Benim Mushafım
163
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Mushaf-ı hüsnünde yazmışdur edîb-i kâf u nûn
انّ في ذلــك الا يـات لقوم يـسمـعـون[1]
Halka-i ervâhdan zülf ü ruhun tesbîh ider
Ehl-i diller [2] حين تـمسون و حـين تـصبحـون
Küfr-i zülfün hakkiçün ey nûr-ı Rahmânî yüzün
Ehl-i zühd îmân getürmezse [3] فهـم لا يـعقلون
Dil serîr-i cennet-i kuyunda buldukça makam
Der lisân-ı hâl ile [4] يـالـيـت قـومـى يـعلمـون
Ehl-i âşka arzu firdevs-i kûyundur velî
Asl-ı maksûd oldı dîdârun [5] ولهـم ما يـدعـون
Tîğ-ı âşkunla şehîd olsam mezârım sengine
Yazalar bu âyeti [6] فاشـهـد بانا مـسلمـون
Âyet-i hüsnün Niyazi’ye mufassal yazdırır
فصـلنا الا يـات لقوم يـعلمـون Ol ki dir [7]
Mushaf-ı hüsnünde yazmışdur edîb-i kâf u nûn
Güzellik Mushaf-ı edîbi yazmıştır kâf ve nûn’u
انّ في ذلــك الا يـات لقوم يـسمـعـون[8]
“Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır.”
Halka-i ervâhdan zülf ü ruhun tesbîh ider
Ruhlar halkasında zülf ve ruhun tesbih eder
Ehl-i diller [9] حين تـمسون و حـين تـصبحـون
Gönül ehl-i “Akşama girerken ve sabaha ererken hepiniz Allah'ı tesbih edin.”
Küfr-i zülfün[10] hakkiçün ey nûr-ı Rahmânî yüzün
Ey yüzü Rahmânın nûru! Zülfün küfrü hakkı için
Ehl-i zühd îmân getürmezse [11]فهـم لا يـعقلون
Zühd ehli iman getirmezler ve “akıl da etmezler.”
Dil serîr-i cennet-i kuyunda buldukça makam
Gönül tahtı cennet köyünde buldukça makam
Der lisân-ı hâl ile [12]يـالـيـت قـومـى يـعلمـون
Hal lisanı ile “Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!”
İlgili Hadîs-i Şerif[13]
Sakafî Kabilesi'nden Mes'ûd oğlu Urve, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize gelerek, “Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem! Beni kendi kavmime gönder de onları İslâm'a çağırayım” dedi ve aralarında şu konuşma geçti:
—Seni öldürmelerinden endişe duymaktayım.
—Onlar beni uyurken bulsalar uyandırmazlar.
—O halde gidebilirsin.
Bu ruhsat üzerine Urve radiyallahü anh kendi kavmine gidip önce Lât ve Uzzâ adındaki putlara uğradı ve “yarın sizi kötü duruma düşüreceğim” diye mırıldandı. Onun bu düşüncesini öğrenen Sakifli'ler öfkelendiler. Buna rağmen Urve radiyallahü anh onlara şöyle seslendi:
“Ey Sakifliler! Lât artık Lât değildir; Uzzâ da Uzzâ değildir. İslâm'a girin, selâmete erin” dedi ve bu sözün üç defa tekrarladı. Sakifli'lerden biri ona bir ok atarak öldürdü.
Bu haber Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'e ulaşınca, üzüldü ve şöyle buyurdu:
“Doğrusu Urve'nin misâli, Yâsîn Sûresinde geçen kimsenin (Habib en-Neccar) misâline benzer.” [14]
Kasaba Halkı Ve Öldürülen Mü'min
“Onlara o kasaba halkından misâl getir; hani onlara rasüller (veya rasül elçileri) gelmişti.”[15]
Kıssada mü'minleri aydınlatır anlamda altı safha işleniyor. Şöyle ki:
1—Kasaba halkına önce iki elçinin gönderilmesi,
2—O ikisini destekleyen bir üçüncü elçinin gönderilmesi,
3— Kasabanın bir ucunda oturan şuurlu bir mü'minin yardıma koşması ve elçileri tasdik etmesi,
4—Bu yüzden o mü'minin zulmen öldürülmesi.
5—Tebliğ ve irşadı kabul etmeyip işi tehdide döndüren ve sonra da masum bir insanın kanına giren inkârcı azgınların karakter yapısı,
6—Öldürülen o sadık mü'minin sağ kalanlar hakkındaki temennisinden haber verilmesi.
Anlatılan üç resul (elçi) konusu bütünüyle Mûsa aleyhisselâm, İsâ Aleyhisselâm ve Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem rasüllere mi işarettir; yoksa Romalılara gönderilen, uyarı, tebliğ ve İrşat göreviyle yükümlü bulunan üç rasül elçisi mi veya üç ayrı rasül mü misal anlamında kasdedilmektedir?
Önce şunu belirtelim ki: Gönderilen üç elçi hakkında “murselîn” kavramına yer verilmiştir ki bu daha çok nebiler hakkında kullanılmaktadır ve bazan da onlar adına teblîğ ile görevli elçiler hakkında da kullanıldığı vâkidir. O bakımdan büyük nebilerin dini yaymakla görevli üç yakın arkadaşı hatıra gelebilir. Nitekim müfessirlerin çoğu sözü edilen elçilerin, İsâ aleyhisselâmın havarileri olduğu ihtimali üzerinde durmuşlardır. Kasabanın ise, Antakya, öldürülen yerlinin de Habib en-Neccar adında bir zat olduğunu yazmaktadırlar. Ancak bunların hiçbiri sahîh bir rivayete dayanmamaktadır, yani güvenilir bir dayanakları yoktur. Bu sebeple son asırda yetişen müfessirler bu rivayetin İsrâiliyattan olduğu şüphesini izhar etmişlerdir.
“Üç büyük rasüle işarettir” şeklinde yorumda bulunulmuştur. Bu da kesin değildir, ama gerçeğe pek yakındır. Bu takdirde Mûsa aleyhisselâm Mısır'ı Fir'avn'dan ve yandaşlarından kurtarıp temizlemiş ve zamanla ilâhî dinin o ülkede yayılmasına ortam hazırlamıştır. İsâ aleyhisselâmı Romalılar arasına ilâhî kıvılcımı atıp ayrılmış ve zamanla o kıvılcım ortam bulup genişleyerek kralları dize getirmiş, ülkeleri aydınlatmıştır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz de o iki nebinin arkasından üçüncü resul olarak gönderilmiştir. O, önce Arap Yarımadası'na, sonra da kıtalara baş eğdirmiş ve Allah Teâlâ'nın dinini yayıp, Allah Teâlâ'nın son mesajını insanlara tebliğ etmiştir.
Bu yoruma göre, öldürülen yerli mü'min, canını Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yolunda seve seve feda eden ilk müslümanlara misaldir.
İsmi anılmayan, kasabaya gönderilen üç rasül veya üç rasül elçisinin herkes gibi insan oldukları ileri sürülerek, kasaba halkı tarafından tasdik edilmemişlerdir. Bu, gönderilen her nebiye inkârcı sapıkların, putperest müşriklerin söylediği klasik bir sözdür. O halde gönderilenlerin uyarıcı rasül olması ihtimali daha da kuvvet kazanmaktadır.
Hadîste, İbn Ebî Hâtim'in rivayetini sahîh kabul edersek, gönderilenlerin üç rasül elçisi olduğu ağırlık kazanır. Ancak sözü edilen hadîsin sıhhati üzerinde şüphe izhar edenler olmuştur.
Gönderilen Rasüllerden Sonra Sıkıntılı Günlerin Başlaması
“Kasaba halkı onlara: “Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü.....” dediler.”
Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde bir kasaba veya ümmet ve millete peygamber gönderildikten ve hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve tartışma baş-gösterdikten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o yer halkını daha çetin sınavdan geçirmek ve bir bakıma ayrı bir yoldan da uyarmak için üzerlerine kıtlık, zelzele, kasırga, lav, sel baskını ve benzeri bir afet oluşturup gönderdiğine dikkatler çekilmektedir. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hem Mekke'de rasüllüğünü ilân ettikten birkaç yıl sonra Mekke'de; hem de Medine'ye hicret ettikten sonra Medine'de kuraklık ve sıkıntı baş göstermişti. O kadar ki bu durum gerçek mü'minlerin imân ve bağlılığını artırmış; inatçı kâfirlerden bir kısmının yumuşamasına, bir kısmının da büsbütün küfür ve tuğyanını artırmasına sebep olmuştur.
Gönderilen üç rasülün veya rasül elçisi üç kişinin sözü edilen kasabaya gelmesiyle birlikte orada sıkıntı baş göstermiştir. O yüzden kasaba halkının çoğu inkâr ve azgınlığını artırarak, “sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü” demişlerdir. Oysa uğursuzluk kendilerinin kalbinde, niyetinde ve vicdanlarında yuvalanmış bulunuyordu ki onu bir türlü anlayamıyorlardı. Peygamberlerin veya elçilerin gelip tebliğ ve irşatta bulunmasıyla yuvalanan uğursuzluk meydana çıkmış oldu.
Kur´ân-ı Kerim’in bir başka yerinde bu konuya açıklık getirilerek şöyle buyrulmaktadır:
“Hangi memlekete bir rasül gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye birtakım sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup (hırpalamışızdır),”[16]
Fedakâr Mü'minin Uyarı Ve Tavsiyesi
“Şehrin en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve “ey kavmim, gönderilen bu elcilere uyun; uyun sizden ücret istemeyenlere. Bunlar doğru yol üzerinde bulunuyorlar” dedi.”[17]
Nebileleri veya gönderilen elçileri tasdik eden yerli halktan bir mü'minin uyarı ve tavsiye mahiyetindeki bu sözleri incelendiğinde, yedi kadar önemli gerçeği yansıtmaktadır. Şöyle ki:
1—Hakk'a davette sür'at ve cesaret esastır. Aynı zamanda rasüllerin kişiliğini ve görevlerini, yardımcı olup halka anlatmak büyük bir hizmettir.
2—Hakka, doğruya, iyiye çağrıda bulunurken ücret istenmez. Bu kutsal görev tamamen hasbîdir, fahrîdir. Nitekim hiçbir nebi bu hususta ücret talebinde bulunmamış; aksine hakka davet doğrultusunda yapılan tebliğ ve irşadın ücretsiz olduğunu özellikle açıklamıştır. Nitekim Şuârâ sûresinde bu konuda yeterli açıklama yapılmış bulunuyor.
Unutmamak gerekir ki, davanın büyüklüğünü ve yüceliğini kişisel çıkarlara alet etmek, o davaya bütünüyle ihanettir. Aynı zamanda davanın kutsallığına ters düşer.
3—Rasüllerin veya onları temsil eden gerçek mürşitlerin doğru yolda bulunduklarına dikkatleri çekmek; hiçbir makam, mevki, servet ve baş olma sevdasında bulunmadıklarını söylemek ve bu açıdan hareketle onların nasıl ferağat-i nefisle yola çıktıklarını anlatmak her mü'minin görevidir.
4—Yoktan yaratıp var kılan ve her şeyi insanın hizmetine veren Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibâdette bulunmanın akıllıca bir düşünce ve sağlam imândan kaynaklanan bir davranış olduğunu belirtmekte; her şeyin O'nun kudretinin eseri olduğunu isbat etmekte; eninde sonunda o yüce kudrete döndürüleceğimizi, ölümün bunun giriş kapısı bulunduğunu haber vermekte sayısız yararlar vardır.
5—Allah Teâlâ'yı bırakıp yarar ve zarara muktedir olmayan basit cisimlere, canlı-cansız eşyaya tapmanın akıl ve idrâk dışı olan cehaletin ürünü olduğunu anlatarak düşünceleri yönlendirmeye çalışmayı ihmal etmemek oldukça lüzumludur.
6— Allah Teâlâ'yı bırakıp başka şeye tapan insan, şüphesiz kendinden daha aşağı derecede bulunan şeylere tapmak gibi bir küçüklük ve aşağılık sergilemekte ve bütünüyle sapıttığını ortaya koymaktadır.
7—Âlemleri yaratıp terbiye eden, her şeyi düzen ve dengede tutan O Yüce Rabbe kulluğun en üstün şeref ve meziyet olduğunu çekinmeden ilân etmekte mutlak hayır vardır.
İşte irşat ve teblîğin tartışmalı, çekişmeli safhalarında mürşitlerin durumunun yedi madde halinde açıklanması, onların gerçek tavrını, sadık mü'minler olduklarını simgeler. Gerisi Allah Teâlâ'ya aittir. Dilediğini korur, dilediğini doğru yola eriştirir, dilediğini sapıklığıyla bocalar halde bırakır, dilediğini de bu yolda şehadet mertebesine eriştirir.
Nitekim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ashabı da bu yedi maddeyle ortaya çıkıp kendilerine düşen hizmeti lâyıkıyla yerine getirmişlerdir.
Böylece Kur'ân-i Kerîm, beyân ettiği kıssa ve misallerle bu gibi mü'minleri hem övmekte, hem de onları kıyamete kadar gelecek olanlara örnek ve model göstermektedir.
Hak Uğrunda Şahadet Şerbetini İçmek
“Ona, “gir cennete” denildi. O da, “ah keşke kavmim, Rabbımın beni bağışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi” dedi.”[18]
Kur´ân-ı Kerim Hakk uğrunda canını vermek suretiyle şehitlik mertebesine yükselen gerçek bir mü'minin ne kadar aziz ve şuurlu olduğunu bize öğretirken, hak uğrunda öldürülen, kasabanın yerli halkından o mü'mini misal vermekte; öldürüldükten sonra da onun, sağ kalanlar hakkındaki güzel temennisini naklederek Allah Teâlâ'nın gerçek bir mü'mine olan geniş lütuf, inayet ve rahmetini bir defa daha hatırlatmaktadır. [19]
Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz bu ayet ile hem durumunun ulviliğini, kimsenin bilmediğini ve büyük eziyetler (hapis, sürgün vb.) içinde olduğunu açıklamaktadır.
Ehl-i âşka arzu firdevs-i kûyundur velî
Velî Âşk ehli arzusu firdevs köyüdür
Asl-ı maksûd oldı dîdârun [20] ولهـم ما يـدعـون
“Onlara orada ne isterlerse vardır” asıl niyetim didarıdır.[21]
Tîğ-ı âşkunla şehîd olsam mezârım sengine
Âşkın kılıcı şehîd olsam mezârım baştaşına
Yazalar bu âyeti [22] فاشـهـد بانا مـسلمـون
Yazsınlar “Allah'a iman ettik. Sen de şahid ol ki biz, muhakkak müslümanlarız”ayetini.
“İsâ onların (Yahudi haham ve devlet adamlarının) inkâr ve inatlarını hissedince, “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a imân ettik; şâhid ol ki, biz herhalde müslümaniar (Hakk'a dosdoğru teslimiyet gösterenleriz” dediler.
Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık. (Gönderdiğin) Rasüle uyduk. Artık bizi (Senin varlığına birliğine, İsâ'nın rasüllüğüne) şâhid olanlarla beraber yaz.
(Onlardan bir kısım haham ve devlet adamları) hileye başvurdular, (İsâ'yı öldürmeyi plânladılar). Allah da onların hilesini boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.”[23]
Hakk'ın sesinin iyice duyulabilmesi, gönüllerde yer etmesi, dimağlara işlemesi hiç bir devirde kolay olmamıştır. Büyük dâvalar, köklü inkılâplar ancak büyük himmetler, üstün fedakârlıklar ve çok ciddi mücadeleler ister. Aksi halde büyüklüğünün tüm özelliklerini kaybeder.
Tezin güç bulması, ya da çevrede duyulup ilgi çekmesi; antitezin amansız biçimde karşı çıkması, güçlü hamleleriyle, saldırması sonucu, gerçekleşebilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz aynı doğrultuda bundan çok daha çetin mücadeleler vermedi mi?
Karşısına dikilen küfür, tuğyan ve inat her geçen gün hızını artırmıyor muydu?
İsâ aleyhisselâm daha farklı bir takım yetenek ve özelliklerle, o devrin baş döndürücü sayılan mu'cizeleriyle ortaya çıktığında, karşısına çıkan küfür, İnkâr ve İnadın o nisbette büyük, olduğu görülmektedir.
Gerçi İsâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları arasından ayrılmadan önce bütün gayret, himmet ve sistemli mücadelesine rağmen ancak 10-12 kadar kassar[24] ya da balıkçıyı kendine yardımcı olarak bulabilmişti. Ama uğradığı haksızlık, öldürülme teşebbüsleri, annesiyle birlikte azgın Yahudilerden kaçıp yer değiştirmesi, davasının büyüklüğü oranında onun ününü yavaş yavaş yaygınlaştırmış; antitezin şiddeti bir bakıma rahmete kapı açmıştır.
Bu gerçek şunu bize hatırlatır: Her şeyini davası uğrunda harcamaktan çekinmeyen, fedâkârlık ve feragatin doruğuna yükselen dava adamları her zaman maşerî vicdanda lâyık olduğu yeri -geç de olsa- almıştır.
İsâ aleyhisselâm hiçbir mücadele vermeden, hiçbir haksızlığa uğramadan, saldırıya mâruz kalmadan gelip geçseydi, çoktan unutulur, yaymak istediği din ve şeriat ülkelerde duyulmazdı.
İşte büyük dâvaların, köklü inkılâpların kamu vicdanında yer edebilmesinin değişmeyen metotlarından biri, belki başta geleni budur. Kur´ân-ı Kerim’de İsâ aleyhisselâm olayı anlatılırken özellikle ilâhî sünnetin uygulama ölçü ve anlamına yer verilmiş ve Müslümanlar uyarılmaya çalışılmıştır. Kur´ân-ı Kerim’in sergilediği bu sünnet ve metot şu âyetle daha açık anlatılmıştır:
“İnsanlar, “inandık” demeleriyle kendi hallerine terk edileceklerini, çetin sınavlardan geçirilmeyeceklerini mi sanırlar?” [25]
İçi Dolu Taneyi, İçi Boş Taneden Ayırmak
İsâ aleyhisselâm çetin mücadelelerden sonra öldürüleceğini anladı. İsrâiloğulları arasından ayrılmadan önce içi dolu taneyi, içi boş taneden ayırmak istedi. Çünkü ayrıldıktan sonra mü'minle kâfir; Hakk'a teslim olanla olmayan birbirine karışır, ikiyüzlüler birtakım entrikalar çevirebilirdi. Bunun için kendisinden sonra halkın kime inanacaklarını, kimlere güvenebileceklerini tesbit edip belirledi. Böylece son görevini yerine getirme büyüklüğünü bir kez daha kanıtladı. İncil'i İsâ'dan sonra ortalık yatışıncaya kadar bekleyip yazanlar da Havariler olmuştur. Bernaba ve Yuhanna'nın onlardan olduğu sanılmaktadır.
Görülüyor ki, 10-12 kadar Havârî'nin inanması, hak bir dinin unutulmasını önlemiştir. Özellikle İsâ'dan 40-50 yıl sonra İncil'in tesbit edilip yazılması, bu kutsal kitabın da asırlarca yaşamasını sağlamıştır. Çünkü gönülden âşk ve heyecanla inanan bir müminin etkisi her zaman büyük olmuştur. Sağlam imân, ciddi mücadeleye iter, ciddi mücadele dâvanın yaygınlaşmasına vasat hazırlar.
İşte Kur´ân-ı Kerim bunu ilâhî sünnetin en ince ölçüleriyle gönüllere işlemektedir. İsâ aleyhisselâm olayında Havarilerden söz edilmesinin nedeni, daha çok bu hususu kalblere yerleştirmektir. İmândan sonra peygambere uymak, dâvaya ciddiyetle sarılmayı göstermektedir.[26]
Âyet-i hüsnün Niyazi’ye mufassal [27]yazdırır
Güzelliğin âyetini Niyazi’ye açıkça yazdırır
فصـلنا الا يـات لقوم يـعلمـون Ol ki dir [28]
O ayet “Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık” dır.
[1] Yunus, 67; Nahl, 65; Rum, 23
[2] Rum, 17
[3] Bakara, 170–171; Maide, 58–103; Enfal, 22; Yunus, 42–100; Ankebut, 63; Yasin, 68; Zümer,43; Hucurat, 4; Haşr, 14
[4] Yasin, 26
[5] Furkan, 68
[6] Ali İmran, 52
[7] En’âm, 97
[8] Yunus, 67; Nahl, 65; Rum, 23
[9] Rum, 17
[10] Zülf:(Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi
[11] Bakara, 171
[12] Yasin, 26
[13] (Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5036-5037)
[14] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr : 3/568
[15] Yasin, 13
[16] Araf, 94
[17] Yasin, 20-21
[18] Yasin, 26-27
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5041.
[20] Yasin, 57
[21] Didar: f. Mülâkat, görüş. Görünme. Yüz. Çehre. Görüş kuvveti, göz. Açık, meydanda.
[22] Ali İmran, 52
[23] Âl-i İmran, 52-54
[24] Kassar: Leke çıkaran. Çırpıcı, yıkayıcı.
[25] Ankebut, 2
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/918-920.
[27] Mufassal: tafsilâtlı, izahlı, geniş izahlı, kısımlara ayırıp anlatılmış.
[28] En’âm, 97
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar