Print Friendly and PDF

Bir Göz Ki


213





Vezin: Mef’ulü Mefâ’îlü Mefâ’îlü feûlün.  





Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine





Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,
Akıt ana sen kurşunu hemen deliğinden.  





Şol el ki onun olmaya hayr ü hasenâtı
Verilmez ona Cennet ilinin derecâtı.  





Ayak ki ibâdet yolunu bilmez onu kes,
Öğrensin onu mescid önünde kapıda as.  





 Bir dil ki Hakk’ın zikri ile olmaya mu’tâd,
Urma sen ol et pâresine dil deyu hiç ad. 





Nefsim deme şol dîve ki iletir seni şerre,
Nefis odur anın fikri vü meyli ola hayre. 





Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş,
Kibr ile hased askeri her yânını almış. 





Şol cân ki fakat cismi diri tuta deme cân,
Hayvanda da vardır o damarlarda dolan kan.  





Can ol ki “nefahtü” dedi Kur’ânda ana Hakk,
O nefha-i Rahmâniyyedir bu sırr-ı mutlak. 





Ol rûh –i izâfiye kim erdi odur insân,
Ol nokta-i kübradır olan sûret-i Rahmân. 





Însan da denir ana dahi hem Âdem-i ma’nâ,
Hem rûh-u musavverdir o hem âkil-ü danâ.  





Zirâ ki cihâna neye geldiğini bil
Maksûd olunan matlab-i a’lâsını buldu. 





Ol nefha imiş Âdem’e bil meşreb-i a’lâ,
Ol nefha imiş kâf-ı vücûdundaki Ankâ.





Ol nefha imiş diri tutan cümle cihânı
Ol nefha imiş zîynet eden bâğ-ı cinânı.  





Ol nefha ile oldu imâret bu avâlim,
Ol nefha ile oldu kamû yedi ekâlim.  





Ol nefha ile gözü açıklar görür ibret,
Ol nefha ile işidilir ma’nâ-i hikmet.  





El anın ile vermeğe meyl eyledi mâli,
Ayak dahi doğrulttu bu nefha ile yolu.  





Dil anın ile kıldı özün zikrine mu’tâd,
Ol nefha ile dâim eder yâr adını yâd.  





Nefs anın ile râzıyye vü marziyye oldu,
Emmâreliğin terk edüben tasfiye buldu.  





Rûh anın ile etti semâvâta urûcu,
Kıldı melekûta dahî anınla vulûcu.  





Ulvî olup ıtlâka eriştirdi sülûku,
Mülki şu ki terk ede bulur şâh-ı mülûku.  





İniş dahi yokuş bir olur cümle yanında,
Cismindeki can gibi bulur dostu canında.  





Gider ikilik birlik olup her şey olur Hakk,
Çün gide bulut âleme gün doğa muhakkak.  





Ol nafha ki Âdem demidir Âdemi iste,
Ol demde Niyâzi erilür menzil-i dosta. 





Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine





Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine





Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,
Akıt ana sen kurşunu hemen deliğinden.  





Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,
Sen ona akıt kurşunu hemen deliğinden.  





Şol el ki onun olmaya hayr ü hasenâtı
Verilmez ona Cennet ilinin derecâtı.  





Şol el ki onun olmaya hayır ve iyilikleri
Verilmez ona cennet yurdunun dereceleri.  





Ayak ki ibâdet yolunu bilmez onu kes,
Öğrensin onu mescid önünde kapıda as.  





Ayak ki ibâdet yolunu bilmez onu kes,
Öğrensin onu mescid önünde kapıda as.  





Bir dil ki Hakk’ın zikri ile olmaya mu’tâd,
Urma sen ol et pâresine dil deyu hiç ad. 





Bir dil ki Hakk’ın zikir âdeti olmaya,
Koyma sen ol et parçasına dil diye bir ad. 





Nefsim deme şol dîve ki iletir seni şerre,
Nefis odur anın fikri vü meyli ola hayre. 





Şu seni şerre götüren deveye nefsim deme,
Nefis odur onun fikri ve meyli olsun hayra. 





Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş,
Kibr ile hased askeri her yânını almış. 





Gönül-müdür ol kim içi vesveseler ile dolmuş,
Kibr ile hased askeri her yânını almış. 





Şol cân ki fakat cismi diri tuta deme cân,
Hayvanda da vardır o damarlarda dolan kan.  





Cismi diri tutana der gibi cân deme o öyle bir cân ki,
Hayvanda da vardır o damarlarda dolan kan.  





Can ol ki “nefahtü” dedi Kur’ânda ana Hakk,
O nefha-i Rahmâniyyedir bu sırr-ı mutlak. 





Bahsettiğim cana “nefahtü” dedi Kur’ânda ona Hakk,
O nefha-i Rahmâniyyedir bu mutlak bir sırdır. 





Ol rûh –i izâfiye kim erdi odur insân,
Ol nokta-i kübradır olan sûret-i Rahmân. 





Kim O izâfî rûha erdi, odur insân,
O en büyük nokta olan Rahmân’ın suretidir. 





Ruh ikidir. Birisi rûh-ı hayâttır. İşte bu rûh, emr-i Rabbî olan ruhtur. [1]





Diğeri, rûh-ı revânîdir. İşte bu ruh, âlem-i melekûta gider gelir. “Elestu bi-rabbi-kum” hitabında “Belî!” diyen ruh budur. Bu ruh, cism-i latiftir; bu ruh, hakîkat-ı insandır, yani ayn-ı sabite denilen, bu ruhtur. Bu rûh-ı revânî her in­sanın heykel ve heyeti üzere yani Zeyd’in ve Amr’ın ve Hasan ve Hüseyin’in vb. bu zahirde olan heykel ve heyeti nasıl ise, o rûh-ı revanı aynen öylecedir. Meselâ bir adam litografya (Taşbaskı) vasıtasıyla resmini çıkarır, işte onun gibi­dir. O resimde senin cümle heykel ve heyetin ve şemailin mevcuttur. Lâkin senin gibi, o resimde bir yoğunluk ve bir ağırlık yoktur, cism-i latîf gibidir. İşte bu rûh-ı revân da aynen öyledir.





Şimdi nefis denilen şey bir cevher-i latîftir; ruh ile kalp arasında bir vasıtadır. Ruhtan feyz-i rabbaniyi alıp kalbe döker. Bu nefis, hakikâtte uğursuz, kötü ve Cenâb-ı Hakk’a asi değildir. Bu nefse sövmek ve lanet etmek caiz değildir. Bu nefis, daima ruh tarafına meyleder. Ancak buna nefs-i emmârelik ve sair kötü sıfâtlar insan tarafından gelir; onunla bu sıfatlar nefse arız olur. Nefis, da­ima seni Hakk’a kavuşturmaya çalışır. Sen onun muhalifi olan şeyleri ona teklif et­mekle onu yoldan çıkarırsın. Bunun misali şöyledir ki, meselâ sahraya ya yaylaya birtakım vahşi ve haşarı hayvanlar meselâ bir tay, sahrada gelen ve giden adamları kapar, tapar, ısırır, lâkin o tayı güzelce terbiye eder isen ondan o hâl defolur. Artık istediğin gibi, onu istihdam ve istimal edersin.





İşte bundan anlaşıldı ki, o hayvanın zatında bir fenalık ve haşarılık yoktur. Onu sen öyle sahraya salıverip kendi hevâsına terk ettiğinden ötürü asi oldu. “Men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu.” [2] İşte bu hadîs-i şerif yukarıda beyan olunan esrarı beyan ve izah eder. Şöyle ki, yani ihvan olan, tekmîl-i sülûk edip son makâmda “Fe-kâne kâbe kavseyni ev ednâ” [3]ya vâsıl oldukta, kâbe-kavseyn demek okun yayıdır, bir ciheti yaratılmışlar imkân âlemine ve bir ciheti âlem-i vücûda yani Allah Teâlâ’yadır. İşte buraya kadar olan sülûke, sülûk-ı âfâkî tesmiye olunur. “Ev ednâ” [4] makâm-ı kurb-i ilâhiye (Allah Teâlâ’ya yakınlık)dir. Bundan ileri olan sülûke, sülûk-ı enfüsî tesmiye ederler. İşte buradan ileride Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfât-ı ilâhiyyesinde sülûk demektir. Burada nefis, mertebeleri tamamlayıp edip Cenâb-ı Hakk’a ayna olur, yani bütün esma ve sıfât-ı ilâhiyye bu aynada açığa çıkıp o vakit bu ayna olan nefste Hakk’ın cemalini müşahede ile ara yerde ayna olan nefsi dahi sanki yok gibi olup Hakk’a vâsıl olmakla işte “Men arefe nefsehu” [5] bunu yani nefsini bildiğin gibi Hakk’ı o zaman bilirsin, bulursun demektir, yani ayn-ı Hakk olup esma ve sıfât-ı ilâhiyye hepsi birden sende tecelli etmekle Hakk’ı ne demek olduğunu bilir.][6]





A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın yok mu? O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider.  Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Allah Teâlâ, doğrusunu daha iyi bilir. [7]





İnsan da denir ana dahi hem Âdem-i ma’nâ,
Hem rûh-u musavverdir[8] o hem âkil-ü danâ.[9]  





İnsan da denir ona dahi hem Âdemin manâsı,
Hem musavver rûh’dur, o hem âkil-ü danâ.  





[Ruh´un yeri kalptir. Ruh, özellik bakımından İlâhî Zat-ın tecellilerini taşırken, nefis zat-î sıfatların ve fiillerin tecellisini taşımaktadır. [10]





Ruh, özü itibarıyla kutlu olmasına rağmen halife sıfatına erişememiştir. Çünkü halifelik makamının karşılığı ancak nefis taşıması karşılığında insana verilmiştir. Ruhlar letafet, ihata ve hareket bakımlarından, görünüşte, kendini yaratana benzer.





“Allah Teâlâ, Âdemi kendi suretinde yarattı” hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir.





Beden, ruh için dikilmiş bir elbisedir. Eğer ki; ruh yalnız başına yaratılmış kalsaydı, melekler ile arasında bir fark kalmazdı.





Melekler maddeli, mekânlı ve nasıl oldukları anlaşılabilir oldukları için halifelik sıfatına kavuşamaz. Bu bilgilerden insanın nasıl Allah Teâlâ´nın halifesi olduğu anlaşılmaktadır.





Bir şeyin sureti, onun halifesidir, vekilidir. Bir şey onun suretinde yaratılmazsa, onun halifesi olamaz. Halife olmağa yakışmayan, emanet yükünü taşıyamaz.





Cüneyd-i Bağdadi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz “Hadis (sonradan yaratılan), kadime (ezeli, aratılmayan) yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz” buyurdu.





Sultanın hediyelerini, ancak onun hayvanları taşır.





Allah Teâlâ kararmış olan bedeni, nurlu olan ruha sevdirdi. Nur karanlığa âşık oldu. Çok severek, bedenle ile birleşti. Bu bağlantı ile nurun cilası arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nurun bu hali, ayna yapılacak cam gibi oldu.





Parlak olan nur, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allah Teâlâ´ya olan yakınlığını, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o bedene bağlanarak kendini kaybetti. O´nunla bir arada kalınca, değerini kaybedip kötüleşti. Ruh bedenden yüz çevirip, unuttuğu Kutsî sevgilinin müşahedesine dalarsa ve ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o kutsî makama sürükler. Müşahedesi artınca da, beden de onun nurları ile aydınlanır.[11]





Bu nedenle nefsin ruh ile olan arkadaşlığı neticesi kutsi makamlar insana hediye edilmiştir. En büyük ikram da sonsuz hayatın ruh sebebiyle insana ihsan edilmesidir. Çünkü ruhun özünde sonsuzluk işaretleri vardır.] [12]





Zirâ ki cihâna neye geldiğini bil
Maksûd olunan matlab-i a’lâsını buldu. 





Zirâ ki cihâna neye geldiğini bilen
Maksat olunan ulvî dileğini buldu. 





Ol nefha[13] imiş Âdem’e bil meşreb[14]-i a’lâ,
Ol nefha imiş Kâf-ı vücûdundaki Ankâ.





Ol nefha imiş Âdem’e bil en ulvî meşreb,
Ol nefha imiş vücûd Kâf’indaki Ankâ.





Ol nefha imiş diri tutan cümle cihânı
Ol nefha imiş zîynet eden bâğ-ı cinânı.  





Ol nefha imiş diri tutan cümle cihânı
Ol nefha imiş cennet bâğını süsleyen.  





Ol nefha ile oldu imâret bu avâlim,
Ol nefha ile oldu kamû yedi ekâlim.  





Ol nefha ile oldu bu âlemleri imâr eden,
Ol nefha ile oldu bütün yedi iklim.  





Ol nefha ile gözü açıklar görür ibret,
Ol nefha ile işidilir ma’nâ-i hikmet.  





Ol nefha ile gözü açıklar görür ibret,
Ol nefha ile işitilir hikmet manaları.  





El anın ile vermeğe meyl eyledi mâli,
Ayak dahi doğrulttu bu nefha ile yolu.  





El onun ile vermeğe meyl eyledi malı,
Bu nefha ile ayak dahi doğrulttu yolu.  





Hikâye: şeyhün biri davete giderken görmiş bir âdâmı asıyorlar rica itmiş tevbe virmiş gitmiş sonra bir gayrı günde yine görmiş ol âdâmı aşmağa getirmişler demiş ki





“yâ ibn Âdem ben sana tevbe virmedüm mi niçün tutmadun?” diyince dimiş ki





“ey şeyh hidâyet Allâhdan olursa senün gibi şeyh olur hidâyet kuldan olursa bencileyin bir hırsız olur.”   [15]





Dil anın ile kıldı özün zikrine mu’tâd,
Ol nefha ile dâim eder yâr adını yâd.  





Dil onun ile oldu, özünde zikrini adet et.
Ol nefha ile dâim eder, yâr adını yâdet.  





Nefha, ilâhi nefeslerdir. Âlem de nefhâlar ile ayakta kalmaktadır.





Nefs anın ile râzıyye vü marziyye oldu,
Emmâreliğin terk edüben tasfiye
[16] buldu.  





Nefs onun ile râzıyye ve marziyye oldu,
Emmâreliğin terk edip saflık buldu.  





Saflığı bulanlarda uysallık hali zuhur edince nefis onu aldatmak ister. Fakat kurduğu tuzaklar nefsi ruha köle eder.





Farenin biri devenin yularına yapıştı, onu çekmeye başladı. Deve uysallığı, alçakgönüllüğü ve ağırbaşlılığı yönünden farenin arkasından yürüdü. Nasıl ki, "Mümin de uysal develer gibi sabırlıdır,"[17] buyurulmuştur. Devenin bu uysallığını onun yumuşak huylu ve alçak gönüllü olmasına, bazıları da onun bütün hayvanlardan daha uzun boylu olmasına rağmen akıl derecesinin düşkünlüğüne yorarlar. Bunun sırrı başkadır.





Fare, deveyi su kenarına kadar yürüttü. O çabuk yürüyüşlü, iri cüsseli hayvan aciz kalamazdı. Fareye sordu:





Şimdi burada niçin durakladın? Buradan niçin geçmiyorsun? Sen, benim gibilerin yularına yapışmanın sana yakışmayacağını bilemedin mi? Şimdi nasıl tuttunsa yuları, yürü bakalım! Fare,





Su çok büyük ve derin, dedi. Ayağını suya basan deve,





Gel gel, dedi. Sudan geçmek kolaydır; nihayet dizkapağında. Fare,





Ama dizden dize fark var, dedi.





Şimdi sen de tövbe et ki, bir daha böyle yüzsüzlük etmeyesin! Benim semerimin üstüne çık otur! Benim semerimde senin gibi yüz binlerce farenin ağırlığının ne değeri var? Bir anda suyu geçeriz.[18] 





Rûh anın ile etti semâvâta urûcu,
Kıldı melekûta dahî anınla vulûcu.  





Rûh onun ile olunca semâlara yükseldi,
Onunla dahî melekler âlemine karıştı.  





Mertebelerde sırasıyla ruh seyrinde semâlara yükselirken menzillerde mürşidi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Allah Teâlâ ile olan beraberliği yükselme sebebidir.





“Allah Teâlâ ve Allah Teâlâ erlerinin inayetleri olmazsa... Melek bile olsa defteri kapkaradır.” [19]





Ulvî olup ıtlâka[20] eriştirdi sülûku,
Mülki şu ki terk ede bulur şâh-ı mülûku.  





Yükseklere seyr-i sülûku kavuşturdu,
Şu kimse ki mülkü terk ederse şâhın mülkünü bulur.





Terk edilen mülk, beden ve nefsin istekleridir. 





İniş dahi yokuş bir olur cümle yanında,
Cismindeki can gibi bulur dostu canında.  





İniş dahi yokuş bir olur hepsi yanında,
Cismindeki can gibi bulur dostu canında.  





Tasavvufta yolun evveli ve sonunda birlik vardır. Bu yolu tercih edenin başlangıçtaki hali son hali ile aynıdır. Sadece fark etme denen halin derecesi yüksek olur. Başlangıçlar sonuçların aynasıdır, Her şey Allah Teâlâ ile başlamış ise onunla sonuçlanacaktır.





Gider ikilik birlik olup her şey olur Hakk,
Çün gide bulut âleme gün doğa muhakkak.  





Gider ikilik birlik olup her şey olur Hakk,
Çünkü bulut âleme gider gün doğar muhakkak.  





Ol nafha ki Âdem demidir[21] Âdemi iste,
Ol demde Niyâzi erilür menzil-i dosta. 





O nafha ki Âdem nefesidir Âdemi iste,
O anda Niyâzi erilir menzil-i dosta. 





 Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî buyurduki;





“Gardaşlarım! Allah Teâlâ ruhları ezelde topladı, herkese istediği sanat gösterildi. Biz de dervişliği aldık, sizinle de ezelde tanıştık. Her insana ömrü, rızkı ve nasibi ruhu ile beraber verildi. Bu âlemde tedbir alıp takdire saygılı olduğumuz kadar amelî edebimizle daha kim yakîn olur diye âleme imtihan için gönderildik. Burada biliştik mahşerde buluşacağız.” İkinci durağımız berzah âleminde toplanacağız. Üçüncü durağımız mahşerde toplanacağız, buluşacağız. Allah Teâlâ buyurdu ki; 





‘O gün mahşerde hiç kimseye soyu şöhreti sorulmaz. Ameli, edebi ve yakınlığı ile mükâfatlandırırız’.





Gardaşlarım! Kâinat bize bağlı, bizdeki cana bağlı, canda canana bağlı. Bu can bizden gitti, başka can geldi. Allah Teâlâ kula nimet verir başkası bin çalışsa o lutfa erişemez.





Gardaşlarım! Eden eyleyen Allah, Lâ Havle velâ kuvvete illâ billâh”





“Gardaşlarım! Her insan için ezelî bir hüküm var. Her nebinin mekânı zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve halifelerinin de mekânı, zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Bizimde zamanımız bu, Sivas mekânımız imiş. Allah Teâlâ bizi sevdi, biz de Allah Teâlâ’yı seviyoruz. Her şeyi,  yerdeki karıncayı Allah Teâlâ için seviyoruz. Siz de emri ilâhiye iman ve ameli edebi ile bizi sevmiş olursunuz. Bizi sevmekle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, oradan Allah Teâlâ’ya yakın olursunuz. Amelî edebinizle, Murakabe-i Hayr ile çok zikirle yakınlığınıza sa’yü gayret edeceğiz.”





“Gardaşlarım! Kim bizi severse, bizle yaşarsa, bizim sevgimizle ölürse, mahşerde beraber oluruz.” [22]





 [“Gardaşlarım! Kuldan Allah olmaz. Allah Teâla’dan kendini de isteyin. Allah Teâlâ dilerse kendini de verir.





 Mecnun ve Leylâ vardı, Mecnun âşık idi.





Leylâ bir gün yanına gelip,  ben Leylâ’yım demiş, meğer Leylâ olmuş.  Mecnun ellerini açarak ya bendeki Leylâ kim demiş.





Mecnûn’a sordular Leylâ nice oldu





Leylâ gitti adı dillerde kaldı





Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu





Yürü Leylâ ki, ben Mevlâ’yı buldum





Leylâ Leylâ derken Allah’ı buldum





Bu hal ile olun, Gardaşlarım! Bu âlem bir hayaldir. [23] Allah Teâlâ için birbirinizi sevin. Biz sizi Allah Teâlâ için seviyoruz.  Karıncayı da Allah Teâlâ için seviyoruz. Dışarı çıkıyorum, bakıyorum,  ne görüyorsak Allah Teâlâ’yı görüyoruz. Sizi de gördük Allah Teâlâ’yı gördük.  Biz Allah Teâlâ’ya sarılmışız ki, Siz bize sarılıyorsunuz.” [24]





Zatı Hakk-ı anla zatındır senin 





Hem sıfatı hep sıfatındır senin





Sen seni bilmek necatındır senin





Gayre bakma sende bul





Niyazi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





 “Gardaşlarım! Allah Teâla’dan başka bir şey yoktur. Zaten bizde yokuz. Bizi yok bileceksiniz. Bizde sizinle düşüp kalkıyoruz. Konup göçüyoruz. Ama biz,  biz de yokuz.”





Beni bende demen bende değilem





Tenim boş gezer dondan içeri





                                                 Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Sizde böyle yok olun. Gezen duran siz olmayın. Allah Teâlâ’nın bir ismi Gayyur (çok kıskanç)’dur, İnsanlar birbirini sevince, Allah Teâla’da onları sever”





“Zat-ın biri Allah Teâlâ’ya,





— ‘Ya Rabbi! Kapını aç’ demiş. Allah Teâlâ;





— ‘Kulum sen gel, kapı açık’ demiştir.][25]





 Firavun'un aklı, padişahların aklından üstündü ama Allah Teâlâ hükmü onu akılsız ve kör etmiştir!





Bir adamın can gözünü, can kulağını Allah Teâlâ kapattı mı o adam Eflâtun olsa hayvanlaşır!.[26]










[1] Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîze göre ise, üç kısım ruh vardır.





“Biri hayvani ruh ki, bu hem insanda hem hayvanda bulunur. İkincisi ise, rûh-ı revandır ki, insanda bulunur ve uyku hâlinde de bedenden ayrılıp birçok şeyler görür. Meselâ rüyada gezip konuşuyor, oturuyor kalkı­yorsun. Fakat vücudun hareket etmiyor. Bütün bunları yapan rûh-ı re­van, uyku hâlinde vücut ile büsbütün alâkasını da kesmiyor. Onun için rüyada korktuğun veya muztarip olduğun vakit, bağırıyor, hatta ağlı­yorsun. Böylece de görülen şeyler az çok bedende tesir icra ediyor.”





“Bir de izafî ruh vardır ki, o ancak bir kâmil insana vusul ile kazanılır. İşte cezbeyi kabul eden bu ruh, cân-ı cân-ı candır. Yâni bir can vardır sonra bunun içinde bir can daha vardır ki, o da Hakîkat-i Muhammediye’dir. Bir can daha vardır ki, Sırrullah’tır, Allah’tır. Yâni cân-ı cân-ı can budur.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, s.146)





[2]  “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l-hafâ, c. 2, s.    262, no: 2532. İbn Teymiyye mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.





[3]  “(Muhammed ile arasındaki mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı.” (Necm, 9)





[4]  “Yahut daha az.” Necm, 9.





[5]  “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l’hafâ, c. 2, s.    262, no: 2532. İbn Teymiyye mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.





[6] (ALTUNTAŞ, 2007), s.619





[7] Mesnevi, c.III, b:1302-1304





[8] Mûsavver:  Zihnen düşünülen. Tasavvur olunan. Tasvirli.





[9] Dânâ: f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim





[10] Celâlettin Suyuti sahih görüş olarak; ruh ile nefsi tek bir şey olarak kabul eder.





[11] Zevaid-üz Zühd adlı kitapta şu rivayet vardır.





Kalp ve cesedin misali kör ve kötürümün misali gibidir. Kötürüm köre dedi ki;





Ben meyve görüyorum, fakat ulaşamıyorum. Beni yüklen. O da yüklendi. Sırtına aldı. Köre yedirdi.





[12] (ALTUNTAŞ, 2005), s. 43





[13] Nefha: Üfürmek. Üfürük.   Şişmek.   Kabarık olan





[14] Meşrep: Huy, yaratılış, âdet, ahlâk; mânevî haz...





[15] (Niyazî-i MISRÎ, 1223),  v. 65a





Hikâye: şeyhin biri davete giderken görmiş bir adamı asıyorlar rica etmiş tevbe vermiş gitmiş sonra bir gayrı günde yine görmüş o adamı aşmağa getirmişler demiş ki





“yâ Âdemoğlu ben sana tevbe vermedim mi niçin tutmadın?” diyince demiş ki





“Ey şeyh hidâyet Allâh’dan olursa senin gibi şeyh olur hidâyet kuldan olursa benim gibi bir hırsız olur.”





[16] Tasfiye: sâfîleştirme, arıtma, arındırma, temizleme





[17] Mümin, uysal bir deve gibi, “Ih” denince, yer sert olsa da çöker.”(Beyhâki)





[18] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.237), s.324





[19] Mesnevi, c.I.b 1878-1879: b. 2122.





[20] Itlak: Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak.   Boşama. Boşanma. Afvetmek.





[21] Dem: f. Nefes. Soluk.   Ağız.   Nazar.   An, vakit, saat.   Koku.   Kibir, gurur.   Âli, yüksek.   Körük.





[22] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 380





[23] Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Olmuş olmuştur, olacak da olmuştur. Olacak bir şey yoktur.”





[24]  “Bir gün balıklar toplanarak demişler ki;





“Su, su...” dedikleri bir şey varmış. Yalnız ismini işitiyoruz, kendini göremiyoruz. İçlerinden biri demiş ki;





“Falan denizde her şeyi bilen bir balık vardır. Gidelim de ona soralım... Olsa olsa müşkülümüzü o halleder.”





Gidip dertlerini anlatmışlar ve:





“Su nerededir, bize göster!” demiş­ler. Hazret de:





“Suyun olmadığı yeri, siz bana gösterin!” Cevabında bulun­muş.





Bunun gibi, her bir zerreyi nurun nuru olan Cenâb-ı Hakk’ın nuru ihata etmiş, her şey onun vücudundan zuhur etmiş ve ona yakın olmuş­tur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de:





“Sana benden soranlara de ki; Ben onların yakınındayım.” (Bakara, 186)





Adamcağızın biri rüyasında Cenâb-ı Hakk’ı görmüş, koşmuş elleri­ne yapışmış: Senin elinden başka bir el bilmiyorum! demiş. Uyanınca kendi elini tuttuğunu görmüş.





Adamcağızın biri de, karşısında kendisine hücum eden bir eşeği görmüş kulaklarını yakalamış. Uyandığı vakit kendi kulaklarını tuttu­ğunu görmüş.





Bir sûfî ile kelâmcının biri konuşuyorlarmış. Kelâmcı demiş ki; Yakınırım o Allah’tan ki, köpek ve kediden zuhur eder. Sûfî de demiş ki; Ben de yakınırım o Allah’tan ki, köpek ve kediden de zuhur etmez.





Bunlar birbirlerini bu suretle tekzip ederlerken arifin biri onların hallerinden haberdar olur ve der ki; Sen de haklısın, o da haklıdır. Çünkü köpek ve kedi en değersiz hayvanlardan olmak hasebiyle, biri­niz böyle kıymetsiz hayvanlardan Cenâb-ı Hakk’ın zuhurunu Hakk’a bir noksan addettiği için haklıdır. Diğeriniz ise, her şeyde Hakk’ı gör­düğü için bunlardan da zuhur etmeyen Hakk’ın zuhurunda noksan ola­cağından, o noksanlığı Hakka isnat etmediği için haklıdır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.347)





[25] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 344





[26] Mesnevî, c.1V. b.1922-1923.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar