Print Friendly and PDF

Beni Sen Yaktın


56





Vezin: Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün





Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür,
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür.
  





Dedi ulular “levn-i mâe levn-i inâ” dır şüphesiz,
Kana boyanmış göz hemin Nîl ü Fırât-ı kan görür.  





Şol câhil-ü nâdânı gör örter Hakk’ı inkâr eder,
Kâmil olanlar kâmilin herbir sözü bürhân görür.  





Medh ile zemmi âlemin kıymette bir hardal değil,
Hâr o durur harmanda ol buğdayı kor saman görür.  





Tuttu rikâbın ârifin nice salâtin-i ulu,
Kâmil olan sultânı gör dervişi ol sultân görür.  





Dervişi Hakk yakmış iken anı yakan sultâna bak,
Hamam içinde dilberi görmez gözü külhân görür.  





Ol dilberin Mehdî adı sükker durur halka tadı,
Mısrî çeker bu mihneti ol râhatı Rahmân görür.  





Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür,
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür.  





Halk içre bir aynayım herkes bakar bir an görür,
Her ne görür kendi özün ger yahşi ger yaman görür.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Mü'min mü'minin aynasıdır” [1]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin bu beyitten muradı kendilerinin makâm-ı cem içinde olup mertebe-i irşâdda olduklarını beyândır.”  Halk içre bir âyîneyim” buyur­dukları yani nefsânî mertebelerde olan kötü ahlâkının hepsini güzel ahlâka tebdil edip zahiren ve bâtınen cilalanmış bir ayna oldum. Herkes hakikî ve manevî kendi sıfatını mertebeleri miktarınca benden müşahede eder ve ondan maksûd كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ “.. O her ân yaratma halindedir.”   [2] âyeti kerîmesine mazhar olduğunu ifâde eder.





Meselâ “bir âyîneyim her ân” ki; baksalar bir surette akislerini görürler Hangi mertebede ise o sıfat ile zuhur eder. Eğer bakanın nefsinde kötü ahlak var ise yaman (kötü-korkunç) görür. Eğer nefsin kötü ahlakı düzelmişse yahşi (iyi-güzel) görür. Ben bir aynayım ki; kâmil kemâli, nakıs noksanın görür. Bu beyitten anlaşılan budur. Yine “benim vücûdum âlem-i kübrâdır.”   Bu onsekizbin âlem içimde tecelli eder. Benden bana bakarlar. Mükemmel kabiliyeti olan kemâlimi görür noksân olan ise noksanımı görür, demektir.





Bu beyit istekli olanlara bir uyarıdır ki; kemâl sahibi kemâle bak ve her halini kemâle tatbik eyleye ki; kemâl sahibi olup ve eksik görmeden kurtulup kendi eksiklerini düzeltmene sebep olur.





Allah Teâlâ bütün yaratılmışları ihata etmiştir. Fakat bunu herkes göremez. Cahil Hakk’ı görmemekle beraber inkâra dahi gidebilir. Mesela bunun inkârı şunun gibidir. Bir devlet reisi ki tebdili kıyafet ederek çarşı pazar gezer. Bunu herkes görür. Fakat kimse bilmez. Ancak anı yakınen tanıyanlar bilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Ruhlar toplu cemaatlardır. (Ruhlar âleminde) birbirleriyle tanışırlar, ülfet ederler. Tanışmayanlar ise birbirlerinden ayrılırlar” [3]





İşte Allah Teâlâ’da böyledir. Hakkı ilk yaratılışta tanıyan hem görür hem bilir. Tanımayan cahilde görür amma bilmez. Şimdi o tebdili kıyafet etmiş olan devlet reisini cahile söylesen şöyle der:





“Haydi, yahu böyle devlet reisi olur mu” der. Bu devlet reisi değildir diye inkâr eder. Ehli zahirde aynı bunun gibidir. Hakk’ı elinle tutsan göstersen ben böyle Hakk tanımam der. Çünkü onların zevkine göre Allah Teâlâ mükemmel şekillidir. Tevhid ehli zevkinde ise Allah Teâlâ şekilden münezzehtir.





Dedi ulular “levn-i mâe levn-i inâ” dır şüphesiz,
Kana boyanmış göz hemin Nîl ü Fırât-ı kan görür.  





Ulu kişiler şüphesiz, “Suyun rengi kabın rengidir” dediler
Kanlanmış göz Nil ve Fırât nehrini kan görür.  





Cüneydî Bağdadî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Hazretlerine “Hakk nasıldır diye sual etmişler. Şöyle buyurmuş: “levn-i mâe levn-i inâ” Yani: “Suyun rengi yoktur. Suyun rengi kabın rengidir.”   Mesela bardak mavi ise su mavi görünür, kırmızı ise kırmız, yeşil ise yeşil görünür. Bir insanın gözü ki kana boyanmışsa her bir nehrin suyunu kan görür. Hâlbuki nehirler kan değildir. Onun gözü kan gördüğü için kan görünür.





“Levn-i mâ, levn-i inâdır.”   buyur­dukları buna işarettir ki: Nûr-i Hakk mutlak olup renkten ârîdir. Renk ancak eşyada bulunur. Bundan dolayı Hz. Mûsa aleyhisselâm ümmeti Nil’den su alıp içerlerdi ve Firavun milleti suyu aldıklarında gözlerine kan görünüyordu. Hz. Mûsa aleyhisselâmın ümmetinin kalpleri pâk ve basiretleri sâf olduğundan suyu safî gördüler. Firavunun milletinin kalpleri şirk- ve görüşleri bâtıl ve beyin­leri küfür karanlığı ile dolduğundan suyu, kan görürdüler.





Şol câhil-ü nâdânı gör örter Hakk’ı inkâr eder,
Kâmil olanlar kâmilin herbir sözü bürhân görür.  





câhil ve haddini bilmez Hakk’ı inkâr eder ve örter,
Kâmil olanlar ise kâmilin herbir sözü işaret ve delil görür.  





“Şol câhil-i nâdân” buyurdukları nefs-i emmâre ve dünyevi aklın sıfatıdır ki; dâima sahibini Hakk’dan men edip masiva sevgisine rağbet edendir. Bütün manalar gönülden zuhur eder, onu gizler ve kendi ta­rafına çeker. Hattâ kendi gibi kötü edince gayret eder.”  Kâmil”den murat ahireti arzulayan akıl sahibi ve safî nefistir. Bu dâima gönülden zuhur eden ilâhî sırları kabul ve hakikatlerine yol bulmağa gayret edip her zaman gönül kapısından ayrılmazlar. Belki kendilerini yok yere ko­yup gönül hanesinden bir adım dışarı çıkmazlar. Öyle olur ki gönüle ilham olur onu Allah Teâlâ tarafından bilip her ne zuhur ederse “mağz-ı Kur’an’dır” (Kur’ân-ı Kerim’in özü) diye kabul ederler. Cahil kördür, Hakk’ı görmez. Meselâ;





 Hâmile kadın zindan olduğu halde taşıdığı bebek ma­sum olsa da, o anasından ve rahminden başkasını bilmez. Padişah ve diğer mahlûkatı ve bâğ ve bahçeleri teklif etsen inkâr eder. Çünkü doğana kadar anası ve rahmini gördü. Bu nedenle vücud zindanında hapis olmuş olan câhil dahi bu dünya âleminden başkasını bilmez. Mutlak âlemden söylesen sesi soluğu kesilir ve hayran olup hayrette kalır, belki kâmil insan, câhilde dahi Hakkı müşahede eder ve her bir sözünü Hakk’ın sözüdür diye kulak kabartır.





Gö­nül, nefsini Hakk görür, amma nefsine kendini bildirmek gayet zor işitir. Hidâyet ediciye muhtaçtır.





Medh ile zemmi âlemin kıymette bir hardal değil,
Hâr o durur harmanda ol buğdayı kor saman görür.  





Âlemin övmesi ve kötülemesi kıymette bir hardal kadar değeri yok,
Diken gibi haliyle harmanda olan buğdayı saman görür.  





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin bu beyitten muratları kemâl sahiblerini yanında medh ve kötülemek hardal mikdarı değildir. Çünkü  onlar “Tehallakû bi-ahlâkillah” (Allah Teâlâ’nın ahlakı ile ahlaklanmışlar) dırlar.  Bu zât Allah Teâlâ’ya aynadır. Sıkıntı ve genişilik, noksanlık ve kemâl, medh ve kötülemek, sevinç ve gam onların yanında birdir. Çünkü birlik makâmına kavuşmuş olan zâtın kemâlini inkâr ve ikrardan zerre kadar kalbine üzüntü gelmez, mir’ât-ı Hakk olmuştur. Medh ve kötülemek konuşanın kendi sıfatıdır bilir. Kemâl sahibi kemâli ve nakıs noksanı gördüğünü bilir. Bundan medh ve âlemin kötülemesi onun yanında hardal mikdarı kadar değeri kalmamıştır, ayn-ı Hakk olmuştur. Medh ve kötülemeden artık hiç üzülmez.





“Har odur” dediği nefs-i emmâre ile vasıflı olan zâttır. (Eşek)





“Harman”dan murat bu dünya âlemidir.





“Buğday”dan murat hakikat mücevherleridir.





“Saman”dan murat hakikate ulaşamamış mecazî sıfattır. Bu dünya âleminde varlık sıfatımı tevhid rüzgarı ile savurup ve aslî cevherim olan kendimi -yani buğ­dayı-pâk edip şerîat ölçeği ile ölçüp hakîkat anbârı olan kalbe koyup takva mührü ile mühürleki; “Dünyâ ahiretin tarlasıdır” buyurulmuş-tur.





“Dünyada garip gibi veya yolcu gibi ol.”   [4] Sözünü tut.  Dâima niyetin hakîkî gevher olup eşek gibi samana bakan gibi mecazî sûrete iltifat etmeyip ve eşek sıfatlarından kurtulmaya çalış. Çünkü har’ın buğdaya iltifatı ölümdür. Hakîkatan eşek buğday yese kendisini helak eder. Ancak samanı hazmedebilir.





Tuttu rikâbın ârifin nice salâtin-i ulu,
Kâmil olan sultânı gör dervişi ol sultân görür.  





Yüce büyükler ârifin eteğini tuttu,
Kâmil olan sultânı gör, dervişide sultân görür.  





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin bu beyitten muratları hakiki olmayan saltanatta bulunup mânâya kavuşamamış, tozlanmış kalb ile gözü çapaklanmışsa bir ârif-i billahın eteğini tutup yani yoluna bağlanıp ve marifetine tabi olmakla fena-fillâha talip ol demiştir.





Dervişi Hakk yakmış iken anı yakan sultâna bak,
Hamam içinde dilberi görmez gözü külhân görür.  





Dervişi Hakk yakmış, sen onu yakan sultâna bak,
Hamam içinde dilberi görmeyenin gözü külhân görür.   





“Dervişi Hakk yakmış iken” demek Hakk’ın tecellîsi bütün eşyada zahir olup dervişin vücûd-i mecazisini mahv edip ma­kâm-ı cem’de olmakla Hakk’dan kendini fark edemeyip belki kendinden başkasını bulmaz.





İkinci mısrada “Hamâm içinde dilberi görmez gö­zü külhan görür” buyurdukları “Hamâm”dan murat dervişin kendi vücûdudur.





“Dilber”den murat hakîkî sevgilidir.





“Külhân”dan murat gönüldür. Meselâ gönül surette vücûd içinde gizlidir. Ancak hakikatte vücûtta tasarruf eden gönüldür. Külhana benzetmek gayet ince teşbihtir. Çünkü hamâm külhandan ısınır.





Ancak sâlik henüz gönlü külhanında Hakk aşkının âteşi ile varlık odununu yakmış ve kalbî zikre kavuşmuş, fakat vücûdî zikrine nail olmamakla vücut hamâmında hakîkî sevgiliye tecellî ettiğini fark edemeyip ancak gönül külhanında şahidi müşahede eyler. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz “külhanı görür” buyurdukları budur.





Ol dilberin Mehdî adı sükker durur halka tadı,
Mısrî çeker bu mihneti ol râhatı Rahmân görür.
  





Ol dilberin Mehdî adı şekerdir halka tadı,
Mısrî mihneti çeker onda olan Rahmân güzelliğini görür





Adı mehdî olan dilber, mukaddes ruhtur ki ol mazhar-ı hidâyettir. Herkes o sevgilinin vuslat-ı şekerine kavuşmak isterler. Çünkü onun tadı bütün eşyayı mest etmiştir. Ancak şeker yemekle nefsin şeklini papağana değiştirir.





“Mısrî çeker bu mihneti” buyurdukları nefs-i mihnette ağlamaktadır.”  Ol râhat-ı Rahman görür” buyurdukları mukaddes ruhdur ki; dâima vuslatta ve rahattadır ve her ân ayrılığı yoktur. Çünkü zerre güneşin aynıdır ve güneşten ayrılığı yoktur. Varlığı güneşledir. Güneş durdukça ona dahî fena yoktur. Bakâsı yine güneşledir.










[1] Taberâni ve Bezzâr Enes’ten: Ebu Davud da Ebu Hureyreden nakletmislerdir. Ebu Davud. Edeb. 29: İbn. Mübarek Hasan-ı Basri’nin sözü olduğunu söyler; bkz. Acluni. II/294





[2] Rahman, 29





[3] Buhâri. Enbiya. 2: Müslim. Birr. 159. 160; Ebu Davud. Edeb. 16: İbn. Hanbel. II/ 237. 295. 527





[4] Buhari, Rikak, 3; Tirmizi, Zühd, 25; İbn Mâce, Zühd 3; İbn Hanbel, II, 24, 41, 131; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 134 vd,


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar