, dâimî salâta müdâvim olmakla ol yakınlığa kavuşmaktır. (v. 117)] [22]
“Hangi yöne giderse, gitsin’ demek; O’nun razı ve hoşnut olacağı her ne şey varsa biz de ona rızâ gösteririz demektir. ‘Benim dinim imânım orada’ demek; Muhabbet ve şevk üzerine bina edilmeyen din’den daha üstünü yoktur ve kim o din ile dinlenirse bütün gayba muttali olur. Bu da ancak Muhammedîlere mahsûstur. Çünkü diğer bütün nebiler içerisinde bütün kemâliyle bir muhabbet makamı ancak Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme verilmiştir. Allah Teâlâ onu, şâir nebilerde bulunan “safi”, “neci”, “halîl” v.b. gibi nübüvvet makamları sıfatlarına ilâveten ‘Allah onu kendisine sevgili olarak aldı’ kavlinde olduğu gibi onu ‘Seven ve Sevilen’ ve bu yolun vârisi yaptı” (Bkz. İbnu’l-Arabî, Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk, 40).[23]
Kurbiyet, sıddîkiyet mertebesi ile nübüvvet mertebesi arasında bir mertebedir ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hakk’a yürüdükten sonra Hz. Sıddîk-i Ekber Ebubekir radiyallâhü anh sıddîkiyyet mertebesinden kurbiyyet mertebesine kavuşurlar. Bu hilâfet mertebesi ve veraset makâmıdır. Bu mertebeye kavuşan mürşid-i kâmilin kıblesi “Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü (zâtı) oradadır.” [24] âyet-i kerimesince her neye teveccüh eylese onun kıblesi oldur ve onun namazı o yakınlığın vuslatıdır. Bu vuslat karar kılınca ona ayrılık ve kesilme yoktur. Ol kimse kıble-i hakîkîde dâima vech-i zâtullâha müteveccih olup salât-ı daimîye devam eder ve o Halide muhafazaya kadir olur.” Nerede olursanız, O sizinle beraberdir...” [25] sırrı zahir olur.” Doğu da Allah Teâlâ’nındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zâtı) oradadır...” [26] âyet-i kerîmesiyle işaret olan Allah Teâlâ’nın vech-i zâtına kavuşan sâdıklar ibâdât ve tââtında asla noksanlık yapmazlar. Onların gayreti hakîkî kıbleye dâima müteveccih olmaktadır.
Niyâzî “küntü kenzen” sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lokmân’ı neylerler.
Niyâzî “künt-ü kenzen” sırrını kendinde buldunsa,
Süleyman tahtını, Lokmân’ın hikmet-ini neylerler.
“Ben bir gizli hazine idim. Bilinmemi sevdim, mahlûkatı bilinmem için yarattım.” [27] hadîs-i kudsîsi gereğince “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” [28]
Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre Allah Teâlâ’nın her bir nebisi, avamın baktığı beşerî yönlerinin ötesinde aynı zamanda bâtını özellikleri açısından kâinatın metafizik ilkelerini, kozmik prensiplerini de meydana getiren ve Ulûhiyyet ile nâsûtiyyet arasında âdeta birer berzah olan hakikâtlerdir. Her bir nebiye “Kelime” (logos) adı verilen ve Vücûd’un en üst düzeyde tezahürünü veren bir “hakikat” tekabül eder, İşte bu “Kelimelerdeki ilâhî tecellîler olmasaydı Hakk’ın varlığının (vücûdu’l- Hakk) mâhiyyeti ebediyyen bilinemezdi. Bu ilâhî tecelliyâtın en âlâsı “Ademî Kelime” veya diğer bir ifâdeyle “İnsân-ı hakîki”dir. İşte bu “insan”ın varlığa gelişi de âlemin varoluşunun sebebi ve te’minâtı olacaktır. Her gerçekliğin kaynağı bulunan Vücûd aslında bölünmez, ezelî ve daimîdir. Muhyiddîn İbnu’l-Arabî bu Mutlak Vücûdun bilinemez, tavsîf edilemez, sır mertebesi olan Ahadiyyet veçhesiyle, bir Rabb, bir Hâlık ve bir Mâbûd olarak âlemle münâsebette olduğu Rubûbiyyet yâni Vâhidiyyet veçhesini ancak merâtib bakımından izah sadetinde ayn mütâlâa eder.
İlkinde, (yânî Ahadiyyette) ne kesret ne tezat ve ne de her hangi bir taayyün vardır ki bu cihetten O, sırf nûr, sırf iyi (hayr-ı mahz) ve gayblar gaybıdır (gaybu’l-guyûb).
İkincisinde ise (yânî Vâhidiyyette) Allah Teâlâ yaratıcı sıfatıyla (el-Hâlık) birçok şeyin yaratılmasının faili olunca ortaya bir “çokluk” (kesret) ve “farklılık” (tefrik) çıkmış olacak ve birlik (vahdet) bozulacaktır. Ancak görüleceği üzere bu merâtibte Hakk’ın tezahürü ve çokluğu Zât’ıyla değil ancak sıfatları vasıtasıyla olmaktadır. Bu durumda Zât’ı açısından bakıldığında aynı hakîkate o Hakk’tır ama sıfatlan açısından bakıldığında o halk’tırdenebilir. Yaratma fiilinin (halk) aslı (aynı)[29]da zâten “a’yân-ı sabite” denilen o ilk ezelî arketipler serisi olarak ilm-i ilâhî’de mevcuttur. Bu gizli bir hazîne gibi kendi kendinde müstağrak halde bulunan Hakk bilinmeyi arzulayınca, bilinmeyi sevince işte bu “sevgi” (Âşk)yaratılışın ilk esâsı oldu. Böylece Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre “ulûhiyyet” ve “nâsutiyyet” Vücûd’un değişik mertebelerindeki iki tecellisinden başka bir şey değildir. Ulûhiyyet her varlığın gizli, iç (bâtın) yüzüne, beşeriyyet, nâsutiyyet ise onun görünen, dış (zâhir) yüzüne tekabül eder. Hakk’ın tecellîsi bütün merâtib içerisinde ancak mertebe-i insan’da kemâle ulaşır. Bu yüzden insan küçük bir âlem (âlem-i sagîr) ve bütün âlemin bir hülâsası olarak görülür ve işte bu hususiyetinden dolayı da ancak o Allah Teâlâ’nın halifesi olabilir. Mahlûkat içerisinde asaleten “insân-ı kâmil” rütbesi Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ait iken diğer kâmillere ait olanı ise ona vekâletendir.[30]
Öyle ki Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bütün nebilerin makamlarını biliyordu. Ama onlar ise onun makamını bilmiyorlardı. Hatta onun makamının bundan dolayı “makamsızlık” olduğu söylenir. Dolayısıyla onun yolunu takip edenlerin bilgisi diğerlerinin yolunu takip edenlerin bilgilerinden daha şümullü ve daha geniştir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir münâcaâtında “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye dua etmişti. Binâenaleyh müstecâb bu duanın muhatabı olan Muhammedîler için “zâtiyyun evliyası” da denilir. Diğerleri ise en fazla “efâliyyûn” veya “sıfâtiyyûn evliyası” olabilirler.[31]
[1] Secde, 17
[2] Yasin, 57
[3] Tur, 24
[4] Rahman, 56
[5] Vakıa, 17, İnsan, 19
[8] Kâf, 34
[9] Guyende: f. Söyleyici. Söyleyen. Kail olan.
[10] (EFLÂKÎ & YAZICI, 1995), Menkâbe-97, s. 558 (Sultan Veled oğlu Ulu Arif Çelebi Menâkıplarında)
[11] A'raf, 43
[12] Yunus, 43
[13] İsra, 72
[14] A’raf, 179
[15] (DÜRÜŞKEN, 2001), s. 54
[16] (Ahm95), s. 481-(195)
[17] Fetih, 11
[18] Fatiha, 5
[19] Kehf, 110
[20] Hadid,4
[21] Bakara,115
[22] (ÜNAL, 2006 ), s.9
[23] (KILIÇ, 1995), s.126
[24] Bakara, 115
[25] Hadid, 14
[26] Bakara, 115
[27] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,II, 132
[28] Zariyat, 56
[29] Muhyiddîn İbnu’l-Arabî ıstılâhâtında çok önemli bir anahtar terim olan bu “ayn” عيـن kelimesi Günlük Türkçe’de çok sık kullandığımız “aynı anda”, “aynı zamanda”, “aynısı”, “aynen”, aynı şekilde”, “aynı şey” v.b.gibi “tıpkı, misli, benzeri” manasındaki “aynı” ile metafizik manadaki “aynı” arasında kelimenin etimolojik kökeninde beraberlik varsa da kullanım sahaları farklılaşmıştır.
Aslı Arapça olan bu kelimenin lügat mânâsı, “asıl, öz, kök, göz, nazar, kuyu, menbâ, ileri gelen kişiler (ekâbir)” v.b.gibi çok geniş manalara gelen bu terim Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de teknik bir ıstılah olmuş ve “öz, asıl, hakîkat, esas, kök, zat, ana kaynak, menbâ, köken, göz, gözbebeği” manalarında kullanılmaktadır.
Meselâ “O, âlemin “ayn’ıdır (ayn-ı âlem)”dediğimiz zaman “O, âlemin aslıdır, hakikatidir” demek istenilmektedir yoksa “O, âlemle aynıdır” manasında değildir.
[30] (KILIÇ, 1995), s.55
[31] (KILIÇ, 1995), s.66
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar