Ben Seni Seviyorum
34
لَـيْسَ للدُّنْياَ بَقَاءٌ فِيهِ رُوحٌ وَ اِرْتـِياَحٌ Leyse li’d-dünyâ bekâün fihi ruhun ve irtiyâh
اِنَّهاَ سِجْنٌ عَلىÚ اَهْـلِ الصَّلاَحِ لاَ يَراَحٌ İnnehâ sicnün alâ ehli’s-salâhi lâ berâh
كُلِّ عَقْلٍ سَالِكٍ بِالزُّهْـدِ عَنْهَا يَهْتَدِى Külli aklin sâlikin bi’z-zühdi anhâ yehtedî
كُلِّ قَـلْبٍ سَالِمٍ بِلْــبُعْدِ عَنْهَا يَسْتَرَاحٌ Külli kâlbin sâlimin bi’l-bu’di anhâ yesterâh
تَفْرَحُ اْلاَشْراَرُ ِلـلْاَلــْوَانِ مِنْ لَزَّتـِهـَا
Tafrah’ül-eşrâru li’l-elvâni min lezzâtihâ
تَجْـعَلُ اْلاَيــَّامَ لَـيْلاً وَاحِدًا حَتّىٰ الصَّبَـاحِ
Tecalü’l-eyyâme leylen vâhiden hatte’s-sabâh
تَحْزَنُ اْلاَخْيَارُ مِمَّا يَسْتَرِيحُ ذُو اْلهَوَا
Tahzen’ül-ahyâru mimmâ yesterihü zü’l-hevâ
تَجْعَلُ اْلاَفْرَاحُ غَمًّا بِالرِّياَضَةِ وَالصَّلاَحِ Tec’alü’l-efrâhu gammen bi’r-riyâzeti ve’s-salâh
ياَ اَنِيسَ الذُّلَّ لاَ تَأْنِسَ بِاَهْـلِ اْلاِعْتِرَازِ Yâ enîsel zülle lâ te’nîs bi ehlil i’tirâzi
قُلْ اِلٰهِي بَاعِدِاَهْـلِ اْلعِزَّ عَـنَّا بِالصِّيٰاحِ Kul ilâhî baid ehli’l izze anhâ bi’s-siyâh
لاَ يُصِحُّ اْلـعَقْلُ اِلاَّ بِالتَّخَــيُّرِ بَيْنَـهُمْ Lâ yüsihh’ul-aklu illâ bi’t-tahayyüri beynehüm
لَمْ يَخْلِصْ قَـلْبُ مَـرْءٍ مِنْـهُمْ اِلاَّ بِالْجَنَاحِ
Lem yahlis kalbü mer’in minhüm illâ bi’l-cenâh
مَا رَجَـاءِ مِنْكَ يَا رَحْمَانُ اِلاَّ حَضْرَتـِكَ
Mâ recâî minke yâ Rahmân illâ hazretik
يَا وِصَالَ اللهِ لِلْــمِصْري يَا خَـيْرَ اْلـفَلاَحِ
Yâ visâlallâh lil Mısrıyyi yâ hayrelfelâh
لَـيْسَ لِلدُّنْياَ بَقَاءٌ فِيهِ رُوحٌ وَ اِرْتـِياَحٌ
Dünyânın bekâsı yoktur, yani dünyâ kalıcı değildir ve onda rahat yoktur.
“rahat yoktur” demek mümin kişi dünyada rahat edemez demektir. Çünkü mümin kişinin hedefi dünya olmayınca sürekli sıkıntılar içinde kalır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ bir kulunu sevdi mi, onu muhtelif şeylerle müptela eder. Sabrederse seçkin kılar, şükrederse temize çıkarır”[1]
“Bir adam Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, “ben seni seviyorum” deyince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Öyleyse fakirliğe hazırlan” buyurdu. Adam: “ben Allah Teâlâ'yı da seviyorum” deyince: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“O halde belaya da hazırlan” buyurdu.[2]
“Allah Teâlâ bir kulunu sevdiğinde, onu belaya duçar eder, sabrederse onu korur, razı olursa onu tercih eder”[3]
اِنَّهاَ سِجْنٌ عَلىÚ اَهْـلِ الصَّلاَحِ لاَ يَراَحٌ
Çünkü dünya mü’minlere rahatlık vermeyen bir hapishanedir.
الدُّنْيَا سِجْنُ المُؤْمِنِ، وَجَنَّةُ الكَافِرِ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Dünya, mü’mine hapishâne, kâfire cennettir.” [4]
Çünkü mü’min bu dünyâda mahpus ise de gerek berzah âleminde, gerek âhiret âleminde rahat edecektir, kâfir ise o âlemlerde azab görecektir. Onun için dünyâ mü’minlere hapishâne, kâfirlere de cennettir.
Allah Teâlâ’dan dilenen afiyetin sonucu hep olumlu olmaz. Ölüm dahi mümine bir afiyet olur. Mesela Hz. Ali kerremallâhü veche efendimizin şehit edilmesi onun afiyeti olmuştur.
كُلِّ عَقْلٍ سَالِكٍ بِالزُّهْـدِ عَنْهَا يَهْتَدِى
Akıllı olan dünyâya kendini kaptırmazsa hidâyet bulur
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ'nın Rab olduğuna razı olanlar, imanın lezzetini tatmış olurlar.” [5]
كُلِّ قَـلْبٍ سَالِمٍ بِلْــبُعْدِ عَنْهَا يَسْتَرَاحٌ
Sâlim kalb ancak dünyâdan uzaklaşmakla istirahat bulur.
Dünya sevgisini kalbden çıkarmadıkça rahat edilemeyeceği bilinen gerçektir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kalplerin, kendisine iyilik yapanı sevme, kötülük yapanı sevmeme özelliği vardır.” [6]
تَفْرَحُ اْلاَشْرَارُ ِلـلْاَلــْوَانِ مِنْ لَزَّتـِهـَا
Şerirler ise, yani sarhoşlar dünyânın lezzet ve türlü hususlarıyla ferahlarlar zevk alırlar
تَجْـعَلُ اْلاَيــَّامَ لَـيْلاً وَاحِدًا حَتّىٰ الصَّبَـاحِ
Sabahlara kadar içki içerek dünyânın tadını bir gecede çıkarmak isterler.
تَحْزَنُ اْلاَخْيَارُ مِمَّا يَسْتَرِيحُ ذُو اْلهَوَا
Bunları gören hayır sâhipleri de o şerirlerin bu hallerinden mahzun olurlar. Nasıl olurda şerirler vakitlerini boş yere geçirirler diye.
تَجْعَلُ اْلاَفْرَاحُ غَمًّا بِالرِّياَضَةِ وَالصَّلاَحِ
Hâlbuki hayır sâhiplerinin ferahı ancak riyâzet ve salâh ile olur.
ياَ اَنِيسَ الذُّلَّ لاَ تَأْنِسَ بِاَهْـلِ اْلاِعْتِرَازِ
Zelil olan, yani “enis-el zül “ bulunan nefsini aziz tutan ve nefsini büyük tutan (kendini beğenen, kibirli, azamet taslayan) kimselerle görüşme arkadaşlık etme sana onlar zarar verir.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche, kendini beğenme ve büyüklenmenin intaç edeceği vahim durumu şu sözleriyle formüle etmiştir:
“İnsanın kendini beğenmesi, aklını kıskaç altına alan ve onu akletmez duruma düşüren amillerden biridir” (İ'câbu'l-mer'i bi nefsihî ehadü hussâdi aklih)[7] ve “Kendini beğenmek akıl ve kalbin afetidir”(el-İ'câbu âfetü'l-elbâb)[8]
Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç cinsten yaratıkların en kötü haldekileri ile birlikte, dünya evinin en alt katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar. Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır. Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki, göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve aynı yazgının buyruğundadır. [9]
… ma’nâsını bilmedün mi gözi toğrı yoldan gönli Hakdan şaşmadı gözi ve kalbi birbirinden ayrılmadı dimekdür. Sen de ey zâlim gözüni ve gönlüni birikdür gör bu işleri idebilür misin bunun gibi olmaz, olmaz sanılara meyl ider misin?
Dervîşün birisi şeyhine dir ki sultânum ben bu gice bir vâkıa gördüm.
“seni gördüm ki ol kadar büyüdün ki cesedin dünyâya toldı sonra küçüldün şol kadar ki bir karınca kadar kaldun” dimiş. Şeyh ağlamış
“oğul sen de mi gördün onı” dimiş
“yâ sultânum aslı nedür?” onun şeyhi dimiş ki
“kutb âhirete gitdi beni kutb iderler sandum tâlib oldum ol vakt gördüm. Firengistândan bir papazı getürdiler kutb itdiler onun şapkasını benüm başuma giydürmeseler bârî kutb olmakdan geçdüm diyü şol kadar küçüldüm ki zerreye beraber oldum dimiş. İsteyene virmezler istedüklerine virürler kul kullukda gerek tanrılığa mahsus olan işe karışmamak gerek ki sonında kişi hacîl olmaya.” [10]
Rus lideri Stalin'in oğlu Yakov'un nasıl öldüğünü ancak 1980 yılında Sunday Times gazetesinde okuyabildik. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara tutsak düşen Yakov, bir grup İngiliz subayıyla birlikte bir kampa konulmuştu. Aynı kenefi paylaşıyorlardı. Stalin'in oğlu, kenefi leş gibi bırakıp çıkma alışkanlığındaydı. İngiliz subaylar, dünyanın en güçlü adamının oğlunun dışkısı da olsa keneflerinin dışkıya bulanmasına içerliyorlardı. Yakov'un dikkatine sundular konuyu. Yakov alındı. Tekrar tekrar dikkatini çekip kenefi temizlemesini sağlamaya çalıştılar. Öfkelendi, tartışma çıkardı, kavga etti. Sonunda kamp komutanıyla bir görüşme istedi. Komutanın aracı olmasını istiyordu. Ama kibirli Alman, dışkı konusu konuşmayı reddetti. Stalin'in oğlu içine düştüğü yüz kızartıcı duruma dayanamadı. En korkunç Rusça küfürler haykırarak, kampı çevreleyen elektrikli dikenli tellere attı kendini. Hedefi vurmuştu. İngilizlerin kenefini artık bir daha hiç dışkıya bulamayacak olan bedeni tele çakılmış kalmıştı. Stalin'in oğlunun işi zordu.
Eldeki bütün deliller babası Stalin’in oğlanı peydahladığı kadını öldürdüğünü gösteriyor. Oğul Stalin, hem Tanrı'nın Oğlu (babasına Tanrı gibi tapıldığı için) hem de O'nun dışladığı dışkı idi. İnsanlar ondan çift yanlı korkuyorlardı; onlara hem gazabı (ne de olsa Stalin'in oğluydu) hem de lütfu ile (babası, dışladığı oğlunu cezalandırmak için onun arkadaşlarını cezalandırabilirdi) zararverebilirdi.
İtilmişlik ve ayrıcalık, mutluluk ve ıstırap —kimse karşıtların nasıl kolaylıkla birbirlerine dönüşebileceklerini, insan varoluşunun bir kutbundan ötekine geçmek için kısacık bir adımın yeteceğini Yakov'dan daha somut olarak anlayamamıştır.Derken, tam savaşın başında Almanlara tutsak düştü ve ona zaten her zaman tiksiti gelmiş anlaşılmaz, burnu büyük bir ulusun üyeleri olan öteki tutsaklar onu pis olmakla suçladılar. Omuzlarında en yüce bir dram taşıyan (düşmüş bir melek ve Tanrı'nın Oğlu olarak) kendisi, yüce bir şey için (Tanrı ye melekler katında bir şey) değilde dışkı yüzünden mi yargılanacaktı? Dramların en yücesi ile en alçağı bu denli baş döndürecek kadar birbirine yakın mıydı?
Baş döndürecek kadar birbirine yakın ha? Yaklaşıklık, yakınlık baş dönmesine yol açar mı ki?Açabilir. Kuzey Kutbu, Güney Kutbu'na değecek kadar yaklaşırsa, yeryüzü kaybolur ve insanoğlu kendini başını döndüren bir boşlukta bulur, düşer.Eğer itilmişlik ve ayrıcalık aynı kapıya çıkıyorsa, eğer yüce ile değersiz arasında bir fark yoksa eğer Tanrı'nın Oğlu dışkı yüzünden yargılanıyorsa, insan varoluşu boyutlarını kaybeder ve dayanılmaz ölçüde hafifler. Stalin'in oğlu kendini elektrikli tele attığında, tel örgü açması biçimde havaya dikilmiş, boşlukta sallanan bir terazi kefesi gibiydi; onu havaya kaldıran ise boyutlarını kaybeden bir dünyanın sonsuz hafifliği...
Stalin'in oğlu dışkı yoluna can vermişti. Ama dışkı yoluna ölmek saçma bir ölüm değildir. Ülkelerinin sınırlarını doğuya doğru genişletmek için canlarını gözden çıkaran Almanlar, ülkelerinin gücünü batıya doğru yaymak için ölen Ruslar—evet, onlar budalaca bir şey uğruna öldüler ve ölümlerinin ne bir anlamı ne de bir genel geçerliği var. Savaş denen şeyin genel budalalığı içinde, Stalin'in oğlunun ölümü tek metafizik ölüm olarak beliriyor.[11]
قُلْ اِلٰهِي بَاعِدِاَهْلِ اْلعِزَّ عَـنَّا بِالصِّيٰاحِ
Duâ et; “Yâ İlâhî nefsini büyük tutanları bizden uzak tut “ diye haykır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kim Allah Teâlâ'ya kavuşmayı dilerse Allah Teâlâ da, ona kavuşmayı diler.” [12]
لاَ يُصِحُّ اْلـعَقْلُ اِلاَّ بِالتَّخَــيُّرِ بَيْنَـهُمْ
Onların arasında aklın sahih olmaz, hayrette kalır.
Buradaki hayret âlimin hayretidir. Çünkü bu sayılan vasıflarının tecellisini önceden bilmektedir. Burada düşünülen, bu gafletin Allah Teâlâ’dan mı yoksa onlar tarafından mı olduğunu anlamakta hayrettir. Gafletin çıkış noktasının Allah Teâlâ olduğunu anlayınca korkar. “Onlar Allah Teâlâyı unuturlar, artık O da onları unuttu.” [13] burada unutanların münafıklar olduğu bildirilirken aslında Allah Teâlâ onlara bir şekilde rahman ve rahim sıfatıyla azap etmemektedir.
لَمْ يَخْلِصْ قَـلْبُ مَـرْءٍ مِنْـهُمْ اِلاَّ بِالْجَنَاحِ
Bir kimsenin kalbi bu gibilerden kaçmadıkça kurtuluş bulamaz.
Şeyhün biri de bir dervişine keramet göstermek içün bir tenhâ yerde uçmış dervişe dimiş ki
“sen de uçmak ister misin?”
“Hây sultânum yâ dahi ne isterim” dimiş şeyh dimiş ki
“Ey derviş istedügün içün uçamazsın eğer müstağni olaydun. ubudiyyetden ğayrı bir şeye tâlib olmaya idün uçardın” dimiş. [14]
مَا رَجَـاءِ مِنْكَ يَا رَحْمَانُ اِلاَّ حَضْرَتـِكَ
Benim ricam senden, yâ Rahmân ancak hazretindir.
Niyâzî-i Mısrî, niyet-i safinin Allah Teâlâ’nın yalnızca zâtın olmasıdır. İnsanlar için Hazarât-ı İlâhiyye üçtür: Ef’âl, Sıfat, Zat ki, “Bismillâhirrahmânirrahîm “ in de sırrı esasen budur. Ehl-i hakikat için ise zâttan başka bir niyet yoktur.
يَا وِصَالَ اللهِ لِلْــمِصْري يَا خَـيْرَ اْلـفَلاَحِ
Ey kurtuluşa kavuşturan, vuslata erdiren Allah Teâlâ! Mısrî (için budur.)
[1] İbn. Mâce, Fiten, 23; Tirmizi. Zühd, 57; İbn. Hanbel, V/427,429
[2] Tirmizî, Zühd, 36
[3] İbn. Hanbel, V/427, 429; Heysemi, II/291
[4] Müslim, Zühd 1, (2956); Tirmizî, Zühd 16, (2325).
[5] Müslim, İman, 11; İbn. Hanbel, 1/308, Münavî, 11/29
[6] Ebu Nuaym, Hilye, IV/121
[7] İbn Ebi'l-Hadîd, ŞerhuNehci'l-belâğa, XIX, 21.
[8] İbn Abdilberr,age.,I, 571. (GÜLER)
[9] (MONTAIGNE), İnsan ve Ötesi
[10] (MISRÎ, 1223), v. 97b
… manasını bilmedin mi gözü doğru yoldan gönlü Hakk’tan şaşmadı gözü ve kalbi birbirinden ayrılmadı demekdir. Sen de ey zâlim gözünü ve gönlünü biriktir gör bu işleri edebilir misin bunun gibi olmaz, olmaz sanılara meyl ider misin?
Dervîşin birisi şeyhine dir ki sultânım ben bu gice bir rüya gördüm.
“seni gördüm ki ol kadar büyüdün ki cesedin dünyâya doldu sonra küçüldün şol kadar ki bir karınca kadar kaldun” dimiş. Şeyh ağlamış
“oğul sen de mi gördün onı” dimiş
“yâ sultânım aslı nedir?” onun şeyhi demiş ki
“kutb âhirete gitti beni kutb ederler sandım, tâlib oldum ol vakit gördüm. Firengistândan bir papazı getirdiler kutb ettiler onun şapkasını benüm başuma giydirmeseler bârî kutb olmakdan geçdim deyü şu kadar küçüldüm ki zerreyle beraber oldum demiş. İsteyene vermezler istediklerine verirler kul kullukta gerek tanrılığa mahsus olan işe karışmamak gerek ki sonunda kişi utanmış olmaya.”
[11] (KUNDERA, 1986), s. 247-248
[12] Buhârî, Rikak. 41; Müslim, Zikir, 14,16,18; Tirmizî, Cenaiz, 67, Zühd , 6,; İbn. Mâce, Zühd,31;Nesai, Cenaiz, 20;
[13] Tevbe, 67
[14] (MISRÎ, 1223), v. 97b
Şeyhin biri de bir dervişine keramet göstermek içün bir tenhâ yerde uçmış dervişe demiş ki
“Sen de uçmak ister misin?”
“Hây sultânım yâ dahi ne isterim.” demiş şeyh demiş ki
“Ey derviş istedüğin içün uçamazsın eğer müstağni olaydın. ubudiyyetten ğayrı bir şeye tâlib olmaya idin uçardın.” demiş.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar