Print Friendly and PDF

“BUKAĞI” Niyâzi-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l âlî






Yazan: Emine Işınsu 




BAŞLARKEN...





Göğün, asık suratlı ve buz grisi, derinden derine gelen o müthiş öfkesi, havada artarak denize aksediyor; deniz­de buz grisi sular köpürüp, şahlanarak gemiyi dövüyor. Küpeşteye tutunmaya çalışarak, haykıra haykıra gelip gemiyi vuran dalgaları seyreden iki adamdan yaşlısı, ba­şını göğe kaldırıp yağmur arandı.





—          Yağmur yağarsa fırtına dinebilir, dedi.





Genci alçak sesle:





—          Bu Allah’ın bir gazabı olmalı, dineceğe hiç benze­miyor, acaba içeri geçsek mi? diye sordu.





—          Yoksa üşüdünüz mü?





Sanki adam, onun korktuğunu anlamıştı. Bu soruyla ona özellikle hakaret etmiş gibi alındı beriki, boynunu dik tutup:





—          Ben üşümem, dedi, bir fırtınacık, nedir ki!





Öbürü istifini bozmadı:





—          Bu fırtınacık, şu küçük gemimizi batırabilir!





Genç adamın aklından, “Hayır hayır bu Allah’ın gazabı değil. Bu, onun işi!.. Yapar mı, yapar!” diye geçti, korku­su arttı: “Son Limni sürgününde o kadar kızmış ki, mezar taşını tuttuğu gibi sarsmış, bütün Edirne birden sallan­mış! Olacak iş mi, amma yapmış işte!.. Paris’e gideyim derken, şimdi Limni Adası yolunda fırtınaya kurban git­mek de var. Çünkü, tam onu ziyarete giderken bu fırtına­nın çıkması, hiç de hayra alamet değil!.. Aman Allahım sen yardım et.” diye düşündü. Genç adamın elinde de­ğildi, çok korkuyordu ve Niyâzî Mısrî’den ve kendi dede­sinin dedesinin babasından nefret ediyordu. Öbürü tam o anda sormaz mı:





—          Sebeb-i ziyaretiniz?





Genç adam, umursamazmış gibi görünmeye dikkat harcayarak, eliyle bir “laf olsun” işareti yaptı:





—          İşte adayı şöyle bir ziyaret efendim. Siz acaba neden?





—          Ben de bir ziyaret için geldim, tanırsınız belki meş­hur mutasavvıf şair Niyâzî Mısrî Hazretleri Limni’de met­fundur. (içini çekti) Onun mübarek türbelerini ziyaret edeceğim.





Genç adam o kadar şaşırdı ki, farkında olmadan keli­meler ağzından dökülüverdi:





—          Ben de onu ziyaret edeceğim!





Birden kendine geldi, nasıl, ne olmuştu da bu asırda yapmaktan çok utandığı bir işi, türbe ziyaretini itiraf ede­bilmişti! Dehşetli bir rahatsızlık duydu. Onun gibi, Fransız mürebbiyenin sıkı disiplini altında Batı zihniyetiyle yetiş­miş bir beyzadeye yakışır mıydı bu tutum! Yüzü kıpkırmı­zı kesildi, sonra, “Fakat türbede de karşılaşabilirdik, ney­se işte baştan söylemiş oldum.” diye içini rahatlatmaya çalıştı. Haydi, kendisinin bir sebebi vardı, ya şu zat?





—          Siz niçin ziyaret edeceksiniz?





—          Herhâlde sizinle aynı sebepten efendim, biz ikimiz de onun yolundayız besbelli.





Genç adam, birden üzerine yapışan bir sineği silkele­mek ister gibi, tiksinmeyle karışık bir gururla:





—          Hayır, hayır, dedi, ben onun yolunda değilim!





—          Yaa! dedi yaşlı adam, artık yeni tahmininden emin, gülümsedi. O hâlde edebiyat meraklısısınız ve Mısrî diva­nının aşkı sizi bu yollara düşürdü?





—          Divanını okumadım bile!





—          O hâlde?





Hafif alaylı gülümsedi genç adam:





—          Benimki Paris aşkı efendim.





—          Af buyurun, anlayamadım?





Karşısında kim olursa olsun, tavırlarıyla araya bir Batılı-Doğulu farkı koymaktan hoşlanırdı genç adam. Fırtına korkusuna rağmen, yaşlı adamı küçümseyen bir tarzda, elini hafifçe sallayıp:





—          Uzun hikâye, dedi.





Yaşlı adam uzun uzun onun yüzüne baktı. Gencin fır­tına korkusunu, şu kendisini “küçümseyen” tavrını sez­mişti. “Daha çok genç!” diye düşündü, içini çekti, gözle­riyle onu okşar gibi baktı:





—          Keşke anlatabilseniz, ferahlardınız, dedi.





Bu ses, bu bakışlar... Genç adam yaşlının yüzüne da­ha dikkatli baktı; beyaz sakalın çerçevelediği oldukça ya­kışıklı bir yüz, yakışıklıdan öte, “anlayışlı” bir yüz, bir çocuğunki gibi masum ve kocaman kahverengi gözlerde sevecen pırıltılar... “Saf, sevimli bir adam bu, demek der­viş!.. Kılık kıyafetinden de hiç belli değil amma...” Genç adam biraz tereddüt etti, sonra kararlı bir sesle anlattı:





—          Meşhur dediniz ya, asıl bizim ailede meşhurdur Niyâzî Mısrî. Düşünün, yüz elliden fazla yıldan beri bizi et­kilemeye devam ediyor. Dedemin dedesinin babasının çok yakın bir arkadaşıymış, aralarından su sızmazmış. Taa sıbyan okulundan arkadaşlar. İşte sonra da devam etmiş gitmiş...





—          Yoksa dedeniz de bir şeyh miymiş?





—          Ne münasebet! (yine o tiksinen gururlu hava) Bizim ailede şeyh, hoca, ulema yoktur efendim! Onun arkada­şı olan dede de, sarayda kâtipmiş, hattatmış, işte o ka­dar!





O sırada şimşekler çaktı, gri gök, gri hava kızıla boya­nıverdi bir an, arkasından gök gümbürdedi... Nihayet yağmur yağmaya başladı. İçeri zor kaçtılar, ıslanmışlardı. Geminin bol tütün dumanlı, sıcak salonunda oturacak yer arandılar, buldular. Ortalıkta dolaşan Rum garsondan çay istediler.





—          Yağmur berekettir, dedi yaşlı adam, demek ziyare­timiz kabul edilecek.





Genç adam olanca içtenliği ile:





—          İnşallah, dedi.





—   Fakat Mısrî Hazretleri’ni ziyaretinizin sebebi?





—     Efendim, uzun hikâye.





—     Dinlerim.





—          Arz ettim; dedemin dedesinin babasıyla çok yakın arkadaşlarmış. İşte o vasiyet etmiş ailede her doğan er­kek evlat, mutlaka onu ziyaret etsin diye.





—          Çok ilginç, dedi yaşlı adam, demek o zaman bu za­man sizin aileden her erkek...





Onun sözünü kesti genç adam:





—          Her erkek değil efendim, ziyaret etmeyenler de ol­muş; ama her birinin başına ayrı bir felaket gelmiş, kimi muazzam servetini kaybetmiş, kimi evinde çıkan yangın­da ölmüş, büyük amcalardan biri intihar etmiş, diğeri (sesini alçalttı) sarayın gadrine uğrayıp sürgün edilmiş...





—          Peki ama bütün bunlar vasiyeti tutmayıp Mısrî Haz­retleri’ni ziyaret etmedikleri için mi olmuş yani?





Fransız mürebbiye ile büyümüş genç adamın “Batılı” kafası isyanla doldu. Biraz evvel fırtınadan bile Mısrî’yi so­rumlu tuttuğunu unutup şiddetle itiraz etti:





—          Tabii değil, ilgisi bile yoktur, bundan eminim. Fakat benim Paris seyahatim türlü engellerle karşılaşıp bir tür­lü gerçekleşemediği için babam, bu ziyaret konusunda o kadar ısrar etti ve aile hikâyelerini o kadar uzun uzun an­lattı ki...





—          Paris seyahatiniz?





—          Okumak için efendim, dedemin dedesinin babası­nın babası gibi, yani Niyâzî Mısrî’nin arkadaşının babası ve birkaç büyük amcam gibi doktor olmak istiyorum da.





—          Çok güzel, pek muvafık fakat, niçin Paris’te?





—          Bu iş ancak orada yapılır efendim!





Yaşlı adam, hayretle büsbütün kocamanlaşmış gözler­le onu süzdü:





—          Yaa bilmiyordum, dedi.





Ona, “Sen bir derviş parçacığısın, ne bilirsin ki ‘Hu, Hu’dan gayri!” diyen gözlerle bakan genç adam, biraz da sıkılarak izah etti:





—          Bugün Paris bir dünya başkentidir efendim. Dokto­ru da, şairi de, yazarı da velhasıl her entelektüel kişi, Pa­ris’e ayak basmak için can atıyor. Ayrıca, dünyanın en güzel kentidir.





—          Yapmayın canım! Nedim’in bir taşına bütün Acem mülkünü feda ettiği İstanbul’umuzdan da güzel değil ya!..





—          Bakın (genç adamın sesinde büyüksü, öğreten ha­va iyice hissedilmeye başlamıştı, “Bakın” diye tekrarladı) İstanbul da elbet fena değildir ama, büyük bir eksikliği var Paris’ten, orada medeniyet var, burada yok! Medeniyet!.. Takdir edersiniz ki, en fazla ihtiyacımız bulunan o büyülü, sihirli, dokunduğu yeri abat eden o büyülü güç! Emin olun, benim için tıbbiyede okumak da, Paris’te bulunmak kadar ehemmiyet arz etmez. İnanınız medeniyet...





Bu sefer yaşlı adam, gencin sözünü kesti:





—          Medeniyet diyorsunuz da, aklıma geldi; ben, af bu­yurun Paris’te yaşayanların oturaklarını, affedersiniz pen­cereden sokağa döktüklerini işittim, yani evlerinde bir ayak yolu bile yokmuş.





Genç adam biraz bozuk, biraz kızarmış bir hâlde, fakat alelacele konuştu:





—          Bunlar ayrıntı efendim, ayrıntı. üzerinde durulmaya değmez... (sözü değiştirmek istedi) Evet Paris seyahatim bir türlü gerçekleşmeyince, babam çok ısrar etti. Yani ben yaşlı pederimin arzusunu kıramadım, sırf onun gön­lünü hoş etmek için çıktım bu geziye.





—          Bilir misiniz, bilirsiniz elbet, sürgünde ayağında bu­kağılarla vefat etmiş Hazret ve işin ilginç yanı meğer bu bukağılarla gömülmeyi vasiyet etmişmiş. Böylece onu ayak bileklerinde demir halkalarla defnetmişler... Kabri­nin üstü açıkmış. Rivayet ederler ki; birkaç gün süren bir ağır yağmurdan sonra, üstündeki toprak kaymış, bir ba­cağı bukağı ile açığa çıkmış. Tesadüf bu ya, o gün de İs­tanbul’dan ziyaretçileri gelmişmiş. Bacak canlı gibiymiş hiçbir bozulma yokmuş. Bunu gören ziyaretçilerden biri, baltamsı bir şey bulup buluşturmuş, niyeti o demir hal­kayı kırıp çıkarmak, bacağın birini hiç olmazsa kurtar­makmış. Fakat Bismillah çekip baltayı indirmek isteyin­ce, balta elinden o hızla fırlamış, adamın yüzünü pek ya­kından sıyırıp, uzağa düşmüş. Yani, Mısrî Hazretleri, bu­kağıyı çıkarmalarına izin vermemiş, fakat adam böylece büyük bir tehlike atlatmış. Derler ki, o kişi arkadaşı olmasaymış, o balta yüzünü sıyırıp geçmez, alnına, yanağına bir yerine saplanırmış mutlak.





Genç adam içini çekti, bu hikâyeyi ne kadar çok din­lemişti. Bıkkınlıkla:





—          İşte o adam, dedi, bizim malum dede imiş!





—          Allah Allah, dedi yaşlı adam, ben de bu hikâyeyi, ri­vayet diye size anlattım, demek doğruymuş!





—          Galiba, dedi genç adam.





—          Gerçi kendisi çok öfkeli bir zatmış, Yüce Mevla’nın “Celal” sıfatı ile sıfatlanmış biriymiş, lâkin bu kadar öfke­nin hikmetini bir Allah bilir herhâlde... Kendisi de zaten bir şiirinde: “Herkes anlamaz bizi, bizler muamma olmu­şuz” der. Muamma, bilmece demek. Ve şöyle ilave eder: “Lafz u sûret cism ile anlamak isterler bizi / Biz ne elfâzuz ne suret, cümle mânâ olmuşuz” Yani bizi sözlerimizle, suretimizle, cismimizle anlamak isterler, ama biz ne söz­leriz ne de suret, cümle mânâ olmuşuz, diyor. Evet Niyâzî Mısrî’yi anlamak da, anlatmak da çok zordur efendim.





—          Öyle olmalı, dedi genç adam.





I





1618’in ilkbaharında, II. Osman, hal edilen deli padi­şah Mustafa’nın ardından tahta çıktı. Aslında, babası Sul­tan I. Ahmet Han öldüğünde, tahta büyük oğlu ve veli­ahdı Şehzade Osman’ın çıkması gerekiyordu. Ancak, Osman’ın, babasından da sert mizacı, çoğu kişiyi ürküt­müştü. Bir de I. Ahmet’in gözde kadını “Kösem” diye çağrılan Mâhpeyker Haseki, kendi oğullarına zarar vere­cek bir cülusu önlemek için, şeytani zekâsını kullanmış, bütün servetini ortaya döküp saçmıştı. Böylece I. Ah­met’in hasta küçük oğlu Şehzade Mustafa tahta oturtul­du. Fakat kısa bir süre sonra, Mustafa’nın deli olduğu an­laşıldı, saltanatının kısa süreceği belli oldu. Kösem Sul­tan bu süre içinde, I. Sultan Mustafa’nın akılsız ve gad­dar annesi Valide Sultan’ın, Sultan Ahmet’in ilk iki şehza­desini ortadan kaldırtabileceğini ümit ediyordu. Fakat umutları suya düştü, beceremedi... Aradan üç ay, dört gün geçti, Sultan Mustafa tahttan indirildi. Ve böylece hakkı yenmiş Sultan Osman tahta geçti. Mustafa’yı öldürtmedi, ancak geleneğe aykırı şekilde hareket edip ve üstelik deli amcasını cülus ettirenlere karşı çok sert tep­ki gösterdi.





On üç yaşını anca geçmişti. Fakat tahsilli ve muhak­kak ki babası I. Sultan Ahmet’in o yaşlardaki hâline gö­re daha olgundu; zeki, hırslı, memleket meseleleri üzeri­ne düşünmeye meraklıydı... Sabırsız, sert, aceleciydi...





Babasına, altı minareli ünlü Sultan Ahmet Camii’nin av­lusunda güzel bir türbe yaptırdı. Veziriazam Damat Halil Paşa’yı azledip, Damat Kara Mehmet Paşa’yı Veziriazam yaptı. Sultan Osman’ın büyük planları vardı; memleketin acil reformlara ihtiyacı olduğunu düşünüyor, devlet dü­zeninde kesin tedbirler almak istiyordu ve “Padişah”ın ağzından çıkan her cümlenin “kanun” olması lazım gel­diğine kesinkes inanıyordu.





***





Onun tahta çıktığı günlerde sarayın hekimbaşı Meh­met Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın bir oğulları ol­du, ilk çocuklarıydı. Mehmet Zihni Efendi, evde bayram havası estirdi. Güzeller güzeli karısına yakut ve zümrütler­le bezenmiş, çiçek çiçek bir kolye hediye etti ve oğlunun ismini Muhammed Kâsım koydu. Çocuğu Kâsım diye ça­ğırdılar...





Kâsım’ın doğduğu gün Malatya şehrinin merkezine bağlı, âdeta mesire yeri sayılabilecek güzellikte, Aspozi Mahallesi’nde, Malatya eşrafından Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi ile karısı Hatice Hanım’ın da yetiş­mekte olan iki kızından sonra, bir oğulları oldu. O ağır­başlı Ali Efendi bile sevincini belli etti; Hatice Hanım’ın saçlarını okşadı. Bebeğe Muhammed ismi kondu. İri, es­mer bir bebekti ve sanki akıllı akıllı bakıyordu. Peygam­ber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırdılar.





Bir yıl sonra Mehmet’e bir erkek kardeş geldi, ismini Ahmet koydular... Ağabey Mehmet, bebek Ahmet’le pek ilgilenmedi...





Ahmet’in doğumundan altı ay sonra Kâsım’a da bir kız kardeş geldi, o da ağabeysi gibi sarışın ve mavi göz­lüydü. Bu taş bebek gibi güzel kıza Melekşan ismini uy­gun gördüler.





***





Sultan 11. Osman, artık düşündüğü radikal reformları hayata geçirmeye niyetlenmişti. Özellikle, son zamanlar­da düzeni bozulmuş, şımarmış, kendiişlerine bakacak­ları yerde devlet işlerine karışmaya başlamış bulunan “Kapıkulu Ocakları” denen yeniçeri sınıfını ortadan kal­dırmak ve yeniden bir merkez ordusu düzenlemek isti­yordu. Birçok beylerbeyine gizli talimatlar gönderdi, fa­kat hem saray içinde hem saray dışında dedikodular al­dı yürüdü. Zaten tedirgin olan yeniçeriler, büsbütün ra­hatsız oldular. Sultan ayrıca Ulema sınıfının yetkilerini fevkalade kısmış, onları da karşısına almıştı. Bir taraftan da deli padişah Sultan Mustafa’nın annesi eski valide sul­tan, kız kardeşi sultan ve onun kocası Vezir Davut Paşa, yeniçerilere rüşvet ve vaatler dağıtıyorlardı...





***





Sultan II. Osman’ın alçakça katledildiği 1622 yılında, Mehmet ve Kâsım dört yaşına basmışlardı. Aileleri dört ay dört gün daha bekleyip, âdet olduğu üzere çocukları dört yaş dört ay dört günlükken rahlelerinin önüne diz çöktürüp, okutmaya başladılar. Kâsım’ın hocası Mehmet Zihni Efendi idi. Mehmet’inki ise Şeyh Ali Efendi’nin pek sevdiği müritlerinden Rumelili eski pehlivan Koca Halil Derviş’ti... Pek iri yarı olduğu için, hemen herkes ona “koca” sıfatını uygun görmüş, zamanla ismi unutularak, “Koca Derviş” olarak anılmaya, çağrılmaya başlamıştı... Koca Dervişin dervişlikten gayri bir büyük merakı vardı ki ne derviş arkadaşları ile ne de şeyhiyle paylaşabiliyor­du. Bu merak siyasetti, memlekette, sarayda neler olup bitiyor hep öğrenmek, bilmek ve konuşmak isterdi. Bu sebepten İstanbul’dan, Edirne’den sık sık mektuplaştığı arkadaşları vardı.





Mehmet okumaya büyük bir ilgi gösterip elifbasıyla il­gilenirken; Kâsım, harflerin şekilleriyle âdeta oynuyor, onları türlü böceklere, bazen de insanlara benzetip vücu­dunu eğip büküp harfleri taklit etmeye çalışıyordu. Son­ra, babasının kalemi ile, o harfleri kâğıt üzerinde çiziktir­meye başladı ve harfler Kâsım’ın elinde, elifbadakinden apayrı şekillere büründüler. Babası onu düzelttikçe huysuzlanıyor, kendi yazdıklarının daha güzel olduğunu söy­lüyordu. İlk Mihriban Hanım’ın aklına geldi ileride oğlu­nun bir hattat olabileceği, Mehmet Zihni Efendi de kabul etti bu fikri ve Kâsım’a son derece yumuşak davranarak, önce kendi yazdıklarının aynısını taklit edip öğrenirse, sonra daha büyüyünce, Kâsım’ın istediği gibi yazmasına müsaade edeceğini söyledi.





Beri tarafta Mehmet okumayı sökmüştü. Bazı bazı ko­ca adam, Mehmet’i kucağına oturtuyor, ona, İslamiyetin ahlaki değerlerini anlatıyordu. En önemli kural, “Doğru Yol”u izlemekti ki bu, ancak bizi Yaradan’ın “yap” dedik­lerini yapıp, “yapma” dediklerini yapmamaktı. Allah’ın en değer verdiği konu ise; insani ilişkiler ve “hak” kavramıy­dı; çünkü “Hakka hizmet, halka hizmet” demekti ve in­sanların birbirlerinde hakları asla kalmamalıydı. Öyle bir günahla Yaradan’ın karşısına çıktıkları vakit, O, bunu ba­ğışlamaz: “Önce hakkını yediğiniz kişi sizi bağışlasın.” derdi. Yaradan, insanları, sevgisinden, sevgiyle yaratmış­tı, onların birbirlerini ve her yaratılanı sevmelerini isterdi. Çocuk, onu büyük bir dikkatle âdeta kelimeleri yutarak dinlerdi. Koca Halil Derviş, onu çok akıllı buluyor, ileride bu çocuğun bir “hakikat” âlimi olacağını söylüyordu. O, elbette ki babasını takip edecek, büyük bir Nakşibendi Şeyhi olacaktı!..





Bir gün Koca Derviş, gözyaşları içinde, ona bir dörtlük okudu:





—          Bak kıymetlim, dedi, sana bir şiir okuyacağım, iyi dinle:





Bir şah-ı âlî şan iken Şah-ı Cihâriâ kıydılar Gayretli genç aslan iken Şah-ı Cihân’â kıydılar Gazi bahadır Han idi Ali nesep Sultan idi Namıyla Osman Han idi Şah-ı Cihân’â kıydılar...





(dövündü) Ah Şahım efendim, ah Şahım efendim!..





Gözyaşları yağmur gibi iniyordu yanaklarına. Çocuk, kocaman adamın bu gözyaşı selinden şaşkına dönmüş­tü, sordu:





—          Şah-ı cihan da kimdir, arkadaşın mı?





—          Senin, benim hepimizin Şah’ı, Padişah’ı idi o, abe gencecikti... İyi işler yapacaktı, bırakmadılar, komadılar...





—          Kimler?





—  Kim olacak kızanım, çevresindeki hainler, delibozuk yeniçeriler.





—          Ama geçen gün bana okuduğun şiir daha güzeldi.





Gözlerini elinin tersi ile kurulayan Halil Derviş, geçen





gün okuduğu şiiri düşündü, galiba “Şol cennetin ırmak­ları akar Allah deyu deyu” idi... Koca Derviş, beş yaşında­ki çocukta bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti; “Bu çocuğa âlim hocalar gerek, vah bahtsızım! Vah, benim gibi bir fa­kir derviş parçasına kaldı.” diye düşünüp, bu sefer Meh­met için ağladı.





Kâsım, ne istediğini bilen, uslu bir çocuktu. Saatlerce yazı yazmaya çalışır, bu uğraşı içinde ikide bir kendisini rahatsız eden Melekşan’a kızmaz, hatta zaman zaman yazmayı bırakır, gülerek küçük kızı oyalardı... Mehmet ise çok yaramazdı, dersleri dışında, sopadan yapılmış atma atlayıp kendini sokaklara atar, saatlerce görünmez, an­nesini, ablalarını merak içinde bırakırdı. Onu arayıp bu­lup tatlılıkla eve getiren hep Koca Derviş olurdu. Bazen de yakınırdı Derviş: “Böyle habersiz kaçıp gitme be kıy­metlim, bak adamım kadınları yine üzdün, yedin bitirdin onları be kızanım. Haydi kendimi saymıyorum, bana acı­ma, onlara acı bari...”





Çok değil birkaç yıl sonra, yalnız kendi mahallesinden değil, ta şehrin içindeki mahallelerden şikâyetler gelme­ye başladı; erkek çocukları dövüyor, kız çocukların saçla­rını çekiyor, çeşmeleri çamurluyordu. “Hani şu mübarek şeyhin oğlu olmasa, onlar bu çocuğa yapacaklarını bilir­lerdi amma velakin işte...”





Koca Derviş ise kendi kendine; “Te be kızan o kadar zeki ki, zekâsı dolup dolup taşıyor. Bir budalalığa, bir ah­maklığa hiç dayanası değil. Böyle şeylerle karşılaşınca kendince ceza veriyor onlara!” diye düşünüyordu.





Bir gün uzaktaki mahallelerden birinde, Mehmet yeri­ne Koca Derviş yedi dayağı. Güreşçiydi, iri yarıydı, istese kendini dövenleri pek güzel dağıtabilirdi, fakat o, çocu­ğun üstüne kapanıp, ona iyice siper olup, “Kıymetlimi döveceklerine beni dövsünler, hırslarını böyle alsınlar ba­ri!” diye ses çıkarmadı; sille tokat üzerine gelenlere tek parmağını bile kaldırmadı... Sonra yaralı bereli, Meh­met’in elinden tutup eve dönerlerken, çocuğun bir garip sessizliğe kapıldığını gördü, sordu:





—          Konuşsana kıymetlim, dilini mi yuttun?..





—          Ben yiyecekken dayağı sen yedin, olmadı bu iş! Hiç olmadı. İstesen sen hepsini döverdin, senin gücüne kar­şı gelemezdi onlar, ama sen dayak yedin!..





—          Abe ben senin dayak yemene dayanamazdım ki kıymetlim, adamım, o zaman onlara karşı gelirdim, beni dövdükleri zaman ise karşı gelmedim, kendimi savun­mak aklımdan bile geçmedi, orada görevim seni koru­maktı.





—          Ama neden?





—          Çünkü kızanım, insancıkları o kadar kızdırmıştın ki, birini dövmeselerdi çatlayacaklardı. Varsın hırslarını ben­den alsınlar dedim.





—          Ama böyle olmaz ki, haksızlık bu! Hakkın bende kaldı!





—          İşte derviş kişi, buna haksızlık demeyebilir; derviş, önce ben yerine, önce sen diyen kişidir kıymetlim. Abe şeyh baban eğer bilseydi bu olayı, bana hak verirdi sanı­rım.





—          Sorarım ona.





—          Hayır sakın kızanım, annen bile senin bu yaramaz­lıklarını babana söylemedi, sakladı. Şeyhimi üzmeyi iste­meyiz değil mi?





Çocuk, onu taklit ederek:





—          Düşünmem lazım! dedi.





Mehmet, yedi yaşına basmak üzereydi.





Çocuğun düşünmesine vakit kalmadan, Şeyh Ali Efendi, pek sevdiği müridinin burnunun üstündeki yara izini görüp sordu. Şeyhinin karşısında bu iri yan adam, bir çocuk kadar saf ve ürkekti; yine de sorulan geçiştir­meye çalıştı.





—          Çıkar ağzından baklayı oğlum, dedi Ali Efendi, ben­den saklın gizlin olduğunu bilmiyordum, söyle, anlat ba­na bakayım.





—          Şeyhim efendim, yalvarırım bu seferlik beni bağış­layın, yalvarırım şeyhim efendim.





—          Anlat, dedi şeyh, Mehmet yüzünden geldi başına bir şeyler, anlat, tafsilatını söyle.





O zaman Koca Derviş’in aklına dank elti ki, şeyhinden bir şey saklanamaz, çünkü o bilir! Bu gerçeği nasıl da unutmuştu. Ezilip büzüldü, gözlerinden yaşlar aktı, sesi küçücük çıktı, ama anlattı.





Ve Mehmet yedi yaşına girerken, hayatının ilk ve son falaka dayağını yedi. On sopaydı, ama canı çok acımıştı. İnat etti ağlamadı, gözyaşları içine aktı; bağırmadı, se­si boğazına tıkanıp kaldı.





Sonra Mehmet, topallaya topallaya gidip Koca Derviş’i buldu:





—          Beni babama müzevirlemene kızmadım, dedi, fala­kaya çekti, ağlamadım; çünkü Allah’ın istediği hak yerini buldu.





—          Nasıl seni müzevirlediğimi düşünürsün adamım, kıymetlim? Şeyhim efendim burnumdaki yara izini gö­rünce sordu, ısrar etti abe, zaten senden dolayı bir şey­ler olduğunu anlamıştı... Detayı istedi, ben de yalan söy­leyemem ki kızanım, bilirsin.





Mehmet birden kendini Halil Derviş’in kucağına attı ve doya doya ağladı.





Ertesi gün Ali Efendi, kararını Koca Halil Dervişe bil­dirdi:





—          Sen bu deli oğlana güreş öğreteceksin Halil Der­viş. Dayak atmak yahut yemek er kişinin kârı değildir, erkişinin kârı güreş yapmaktır, bunu böylece söyle Meh­met’e, güreş yapsın, rakipleriyle er meydanında buluş­sun. Ayrıca, bu sonbahar inşallah, seninle dersleri kesip sıbyan okuluna başlayacak, bunu da söyle kendisine.





—          Abe şeyhim efendim, emredersiniz de, müsaade­nizle derim ki; bu çocuk sıbyan okuluna alışamaz gibi gelir.





—          Evet bilirim vahşidir. Girsin yaşıtları arasına, görsün yabancı hocayı, tam olmasa da birazcık ehlileşecektir. Bilirsin Ahmet’e bile yüz vermez kerata, burnu da büyük­tür, bu burun kırılmalı Halil Derviş, kırılmalı! Sonra maa­zallah, hayatın içinde ne yapar! Okul, insanı hayata hazır­lar; sen endişelenme onun için, dikkafalıdır, inatçıdır, hiç esnek değildir. Burnunun dikine gider, bilirim. Sen ona güreş öğretmeye bak, harcayacak fazla enerjisi var, gü­reşte harcasın, aksi hâlde bizim dergâha yakışa gelmez. Senin gibi bir derviş yine, hiç olamaz!





—          Edep ederim efendim, müsaadenizle söyleyeyim ki; bu kızan büyük bir âlim olmaya, bir “hakikat” âlimi ol­maya adaydır. Duyguludur, ince düşüncelidir, gönlü ge­niştir, kafası da çok iyi çalışmaktadır, yaşıtları ayarı değil­dir, çok daha yüksektir.





—          Yaa, demek öyle düşünüyorsun Halil Derviş! Belki de haklısın, göreceğiz bakalım, göreceğiz.





Sultan Mustafa’nın annesi Valide Sultan ve damadı Ve­zir Kara Davut Paşa, Sultan Osman’a kıyan ihtilalin gös­termelik başı idiler. Gerçekte iktidar, yeniçeri cuntasında bulunuyordu. Tahta yine Deli Sultan Mustafa’yı geçirmiş­ler ve yeniçeriler bir buçuk milyon altın cülus bahşişi al­mışlardı. Davut Paşa, Topkapı Sarayı’nda yağma yapmış, Sultan Osman’ın kılıçlarını, atlarını, antika eşyalarını çal­mıştı ve Sultan Ahmet’in şehzadelerine Murat’tan başla­mak üzere kıymak istiyordu. Bir adamını Bab-ı Hümâyûn ağalığına getirdi; veliahdın işini bitirmek şartıyla, vezaretle Mısır eyaletini vadetti. Fakat Murat’ın korumaları, ada­mı öldürdüler... Böylece Davut Paşa, makamını yirmi dört günden fazla muhafaza edemedi, ancak daha önce, Sul­tan Osman’ı çok sevdiği için, adı “Osmancı’ya çıkan He­kimbaşı Mehmet Zihni Efendi’yi, Malatya’ya sürdürmeyi başarmıştı.





***





Mehmet Zihni: “Ben hekimim, nerede nasıl olursa ol­sun mesleğimi icra ederim. Hem belki saraydan sonra, Anadolu’nun bir ücra kasabasında çalışmak bana fevka­lade bir tecrübe kazandırır...” diyorduysa da, Mihriban Hanım birkaç defa düşüp düşüp bayıldı.





—          Ah efendiciğim, diyordu, keşke seni sadece azletselerdi, yine İstanbul’da kalsaydık, burada icra etseydin mesleğini. Ne olur efendiciğim, pek çok tanıdığın vardır sarayda, onları ziyaret etsen, hiç olmazsa şu sürgün ce­zasını kaldırtsan... Bak ben yapamam o adını bile hiç duymadığım şehirde. Sonra, hani Kâsım, enderun mek­tebine başlayacaktı... Vazgeçtim enderundan, saray da kendilerinin olsun, okulları da! Biz bizi kurtaralım, İstan­bul’da kalalım, ben bilirsin İstanbul’un Anadolu yakasın­da bile sıkılırım... Yapamam o Malatyalarda!





Mehmet Zihni, derin derin düşünüyordu. Tabii ki ken­disinin de hoşuna gitmemişti Malatya’ya sürülmek, fakat karısının dediği gibi şuna buna ricacı gidecek bir kişi de­ğildi o! Sarayda kimin baş olduğu belli olmayan bir za­manda, hiç olmazsa boynunu kurtarmıştı, bu da mühim bir şeydi ve Allah’a şükretmek gerekiyordu... Zihni Bey epey sessiz kaldıktan sonra:





—Pekâlâ, dedi, canım efendim, bu kadar çok istemi­yorsan Malatya’yı, seni çocuklarla İstanbul’da bırakır, ben yalnız giderim.





Ve üzülerek karısının gözlerinde parlayan ışığı gördü, boğazını temizleyip öksürdü ve dedi ki:





—          Bittabi babamlarda kalırsınız. Onların evi müsait, üçüncü kattaki odaları kullanmıyorlar bile, orası sizin da­ireniz olur. Buradan Zekiye kızı kendi hizmetlerin için gö­türürsün, orada aşçı var, orta hizmetlileri var, adam bol yani...





—          Yani, evimizi kapattıracak mısın bana?





—          Ya nasıl olur iki gözüm! Bu koca konakta yalnız ba­şınıza kalacak hâliniz yok ya, böyle bir şeyi aklıma bile getiremem.





Mihriban en tatlı gülücüğü ile güldü:





—          Bizimkilerin yanına geçsem?





—          Bilmez misin, bir kadının evi, kocasının evidir Mih­riban! Malatya olmazsa babamlar, bu kadar!..





Mehmet Zihninin, “Mihriban” demesi ve cümlenin so­nundaki, “bu kadar” kelimesi, fena hâlde kızdığını göste­riyordu. Mihriban her zamanki ince zekâsını kullanmak istedi ama Malatya konusundan içi o kadar tedirgindi ki, beceremedi, güzel mavi gözlerinde yaşlarla:





—          Peki, dedi, sen o kadar istiyorsan gidelim Malat­ya’ya. Yalnız bana söz ver, önce, şu saraydaki arkadaş­larınla bir görüşeceksin.





—          Mihriban, üç gün sonra şehri terk etmemiz lazım, emir böyle. Sen bir an önce hazırlığa başlasan daha iyi olur.





—          üç gün sonra terk etmek mi?!





Mihriban düşüp, tekrar bayıldı.





***





Kağnı arabaları ve atlarla yapılan, kervansaraylarda hüzünlü molalar verilen, çok zahmetli ve uzun bir yolcu­luktan sonra, Mihriban’ın İstanbul’da bırakmaya bir türlü razı olamadığı birtakım eşyalarla iki ay sekiz gün sonra Malatya'ya ulaştılar... Bir kervansaraya indiler. Mihriban, çocukları ve hizmetlileri ile harem kısmına geçtikten son­ra, Mehmet Zihni Bey, evin kâhyası Hüseyin’i yanma alıp ayağının tozuyla ev aramaya çıktı. O kadar zahmet çek­mişler, o kadar yorgun düşmüşlerdi ki, bu yolculuğa ka­rısı ve çocukları ile çıktığına çoktan pişman olmuştu.





Şimdi Mihriban’ın beğenebileceği gibi bir ev bulmayı çok istiyordu. Önce sorup soruşturdular, hemen herkes, konaklarıyla, yeşilliği ve suları ile meşhur Aspozi Mahallesi’ni salık verdi.





Böylece Mehmet Zihni Efendi ailesiyle beraber Aspozi’de Ali Efendi’nin dergâhına yakın, güzel ve büyük bir konağa kiracı olarak yerleşti, üç katlıydı konak. Birinci kat selamlık ve hasta muayenehanesi olarak ayrıldı, bir küçük odayı da Zihni Efendi, laboratuvar olarak beğen­di; sarayda kullandığı bazı ilaçları burada yapabilecekti, gerekli malzemeyi getirmişti.





***





Bu arada İstanbul ve Anadolu’da Sultan Osman’ın kan davacıları türemişti. Birçok beylerbeyi, sancakbeyi, kadı ve halkın bir kısmı taşrada buldukları yeniçerileri öldür­meye veya çok ağır hakaretlerde bulunmaya başlamış­lardı. En büyük karşı ihtilali Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa çıkardı ve çevresine birkaç beylerbeyi top­layarak bulduğu yeniçerileri kılıçtan geçirdi. Henüz otuz üçüne gelmemiş genç bir beylerbeyi idi ve Sultan Os­man ile askerî reform için evvelce gizlice anlaşan valiler­den biri olduğu biliniyordu. İstanbul’da Sultan Osman’a hâlâ mersiyeler yazılıp besteleniyordu... Sipahiler ikinci defa ayaklanarak, padişahın katlinden sorumlu olanların cezalandırılmasını istediler. Konya’da oturan Mevlevi tari­katının başı Ferruh Çelebi, Sultan Osman’ın kan davası için Abaza Mehmet Paşaya destek verdiğini açıkladı... İstanbul’da sipahiler üçüncü ve dördüncü defa nümayiş yaptılar. Yeniçerilerin ekserisi de hain ve katillerin ceza­landırılmalarına taraftar olduklarını açıkladılar... Divan-ı Hümâyûn telaşa düştü, ulema da katillerin cezalandırıl­masını ve padişahın hallini istiyordu... 10 Eylül 1623’te Sultan Mustafa ikinci kez hal edildi. Gerçekten padişah olduğundan ve düşürüldüğünden habersizdi. Yerine Sul­tan IV. Murat tahta geçti.





***





Mehmet sıbyan okulu fikrini biraz tereddütle karşıladı, ancak güreş öğrenmek pek hoşuna gitti. Koca Derviş’in, talimatlarını dikkatle uyguluyor ve günün birinde güreşçi olacağına inanıyordu. Niyeti, batıya, Derviş’in memleke­ti Edirne taraflarına gitmek ve orada çok namlı bir pehli­van olmaktı. Koca Halil Derviş de, artık sokaklarda tahta at koşturmayıp, kendisi ile efendi efendi güreşen, yaşına göre güçlü kuvvetli olan Mehmet’in keyfini kaçırmamak için, bu hayallere bir şey demiyor, başını sallayıp tasdik ediyordu. Nasıl olsa gün gelecek, Allah aşkı onu da çe­kecekti... Derviş, bundan emindi!..





O gün, yine dergâhın bahçesinde, boyu boyuna uysun diye derviş, dizlerinin üzerine çökmüş, Mehmet ayakta güreş tutarlarken, Mehmet duraladı ve alçak sesle:





—          Bir çocuk bizi seyrediyor, dedi.





Koca Halil Derviş, omzunun üstünden baktı, sonra kaptığı küçük kolu bırakıp, gülümsedi:





—          O yabancı değil, dedi Mehmet’e ve çocuğa seslen­di. Abe gelsene aslanım, sen de bizimle güreş.





Çocuk sesini çıkarmadı, yalnız başını yukarı kaldırıp “olmaz” işareti yaptı, çünkü annesi ona, yabancılarla ko­nuşmamasını tembihlemişti.





—          Babanla görüştüm ben, tanışıyoruz, burası dergâh, gel be kızanım.





Çocuk, yine aynı işareti yaptı, ancak yerinden de kıpır­damıyor, gitmeye niyetlenmiyordu.





—          Öyleyse ismini bağışla bize, dedi Koca Halil Derviş.





Çocuk biraz duraladı, sonra seslendi:





—          İsmim Kâsım.





—          Tamam, bana Koca Derviş derler, bu da Mehmet... Seninle de tanışmış olduk gördün mü kızanım! Haydi gel şimdi.





—          Olmaz! Annem kızar.





Sonra arkasını döndü Kâsım, koşarak uzaklaştı.





—          Ne ikide bir çağırırsın bu burnu büyük çocuğu?





—          Aslında boyu boyuna, yaşı yaşına uygun bir güreş arkadaşı arıyorum kızanım sana, bu Kâsım pek uygun geldi bana. Çünkü Ahmet’i de yokladım ama, onun gü­reşe hiç hevesi yok.





—          Ben ne Ahmet’i ne kimseyi istiyorum, sen varsın ya.





—          Seninle dizlerimin üzerinde güreşmektense...





—          Ben o Kâsım çocuğu döverim!





—          Hayır, güreşte yenerim diyecektin!





—          Hem güreşte yenerim, hem de döverim!





—          Abe sana hiçbir zararı dokunmayan çocuğu niye dövecekmişsin?





Doğru ya, niçin? Bir düşündü Mehmet, acaba çok şık giyindiği için mi? Acaba Koca Halil Derviş’in davetine gelmediği için mi? Gözüne çelimsiz göründüğü için mi? Bu soruları tam düşünemedi bile, içindeki olumsuz kıpır­tıları adlandıramadı. Omuz silkti:





—          Hem nereden tanıyorsun sen onun babasını?





—          Hani anlattım ya kıymetlim, şu taş konağa taşınan­ların oğlu. Beni kahve içmeye çağırdı babası, çocuk ana­sının yanında olduğu için görmemiş beni besbelli...





—          Ha, hani Sultan Osman uğruna saraydan kovulan, böyle demiştin değil mi? O çocuk da Ahmet gibi olmalı, beni sevmedi, gelmedi.





—          Ahmet seni çok seviyor ama sen onu oyunlarına karıştırmıyorsun.





—          Napayım, şeyh babamdan ayrılmıyor o. Zikir mec­lislerinde bile hep yanında oturuyor.





—          İstesen, sen de oturursun zikir meclislerinde.





—          İstemiyorum!





Koca Halil’in gizli derdiydi bu çok zeki, akıllı çocuğun bir kere bile zikir meclisinde bulunmayı istememesi. Oy­sa kardeşi Ahmet, o donukluğuna rağmen, babasının elinden tutar gelir, orada büyükleri taklit edip saatlerce otururdu... “Neyse hele bu; çocukluğunu, taşkınlığını ya­şasın bakalım, denizler durulmaz dalgalanmadan.” diye düşündü.





Birkaç gün sonra; Mehmet’le Kâsım sokakta karşılaştı­lar, ikisinin de adımları yavaşladı, birbirlerini ciddi bir me­rakla süzdüler, konuşacak gibi oldular ama konuşmadılar.





Sıbyan okuluna başladıkları gündü. Mehmet kendisini Koca Derviş’in götürmesini istememiş, yalnız gitmişti.





Okula yaklaşırken, bir çocuk kalabalığı gördü, galiba bi­risini dövüyorlardı. Mehmet, Koca Dervişe, okulda kav­ga etmeyeceğine dair verdiği sözü tutmak için, olaya hiç bulaşmadan çocukların yanından sıyrılıp geçmek istedi. Yanlarından geçerken gözü kaydı, dayak yemekte olanın Kâsım olduğunu gördü. Birden ne olduğunu anlamadan âdeta bilinçsizce kendini kavganın içinde buldu. Sağa sola yumruk attı ve güreş kurallarını uygulayarak irili ufaklı çocukları kaçırdı. Zavallı Kâsım yerde inlemektey­di, kafası yarılmıştı, saçlarından kan sızıyordu; besbelli biri ona taşla vurmuştu. Mehmet, Kâsım’ın kalkıp biraz toparlanmasına yardım etti:





—          Seni evine götüreyim doktor baban sarsın başını, dedi.





Kâsım, dayak yemiş olmaktan çok utanmıştı:





—          Hepsi birden üzerime geldiler, yoksa böyle olmaz­dı, tek tek gelselerdi, hepsini döverdim, diyordu.





—          Niçin geldiler ki?





—          Bilmiyorum, önce kıyafetimle alay etmeye başladı­lar, sonra biri: “Bu züppeyi dövelim.” diye bağırdı, hepsi başıma üşüştü.





Mehmet, Koca Derviş’i taklit edip başını salladı, onun sözleri ile konuştu:





—          Çocuklar arasında olur böyle şeyler, yeter ki biz be­la olmayalım, kavgayı başlatmayalım, dedi. Sonra Kâsım’ın yırtılmış elbiselerine bakıp, ama sana da söyle­yeyim, bu giysilerin, gerçekten İstanbul züppeleri gibi!





Kâsım, çaresizlikle boyun büktü:





—          Ne yapmalıyım, bütün elbiselerim böyle!





“Allah Allah, bir insanın, hele çocuğun nasıl birkaç el­bisesi birden bulunur?” diye şaştı Mehmet, fakat Kâsım’a bir şey söylemedi.





—          Haydi, haydi gel seni evine götüreyim, dedi.





Kapıyı açan Kâhya Hüseyin, “Küçük Bey”i böyle kafa­sından kan akar, perişan görünce şaşkına döndü ve Kâsım’ı içeri çekip, kapıyı Mehmet’in yüzüne kapattı.





Mehmet, içerden Kâsım’ın feryadını işitti: “Hüseyin ağa­bey o beni kurtardı, aç kapıyı!”





Kapı açıldı. Çocuğun bağırmasını Mehmet Zihni duy­muş, o da belirmişti kapıda.





—          Gel çocuğum, deyip onu içeri aldı.





Ve Kâsım’ın başına pansuman yaparken, onunla ko­nuştu, ne olduğunu bir de Mehmet’e sordu. Mehmet, tıpkı büyük bir adam gibi:





—          Sanırım, dedi, okuldaki bazı çocuklar, Kâsım’ın giy­silerini züppe işi bulmuşlar.





—          Yaa, demek öyle!





Yarası acıyan Kâsım bir çığlık attı, babası yumuşak yu­muşak dedi ki:





—          Sen artık okullu bir çocuk oldun, büyüdün, sık diş­lerini, şimdi bitiyor işim.





Kâsım itiraz etti:





—          Ben artık okula gitmem!





Mehmet atıldı:





—          Bizler gibi giyinirsen kimse sataşmaz, dedi ve ilave etti, hem zaten ben hep yanında olurum artık, sana kim­se dokunamaz!





“Ben hep yanında olurum artık.” Bu cümle Kâsım’ın yaralı yüreğini ısıttı:





—          Teşekkür ederim Mehmet, dedi, biz hiç ayrılmaya­lım!





Böylece yıllar yılı sürecek olan dostluğun temeli atıldı.





—          Bu güzel bir anlaşma! dedi Mehmet Zihni ve Meh­met’e kim olduğunu sordu, önce Kâsım cevap verdi:





—          O, sizin ziyaret etmek istediğiniz tekkede kalıyor, güreş çalışıyor.





—          Sen de mi dervişsin Mehmet?





Sesinde sanki gizli bir alay vardı.





—          Hayır, ben Şeyh Ali Efendinin oğluyum, bana gü­reş çalıştıran Koca Halil’dir, derviş olan.





—          Hımm, demek Ali Efendinin oğlusun sen, mem­nun oldum. Bir gün babanı ziyaret etmek istiyorum, ne de olsa komşu olduk artık.





—          Koca Halil Dervişle tanışıyormuşsunuz zaten.





—          Halil mi? Evet evet, biz eve taşınırken eşyalarımızın taşınmasına yardım etti sağ olsun, sonra beraber bir kahve içtik.





“Allah Allah!” diye düşündü Mehmet “Kahveden bah­setti de, bu yardımın lafını etmedi! Zaten o, kime yardım ettiğini söyler ki, hep başkalarından duymaz mıyız!” İçi sevgiyle doldu Koca Derviş’e. “Ben de onun gibi olaca­ğım, hem herkese yardım edeceğim, hem de yardımla­rımı ona buna söyleyip övünmeyeceğim!” Kendi kendine söz verdi, sonra:





—          Ben gideyim artık, dedi.





Onu teşekkürlerle uğurladılar.





***





Ertesi gün Mehmet Zihni, elinde İbn Arabi’nin kıymet­li bir el yazması risalesi ve bir kutu İstanbul lokumu ile Ali Efendi’yi ziyarete geldi. Koca Derviş karşılayıp şeyhinin huzuruna çıkardı. Onlar oturduktan sonra, kendisi de ka­pı yanında bir yere diz çöktü. İki adam önce Malatya’dan konuştular. Ali Efendi, Malatya’yı Yavuz Sultan Selim Han’ın alıp, Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verdiğini söyledi. Ma­latya’nın Osmanlıya kısmet olması Kanuni Sultan Süley­man zamanında olmuş... Ancak, bu yüzyılda başlayan Celali İsyanları sırasında özellikle Bölükbaşı Kara Ah­met’in soygunlarına uğrayarak büyük zarar görmüş şehir.





—          Neyse, üzücü şeyler konuşmayalım, dedi Ali Efen­di, Ulu Cami’mizi gördünüz mü?





—          Methini işittim ama maalesef daha gidip göreme­dim.





—          Anadolu Selçukluları döneminden. Cami, planı ve mimarisiyle İran’daki Büyük Selçuklular zamanı anıtları­nın benzerlerindendir. Kubbenin ortasında çini mozaik­lerle Süleyman Peygamber’in mührü işlenmiştir, zaten eyvan ve kubbeler bölümü, sırlı tuğlalar, patlıcan moru ve firuze çini mozaik süslemelerle pek güzeldir efendim velhasıl bir sanat abidesidir.





Sonra İstanbul’dan konuştular; Ali Efendi İstanbul’da başlayıp süratle imparatorluğun her yanına yayılan bu karşı ihtilalden büyük endişe duyuyordu:





—          Beni üzen, Sultan Osman’ın kan davasına sahip çı­kıyormuş gibi görünen birtakım soyguncuların, eşkıyala­rın, silaha sarılıp bizzat halka zulmetmeleridir. Böyle şey­ler olduğuna dair bazı bilgiler aldım.





—          Evet ben de işittim, maalesef öyle şeyler de oluyor­muş. Koca imparatorluk efendim, her çeşit adam var... Halk arasında da, yukarıda da... (içini çekti derin derin) Bilmem ki Sultan Murat ne yapacak! Daha çocuk on bir yaşında, idare tabii annesi Kösem Sultanda, onun da idaresi yeniçeri cuntasında!





—          İyi olacak, dedi Şeyh Ali Efendi, kesin bir sesle. He­le büyüsün bir bakalım, ömrümüz olursa görürüz. Siz Sultan Osman’ı iyi tanırsınız herhâlde, nasıl bir insandı?





—          Önce çok zekiydi, taşan aşan bir zekâsı vardı; memleket için düşündükleri, gerçekten vatanın milletin hayrınaydı. Ama aceleciydi, temkinli hareket etmiyor­du... Çevresinde onun isteklerini başaracak, başarmak­tan geçtim, ona destek olacak bir ekip bile yoktu. Rah­metli Sultan, çevresinin hayal bile edemediklerini hemen gerçekleştirmek istiyordu ve yapabilseydi pek çok gru­bun, şahsın çıkarı elden gidecekti. Ve dedim ya, çevre­sinde onu anlayabilen kimse yoktu.





—          Allah gani gani rahmet eylesin, dedi Ali Efendi.





Daha sonra Mehmet Zihni, bir gün önce Mehmet’in





gösterdiği yardımseverliğe teşekkür etti, çocuk bir cesa­ret örneği idi! Ali Efendi, Mehmet’in ne yaptığını sordu, o da anlattı. Ali Efendi, Koca Derviş’e sordu:





—          Senin haberin var mıydı Halil Derviş?





—          Hayır Sultanım, dedi, haberim yoktu. Ona birkaç kez, okulda ilk gününü nasıl geçirdiğini sordum, ama cevabı hep geçiştirdi, ben de okuldan memnun olmadı­ğı kanaatine vardım.





Çocuğun bu kahramanlığı ile övünmediği Mehmet Zihni’nin dikkatini çekti ve Kâsım’la arkadaş olduklarına bir kere daha sevindi.





Onlar, selamlıkta oturup böylece konuşurlarken; dışa­rıda Mehmet, Kâsım’a ilk güreş dersini vermeye başla­mıştı bile.





***





Kısa süre içinde iki çocuk, pek güzel anlaştılar. İkisi de okuma yazma biliyor, ikisi de Kur’an-ı hıfzetmişti. Okulda bunlara ilaveten güzel yazı, dinî bilgiler, dört matematik işlemi, adap, toplum içinde davranışlar öğretiliyordu. Kâsım’ın güzel yazı ile bir sorunu yoktu, Mehmet’in kötü yazısına karşı, onunki pek güzeldi. Bir gün Mehmet’e:





—          Ben sana daha güzel ve dikkatli yazmayı öğretmek istiyorum, çünkü sen bana güreş öğretiyorsun, ikimiz de birbirimize bir şeyler öğretmiş olalım, dedi.





—          Bir, dedi Mehmet, yine Halil Derviş’i taklit edip onun kendisine söylediklerini tekrar etti, bu dünyada her şey karşılıklı olmaz, insan olan bir diğerine karşılıksız yar­dım eder, tabii gönlü büyük olanlar böyle yapar. İki, sana güreşi ben değil Koca Derviş öğretiyor!





—          Ama sen başlattın ve ilk birkaç dersi sen verdin, o seyretti.





—          Beni sınamak için yaptı, acaba başkasına öğretecek kadar iyi öğrenmiş miyim, öğrenmemiş miyim diye. O cin akıllıdır ve bir şey öğretirken de, başka zamanlarda da in­sanı hep sınar. O, benim de kendisi gibi derviş olacağımı sanıyor, çünkü güreşle birlikte dervişlik dersleri de veriyor. Ben de cin akıllıyım tabii onun kadar olmasam da, çün­kü bunu anlıyorum, ama ona anladığımı söylemiyorum.





—          Bir insan akıllı ben miyim aranızda?





Kâsım, bunu söylerken arkadaşının, “Hayır sen de cin akıllısın.” demesini bekliyordu, fakat Mehmet, olanca dü­rüstlüğü ile:





—          Evet, öyle... dedi.





Kâsım, fena alındı ama bir şey söylemedi. Neden sonra:





—          Sen derviş olmayacak mısın ki? diye sordu.





—          Hayır, sanmıyorum. Ahmet derviş olur herhâlde.





—          Ne olacaksın?





Mehmet bir düşündü, söyleyip söylememek arasında tereddüt etti, sonra söylemeye karar verdi:





—          Bak sana söylerim, ama bu çok gizli, Koca Derviş bile bilmiyor; ben, şair olacağım!





—          Babam da şiir yazar, çok da okur, hem yüksek ses­le bana ve anneme... Şair olmak nereden geldi aklına?





—          Sus, yüksek sesle konuşma, bir işiten olur, bu be­nim kalp sırrım... Biliyor musun çok çok seneler önce Yunus Emre diye bir derviş şair varmış. Koca Derviş ba­na onun şiirlerini okur bazen, çok çok hoşuma gider. Bu sayede annemin, ablalarımın söyledikleri bazı ilahileri de onun yazdığını öğrendim. Neyse, ona heves ettim işte... Şair olacağım bir de güreşçi... Ama Koca Derviş’in memleketi Edirne’ye gideceğim, orada bir güreşçiler tekkesi varmış, işte ben oraya kaydolacağım.





—          Ama tekke olduğuna göre, yine aynı zamanda der­viş olursun!





—          Hayır. Gerçi başlarına şeyh diyorlarmış, ama o tek­kenin, bu tekkelerle bir ilgisi yokmuş, türlü sporcuların çalışması için bir yermiş, o kadar... Mehmet arkadaşına gösteriş yapıp ne kadar bilgili olduğunu göstermek iste­di. Bu tekkelerin ilkini Orhan Gazi, Bursa’da yaptırmış, İkincisini, Edirne’de olanını yani, 1. Murat Han yaptırmış, sonra İstanbul’da falan da bir sürü böyle tekke yaptırılmış. Güreşçi tekkeleri, aslında askerleri çeşitli sporlara çalıştırmak için başlamış.





—          Hiç bilmiyordum, dedi Kâsım.





—          Şimdi sana söyleyeceğimi de hiç işitmemiş ola­caksın.





—          Ne?





—          Peygamber Efendimiz de iyi bir güreşçiydi!





—          A onu biliyorum, dedi Kâsım, hatta Rükâne isimli bir puta-tapar, oraların en iyi güreşçisiymiş. Müslüman olmak için Hazreti Muhammed’in kendisini yenmesini şart koymuş, o da bir güzel yenmiş. Rükâne böylece Müslüman olmuş...





—          Sana da mı Koca Derviş anlattı?





—          Hayır, ben güreşe başlayınca babam anlattı.





—          Peki, sen ne olacaksın?





—          Ben hattat olacağım, ayrıca saraya kâtip olarak gir­mek istiyorum.





—          Saraya girip de ne yapacaksın?





—          Ben sarayı merak ediyorum, koskoca memleket oradan idare ediliyor çünkü, merak ediyorum işte. An­nemle babam saraya, padişaha, işte idarecilere dair ko­nuşurlarken hep dinlerim.





—          Yaa! İyi ya, kâtip ol, bana da saraydan haberler ve­rirsin.





—          Gidip Koca Derviş’e de söyleyelim mi ne olmak is­tediğimizi.





—          Haydi koşalım, bakalım kim önce varacak.





İki çocuk bir koşu tutturup Koca Derviş’i buldular, bir nefeste anlattılar konuştuklarını. Bu arada Mehmet’in bir sır olan şair olma arzusu da açığa çıktı, Koca Derviş onun başını okşayıp dedi ki:





—          Abe Yunus Emre kadar güzel yazmak istiyorsan, Yunus Emre gibi bir derviş olman lazım kıymetlim. O derviş olmasaydı, o kadar güzel ilahileri söyler miydi sa­nıyorsun! Hayır söyleyemezdi!





Bunun üzerine Mehmet dertli dertli düşünmeye başla­dı. Koca Derviş, Kâsım’ın da başını okşayıp:





—          Saraya ha, sarı oğlan; dedi, haydi hayırlısı!.. Abe yalnız senin bilmediğin bir şey var, artık koca Anadolu, İs­tanbul sarayını bıraktı, Erzurum Beylerbeyi Abaza Meh­met Paşa’dan emir almaktadır. Sen en iyisi gidip ona kâtip olursun!





—          Neden ondan emir alıyor Anadolu? diye sordu Mehmet.





—          Çünkü o bir yiğittir ki ne söylense az! Sultan Os­man’ın kan davasını sürmektedir. Abe İstanbul sarayının içindeki adamlar kıymadılar mı Genç Osman’a?





Konuyu annesiyle babası konuşurken işiten Kâsım, la­fa karıştı:





—          Aslında, dedi, yeniçerilerin cuntasının işiymiş!





—          Abe ben ne diyorum kızanım, işte sarayda onların elde ettikleri adamlar varmış, büyük adamlar. Zaten ida­re kimin elinde? Valide Kösem Sultanın! O da laf aramız­da çok hırslı biriymiş, delikanlı oğlu padişahlıkta kalsın diye olmadık dalavere çevirirmiş, olmadık adamlarla iş birliği yaparmış abe.





—          Peki sen bunları nereden biliyorsun? diye sordu Kâsım.





—          İstanbul’da, Edirne’de yârenlerim vardır, onlar ya­zarlar bana, şuradan buradan da hep haber alırım ben, te be meraklıyımdır ben siyasete. Gider babanla da ko­nuşurum bazen, sen bilmezsin bunu kızanım, çünkü ya okuldaşındır, ya yukarıda haremde. Neyse haydi haydi bırakalım artık bu sözleri, bende hiç akıl yoktur ki, abe al­mış karşıma iki kızanı, memleket sorunları konuşurum. Abe ne halt edeyim bilmem ki, edebimden şeyhimle ko­nuşamam, ihvana açsam: “Sen bu kadar dünya işiyle uğraşma.” diye beni kınarlar. Yahu dünyası olmayanın ahireti olur muymuş! Dünyada iyi işler yapıp, iyi düşüne­ceksin ki, ahiretini kazanasın! Allah yolunda olunca, öz memleketini düşünmeyecek misin abe?





Düşüncelerine dalmış yüksek sesle konuşurken gözle­ri, kendisini büyük bir dikkatle dinleyen çocuklara ilişti, onlara kükredi:





—          Ne dinleyip durursunuz beni be, sizin zamanınızda işler daha iyi olacak merak etmeyin, hele bir Abaza Paşa, yensin Hüsrev denen adamı, geçsin Osmanlı’nın yerine abe! Hayde bakalım, hayde, durmayın öyle, hayde baş­layın peşreve!





Mehmet peşrev yaparken, “Demek Osmanlı’nın yerine bir başkası da padişah olabilirmiş!” diye geçirdi içinden ama bunu aklı almadı.





Mehmet’in dalgınlığından faydalanan Kâsım, bir elen­se çekti, bir ayak oyununa daldı, yıktı Mehmet’i, altına al­dı. Mehmet neye uğradığını şaşırdı... Kendini toplayıp Kâsım’ı yenebilmesi uzun sürdü. Koca Derviş:





—          Bak görüyor musun kara oğlan, dedi, az kaldı ye­necekti seni sarı oğlan! Aklın nereye uçtu bilmem ki, ben size hep söylemiyor muyum, güreş beden gücüne oldu­ğu kadar zekâya da dayanır, onca oyun, taktik boşuna mı sanıyorsunuz! Lâkin ben keyiflendim bu işten, demek benim sarı oğlum da güreşin inceliklerini kavramaya başladı. İleride sana tam bir rakip olacak bu hekimoğlu! Aferin aferin, kederli yüreğime su serpildi, aklım başka şeylere kaydı.





—          Neden kederlisin Derviş Ağa’m? diye sordu Kâsım.





—          Nedeni var mı a çocuk! Kösem Sultan yine yapmış yapacağını, işler becermiş, Hüsrev Paşa’yı sadrazam edip, Erzurum’a Abaza Paşanın üstüne salmış!





—          Üzülme sen, dedi Mehmet, bu senin Abaza Paşa, ne sadrazamları kapısından döndürdü değil mi, öyle söy­lemiştin.





—          Bu Hüsrev Paşa, öyle eskilerine benzemezmiş, çok iyi bir komutanmış, ama kurnaz, ama entrikacı çok zalim bir adammış! Yeniçeri cuntasının saraydaki adamlarının en başıymış, görüyor musunuz cunta başa geçmiş artık, başa! Ben nasıl üzülmeyeyim!





***





Kâsım istemişti bir zikir meclisi görmeyi, Mehmet bu sevgili arkadaşının hatırı için kabul etti. Yoksa öyle Ah­met’in, babasının dizi dibinde oturduğu bir yere gitmeyi hiç istemiyordu. Ama yani kendisinin hakkı değil miydi, büyük çocuğun hakkı değil mi babanın dizi dibinde otur­mak?





Koca Derviş onlardan uslu olacaklarına, hiç ses çıkar­mayacaklarına dair sözler aldı.





—          Uslu oturmalısınız, çünkü sizden çok bana kızarlar; “Kızanları zikir meclisine sokan Koca Derviş’tir.” derler. “Aklı fikri ya güreşte, ya politikada..” derler. Kurban ola­yım ona, şeyhimi üzemem.





Sonra ayaklarının ucuna basa basa, tekkenin zikir ya­pılan ve meydan denilen salonuna girdiler. Meydan do­luydu, sohbet bitmiş, mumların çoğunu söndürmüşler­di. Hafi zikirdi bu. Herkes kollarını kavuşturmuş, başları kalplerinin üzerine düşmüş, hafiften bir öne bir arkaya sallanarak, içten, en içten Rahman’ın ismini çağırıyordu. Elle tutulurcasına somut bir sükûnet ve huzur vardı ha­vada. Koca Derviş: “Gözlerinizi kapatın, başınızı kalbinize gömün siz de zikredin.” dedi. Onları arka safta bir yere oturttu, kendisi de yanlarına çöktü. Çocuklar ona hemen itaat etmiş, gözlerini kapamışlardı. Derviş onlara baktı, memnun oldu, o da kollarını kavuşturdu, gözlerini yum­du, bir süre sonra başı göğsüne düştü, ağır ağır sallanı­yordu. Artık çocukların yanında olduğunu unutmuştu. O sırada Kâsım gözlerini açtı, önce Mehmet’e baktı, o öbürlerini taklit ediyor, sanki o da huşu içinde sallanıyor­du. Kâsım, Koca Derviş’e baktı, o da tıpkı öbürleri gibiy­di. Acaba böyle yapınca zikretmek yerine uykuya mı da­lıyorlardı? Kâsım, Koca Derviş’in uyuduğunu sandı, ya­vaşça Mehmet’in elini dürttü. Mehmet gözlerini açtı, ba­kıştılar. Kâsım, Mehmet’in kulağına eğildi:





—          Bir şey göremedikten, işitemedikten sonra, burada ne oturuyoruz? dedi.





“Doğru ya!” diye düşündü Mehmet, arkadaşına muzip muzip gülümsedi. Kâsım, bu tebessümü bekliyormuş gi­bi kıkırdadı, Mehmet de kıkırdadı, gülüşüp, itiştiler. İşte o zaman, ikisinin de kulaklarına sanki demir mandallar ya­pıştı. Meydan kapısına doğru sürüklendiler. Kapı arkala­rından kapandı, demir mandallar hızla itti onları, ikisi de yere düştü. Koca Derviş, hiç tanıyıp bilmedikleri bir sesle:





—          Böyle mi olurmuş sizde söz vermek?! diye soruyor­du. Size inanmakla hata mı ettim, bu kadar güvenilmez insanlar mısınız siz?! Şimdi defolun, üç gün güreş yok si­ze. Oturup düşünün nasıl bir suç işlemiş olduğunuzu!





Çocuklar süklüm püklüm kalkıp oturdular. O kadar utanmışlardı ki, birbirlerinin yüzlerine bile bakamıyorlardı. Biraz sonra Kâsım ağlamaya başladı, gözyaşları ses­sizce yanaklarına iniyordu:





—          Bağışla Mehmet, dedi, seni ben ayarttım.





—          Ben de sana kanmayabilirdim, dediğine, benim de aklıma yattı, özür dilemene gerek yok.





—          Ahmet nasıl saatlerce öyle oturabiliyor?





Mehmet omuz silkti, ilk defa başını kaldırıp Kâsım’a baktı; ağladığını gördü, biraz şaşırdı. O kimselerin yanın­da ağlayamazdı, ancak belki gece yatağına yattığı za­man...





—          Bırak sen onu da, dedi, biz şimdi kendimizi Koca Dervişe nasıl affettireceğiz onu düşün!





—          Bilmiyorum, çok çok özür dilesek olur mu? Öç gün güreşememek de çok kötü.





—          Ben, güreş yapamamaktan çok onun güvenini kay­bettik, kalbini kırdık diye üzülüyorum.





—          Ben de üzülüyorum, (içini çekti, ağlaması kesilmiş­ti) O bizi adam yerine koyuyor, her şeyi konuşuyordu, çok şey de öğretiyordu.





—          Du du diye konuşma, kendimizi mutlaka affettire­ceğiz ona.





—          Gidip anneme danışalım mı?





—          Babana danışsak daha iyi olmaz mı?





—          Babam hastalan ile meşguldür şimdi. Biliyor musun öyle çok hasta geliyor ki?





—          Eh gidelim bakalım.





Kapıyı Kâhya Hüseyin açtı, buyur etti çocukları. Kâsım önde, Mehmet arkada üçüncü kata tırmandılar. Kâsım, annesinin oturduğu odanın kapısını hafifçe tıklattı. İçeri­den çok hoş bir hanım sesi: “Gelin.” dedi, içeri girdiler. Sofanın loşluğundan sonra, oda fazla aydınlık geldi Meh­met’e, bir an gözleri kamaştı; sonra sarı saçları dalga dal­ga omuzlarına dökülen genç kadını seçti. Gergefinin önüne oturmuş iş işliyordu, onlara baktı, gülümsedi, bir şeyler söyledi, Mehmet onu işitmedi, işitemedi; çünkü kadını seyreden küçük kızı görmüştü. Aman Tanrım, bu ne güzellikti böyle; onun da sarı saçları dalga dalga beli­ne iniyordu, fakat gözleri, Mehmet’e kocaman kocaman bakan mavi gözleri, bu gözler Kâsım’ınkilerden daha ko­yu âdeta laciverdimsiydi. Pespembe bir yüzü, minik bir burnu ve kıpkırmızı dudakları vardı, etekleri kabarık beyaz bir dantel elbise vardı üzerinde. Mehmet ağzı açık, kıza bakmaya başladı... Ablaları dahil, sokaklarda, komşu ev­lerde bir sürü kız çocuğu görmüştü o, ama böylesine bir güzellik hiç görmemişti, evet evet hiçbir kızla mukayese bile edilemezdi. Belki büyük dayısının bahçesindeki zam­bak çiçekleriyle yahut ilkbaharda, babasının meyve bah­çesinde açan bahar çiçekleriyle mukayese edilebilirdi ve bittabi kız kazanırdı... Derken genç hanımın sesini duydu:





—          Demek meşhur arkadaşın Mehmet, bu yakışıklı de­likanlı, diyordu.





Mehmet bu kadar sersemlemiş olmasa, mutlaka Kâsım’ın annesini, bir erkeğin yüzüne karşı, “yakışıklı” dediği için kınardı! O anda bunu hiç düşünemedi, buda­la bir gülümseme yayıldı yüzüne.





—          Gel canım, yaklaş, dedi genç kadın.





Mehmet yaklaştı, kadın onun saçlarını okşadı ve Kâsım’ı kurtardığı için teşekkür etti. Yine budala budala gülümsedi Mehmet.





—          Bak bu da Mehmet’in kardeşi Melekşan, dedi Mih­riban Hanım, Melekşan, Mehmet ağabeyine bir selâm versene.





Kız Mehmet’e şöyle bir bakıp utandı, başını annesinin omzuna gömdü.





Kâsım, annesine:





—          Biraz önce çok büyük bir kabahat işledik, senden akıl soracağız, diyordu.





Mehmet, “Ben büyüyünce bu kızı alacağım!” diye dü­şünüyordu.





Kâsım bütün olayı, hiç eksiksiz anlattı. Koca Derviş’in kendilerine söylediklerini tekrarlarken yine ağlayacak gi­bi oldu, annesi:





—          Evet, dedi, sahiden büyük bir kabahat işlemişsiniz, söz verip de onu tutmamak er kişinin kârı değildir, ayrıca bir zikir meclisinde kıkırdamak, itişmek de son derece ayıp, çok yakışıksız bir hareket. Koca Derviş’in o sözleri­ni hak etmişsiniz doğrusu...





—          Ne yapabiliriz? dedi Mehmet, gözlerini Melekşan’dan ayırmadan.





Mihriban Hanım, bu bakışları gördü, hafifçe tebessüm etti:





—          Sen, dedi Mehmet’e, Melekşan’ın kusuruna bakma, çok utangaçtır.





—          Anneciğim biz size akıl danışmaya geldik, ne yapa­lım, nasıl yapalım da...





—          Tamam düşünüyorum. Vallahi durmadan onun karşısına çıkıp el öpüp özür dilemenizden başka bir şey gelmiyor aklıma. Mehmet acaba şeyh babanı da karıştı­ralım mı işin içine, ne dersin o sizin namınıza affetmesi­ni söylese dervişe? Ne dersin?





—          Babam söylerse tabii hemen bağışlar da bizi, ama bu bağış gönülden olur mu?





—          Bak doğru söylüyorsun, gönülden affetmese de, tabii baban söyleyince... Hım, madem gönülden bir ba­ğış istiyorsunuz siz uğraşacaksınız. Onu her gördüğünüz yerde, edeple yanına yaklaşıp, edeple elini öpmeye çalı­şın ve bu üzüntünüzü ona açık açık, olduğu gibi anlatın. Sizin bu kadar üzülmenize dayanamaz sanırım.





—          Peki öyleyse biz şimdi gidelim, tekkenin kapısında oturup bekleyelim, dedi Kâsım.





Sonunda, üç gün güreş yasağı kalkmadı ama, Koca Derviş, gerçekten çocukların üzüntüsüne dayanamayıp onları bağışladı.





2





Böylece günler geçti... Hatice Hanım, kızlarını da alıp Mihriban Hanıma “Hoş geldiniz’e gitti... Yavaş yavaş iki aile arasında da bir dostluk oluştu. Çocuklar, okulda ol­duğu gibi, güreşte de kendi çaplarında başarılı idiler. Ay­rıca aralarından da su sızmıyordu. Günün birinde Kâsım, Mehmet’e: “Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağ­ladın. Hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyo­rum, onun için karar verdim, ben sana Ağam’ diyece­ğim.” dedi. Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağırbaşlı: “Ben de sana ‘ada­mım’ derim, ‘kıymetlim’ derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim.” dedi. Çocuklar, birbirlerini hiç kıskanmadılar, bilakis yardımlaştılar... Ah­met onlara çok az katıldı, katıldığı zaman kabul gördü ama o daha ziyade babasının dizi dibinde oturmayı ter­cih etti. Hem sohbet meclislerine hem de zikre devam ediyordu...





Çocuklar okuldan mezun oldukları zaman dokuz yaşındaydılar. Malatya’da gidebilecekleri daha yüksek bir okul yoktu.





Ali Efendi, Mehmet’e çok özel ve etkili bir konuşma yapıp, onun sohbetlere katılmasını sağladı, fakat Meh­met zikir istemiyordu. “Şimdilik,” demişti babasına: “şimdilik bana müsaade edin, belki birkaç yıl sonra.” Ali Efendi razı oldu, onu daha fazla zorlamak istememişti...Aslında hafi; içten zikirdi hoşlanmadığı, Mehmet’in coş­kun mizacına içten zikir haz vermiyordu. O, Rabb’ini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek, bağrından gelen “Allah Huu” nidasıyla yeri göğü inletmek istiyordu. Şehrin içlerinde kendilerine Devraniler denilen Halvetilerin bir dergâhı ilgisini çekmişti. Onların, ayakta el ele tu­tuşup bir daire teşkil edip ağır ağır dönerek: “La ilahe il­lallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi. Bir gün ziyaretçiler arasına gizlice karışıp giriverdiği bu dergâhta, oturanların en arkasına büzülüp, dervişlerle beraber zik­retmişti... İçinin temizlenip ışıklandığı o akşam babasına, niçin Nakşilerin de sesli zikretmediklerini sordu. Ali Efen­di: “Bizler meşrebimiz gereği sükûneti tercih ederiz, çün­kü bu kalplerimize huzur verir ve gönüllerimizi nurlandırır. Hafi zikir her türlü riyadan uzaktır, sesli zikre maalesef gösteriş ve riya karışabilir... Sessiz zikir doğrudan gönüle hitap eder. Doğrudan gönülle yapılır, alışverişi yalnız gö­nülledir. Böylelikle o gönül derinleşir, büyür, yücelir ve sana yollar içinde yollar açar.” dedi. Mehmet, “Benim gönlüm cehrî; sesli zikirle yapılan devranla nurlandı!” di­ye düşündü, babasına bir şey söylemedi.





Sohbet toplantılarına bazen Kâsım da katılıyordu. Hiç ses çıkarmadan, gayet edeple oturuyor, oturduğu yerde uyukluyordu; konuşmalar onu ilgilendirmiyordu... Meh­met’in az çok ilgilendiğini görünce önce şaşırdı, sonra: “Sen bu sohbetlerden hoşlanıyorsun, ben de hat sana­tından. Bu kadar da ayrılığımız olsun ağam bizim arka­daşlığımıza zarar vermez.” dedi. “Tamam adamım, kıy­metlim zarar vermez!” dedi öbürü... Çocuklar, arkadaş­lıklarından büyük haz alıyor ve bozulmasın diye âdeta bi­linçsizce bu ilişkinin üzerine titriyorlardı.





Mehmet Zihni Efendi, Malatya’da Kâsım’a hat öğrete­cek birini ısrarla aramıştı. Sormuş soruşturmuş, dört beş hat sanatçısının eserlerini tetkik etmiş, nihayet Ali Efendi’nin selamlığında asılı olan, “Tasavvuf edepten ibaret­tir” hattının ustasında karar kılmıştı. İsabetli bir karardı, çocuk ustasını çok sevmişti. Abdülkerim Efendi de onu hem seviyor, hem de iyi çalıştırıyordu.





***





Günler tasasız, güzel ve ahenkli geçerken, büyük acı anı geldi. Bir akşamüzeri Mehmet Zihni Bey, son hasta­sını da güzellikle yolcu ettikten sonra, yukarı kata, karısı­nın gergefte masa örtüsü işlediği odaya çıktı:





—          Mirim, sol tarafımda bir ağrı var, pek iyiye benzemi­yor, dedi ve divana uzandı.





Uzanış o uzanış; Mihriban Hanım gelip onun ellerini tutmuş, o da yarım yamalak gülümsemeye çalışmıştı ka­rısının güzelim mavi gözlerinin içine bakarak... Böylece giderken mutlu olmuştu, çünkü dünyada en çok sevdiği şeylere bakıyordu.





Sonradan... Mihriban Hanım ya hıçkıra hıçkıra ağlar ya da düşüp düşüp bayılır oldu; ne olduğunu pek de id­rak edemeyen çocuklar perişandı. Ali Efendi bu yeni dostunun cenaze namazını kıldırdığı gibi olaya da el koy­du. Karısını, kızlarını taş konağın harem kısmına yolladı, gelen gidenle meşgul olma vazifesini Koca Dervişe ver­di, kendisi de Mihriban Hanım’ın ailesine, “haber”i veren, samimi, nazik bir mektup yazdı. Cevabi mektup, Meh­met Zihni Bey’in babasının gözyaşları ile ıslanmıştı. Kü­çük oğlunun Malatya’ya doğru yola çıktığını haber veri­yordu... O günden beri Mehmet, Kâsım’ı bir an bile yal­nız bırakmamıştı. Onu evde Ahmet’le paylaştığı odada misafir etmişti bir süre, sonra onunla taş konağa geçti­ler. Mehmet, Kâsım’ın odasında yattı.





Evi Hatice Hanım yönetti, bütün dinî vecibeler yerine getirildi. Küçük oğul, posta tatarları gibi, konaklarda at değiştirerek, ağabeysinin elli ikinci gece duasına yetişti...





—          Amcamın gelmesi demek, bizim İstanbul’a dönme­miz demektir, dedi o gün Kâsım, hiç istemiyorum... Ba­bam... Sonra da sen!.. Ne kadar yalnız kalacağım dede­min konağında... O mahallede hiç arkadaşım yok biliyor musun?





—          Ben de burada çok yalnız kalacağım.





—          Ama senin Koca Derviş’in var!





—          Doğru, o var... Bak ne yapalım biliyor musun, senin­le mektuplaşalım.





—          Ama söz verip de yazmamak yok!





—          Bak ne yapalım biliyor musun, parmaklarımızı kesip, kanlarımızı karıştıralım, kan kardeşi olalım ve o kan üzeri­ne söz verelim birbirimize.





Dediklerini yaptılar, sonra da birbirlerine sarılıp ağlaş­tılar.





Yıl 1628, çocuklar on yaşındaydılar.





Taş konağa başka kiracıların gelmesi, artık Hekim Efendi’nin olmaması, bütün Malatya’yı üzdü; yıllar sonra bile: “Bir iyi hekimimiz vardı ki...” deyip onu andılar.





***





Çocuklar mektuplaşmaya başladılar... Kâsım’ı bir enderun heyecanı sarmıştı. Enderun sarayın özel okuluydu ve devlete mülki ve askerî yöneticiler yetiştirmek üzere kurulmuştu. Hem öğretim hem eğitim veriyordu. Kâsım diyordu ki: “Amcamın kayınpederi ile enderun ağalarının başı olan Kapı Ağasının arasından su geçmez, can arka­daşlarmış. İşte bu adam Nihat Efendi, benim enderuna kabul edilmem için Kapı Ağası ile görüşecek.”





—          İşte istediği oldu, saraya giriyor! diyordu Koca Der­viş, artık bize haber gönderir. Yaz adamım, ne görüp işi­tirse, doğru yanlış demeden bize yazsın, biz değerlendi­ririz.





—          Oh senin işin tamam, onun işi tamam, Derviş Ağa’m! Ya benimki, ya benim öğrenimim n’olacak?





—          Kızanım artık bütün sohbetlere katıldığına göre, abe kısa sürede sen de yetişeceksin.





—          Ama olmuyor, yetmiyor ya da ben anlamıyorum her bir şeyi. Konuştukları bazen masal gibi geliyor bana, öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum, babamların yaptıkları gibi sadece ruhi gelişme ile meşgul olmak istemiyorum. Diyorum ki, dinimi önce ilim olarak bileyim, yani zahirî olanını bileyim; manevi yolu anlamak, o zaman daha kolaylaşacak sanki.





—          Sıbyan okulunda aldığın öğretim yetmiyor, öyle mi kıymetlim?





—          Nasıl yetsin ki Derviş Ağa’m, her çocuk, yani he­men her çocuk bitiriyor sıbyan okulunu. Ben her çocuk­tan daha üstün olmak istiyorum.





—          YaaL Demek her çocuktan üstün olmak kızanım! Demek böyle, ben de zaten senin için hep bunu diledim. (İçini çekti, gülümseyip, çocuğun başını okşadı) Te be bir gün gelir inşallah büyük ilim sahibi olursun, çabuk öğre­nirsin, sende bu kafa varken... Bakarsın ulema sınıfına dahil oluvermişsin, bizleri bırakıp İstanbul’a yerleşmişsin, hem de manevi yoldan vazgeçmemişsin.





—          Canım taşrada bilgin yok mudur?





—          Abe bilginlerin yeri İstanbul’dur, onu derim, onu söylerim... Ama senin hasretine dayanmak çok zordur kızanım, çok zor...





Mehmet, Kâsım’a da içini açıyor, ilim öğrenmek iste­diğini fakat nasıl olacağını, bilmediğini anlatıyor.





***





Günler, yıllar birbirini kovalıyor, iki çocuk muntazam mektuplaşıyordu.





Mehmet artık, kaçıp kaçıp Halveti dergâhına gitmeye, orada zikir meclislerine katılmaya başlamıştı. “Aman,” di­yordu mektubunda; “sen yazarken, sakın bu konuyu aç­ma, bu iş hem babamdan hem de Derviş Ağa’mdan giz­lidir. Çünkü hiç hoşlarına gitmez. Babam biliyorsun benim Nakşiliğe devamımı ister, kendi şeyhine bağlamak ister... Of be, işte Ahmet var, o nesine yetmez! Beni de serbest bıraksın, Halveti olayım istiyorum. Bak bak ya­zarken yine öfkelendim, eskiden bu kadar öfkeli değil­dim, seninle ne güzel anlaşırdık, birbirimize hiç kızmaz­dık... Şimdilerde herkese kızıyorum. Acaba istediklerimi nasıl yapacağımı bilmediğimden mi? Evet evet bu nasıl­lar, beni çok sıkıyor. Sen istediğine kavuştun, ya ben ne­den kavuşamıyorum, dört yanımda engeller görüyorum. Görüyorum değil, var!”





Bazen de Mehmet: “Gözümün önüne yollar geliyor adamım,” diyordu, “kimsesiz tozlu yollar, sarışın yollar... İşte kaçıp o yollara düşmek istiyorum. Koca memleketin kim bilir kaç bucağında kaç tane bilgin, kaç tane şeyh vardır. İnanır mısın hepsiyle tanışmak, görüşmek istiyo­rum. Bana öyle geliyor ki hepsinden alacağım var. Ha ha, görüyor musun, bir de adamları kendime borçlu çı­karıyorum! İçim yanıyor Kâsım, peki neden bu yangın? Aç açık mıyım ki, bu doymazlık neden?”





Kâsım da: “Seni anlayamıyorum galiba, bu ateş bu acelecilik niye ağam? diye soruyordu. “O senin sarışın yollar beni ürkütüyor, biliyor musun? Kendi hesabıma ürküyorum, çünkü ben yerimi buldum, saraydan başka bir yere kımıldamak istemiyorum. Fakat senin adına, cidden endişeliyim, bir deli tay gibisin. Bence ‘nasıllara kızaca­ğına, üzerlerine eğil, iyi düşün; nasıl bir yerlere gidip ilim tahsil edebilirsin, nasıl bir şeyh bulabilirsin, peki o gittiğin tekkedeki şeyhe niçin bağlanmıyorsun? Yoksa babanı ve onun şeyhini beğenmediğin gibi, o zatı da mı beğenmi­yorsun? Bu mektubu Derviş Ağaya okuyamayacağına göre; daha açık yazayım, ne istediğini iyi biliyorsan, ona yap... Ne baban ne de Derviş Ağa’m sana engel olabilir gibi geliyor bana. ‘Nasıllara’, ‘niçinlere’ takılma, yap.”





Bu mektup, elbet Koca Derviş’e okunmadı, içi sızlaya­rak yalan söyledi Mehmet: “Kayboldu!” dedi. Ve Koca Derviş, inanmadığı hâlde inanmış göründü. “Delikanlı­dırlar, elbet benden gizlenecek bir şeyler yazmıştır, eh de­likanlıdırlar!” diye düşündü.





Daha sonraki mektubunda biraz sakinleşmişti Meh­met: “Eğer Koca Derviş’in dediği gibi bilgin olursam, bel­ki İstanbul’a yerleşirim, seninle sık sık görüşebiliriz.” diye yazıyordu.





Çocuklar on dört yaşına eriştiler...





***





Bu arada, yeniçeri cuntasını Damat Recep Paşa vası­tasıyla yöneten Sadrazam Hüsrev Paşa, Erzurum Valisi Abaza Paşayı ilk muhasarasında yenmiş, tutsak paşayı





IV. Murat’a göndermişti... Murat Han, göstermelik bir­kaç azar sözünden başka Abaza Paşa’yı iyi karşıladı ve onu Bosna Beylerbeyi yaptı. Belli ki ağabeysi Sultan Osman’ın kan davasını güden bu zorlu paşadan hoşlanmıştı.





Hüsrev Paşa, pek şiddetli İran savaşlarına komutanlık etti, fakat Bağdat’ı Safevilerin elinden alamadı. Bu yüzden azledildi, yerine Hafız Paşa sadrazam oldu. Ancak bu yeni sadrazam, Hüsrev ve Recep paşaların hoşuna gitmemiş­ti. Bu ikisi, genç padişahı korkutup sindirmek istiyordu. Yeniçeri başkaldırdı, Hafız Paşa, padişahın gözleri önünde şehit edildi. Ve Damat Recep Paşa sadrazam oldu.





“Ancak,” diye yazmıştı Kâsım, “amcam: ‘Padişahımız o iki murdar herifin, kendi arkasından neler yaptığını ve neler yapmak istediğini pek iyi biliyor ve bu pis işi hallet­menin zamanını bekliyor.’ diyor. Neye dayanarak söyledi­ğini bilmiyorum, açıklama yapmadı... Öyle de olmalı, çünkü Murat Han, Hüsrev Paşa’yı Tokat’ta öldürttü. Ha­in adamın kesik kafası İstanbul’da halka sergilendi, tabii biz gidip görmedik.”





Koca Derviş dedi ki:





—          Bu IV. Murat Han, abe esaslı bir genç olmalı, hem de adamakıllı cesur, kolay değil cuntanın başını öyle öldürtüvermek. Belki o, kızanım, Abaza Paşa’dan bekledik­lerimizi yapacak; yeniçerilere hadlerini bildirip ocağa bir çekidüzen verecek, muhakkak Valide Sultana da, dev­letten el çektirip, kendisi idareyi ele alacak. Ah Allah’ım ne büyüksün, güldür şu Osmanlı’nın yüzünü...





—          Derviş Ağa’m, inşallah dediğin gibi olur, fakat be­nim derdim nedir, biliyor musun; ben Kâsım’a dinledi­ğim bir sohbeti uzun uzun anlattım, bak o bana ne yaz­mış!.. Ben ona İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud fikrini na­sıl sistemleştirdiğinden söz ediyorum, o bana Hüsrev Paşa’dan laf açıyor! Sanki bana değil, sana yazıyor!





Koca Derviş kıkır kıkır güldü:





—          Sarı oğlan birkaç sohbete katılmıştı da burada, abe hep uyumuştu.





—          Canım o zaman çocuktuk.





—          Ya şimdi nesiniz?





—          Aman Derviş Ağa’m yakında on beş olacağız, artık bize çocuk deme.





Koca Derviş, omuz silkti:





—          İsterseniz yirmi beş, otuz beş, elli beş olun, abe bi­lin ki benim nazarımda hep çocuksunuz. Sizi büyütme­yeceğim, ne yapayım karşımda koca adamları! Lâkin sa­na şunu da söyleyim, sen büyüdükçe daha bir güzelleş­tin, yani pek yakışıklı bir delikanlı oldun. Bilmem ki san oğlan ne hâldedir?!





Yakışıklılık iltifatı, Mehmet’in yüzünü kızartmıştı, sahi­den öyle miydi acaba? Birkaç gün soru, aklına takılı kal­dı, sonra unuttu.





***





Kesik kafanın halka sergilenmesinden sonra, Recep Paşa’nın kışkırtmasıyla yeniçeri cuntası ve halktan ayak takımı sarayın önüne yığıldı ve padişaha en yakın kişile­rin kafasını istediler. Büyük karışıklıklar oldu ve Murat Han, 18 Mayıs 1632’de Recep Paşayı idam ettirdi. Zor­balar 8 Haziranda Sultanahmet Meydanı’nda yine top­landılar. On dokuz yaşındaki Murat Han, divanı ve ule­mayı toplantıya çağırdı. Hepsiyle yüz yüze görüşmeye çıktı. Murat Han, anarşinin devletin temellerine girdiğini, ordunun savaşamaz hâle geldiğini, askerin politikayla uğraşarak işini yapamaz duruma düştüğünü anlattı. Sonra, devleti bir avuç hırsız ve zorbaya yedirmeyeceği­ni, kendisine itaat etmeyen kim olursa olsun, hakkından geleceğini söyledi. O kadar kendinden emin, o kadar et­kili konuşmuştu ki, idareciler ve halk kendisine büyük te­zahürat yaptılar. Böylece Kösem Sultan’ın dokuz yıla ya­kın sürdürdüğü saltanat naibeliği sona erdi. Kırk üç ya­şındaki Valide Sultan, pek üzülerek politikadan ayrıldı, al­tı gün yemek yiyemedi, titremeler ve ateşler içinde yattı.





Sultan IV. Murat, idareyi ele aldı. Ağabeyi Sultan Os­man’ı katleden on yeniçerinin mensup olduğu yeniçeri ta­burunu dağıttı ve Genç Osman olayına uzaktan yakından bulaşmış herkesi öldürttü. Sonra Anadolu’ya geçerek; bulunduğu yerde zorbalık etmiş, devlet malı çalmış, hal­ka zulmetmiş kim varsa idam ettirdi...





O günlerde İstanbul’da tütün ateşinden çıkan ve yirmi bin evi kül eden bir yangın oldu. Sultan Murat, tütün ya­sağı koydu, İstanbul’da yirmi sekiz yıldır tütün içiliyordu ve ulema, şeriata uygun olup olmadığını tartışıp duruyor­du. Kahvehaneler, askerin buralara gelip politika konuş­tuğu gerekçesiyle yerle bir edildi. İsteyen evinde kahve içebilecekti, fakat tütün evde de yasaklandı...





Tütün hakkında ulema tartışması, elbet Malatya’ya ka­dar geldi, Ali Efendiye fikri soruldu. “Kanaatime göre, şeriata aykırı değildir, fakat içene zararlıdır.” dedi.





Tütünü çok merak eden ve bir fırsat çıksa da içsem, diye düşünen Koca Derviş fena bozuldu.





—          Baksana abe, içene zararlıdır, dedi şeyhim. Şimdi benim içmem olmaz, vah olsun bana!





—          Canım bir kere iç bak, hiç olmazsa neymiş görür­sün, dedi Mehmet.





—          Şeyhim efendimin zararlı dediği şey bir kere değil, yarım kere bile yapılmaz.





Şeyhe bu kadar bağlılığı, Mehmet’in daha ne kafası ne gönlü alıyordu, ses çıkarmadı, fakat Koca Derviş’e üzün­tüsünü unutturmak için çoktandır aklına takılan bir şeyi sordu:





—          Kuzum Derviş Ağa’m, bana şu nefis ne menem şeydir anlatsana.





—          Haa, bak anlatayım adamım kıymetlim! Abe bili­yorsun Peygamber’imiz Efendi’miz, Tebük Savaşından dönerken çevresindekilere: “Küçük savaştan büyük sa­vaşa dönüyoruz.” demiş. İşte bu büyük savaş, nefisle mücadeledir. O, nefsiyle mücadele edenin gerçek savaş­çı olduğunu da söylemiştir.





—          Bunları sohbetlerden biliyorum, nefis nedir?





—          Nefis! Hımm, abe nasıl anlatsam ki; ruh mu de­sem, ruhuyla bedeni ile insanın kendisi mi desem... Her ikisini de iddia eden din bilginleri çıkmıştır. Şeyhime gö­re, ruhuyla bedeni ile insanın kendisidir. İnsanın şu kötü, geçici dünyaya fazla bağlanmasıdır... Öyle bir bağlanma ki, maneviyatı tamamıyla terk ettirir.





—          Sen mesela politikayla meşgul olarak, öyle mi ya­pıyorsun?





Aslında Mehmet bu soruyu, biraz da Koca Dervişe ta­kılmak, onu azıcık kızdırmak için sormuştu. Fakat o, hiç kızmadı, dedi ki:





—          Hayır, hayır abe benim maneviyatım tamdır. Politi­ka sonra gelir, güreş de işimdir, bunları böyle bil!.. Ma­mafih, dediğin gibi politikayla meşguliyet, belki nefsimin tam arınmamasındandır abe, tabii öyledir. Kim oluyorum ben ki, nefsimi temizledim diye ortaya çıkayım! Şimdi bütün politikacılar büyük nefis sahibi demek gibi bir şey çıktı bu lafımdan. Onu demek istemedim, politika da bir meslektir. Nefis sahibi olup olmamak, onun politik dav­ranışlarıyla ilgilidir. Ben sadece kendim için konuştum, ne de olsa hakir bir dervişim ben, politika neyime, doğ­ru. Eveet, ne diyordum, insanda ona yapışık sanki ikinci bir varlıktır nefis. Eğer onu şımartırsan büyür ve senin ru­hunu kemirir.





—          Şeytan gibi bir şey!





—          Belki, bir bakıma... Abe şeytan daha ziyade insana vesvese verir. Görüyorsun nefisle mücadele her kişinin kârı değildir, er kişinin becerebileceği bir şeydir. Yani O Sevgiliye yakınlaşmış, şüpheden ve yalandan kurtulmuş kişiler yapabilir bunu.





—          Önce kolay şeylerden başlayıp, zoruna doğru git­mek gerekir belki.





—          Abe iyi bildin adamım! Bir de ben ilave edeyim ki bu işin daha kolayı, bir ruhi gelişme yoluna girmekle olur, Allah o zaman daha çok yardım eder... Böylece in­sanın içindeki nefis melekeleri azalır, ruh melekeleri artar.





İş, benliğini şu dünyanın pisliklerine dalıp gitmekten kur­tarmak.





Mehmet deminden beri kendine ait bir tarif arıyordu, nihayet buldu:





—          O hâlde, dedi, nefis için şöyle bir tarif yapabilir mi­yiz: Nefis, bütün maddi arzuların toplamıdır. Olur mu?





—          Abe ne güzel söyledin kıymetlim! Evet, nefis baş­kaldırdıkça, senin tarifinle, maddi arzular çoğaldıkça, onların tepesini ezmen lazımdır; çünkü nefisle savaşacağı­mıza göre, onu önce düşman bilmen gerekir.





—          Sağ ol be Derviş Ağa’m, şimdi kafamda daha bir berraklaştı nefsin ne olduğu.





—          Sen daha çok sağ ol! Bak örneğin senin ruhi yanın Kâsım’ınkinden kuvvetlidir, o nefsine daha düşkündür.





Mehmet düşünceli düşünceli gülümsedi, dedi ki:





—          Yani ikimiz bir denge oluşturuyoruz, onun için mi seviyoruz birbirimizi?





—          Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar, ne hikmet­se, sizin gibi güzel güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp bir­birinizi çok sevmeye devam ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım! Sev her insanı, her şeyi, her ya­ratılanı! Çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden ya­rattı.





—          Her insanı sevemem, çünkü birçoğu beni kızdır­makta!





—          Abe ne demiş Yunus, unuttun mu yoksa: “Yaratıla­nı severim/ Yaradan’dan ötürü"





—          Ah bir Yunus olabilsem, dedi Mehmet, bütün hırsı­nı sesine yükleyerek, sonra bu ses düştü kırıldı. Bir za­manlar, dedi, daha çocukken sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğu görmüştüm. Şimdi düşünüyorum da, o kıza tu­tulmuşum meğer ben. Çünkü onu görür görmez; “Ben bu kızı alacağım.” diye geçmişti aklımdan. Şimdi ne za­man şiir düşünsem, aklıma Yunus gibi, Yaradan gelmiyor da, sanki o kız, büyümüş hâliyle salınıyor önümde.





Koca Derviş, bu mavi gözlü sarışın kızın kim olduğunu hemen anladı ama renk vermedi, bir şey belli etmedi.





—          Abe hâlâ tutkunsun o kıza, öyle mi?





—          Bilmem ki zaman zaman aklıma düşüyor tabii. Şimdi nasıldır, neye benzemiştir, hâlâ o kadar güzel mi? İşte böyle şeyler...





—          Öyle olduğu zamanlar için yanıyor mu?





—          İçimde dolaşan yanma değil galiba, belki bir sızı! Bırakalım bunları Derviş Ağa’m, şimdi var mısın bir gü­reşe?





—          Abe varım.





Aslında Koca Derviş’in canı güreşmek istemiyordu ama, Mehmet’in gönül karmaşasını, sanki şu anda bir şeyler kırıp dökmek istediğini anlamıştı.





Güreştiler.





Güreşirken Mehmet hep düşündü; neden Melekşan aklına gelince içi içine sığmıyor, neden hep maddi güce dayanan bir şeyler yapmak istiyordu, neden, neden?! O kız bir bahar çiçeği idi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokuna­mıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp esirgeme duy­gusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissedi­yordu. Ona da asla dokunamazdı, çünkü ezkaza doku­nursa, Melekşan’ın boynu bükülüverecek, lacivert gözle­ri dolacak; sararıp solacak ve yok olacaktı!





***





Mehmet, Melekşan’ı sonsuza kadar esirgemek istiyor­du. Bunun maddi güçle bir ilgisi yoktu; sadece derin, ge­niş, çok boyutlu bir sevecenlik söz konusuydu. Bazen şi­irleriyle bu çelişkili duygularını anlatmaya çalışıyor, fakat kullandığı sözcükleri çok yetersiz buluyor, şiir doldurdu­ğu kâğıtları yırtıp atıyordu. Velhasıl içindeki bu inanılmaz heyecanı, tutkuyu, sevecenliği ne yapacağını hiç bilemi­yordu. İşin tuhafı, son bir yıldır bu hâle düşmüştü, ondan önce Melekşan’ı sadece çok güzel bir kız çocuğu olarak hatırlamıştı. Soruyordu kendi kendine: “Aşk mıdır bu?”





Fakat bir cevap bulamıyordu... Mehmet aşkı sohbetlerde öğreniyordu ve o aşk, Allah’a duyulan aşktı. Başkasını bi­lemiyordu. Koca Dervişe bir sızı olduğunu söylemişti, öyleydi ama sadece sızı değildi, yakan bir hasretti, yakan bir istekti. Ve Melekşan gözünün önünde, o küçük kız hâliyle değil, on beşinde taze bir bahar dalı gibi dolaşı­yordu! Sanki o, bu kirli dünyaya ait değildi; Melekşan sa­hici bir melekti! Mehmet ona sadece yaklaşırsa bile kız kirleniverecekti; çünkü Kur’ana göre melekler insanları, kan dökücü ve bozguncu yaratıklar olarak görürlerdi. Eh Mehmet de bir insan olduğuna göre!





Bazen Kâsım’a yazdığı mektuplarda, Melekşan’a dair bir şey sormayı, hiç olmazsa nasıl, ne hâlde olduğunu sormayı hayal ediyordu. Bu hayalle birkaç gün oyalanı­yor, mutlu oluyor; sonra kâğıdı kalemi alınca eline, o he­yecanı, bir çeşit çekingenliğe dönüşüyor, hiçbir şey soramıyordu. Canım Kâsım da ne biçim arkadaştı? Hiç insan ailesinden bir haber vermez miydi?!





Sanki Mehmet, babasından, ablalarından, annesin­den, Ahmet’ten bahsediyordu da, oturup Kâsım’a kız­mayı kendine hak görüyordu! Böyle düşününce büsbü­tün sinirleniyordu. Nihayet oturup ailesi hakkında detay­lı bir mektup yazdı; ablalarının evlendiklerini söylemeyi de ihmal etmedi.





Tahmin ettiği gibi Kâsım’ın mektubu da ailesi hakkın­da oldu. Annesinin hep yorgun, bitkin olduğunu, ince hastalıktan korktuklarını; Melekşan’a kısmetler çıktığını, fakat kızın hepsini reddettiğini, bütün gün ut çalarak va­kit geçirdiğini söylemiş: “Melekşan’ın evlenmek isteme­diğine memnun oldum. Sanırım ben onu kimselere ver­meye kıyamam. Zaten evlenmek için daha çok genç, bizden bir buçuk yaş kadar küçüktür biliyorsun, şimdi on beşinde.” diye de ilave etmişti...





Melekşan, Mehmet için erişilmez bir hayaldi. Onunla evlenmeyi, çocukluğunda yaptığı gibi kolayca aklından geçiremiyordu, ama taliplerin reddedilmesinden çok memnun oldu. Bu memnuniyetin nedenini de kendine sormaya utandı... “Baksana bütün gün ut çalıyormuş.





Demek bu kız bir sanatçı!” diye düşündü. Meler çalabileceğini hayal etmeye çalıştı ama müzikle ilgili olmasına rağmen, konu hakkında bilgisi, tekke musikisiyle sınırlıy­dı. Mehmet’te hayalin sınırı yoktu elbette; onun için çok güzel bir şiir yazacağını, şiirin besteleneceğini ve kızın o şarkıyı, kendisi için yazıldığını bilmeden çalıp söyleyece­ğini düşündü. Bu düşünce onu günlerce meşgul etti, sonradan yırtıp atacağı yeni şiirler denemesine ve yaz­maya çalışırken çok mutlu olmasına sebep oldu.





***





Bir gün Koca Dervişe, neden hiç evlenmediğini sor­du: “Sünnettir evlenmek, değil mi?”





—          Doğrusunu istersen, her hâlimle peygamberimize uymaya çalışıyorum, fakat nedendir bilmem, bu yola gi­rince abe kadına, kıza ilgim kayboldu. Evet, o evlenmiş, Müslümanlara da evlenmelerini tavsiye etmiş ama bile­miyorum abe, bu bendeki isteksizlik nedendir... Bütün umudum, bir gün bu hâlimin geçeceği. Belki yolumda daha ilerlersem, daha bir tekâmül edersem... Kim bilir, O Sevgili elbet, bana da bir hanım nasip etmiştir... O’nun nasibi olmadan olmaz, bilirsin. Neden sordun, senin ni­yetin var mı yoksa?





Mehmet birden kıpkırmızı oldu, yüzünün yandığını his­sedince, utanıp daha bir kızardı ve:





—          Hayır, dedi, hayır böyle bir niyetim yok. Belki ben de senin gibi yapacağım da...





—          Yok abe yok, benimki kızdan kadından kesilme, abe hiç normal değil, sakın bana özenme! İnşallah vakti saati geldiğinde seni evlendiririz. Şimdiden böyle karar­lar alma, biz Hristiyan rahipleri değiliz ki, abe evlenmeye­lim... Sen hele artık kararını ver de, gel şeyhimin şeyhi­nin elini öp, babanın istediği gibi ve gir artık yoluna... Sen evlenmekte değil ama bu işte epey geç kaldın.





Mehmet içini çekti, belki de gün bugündü. Artık hiç ol­mazsa Derviş Ağasına itiraf etmesi gerekiyordu... İçinde bir ses: “Tam Melekşan’dan bahsederken, şimdi bu konu niye?” diye sordu. Kesin ve sert bir ses ise: “Ne Melekşan’ı, saçmalama. Sadece Dervişe niçin evlenmediğini sor­dun, cevabını aldın, yetti bitti.” diye konuştu ve: “Artık iti­rafın zamanıdır, hadi!” diye emretti.





—          Derviş Ağa’m, sana bir şey diyeceğim. Şimdilik ba­bama söyleme, aramızda kalsın, dedi ve sustu.





—          Abe konuşsana, ne susarsın be yahu?





—          Ben... Şey, epeyden beri şehirdeki Halveti tekkesi­ne devam ediyorum, benim nasibimin orada olduğuna inanıyorum... Ve de artık kararım tamdır, ben.. Şeyh Hü­seyin Halvetinin elini öpecek ve ona biat edeceğim.





Koca Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı, sonra kapandı. Bir epey ko­nuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmet’i omuzların­dan yakalayıp sarsmak “Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşü­rürsün? Sen ne nankör oğulsun, koynumda yılan mı besledim yoksa?” demek istiyordu. Kendini sakinleştir­meye çalıştı, gönlünden; “Güzel Allah’ım Sana sığın­dım!” dedi ve ağır ağır konuştu:





—          Ben şimdiye kadar şeyhimin hiçbir sözünü yere dü­şürmedim, abe bunu senin yapman beni şaşırttı... Lâkin belki bir hevestir bu. Bilirim sesli zikirden hoşlanırsın sen... Evet senin mizacına daha uygun belki sesli zikir... Olabilir. Ancak yol, sadece sesli veya sessiz zikirden iba­ret değil ki... Bir şey bilir ve onu söylerim, yol babanın, Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi’nin yoludur... Yol, edeptir abe yalnız edepli insanlar yolda yürümeye hak kazanırlar.





—          Derviş Ağa’m, bana edepsiz mi demek istiyorsun? De, hakkındır, ben senin ellerinden öperim, o kadar. Lâ­kin ne olur bana kızma. Ellerinden öperek rica ederim, beni anlamaya çalış, beni değil, sadece gönlümü anla. Çünkü gönül beni oraya sürükledi, vallahi yalanım yok­tur. Heves değil, sadece gönlümün arzusudur bu.





Mehmet’in gözleri dolmuştu, iki damla yaş yanaklarına yuvarlandı. Derviş Ağa’sı bunu gördü, içi kıyılıverdi bir­den. Gözünden aziz kıymetlisine eziyet mi çektirecekti o!..





Dedi ki:





—          O Sevgili’nin nasibi neyse o olur kıymetlim. O’nun sözüne karşı gelmek abe hangi kulun haddine. Evet na­sip meselesi... Benim de senden bir ricam var, abe hiç olmazsa bir yıl daha bekle, on yedine bas, birkaç ay da­ha bekle, abe öyle karar ver.





—          Emrin olur Derviş Ağa’m.





***





On sekiz ay geçti ve Mehmet, Şeyh Hüseyin Halveti’nin elini öpüp ona biat etti.





Babası, onun ve Derviş Ağa’sının tahminlerinin aksi­ne, kızmadı, onu azarlamadı. Konuşurken sesi titredi o kadar:





—          Allah’ın arzusu ve emri olmadan bir yaprak bile kı­mıldamaz, dedi, demek O, böyle istemiş. Var git oğlum nasibinin peşinden, uğurlar olsun... Benim dualarım her zaman senin içindir.





İcabında kıymetlisini, adamını savunmak için, konuş­mada bulunup kapı yanında diz çökmüş bekleyen Koca Derviş ağlamaya başladı. İçinden, “İşte teslimiyet bu, iş­te teslimiyet bu! Abe ben ne kadar hakir bir kulum ki, bu teslimiyetin ‘t’ sinde bile değilim.” diye kendini yiyip bitir­di... Mehmet; “Konuşurken sesi titredi, onu üzdüm...” di­ye tedirgin oldu, sonra içinden bir ses: “Lâkin,” dedi, “tam teslimiyet içinde olsaydı, hiç sesi titrer miydi!..” Mehmet: “Mamafih onu üzdüğüm için ben de üzüldüm, cidden üzüldüm... Şu dünyada baba hakkı var, ben bu hakkı çiğnedim. Allah’ım beni bağışla!” diye, o sese ce­vap verdi.





Mehmet babasının tekkesindeki sohbetlere katılmak­tan da vazgeçti, Halveti dergâhının sohbetlerine katılma­ya başladı...





Halvetilik; bir bakıma ehlibeyit sevgisinden doğmuş, bu sevginin yoğun olduğu bölgede, Horasan’da meyda­na çıkmıştı. Kurucusu Seyyid Yahya Şirvanî idi. Onun şeyhi Abdullah Siraceddin Ömer’di. Bu zat, halveti çok seviyordu. Ömrü boyunca pek çok kere halvet çıkarmış, bu yüzden ona “Halveti” lakabı verilmişti... Seyyid Yah­ya’nın yolladığı bazı halifeler Anadolu’ya gelmiş, Osmanlı topraklarında Halvetiliği yaymışlardı. Özellikle Osman­lI’nın yükseliş döneminde, birkaç Halveti şeyhi, padişah­ların savaşlarına katılmış, dualarının bereketiyle askere destek olmuşlar, Bayezid, Yavuz, Kanuni gibi sultanlar­la yakınlaşmışlardı.





Mehmet, hemen her gün Koca Derviş’e, Haivetilik hakkında bilgi veriyordu. Aslında Koca Derviş, dinler gö­rünüp onu pek dinlemiyordu. İçinden, “Ben Nakşiyim, ne yapayım Allah’ın Halvetiliğini, bilip de ne olacak!” di­ye geçiriyordu. O gün, Mehmet:





—          Doğrusu Haivetilik görünüşte pek basit; uyman ge­reken üç temel kural var; zikr-i daimî, sıddıkiyet yani doğ­ruluk dürüstlük ve teslimiyet! Ayrıca yapılacak şeyler Al­lah’ın yedi isminden hangisi nefsinde tecelli ettiyse, kelime-i tevhit ile birlikte o isimle zikretmek, kelime-i tevhi­de devam etmek yani... İşte bu kurallara uyan derviş, rü­yaların ışığında nereye ulaştığını anlayabiliyor. Evet, nasıl buldun?





—          Çok güzel, çok güzel!..





—          Derviş Ağa’m sen beni dinlemiyorsun, çok güzel, deyip yasak savıyorsun. Hâlbuki ben senin fikirlerini öğ­renmek istiyorum, tamam mı!





—          Ne yani ben beğenmezsem, Halvetilikten vaz mı geçeceksin abe?..





Mehmet bir düşündü, sonra başını iki yana salladı:





—          Yo hayır, vazgeçmem!





—          Te be öyleyse ne sıkıştınp duruyorsun beni?





Mehmet’in sesi sert ve küstah çıktı:





—          Seni bildim bileli benim bütün heyecanlarımı pay­laştın, şimdi derdin nedir ki paylaşmıyorsun? Hâlâ, bir türlü kabul edemedin Halveti olmamı!





—          Şeyhim dedi ki: “Allah’a giden yollar mahlûkatın ne­fesleri sayısınca çoktur. Yol ehli birbirine tercih edilemez.”





Senin Halvetiliğine bir şey dediğim yok. Baban da söyle­medi biliyorsun, dervişlerden de kimse bir şey söyleme­di. Ama, gel heyecanı paylaş dersen, paylaşamam; çün­kü içimde bir heyecan duymuyorum, olmayan şeyi de nasıl paylaşırım?





Mehmet, daha ziyade sinirlendi. Ona göre ne olursa olsun, kendisine ait bir hoşluk olursa, Koca Derviş bu hoşluğu paylaşmalıydı, aksi hâlde “Derviş Ağa’lığı” nere­de kalıyordu! Sinirlenmekten çok, belki bir hayal kırıklığı idi bu, çünkü göğsünün ortasına bir yumruk yemiş gibiy­di. On yedi yıllık ömründe, Derviş Ağasından dolayı ilk defa oluyordu bu hâl. Yine de bir şey belli etmemeye dik­kat etti; ona gülümsemeye çalıştı. Hayır, yalancıktan gülümseyemezdi o, kasları ona itaat etmezdi...





—          Haydi ben gideyim artık, dedi yavaşça, yerinden kalktı, onun yüzüne bakamadan uzaklaştı, arkasında gönlü kırık bir Derviş Ağa bırakarak. Koca Derviş’in ak­lından: “Sadece kendi duygularını önemsiyor, benimkile­re hiç aldırdığı yok!! diye geçti, “Oysa ben ona öğrettim değil mi, kendinden önce karşındakini düşüneceksin di­ye... Önce ben değil, önce sen diyeceksin diye...”





IV. Murat’ın taviz tanımayan çok sert idaresi; zorbalar­dan başlayarak sigara içenlere kadar uzanan idam karar­ları, koca OsmanlI’nın halkını korkutup sindirmişti. Fakat aynı zamanda ülkeye sulh ve sükûn egemen olmuştu. En basit zabıta olaylarına bile pek rastlanmıyordu.





Ve böylece, 1635’te Mehmet on yedi yaşındayken Hal­veti olmuş, Kâsım, enderundan mezun olarak saraya önemsiz bir kâtip olarak atanmış ve Sultan IV. Murat; Bi­rinci İran Seferine çıkmıştı... Murat Han ordusuyla İstan­bul’dan ayrılırken Sadrazam Tabanıyassı Mehmet Paşa da, padişahı karşılamak üzere, emrindeki kuvvetlerle, Di­yarbakır’dan çıkıp Erzurum’a doğru hareket etmişti... Sultan ağır ağır yol aldı, orduda dehşetli bir düzen, asa­yiş ve mutlak sessizlik hüküm sürüyordu. Geçilen her şe­hir ve kasabada zorbalar, rüşvetçiler, adil karar vermeyen kadılar, bir vezir, bazı beylerbeyleri, halktan kabadayılık taslayanlar yakalandı ve idam edildi.





Haberler, Malatya’ya da geliyor, Koca Derviş gözyaşla­rı içinde Mehmet’e dertleniyordu:





—          Te be biliyorum, memleketimizin huzuru için kıy­dıkları, kıyılması gerekenlerdir. Elbet bilirim de yüreğim dayanmaz, çoluk çocuklarını düşünürüm en çok, n’apayım ağlarım böyle. Acaba hapsetseydi, abe ne dersin kıy­metlim, tümünü hapsetseydi, olmaz mıydı?





—          Olmazdı herhalde Derviş Ağa’m, biz koca sultan­dan daha mı iyi bileceğiz!





—          Doğru, o sultandır; memleketin, halkın düzenin­den, mutluluğundan sorumludur. Bense hakir bir derviş, aklım elbet ki onunki kadar uzununu almıyor. Amma veIakin işte bu yürek. Te be böyle durumlarda kurunun ya­nında yaş da yanar, onlar için de ağlıyorum ben.





—          Unutma, Murat Han, altı yıl devleti uğraştıran, se­nin Abaza Mehmet Paşayı bir kuru azarla geçiştirip Bos­na’ya vali tayin etti, başını almadı. Demek hak hukuk gö­zetiyor. Sıkma canını sen... Hem ben sana mı öğretece­ğim Derviş Ağa’m; her şeyin, her olayın üstünde O Sev­gili, var! Öyleyse O’nun takdiridir bu olaylar.





Koca Derviş, gözyaşlarını hemen sildi:





—          Ben de gittikçe sulugözlü oluyorum. Eskiden bu kadar değildim. İhtiyarlıyor muyum nedir, dedi.





Sultan Murat, dokuz gün Erzurum’da kalıp, temmuz ayında iki yüz bin asker ve yüz otuz ağır topla hareket et­ti ve ayın sonunda Revan muhasarası başladı... On bir gün sonra Revan teslim oldu. Bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın alamadığı Revanın bu kadar çabuk ele geçi­rilmesi, büyük akisler uyandırdı. Revanda cuma namazı­nı, sultanın yakın dostu Şeyhülislam Yahya Efendi kıldırdı. ***





Heyecanı paylaşıp paylaşmama konusunun ardından birkaç gün geçti. O gün Koca Derviş meyve bahçesinde bir şeftali ağacına sırtını dayamış Kuran okurken Mehmet geldi, yanı başına edeple oturdu, okuduğu surenin bit­mesini bekledi. Sonra; ağır ağır konuştu:





—          Senden özür dilemek istiyorum Derviş Ağam, de­di, bir çocukluk yaptım... Senin yanında inanılmaz şıma­rıyorum. Zaten eskiden beri bir Ayşe ablama şımarırdım bir de sana... Ama o yaptığım şımarıklığı da geçti. Nasıl anlatayım bilmem ki, birden sinirleniverince karşındaki­nin kim olduğunu unutuyorum. Sen bana derdin ki, ön­ce sen demesini öğren... Ben de öğrendiğimi sanırdım, görüyorsun öğrenememişim işte. Bana kırgın olduğunu hiç hesaba katmadan, senin duygularını hiç hesaba al­madan, kendi keyfimi düşündüm. Evet büyük haz alıyo­rum Halvetilikten ve hiç düşünmeden... Keşke suratıma iki tokat atsaydın... Biliyor musun, iki üç gündür düşünü­yorum da, galiba benim nefsim çok kuvvetli! Ne olur ba­ğışla, kaç gecedir gözüme uyku girmedi...





—          Kıymetlim, abe kıymetlim sen de çok uzattın ama, dostlar arasında olabilir böyle şeyler. Aslında senin heye­canın, coşkun benim heyecanım ve coşkumdur, bunu böyle bil... Abe neden bilmem pek keyifsizdim o gün. Ve biliyor musun yine nedenini bilmiyorum, sana ders çalış­tırmaya başladığım günden beri, senin hep bir gönül adamı, bir Nakşi dervişi olacağını düşleyip dufdum, ken­dimi inandırdım buna, bu yüzden olmalı... Yoksa abe ben sana hiç kırılmadım ki o gün kırılmış olayım. Haydi artık, unuttuk gitti, tamam mı?





Mehmet onun elini öpüp başına koydu, sonra birbirle­rine sarıldılar sıkıca.





***





İki yıl Mehmet’in keyfi yerinde gitti. Yolunun derslerine sıkıca sarılmıştı, hiçbir sohbet toplantısını kaçırmadı, zi­kir meclislerinde daima bulundu... Müritler arasında şey­hin dikkatini çekecek kadar coşkulu ve aynı zamanda edepliydi. Coşku evet, fakat hiçbir taşkınlığı yoktu.





Sonraki aylarda, büyük bir Allah korkusu sardı içini... Her zaman korkmuştu Allah’tan, ama bu kez başkaydı; son derece rahatsız oluyor, çünkü kazara bir şirke bula­şacak diye ödü kopuyordu. Namazlarını O’nun önünde duruyormuş gibi dikkatli kılmaya özen gösteriyordu. An­cak ne kadar özense de yine her namazda bir iki hata ya­pabiliyor, haydi yeni baştan kılıyordu. Allah, onun için da­ima kızgın ve cezalandırıcı bir Varlık’tı. Korkuyordu.





Şeyhi Hüseyin Efendi, müritlerine, gece yattıktan son­ra, yaşadıkları günü mutlaka gözden geçirmelerini, üze­rinde düşünmelerini ve o gün Mevla’nın emirlerini ve ya­sakladıklarını nasıl uyguladıklarını sorgulamalarını söyle­mişti.





Öyle düşündüğü geceler Mehmet, tedirgin olmaya başladı çünkü, “Bugün O’nu kızdırdım”dan gayri bir hü­küm gelmiyordu aklına... Kendini çok günahkâr ve peri­şan hissediyordu. Oysa Koca Derviş ona, hep O Sevgili’nin rahmetinden, bağlayıcılığından bahis açmıştı... Şimdi ise Mehmet’in kafası adamakıllı karışmıştı. Kalbi suskundu...





Zamanla bu tedirginlik o kadar arttı ki, Mehmet’in Hal­veti olmaktan duyduğu mutluluğu, heyecanı sildi süpür­dü. Bütün dünyası suçlar ve cezalardan oluşmuş gibiydi. Kendini hep suçluyor, öz kalbini kemiriyor, tırtıklıyordu. Bazen de gözüne koyun gibi görünen tekke arkadaşları­nı müritleri, dervişleri suçluyor yine kendi kalbini ısırıp kemiriyordu. Kimseyle konuşamıyor, kimseye derdini açamıyordu. Ancak Kâsım’a sayfalar dolusu mektuplar yazıp, pek de sebep göstermeden duygularından, can sı­kıntısından, tedirginliğinden bahsediyordu. Kâsım, ona şeyhiyle veya Koca Dervişle konuşmasını salık verdi. Mehmet’in, buna cesareti yoktu, Hüseyin Efendi ile gö­rüşmeye edep ederdi. Hem onun o yumuşacık kahve­rengi bakışları önünde: “Efendim ben durmadan günah işliyorum.” demeye nasıl cesaret edebilirdi? Koca Derviş’e açılmayı da kendine yediremiyordu, ya: “Sen yolu­nu o kadar öv, Halveti olmakla o kadar övün, şimdi zora gelince kendi yoldaşlarını arama, bana gel!” derse! Meh­met aylardan beri kendine ettiklerinden öyle yorgun, bezgin ve kafası öyle karışıktı ki, Derviş Ağasının ona as­la böyle bir şey söylemeyeceğini, hatta kafasından bile benzer düşünceler geçirmeyeceğini akıl edemiyordu.





Kendi yoldaşları ile hiç konuşamazdı, çünkü en ufak bir alay yahut kınama karşısında kendisini tutamaz, o müri­di dövebilirdi!





Halveti tekkesine devamı bir buçuk yılı bulmuştu; Mehmet’in yüzünden düşen bin parçaydı!.. Bir gün Koca Derviş ona sordu:





—          Abe kıymetlim, aylardır sana dikkat ediyorum be ya­hu; pek sinirlisin, yüzün de daima asık, ne oluyor kızanım?





Meyve bahçesindeydiler, şeftalileri toplayıp dikkatle dervişlerin alacağı sepetlere yerleştiriyorlardı. Mehmet, elinde şeftaliler, kalakaldı... Bir cevap veremedi, sustu. Koca Derviş üsteledi:





—          Te be senin benden saklın gizlin mi var?.. Yoksa o sa­rışın mavi gözlü kız mı düştü yine aklına. Ben öyle sandım, bekledim ama, artık merak ediyorum abe, ne oluyor?





Mehmet elindeki şeftalileri sepete gelişigüzel bırakıver­di, yere çöktü. Koca Derviş de hemen karşısına oturdu.





—          Kız meselesi değil, bakma sen ona, o benimle hep yaşar da... Galiba da hep yaşayacak, neyse... (içini çek­ti) Derviş Ağa’m, bu sorun, bir başka sorun!





—          Bak kızanım, kişi bir yola düştü mü, başına çok şey gelir. Mürit dediğin, derviş dediğin hâlden hâle geçer, ba­zen de geçemez, birine takılıp kalır. Kötü olan bu; takıl­mak. (durdu, düşündü, sonra hiç o değilden Mehmet’in ağzını aradı) Güzel Allah’ıma sığınırım abe, ama olabilir insan, isyana bile kalkabilir! Yolculuk bu, belli mi olur!





Mehmet’in yüzü birdenbire aydınlandı, dedi ki:





—          Bak ben bunu unutmuşum, doğru ya, insan hâlden hâle geçer... Oysa sohbetlerden bilirim yolcunun hâlden hâle geçtiğini, bazen umutlu, bazen umutsuz ol­duğunu, bazen neşeli, bazen sıkıntılı... Ve daha da deği­şik hâller. Evet öyle ya! Fakat bir öfke bürüdü ki içimi... Bu öfke ile bildiklerimi de unutmuşum.





—          Abe kime karşı bu öfke?





—          Kime olacak kendime tabii.





Koca Derviş rahat bir nefes aldı:





—          Anlat hele, dedi.





—          Bak Yaradan’ın gazabının şiddetli olduğunu biliyo­rum, bundan başladı korku.





—          Allah korkusu vardır elbet, seni sevmeyeceğinden doğan bir korkudur o.





—          Benimki şirke düşmek korkusu olarak başladı, bu yüzden hattâ Peygamber’imize dahi gereken sevgiyi duy­mamaya çalıştım... Sonra namazlarım hep kusurlu; hep tatsız, davranışlarım kırıcı olmaya başladı. Bizim zavallı müritleri koyun gibi görüyor, onlara da kızıyordum. Adam yerine koymuyordum onları da velhasıl. Velhasıl O’nun gazabının korkusu... Kendimi çok suçlu, çok gü­nahkâr hissediyorum.





Derviş Ağa’sı sözünü kesti:





—          Gazabı şiddetli ama rahmeti ondan daha fazla. O Sevgili’nin rahmetini, bağışlayıcılığını, esirgeyiciliğini, biz insanlara yaptığı lütufları neden düşünmüyorsun?





Mehmet son derece saf:





—          Bilmiyorum, dedi, hiç gelmedi aklıma. O kadar korku bürüdü ki beni, bütün yaratılmışlara da kızdım za­man zaman... Bana günah işletiyorlar diye düşündüm.





—          İnsan kendi işler günahını, kimse kimseye günah işletemez. Bak aklıma ne geldi; bir içkici adam vardı, gel­di şeyhime yakındı, arkadaşları onu günaha sokuyorlar, zorla içki içiriyorlarmış, diye... Şeyhim de sordu: “Elleri­ni, ayaklarını bağlıyorlar, zorla ağzını açıp içine içki mi döküyorlar?” “Hayır.” dedi adam, “Israr ediyorlar!” Şey­him de: “Israrda bir zorlama yoktur.” dedi. “Zorla güna­ha sokamaz kimse kimseyi. Israra dayanamayan da şen­sin, günahı işleyen de! Var git abdest al, iki rekât namaz kılıp, tövbe et... Ha eğer hâlâ ısrara dayanamayacaksan, o arkadaşlarını terk et!” Adam kös kös gittikten sonra, şeyhim bana dedi ki: “Aslında bu biçim ısrarlar, Mevla’nın kulu denemesidir, imtihanıdır!” Şimdi anladın mı, sen kendi kendine etmişsin ne etmişsen... Yaradan’ı da iyi ta­nımıyorsun daha...





Mehmet lafın üzerine atladı:





—          Bak işte bir günahım da bu; Allah’ı iyi tanımıyorum!





—          Kim iyi tanımış ki O’nu? Ne kadar bilsen yine de pek çok şeyi bilmiyorsundur. O’nu tam tanımak mümkün de­ğildir. Ayrıca sen niçin yola düştüğünü sanıyorsun? Biraz­cık olsun O Sevgiliyi tanıyabilmek için değil mi? Hem da­ha ilk bebek adımlarındasın, tabii Zatını da, fiillerini de, sı­fatlarını da pek bilemeyeceksin, şaşırıp kalacaksın! Kur’an’da birçok yerde O Sevgilinin rahmetinin, gazabından çok olduğu söylenir. Abe bunları bilmek için yola girme­ne de lüzum yoktur. Kur’an’ı iyi anlayabilirsen zaten pek çok şeyi birden öğrenmiş olacaksın. Abe hiç olmazsa Kur’an’ı kendin anlayacak kadar Arapçan olsaydı.





—          Bir eksiğim de bu; yeterli Arapça bilmemek. Nasıl kızmam kendime!





—          Te be anandan bilgin doğmadın ya, elbet öğrene­ceksin. Şu önümüzdeki günler sana niçin gelecek sanı­yorsun, öğrenmen için! Eksiğin var diye günah mı işledi­ğini düşünüyorsun yoksa? Sen tümden delirmişsin be yahu!





Kıkır kıkır güldü Koca Derviş, sonra dedi ki:





—          Bak kızanım, kıymetlim adamım, söyledim ya in­san yola girince çeşitli hâller yaşar, bazen de senin gibi kendisini yerden yere vurur, olur böyle şeyler. Hâl niçin vardır, geçmek için! Biri gider, diğeri gelir, böyle bilecek­sin. Şimdi, insan kendi küçüklüğünü bilmeli, ama yalnız Allah’ın karşısında. O Sevgili’nin aynı zamanda bizleri, mahlukların en şereflisi olarak yarattığını da unutma. Eh, yaratılmışların en şereflisiysek abe, bizim çalışıp çabala­yıp bu payeye layık olmamız lazımdır. Bu iş kızanım, ken­dine kızmakla, elaleme kızmakla olmaz. Yalnız ve yalnız bilgi ve sevgi ile olur. Abe çok kötü bir yere çökmüş otu­ruyorsun. Kaldır kendini ayağa, silkin, hâlini at üzerin­den, at ki yeni hâller sende yerleşecek boşluk bulsun! Anlatabildim mi derdimi?





—          Anladım Derviş Ağa’m, dedi Mehmet.





***





Bu konuşma o gün Mehmet’e iyi geldi, sonra üzerin­de düşününce büsbütün iyi geldi, kendisini bir hayli top­lamasına yardımcı oldu, yüzüne eskiden olduğu gibi te­bessümler düşürdü.





Malatya’da Arapça öğretecek bir âlim yoktu. Meh­met’in kafasını bir süre, bir yerlere, örneğin Diyarbakır’a falan gidip, ilim tahsil etmek, din ilminin dili Arapça ol­duğu için de, Arapça öğrenmek meşgul etti. Ancak Meh­met, şeyhi Hüseyin Efendiye çok bağlıydı, bir türlü on­dan kopamıyordu. Birkaç ay da böyle “gideyim” “gitme­yeyim” kararsızlığı içinde bocaladı. Bu arada dergâhtaki vazifelerini asla ihmal etmiyor, sohbetleri büyük bir edeple dinliyor, zikirlere yine eskisi gibi coşkuyla katılıyordu. Zikir­lerden sonra kalbinin heyecan ve sevinçle hızlı hızlı çarptı­ğını, ruhunun ise sahibini uçuracak kadar temizlenip ak pak olduğunu duyumsuyordu. Kendini Allah’a yakın bu­luyor, bu duyguları şiir denemelerine aksediyordu. Velha­sıl ilim eksikliğini sık sık hatırlamasa, mavi gözlü sarı kı­zı, içini kazıyıp acıtan bir hasretle düşünmese, tam anla­mıyla mutlu sayılırdı. Sarı kızın acısı böyle gidecek ve ömrü boyu sürecek miydi? Herhâlde, çünkü Mehmet, onun için bir çözüm düşünmüyordu. Ne var ki bu acıdan zevk almaya başlamıştı, bu da onu şaşırtıyordu...





Halveti dergâhına devama başlayalı iki yıl dolmuş, Hü­seyin Efendi, Mehmet’in günlük virdinde değişiklik yap­mış, onu bir kademe yükseltmiş; zikrettiği “La ilahe illal­lah” üzerine Allah esması ilave etmişti. Böylece yedi is­min İkincisini çekmeye başlamıştı.





Ki, şeyhi Hüseyin Efendi, çok ani bir kararla İstanbul yoluna düştü, oraya yerleşecek ve artık İstanbul’da ya­şayacaktı. Yerine bir halifesi; Suratı Asık Ahmet Efendi’yi bırakmıştı. Veda merasiminde Mehmet, Hüseyin Efendi’nin elini öperken, gözyaşları bu ince, zarif, yaşlı elin üzerine aktı. O, herkesin içinde ağlamaktan hiç hoşlanmazdı, ama yaptığı zikirler kalbini bir hayli yumu­şatmış, duygulandığı anlarda, bazen kendisi fark etme­se de, gözyaşları yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Şeyhi onun başını okşadı: “Mehmet oğlum, sen çok ilerleyeceksin, Allah’ın izni ile bu ilerleme hep devam edecek.” dedi. Mehmet, onun yumuşak sıcak bakışları karşısında hep yaptığı gibi gülümsedi, ama bu tebes­süm biraz buruk, biraz küskündü. Mehmet, sırasında ilerledi, yerini arkadaki aldı... Genç adam artık durama­dı tekkede, çıktı.





Hüseyin Efendi ona: “İlerleyeceksin.” demişti. Meh­met içinden sordu ona; “Sensiz nasıl ilerleyebilirim ki Şeyhim, daha şimdiden gönlüm hasretinle böyle kanar­ken?” Herhâlde çok sevdiği Hüseyin Efendi, onu teselli etmek, cesaretlendirmek için öyle konuşmuştu! Öyle ka­rar verdi... Yolda yürürken yine ağladığının farkında de­ğildi. Kendini, kalbine tekme yemiş gibi hissediyordu... “Bu hasretlik fazla geliyor bana.” diye düşündü. “Ben ne yapacağım gayri? Ne yapacağım?” diye defalarca sordu için için... Hem de bir kademe ilerlemişken yolunda... Kendisini terk edilmiş, elinden ekmeği suyu alınmış, ka­ranlıklar içinde bırakılmış gibi hissediyor, kalbindeki tek­menin ağırlığı onu eziyordu. “Niçin gitti, niçin gitti?” Bu sorunun cevabı yoktu. Hüseyin Efendi kısa veda konuş­masında niçinini söylememiş: “İstanbul’a gitmem lazım geliyor.” demişti, o kadar.





Sonradan müritler arasında: “Hüseyin Efendi bir rüya görmüş, kendisine İstanbul bu rüyada emredilmiş.” diye laflar dolaştı. Bu ne kadar doğru idi, Mehmet bunu çöze­medi. Kime sorduysa o, bir başkasından işittiğini söyle­di, kaynak bulunamadı. Asık Suratlı Ahmet Efendi ise: “O lazım geldiğini söyledi, demek ki lazım gelmiş!” dedi, bir daha bu konuya temas etmedi. Mehmet Halvetilik’te rüyaların ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Aksi gibi kendisi pek rüya görmez, kazara görse bile hatırlamazdı. Zaman zaman bu da dert olurdu: “Kuzum ben Peygam­berimiz Efendi’mizi görmek için, ille ölmeyi mi bekleye­ceğim, rüyada göremez miyim?” diye soruyordu mürit arkadaşlarına. Onlar da; “Hazreti Peygamber’i görmenin vakti saati geldiği zaman, hem görürsün hem de rüyayı hatırlarsın, merak etme.” diyorlardı.





Mehmet, Asık Suratlı Ahmet Efendi’den zaten hoşlanmazdı, şimdi büsbütün hoşlanmıyordu; çünkü Hüseyin Efendi’de bulduğu olgunluğu, hoşgörüyü, yumuşak ba­kışları ve bilgiyi halifede görmüyordu; belki görmek iste­miyordu. Yavaş yavaş tekkeye gitmemeye başladı, sonra gitmez oldu. Mamafih virdine devam ediyor ve bu arada ilim öğrenme arzusu daha da şiddetleniyor; “Artık Diyar­bakır’ın zamanı.” diye düşünüyordu.





O günlerde babası hastalandı; felç yoklamıştı sağ ta­rafını, hareket edemiyor, konuşamıyordu. Derin, kara ba­kışlarındaki ışık solmamıştı yalnız. Bu bakışlardan, onun meydanda kalmak istediğini anladılar. Böylelikle hem sohbetleri, hem de zikri dinleyebilecekti, yatağını oraya serdiler... Birkaç gün önce sanki başına gelecekleri bili­yormuş gibi halifesinin ismini söylemişti. Bu ince bir rüzgâr gibi daima Ali Efendiyi takip eden, onunla oturup onunla kalkan, söz sırası geldiğinde derin sohbetler ya­pan fakat konuşmaktansa susmayı, düşünmeyi tercih eden Sabri Efendi idi. Mehmet çocukken, onun, uzun uzun cümlelerle söylediklerini pek anlayamaz, yanına da fazla yaklaşmaz, uzaktan uzağa severdi onu.





Ali Efendi’nin hizmetini Koca Derviş ve oğulları görü­yordu. Hatice Hanım, sabah namazından sonra iniyordu hastanın yanına, beyaz başörtüsü, nurlu yüzüyle, bir göl­ge gibi kocasının ayak ucunda Kuran okuyordu.





Mehmet’in Diyarbakır sevdası yine küllenmişti; çelişki­li düşünceler içindeydi. Bir taraftan babasının rahatsızlı­ğına çok üzülüyor, diğer taraftan on dokuz yıllık ömrü boyunca babası ile hiç yakın olmadıklarını düşünüyordu; bu haksızlıkmış gibi geliyordu ona. İçin için öfkeleniyor­du Ali Efendiye. Bu düşüncelerini Koca Dervişe hiç aç­madı, ama o her zaman olduğu gibi Mehmet’in tedirgin­liğini fark etti, bir vesileyle şeyhinin ne kadar büyük oldu­ğunu anlatırken: “Hiçbir şey yapmamış olsa bile,” dedi, “abe seni bana emanet etmesi ne büyük bir incelikti, na­sıl ince bir düşünceydi! Düşünsene seni anlayamayacak, arkadaşın olamayacak birine değil, bana! Çevresinde adam çoktu velakin senin gibi bir vahşi atı uslandıracak, edebe sokacak bir ben vardım. O seninle benim yaptı­ğım gibi meşgul olamazdı abe, çünkü bir şeyhti; kendi­sini halkın, dolayısıyla Allah’ın hizmetine adamıştı. Başka bir şey gelemezdi elinden; en sevdiği oğlunu, çok sevdi­ği müridine emanet etti. Senin üstünden ellerini çekti mi? Çekmedi abe... Ah canım şeyhim efendim, hemen her hafta benimle özel konuşur, benim vasıtamla senin derslerini, güreşlerini hatta günlük sıkıntı ve sevinçlerini öğrenirdi. Bazen de şöyle şöyle yap, diye bana emirler verir, te be yol gösterirdi. Şimdi böyle oldu işte, Allah’ın bir hikmeti. Biliyor musun, hastalıklar da O’nun imtihan­larıdır. Bütün bunları adamım, iyi biliyorum da, yine abe yine onun bu hâline içim yanıyor, çok yanıyor.” demişti. Koca Derviş ağlamaya başladı. Mehmet susuyordu, “Ba­bam benimle ilgileniyormuş, bir müridine teslim edip, başından attığı oğlu değilmişim beni seviyormuş!” diye düşündü, içine bir sıcaklık yayıldı, göz pınarları doldu ve Mehmet yine ağladığını fark etmedi.





Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi, altı ay sonra ramazan ayının ilk perşembe günü, sabah ezan okunurken vefat etti.





Hatice Hanım, Sabri Efendiye: “Başında yedi hatim indirdim, dualarınızı ona hediye edip yollarken, yedi hat­mimi de söyleyin.” dedi.





Ahmet katıla katıla, Koca Derviş başını göğsüne göm­müş sessizce ağlıyordu. Babasının yataktaki son hizmet­lerini Mehmet yaptı. “Oğlu yapsın, onun hakkıdır.” diye Sabri Efendi, kenarda durmuştu.





***





Her şey bitip eski düzen kurulunca Mehmet, artık Di­yarbakır’a gitmek istediğini Derviş Ağa’sına söyledi. Onu her zamanki gibi meyve bahçesinde buldu. Ali Efendi gi­deli, Derviş Ağa’sı buraya daha çok gelir olmuştu. Canı­nın içi şeyhinin büyük emeği vardı bu bahçede, her bir fi­danı kendi elleriyle dikmişti. “Evlatlar bol. bol meyve ye­sinler istiyorum Halil Derviş,” derdi, “hem bir ağaç bir can demektir ve bu can, dikilip gelişmek ister. Tıpkı siz benim evlatlarım gibi, onlara da özenle bakmak, esirge­mek, yetiştirip gelişmelerini sağlamak gerekir.”





Hemen bütün ağaçlar çiçeğe durmuştu. Evrenin bü­tün güzelliği, burada beyaz, pembe çiçeklere bürünmüş­tü. Koca Derviş dikkat etti, çiçekleri her zaman büyük bir hayranlıkla seyreden Mehmet, bu kez başını çevirmiş bir kere dahi bakmamıştı. “Hayırdır inşallah!” diye düşündü içinden, sonra cevap verdi:





—          Böyle diyeceğin günü, korkarak bekliyordum!





—          Neden korkarak?





—          Nefsimden tabii, nefsim seni yanımdan ayırmayı hiç istemez. Oysa gitmenin, ilim tahsilinin sana çok ha­yırlı geleceğini, faydalı olacağını biliyorum. Çünkü artık burada kafese konmuş bir aslan gibisin, sanki her an kükremeye hazırsın! Bari çevrendeki demir çubukları parçala da git!





—          Dergâhı da bıraktım biliyorsun, büsbütün her şey­den eksik kaldım. Kendimi pek cahil, işe yaramaz hisse­diyorum. Bir de annem beni evlendirmek hevesine kapıl­maz mı!





Bu konu pek hoşuna gitti Derviş Ağasının, kıkır kıkır güldü:





—          Evleniver abe! Ana kalbi girilir mı?





—          Hiç niyetim yok Derviş Ağa’m. Bunu kendisine de söyledim. Biraz sert konuştum galiba, ağladı, ben de üzüldüm sonra.





—          Ah senin bu sert konuşmaların! Ah ne edeyim ben!





—          Kendimi bağışlatırım, merak etme... Ancak sanırım gideceğimi söyleyince de ağlayacak. Bak o zaman yapa­cağım bir şey yok; çünkü artık daha fazla kalamam bu­rada, gerçekten boğazım sıkılıyormuş gibi geliyor... Bili­yor musun, yalnız ilim değil benim derdim, aynı zaman­da Hakikat bilgisi. Bunun için sufileri de tanımak istiyo­rum, mümkün olduğu kadar çok sufı... (omuzlarını silk­ti) İşte böyle şeyler düşünüyorum.





—          İkisinden de, zahirinden de bâtınından da vazgeç­mek istemiyorsun /değil mi?





—          Hayır, çünkü bu iki ilim birbirini tamamlıyor. Bâtını­na mânâ ilmi, zahirine ne diyelim, eh bir bakıma madde ilmi, bu dünya ile ilgili çünkü; mantık, kelam, tefsir oku­mak, Arapça öğrenmek istiyorum! Neyse Derviş Ağa’m, ben seni, senin beni aradığından daha çok arayacağım, bunu bil, giderken kimleri kurban ediyorum bilmiyorum, seni mi annemi mi yoksa kendimi mi? Ama inşallah dö­nüşte...





—          Sus, sus. Tutamayacağın sözler verme abe! O Sev­gili, gideni geri döndürmez pek. Önüne öyle cazip şeyler koyar ki, sen şudur budur derken. Neyse neyse, acıklı konuşmayalım kıymetlim, adamım. Şimdi kendime iş edineyim, sana Diyarbakır’da gerçek bilgin bir hoca ara­maya çıkayım. İyi olanın ünü buralara kadar gelmiştir çünkü... Bir sorup soruşturalım bakalım.





—          İyi olur Derviş Ağa’m... Mehmet ayağa kalkıp git­meye davranırken ha, dedi Kâsım’dan mektup var, sulta­nın sefere çıktığını yazıyor.





Koca Derviş heyecanlandı:





—          Aman çıkmış mı? Şükür, şükür! Hazırlandığını işitmiştim, abe Safevîlerin Revan’ı geri almaları üzerine, bu kez Bağdat’ı fethetmek için yemin etmişti!





—          Sen de maşallah, sarayın içinde neler olup bitiyor, saraylılardan iyi biliyorsun!





—          Abe tek kaynağım Kâsım değil, abe oku bakayım.





Mehmet koynundan buruşmuş bir kâğıt çıkardı:





—          Valla işte selam kelam, sonra diyor ki: “Sultan ya­nına yine Şeyhülislam Yahya Efendi’yi aldı. Ona saygısı çok fazla, belki de koca IV. Murat’ın yegâne saygı göster­diği kişi, ona ‘baba’ diye hitap ediyor zaten. Yine önce Konya’ya gidiyor, Hazreti Mevlana’nın huzuruna. Kendisi zaten Mevlevi’dir. Bu arada söyleyeyim; koca sarayda ben ve birkaç arkadaştan başka tarikata girmemiş kişi yok, hanım sultanlar bile bağlı. Artık bana bağsız mı de­mek gerek, yoksa yolsuz mu? Şaka ediyorum, alınma­yın... Diyorlar ki; İstanbul-Bağdat yolu, yüz on konağa ayrılmış ve her konakta ordu ikmal merkezleri kurulmuş.





Ee Bağdat’ın fethi, aslanın ağzından en tatlı lokmasını al­mak gibi bir şey... Birecik’te Sadrazam Damat Bayram Paşanın ordusuyla birleşeceklermiş. Buradakilerin hesa­bına göre birleşik ordu, kış başlarına doğru Bağdat kapı­sına dayanırmış. Hemen Allah, sultanımızı, ordumuzu başarılı kılsın, âmin.”





Bundan sonra da, dedi Mehmet, sesinde hiçbir duygu ifadesi olmadan, kız kardeşini evlendirmişler, onu, düğü­nü falan anlatıyor, istersen al sen oku.





Koca Derviş, kendisine uzatılan buruşmuş kâğıdı eli­nin tersiyle itti, sonra Mehmet’in gözlerine bakıp bu göz­lerdeki parlak karanlıkta gördüğü acıdan ürktü:





—          Sen nasılsın? dedi.





—          İyiyim, demin de söyledim, annemi terslemekten başka bir şey yapmadım.





Sonra hemen arkasını döndü, hızlı hızlı yürüyüp gitti; şaşkın, üzgün, bu konuda elinden hiçbir şey gelemeye­ceği için perişan bir Derviş Ağa bırakarak arkasında.





“Zaten,” diyordu Mehmet yürürken, “bir gün böyle bir haber alacağını biliyordun. Şimdi bu üzüntü, bu kırılma, bu öfke neden? O ki, Allah’ın takdiridir bu... Ne umuyor­dun, Kâsım, sana yazıp, ‘Gel kız kardeşimi al.’ mı diye­cekti. O kız seni hatırlamaz bile. Sen nesin ki onun için? Çocuk ağabeysinin yanında bir çocuk. İki laf bile etmez­di seninle! Belki de tiksinirdi senden. O, beyaz elbiseli, pembe, mavi elbiseli bir melekti, o kadar. Sense bir insan; yeryüzünde fesat çıkaran kan döken insan! Kuran böyle anlatmaz mı meleklerin insanlar hakkında düşündükleri­ni. Haydi Mehmet, delirme... Melek falan değil basbayağı bir kızdı o! Yoksa hiç evlenir miydi? Hem de Kâsım’ın sa­raydaki kâtip arkadaşlarından biriymiş!.. Ne arkadaş ki, kız kardeşinde gözü var.” Mehmet, meyve bahçesinden çıkmıştı, sokakta yürümeye başladı. Son düşündüğüne kendisi güldü: “Öyle bir arkadaşın daha vardı Kâsım, kız kardeşinde gözü olan. Demek ille Kâsım’ın arkadaşı ola­caktı! Güzel Allah’ım Sen’in takdirin, biliyorum... Ama bu içimdeki ıstırap ne böyle? Kâsım’ın bu arkadaşının kaderi ille yanmak mı olacak? Neden senin aşkından yanmıyorum da, sarı saçlı kız için yanıyorum, neden? Kızken de yan dostum, evlenince de yan! Senin kaderin­dir yanmak! Fakat ben yalnız O’nun aşkından yananlara özeniyorum. Bu kadar, bu kadar, bu kadar! Evli bir kadı­nı da düşünecek hâlim yok ya! Düşünmeyeceğim, o böyle karşımda salınıp dolaşmasa... O böyle lacivert göz­lerini açıp hayretle bakmasa... O her zaman yanımda ol­masa... Uyuduğumda... Uyandığımda, güldüğümde, söylediğimde... Gördüğüm konuştuğum herkesin yü­zünde! O böyle yanımda olmasa her zaman... On seki­zinde bir kız, sarı saçlı, lacivert gözlü!..”





Mehmet, saatlerce yürüyüp akşam eve döndükten sonra, Melekşan için yazıp da yırtmaya kıyamayıp bir ta­rafa ayırdığı şiirlerinin hepsini mutfaktaki ocağa götürüp yaktı. Öyle seyretti alevleri. Bu gördükleri, onun kalbin­deki alevler yanında ne kadar soluktu!





3





Mehmet’e, Murat Han’ın Bağdat’ı aldığı haberi, Diyar­bakır’a giderken yolda konakladıkları bir handa ulaştı. Aksi yöne giden bir kervanın yolcusu söylemişti. Bu ka­dar sevineceğini söyleseler inanmazdı, ama sevindi. Ne de olsa Bağdat da kutsal bir şehirdi. Şimdi Derviş Ağa’sının yanında olup sevinçleri paylaşmanın tam zamanıydı! Yola çıkalı kaç gün olmuştu ki onu böyle özlemişti? Bur­nunda tütüyordu Koca Derviş.





—          Muhasara otuz dokuz gün sürmüş. Çok değil am­ma velakin çok kanlı bir savaş olmuş. Sadrazam bile al­nından kurşun yemiş kale önünde, düşüvermiş. Beş bin şehit vermişiz, on bin de yaralı asker varmış. Karşı tarafın ölülerini ise ikiye, üçe katlamak lazımmış, her taraf ceset doluymuş, Dicle’ye atıvermişler. Nereye gömecek­sin onca adamı? diyordu adam.





Hancı:





—          Peki sen, sen nerden öğrendin bütün bunları? diye sordu.





—          Bizzat İstanbul’a haber götüren ulaktan işitmiş bir arkadaşımdan, dedi öbürü, anlattı. Adam Diyarbakır’a yakın bir yerde konakta at değiştirirken konuşmuşlar. Şimdi hesapça, biz haberi İstanbul’dan daha önce öğ­rendik. Görüyor musun şu Allah’ın işini? İstanbul’dan ön­ce dağ başında bir handa!





Hancı, ortada dolaşan delikanlıya:





—          Oğlum, diye seslendi, benden herkese ikram ol­sun, bir maşrapa ayran dağıt. Koca Murat’ın, Bağdat Fa­tihi Murat Han’ın şanı için olsun.





Adam:





Daha haberler bitmedi, dedi, Murat Han, Diyarba­kır’a gidiyormuş, niyeti kışı orada geçirmekmiş. Bahar için başka düşünceleri varmış. Ne mutlu ki sizler Diyar­bakır’a gidiyorsunuz, belki onu görmeniz de nasip olur.





Herkes heyecanlandı ve o akşam, bir Murat Han hikâyeleri furyasıdır gitti. Mehmet’ten başka hepsinin an­latacağı bir şey vardı sultan hakkında. Onu çok övüyor­lar, cennetmekân Yavuz Sultan Selim’le mukayese edi­yorlardı. Bir kısmına göre, Sultan IV. Murat, Yavuz’dan üstündü; çünkü o iktidara geçtiği zaman hazine tamta­kır, ülke anarşi içindeydi. Cennetmekân öyle mi ya! O, ekonomisi tıkır tıkır işleyen, huzurlu, her şeyi tam bir memleketin başına gelmişti! Lafları uzadı uzadı, ocakta­ki odunlar küllenmeye, odanın havası soğumaya başla­dı; dışarıda kar serpiştiriyordu. Aralarındaki gençlerden biri olmasına rağmen Mehmet ayağa kalktı: “Haydi efen­diler,” dedi, “sohbet pek güzel de, uyku vakti geldi! Sa­bah namazından sonra yola vuracağız yine.” kervanbaşı ona hak verdi, hep beraber kalktılar.





Sabah dondurucu soğuk vardı, fakat insanların yürek­leri o kadar rahat ve güvenliydi ki, kar altında yolculuk daha kolay geldi. Bu güven ve rahatla birkaç gün daha gidip Diyarbakır’a ulaştılar. Ne büyük bir şehirdi bu Di­yarbakır!.. Malatya’nın üç dört misli geldi Mehmet’e, kervanbaşına ucuz ve temiz bir han aradığını söyledi. Ker­vanbaşı onu, kervandan birkaç adamla, “Pazarcılar Hanı’na yolladı.





Mehmet’in elindeki adresten, Feyzullah Efendi’nin Di­yarbakır’ın kale içi mahallelerinden, Hoca Tahir Mahalle­si, Tahir Efendi Sokağındaki yeşile boyalı evini bulması güç olmadı. Evi bulmuştu bulmasına ama, kapıyı çal­makta bir hayli tereddüt etti. Çok heyecanlıydı, yirmi, yirmi bir yıllık hayatında bir dönüm noktası olacaktı bu kapının açılması. Birkaç dakika, “Acaba ters yüz geri dönsem mi?” diye düşündü. Derviş Ağası memnun olur muydu?





Hayır olmazdı, çünkü o da istiyordu Mehmet’in iyi bir öğrenim görmesini ve Malatya’daki bütün yetkili kişiler, ona işte bu yeşil kapıyı işaret etmişlerdi. İçinden bismil­lah çekti, O Sevgiliye sığındı ve çaldı kapıyı. Bir delikan­lı açtı, soran gözlerle Mehmet’e baktı.





Mehmet:





—          Feyzullah Efendiyi görmeye geldim, dedi.





Delikanlı sordu:





—          Ne yapacaksın Feyzullah Efendi’yi?





Mehmet şaşırdı; babasının tekkesinin de, Halveti tek­kesinin de kapıları her zaman, herkese açıktı. Şimdi bu soru ne demek oluyordu? Heyecanı geçip öfkelenmeye başladığını hissetti, fakat aynı anda fark etti ki burası bir manevi ilim tekkesi değil, zahir ilim öğreneceği evdir. Bu­nun üzerine sabırlı konuştu:





—          Malatya’dan geldim, kendisinden ders almak istiyo­rum da.





—          Öyle her önüne gelen, her dakika göremez Feyzul­lah Efendi’yi. Bugün git, yarın öğle namazından sonra gel.





Ve kapıyı, çat diye Mehmet’in yüzüne kapadı.





Mehmet, bir süre kapıda kalakaldı, sonra öfke ile dön­dü, yürüdü. “Bu adam mı bana ders verecek?” diye dü­şünüyordu. “En iyisi ben bir başka hoca arayayım. Kime soracağım ki? Hay Tanrı’m bu ne hâldir başıma gelen? Acaba demin düşündüğüm gibi dönsem mi Malat­ya’ya?” Hayır artık dönemezdi Mehmet, mademki gelen misafire böyle davranılıyor, o da inat edip şu Zümrüdüanka kuşunu görecekti, olmazsa oğlanı iter girerdi içeri! Bu kararla biraz ferahladı ve karnının açlığını hissetti. Doğrusu bu ya kendisine bir kâse çorba ikram edecekle­rini ummuştu amma...





Tekkelerde âdetti, uzak yoldan gelen yolcuya hemen çorba sunulurdu.





Ertesi günü, öğlen namazını Hoca Tahir Mahallesi’nde bir camide kılar kılmaz doğru evin yolunu tuttu. Yeşil ka­pıyı yine çaldı, başka bir delikanlı açtı bu kez kapıyı. O da soran gözlerle Mehmet’e baktı. Mehmet izah etti:





—          Bir dakika, dedi delikanlı, gidip kendisine sorayım, seni kabul edecekse gelirsin.





Kapı yine Mehmet’in yüzüne kapandı. Açıldığı zaman delikanlı:





—          Şimdi çok meşgulmüş, yarın ikindi namazından sonra geleceksin, dedi.





“Bu da Allah’ın bir sınavı olmalı, başka türlüsü düşü­nülemez.” diye geçti Mehmet’in aklından. Bir gün önce­ki kadar öfkelenmedi. Kırk kere de döndürseler kapıdan, o, mutlak içeri girecek ve adamı görecekti! Küçükken annesi ona: “Kara inadın tuttu yine!” diye kızardı, asıl şimdi tutmuştu kara inadı!





üçüncü gün de, ertesi gün için, ikindi sonrası, dendi.





Dördüncü gün kapı açıldı ve bu sefer Feyzullah Efen­di’nin kendisiydi kapıyı açan. Beyaz saçlı, beyaz sakallı, cin gibi fıldır fıldır gözlü bir adamdı... Gülerek:





—          Gel bakalım ilim öğrenmekte inat eden dostum, gel bakalım, dedi.





Adam önde, Mehmet arkada yürüdüler. Duvar kenar­ları çepeçevre üzeri halı kaplı sedirli, perdeleri dantelli be­yaz keten, genişçe, aydınlık bir odaya geldiler. Odanın ortasında büyük bir pirinç mangalın içinde tepeleme ateş vardı. Mehmet’in tahminine göre bu bir zengin eviy­di! Kendisini biraz rahatsız hissetti. Duvarlarda güzel hat tabloları asılıydı. Mehmet, Kâsım’ı özledi. Adam onu bu­yur ettikten sonra kendisi de oturdu. Mehmet’in yüzüne bakıp gevrek gevrek güldü:





—          Ben, dedi, öğrencinin inatçısını severim. İnatçı ola­cak ki öğrenecek. Onun için bana gelen öğrencileri ön­ce bir sabır ve inat sınavına sokarım. Seninki fazla uzun sürmedi. Bu kapıya altı kere gelip altı kere bu kapıdan dönen de var. Yarın bir haftalığına köye gidecek olma­sam, senin sınav da daha uzun sürerdi, ama kısmetin bu kadarmış. Söyle bana daha uzununa dayanabilir miydin?





Mehmet, kendinden pek emin:





—          Kırk gün de geri çevrilsem, kırk birinci gün yine gelmeye karar vermiştim, dedi.





—          Hımm, pekâlâ, şimdiye kadar ne öğrendin, benden ne öğrenmek istiyorsun?





—          Dört yaş dört ay dört günlükken okumaya başla­dım, sıbyan okuluna gidinceye kadar Kuranı hıfzetmiştim. İki yılda mezun oldum okuldan. Sonra işte, tasavvufi sohbetleri izledim, dinledim. Babam Nakşi Şeyhi idi, ben Halvetiyim Allah kabul ederse.





—          Demek tasavvufi sohbetler!.. Demek Nakşi bir şey­hin oğlu, kendisi de Halveti! diye tekrar etti adam. Bir sü­re Mehmet’i baştan ayağa süzerek düşündü, beyaz saka­lını sıvazladı. Gülen yüzü gülmez olmuştu. Sonra ani bir kahkaha attı. Böyle birisine ilk defa ders vereceğim. Bak önce seni reddetmeyi düşündüm, ama doğrusu bana bu kadar ters birine ders vermek de bir tecrübe, bir eğlence olabilir.





—          Anlayamadım efendim?





—          Kadızadeler diye bililerinden bahsedildiğini işitme­din mi?





—          Evet, şu tarikatlara, sesli zikre ve devrana karşı olan­lar! Onlardan yoktu Malatya’da, bir Derviş Ağa’m vardır, İstanbul’dan işitmiş, böylece biraz bahsetmişti. Galiba Birgivi diye bir zatın, “Tarikat-ı Muhammediye” isimli kita­bını esas almışlar. Fazla bir bilgim yok haklarında.





—          Küçük Kadızade Balıkesirli Mehmet Efendi’yi tanı­yor muydu o Derviş Ağa’n?





—          Sanmıyorum, yoksa bana da söylerdi.





Feyzullah Efendi birden coştu, sesini yükseltti:





—          Hareketin başındaki adamı nasıl tanımaz? Koskoca Ayasofya’nın vaizini, Sultanımız Murat Han’ı destekleyip tütünün haram olduğuna dair fetva veren koca vaizi na­sıl tanımaz?!





Mehmet cevap vermedi, Feyzullah Efendi devam etti:





—          Kısaca söyleyeyim, Kadızadeler, halka tasavvuf eh­linden kaçmayı söylerler, çünkü onları imansız kabul ederler.





Mehmet elinde olmadan konuşuverdi:





—          Tövbe tövbe, dedi.





—          Böyle inandıkları için de onları alaya alırlar, bazen de dövüşürler.





O an Mehmet böyle bir Kadızadeliyi tanımayı, onunla kavga etmeyi ve onu dövmeyi gönülden arzuladı. Adam­sa eski keyifli hâline dönmüştü.





—          Peki sen, dedi, sen Sivasî Efendi’yi yani meşhur mutasavvıf Abdülmecit Efendi’yi de tanımıyor musun?





—          Hayır.





—          Sen de bu konuda pek cahilmişsin, Sivasî Efendi, Küçük Kadızade ile tartışan adamdır! Bakma söyledikle­ri şeriata aykırıdır, ama güzel bir üslupla söylemeyi bili­yor, o kadar! “Peki hoca, sen de Kadızadeli misin?” diye soracak olursan, hayır değilim, tartışmalara pek katıl­mam, yalnız onlara hak verir ve tasavvuf erbabından hoş­lanmam! Fakat seni öğrenci olarak alacağım, eğer sen tabii beni hâlâ hoca olarak istiyorsan?





Mehmet, olumlu anlamda başını salladı. Feyzullah Efendi:





—          Paran var mı, bana ne kadar ödemeyi düşünüyor­sun?





—          Çok param yok, handa kalmak da ayrıca masraf ta­bii. Siz ne kadar istiyorsunuz?





Mehmet, adamın açık sorusuna açık cevap vermişti ama biraz utanmıştı. O, hocaların, Allah rızası için öğren­ci yetiştirdiklerini sanıyordu, tıpkı şeyhlerin müritlerden bir şey kabul etmemeleri gibi. “Zahir ilme açılırken, da­ha şimdiden, hiç aklıma gelmeyen şeyler başıma geli­yor! Ee madde dünyası bu!” diye düşündü... Adam yine onu süzmeye başladı, o kadar uzun süzdü ki, Mehmet rahatsız oldu, oturduğu yerde kıpırdandı. Feyzullah Efen­di nihayet konuştu:





—          Bizde, orta ayak işlerine bakan bir oğlumuz vardı, geçenlerde evlenmek için köyüne döndü. Eğer onun iş­lerini üstlenmeyi sen kabul edersen hem bu evde aşağı­daki bodrum odasında kalır, ha bir tarafında odunlar yı­ğılıdır, ama ziyanı yok, evet hem karnını doyurur, hem de bedava ders alırsın.





“Ah benim canımın içi Derviş Ağa’m, şimdi sen olsan ne dersin bu adama?” Mehmet, onun ne cevap verece­ğini düşünemedi, ama kendisi kabul etti.





—          İyi, dedi Feyzullah Efendi, oğullarım sana yapaca­ğın işleri gösterirler. Kadınları göremezsin, ama ezkaza görürsen, onlara bakmak yok, başını önüne eğip bekle­yeceksin, ta ki senin yanından uzaklaşsınlar. Ben yarın köye gidiyorum, bir hafta kalacağım. Sen dur bakayım, evet, bir hafta sonra bugün, sabah namazından sonra gel. Unutmazsın artık Hoca Tahir Mahallesi, Tahir Efendi Sokağı... Kim bu Tahir Efendi biliyor musun, benim ba­bam! Çok büyük bir hocaydı, Hüsreviye Medresesinde ders veriyordu, bütün Diyarbakır’da parmakla gösterilir­di. Neyse, bu ev de ondan kalmadır.





Feyzullah Efendi konuşmaları bitmişçesine ayağa kalktı:





—          Ha, dedi, ne öğrenmek istediğini söylemedin, ama hele bir hafta sonra gel, görüşürüz. Merak etme, bu se­fer, bu sefer sınav mınav yok, doğru eve gireceksin.





Bu zoraki tatilde Mehmet, Diyarbakır’ı gezdi. Camisi ile beraber Hüsreviye Medresesi’ni gördü. Gümüşçüler Çarşısına geçti. Gerçekten güzel tel tel işlenmiş süs eş­yaları arasından, ablaları için birer bilezik beğendi, fakat nasıl göndereceğini bilemediğinden almaktan vazgeçti. Gümüş bileziklerin fiyatı zaten Mehmet’in küçük bütçesi için fazlaydı. Kılıç, bıçak, hançerci dükkânlarını dolaştı; orada da gözü bir hançere takıldı, ama kim için alacak­tı ki? ünlü üç katlı, kâgir, Hasan Paşa Hanını gördü.





Kendi kaldığı küçücük hanla mukayese edilemeyecek ka­dar büyük ve gösterişliydi. Bir kahvede tanıdığı ve ahbap olduğu birkaç genç adam Diyarbakır’ı övdüler. Burada yetişen kavunlar, olduğu gibi doğru saraya, Türkmen koyunları da İstanbul’a gönderiliyordu, öyle lezzetliydiler. Ayrıca şehrin nefis dokumalarıyla övündüler. Hamamları­nın da meşhur olduğunu öğrendi Mehmet, üzerinden yo­lun kirini atmak için hemen gidip, bir güzel yıkandı...





***





Bir hafta sonra Mehmet, Feyzullah Efendinin söyledi­ği gibi doğru eve girdi. Onu oğlanlar karşılamışlardı. Mehmet’i oturtup yapacağı işleri saydılar; evvela selamlı­ğın her türlü düzeninden ve temizliğinden o sorumluydu. Ayrıca, selamlığa gelen bütün misafirlere ikramı da o ya­pacaktı. Her gün sabah namazından önce, evin bütün mangallarını yakacaktı. Boş kaldığı zamanlarda Aşçı Hüsam’a yardım edecekti. Ayda bir kere hocanın kütüpha­nesindeki bütün kitaplar inecek, tozları alınacak, sonra sırasını bozmadan raflara yerleştirilecekti. Çalışma odası­nı gösterdiler, iki duvar kitaplarla kaplıydı. Haftada bir ke­re de bütün evin merdivenleri tahta fırçası ile fırçalanacaktı.





—          O gün hanımların evde bulunmadığı gündür. Yalnız öğle namazı ile ikindi namazı arası bu işin bitmesi lazım. Şimdi, söyle aç mısın?





—          Evet.





—          Öyleyse gel mutfağa gidelim, orada Aşçı Hüsam’la beraber yiyeceksin bütün öğünleri.





Çocuklar, o ilk karşılaşmalarında olduğu gibi kaba de­ğillerdi, fakat dost da görünmüyorlardı. Aralarında soğuk bir efendi, uşak ilgisi kuruluvermişti.





***





Mehmet ev işi yapmanın ne demek olduğunu hiç bil­mediği için bütün söylenenleri yapıvereceğini sanmıştı. İşe başlayınca zorluk baş gösterdi. Geceleri soğuk bod­rumdaki yatağına yatınca her tarafının sızladığını fark ediyordu. Oysa bünyesi kuvvetliydi, bir pehlivandı o!..





 “Yapa yapa alışırım elbet.” diye düşündü. Kendisini bir uşak olarak görmüyordu, o sadece aldığı derslerin ücre­tini ödemeye çalışan bir garip öğrenciydi! Kendisini öyle hissediyordu. Çünkü geldiğinin üçüncü günü başlayan derslerinden ziyadesiyle memnundu. Öğrenmeyi, daha çok öğrenmeyi, âdeta adamın beynini sağmayı istiyordu. Kelam, mantık, tefsir ve Arapça demiş, Feyzullah Efendi de çok şaşırmıştı: “Hepsi birden bir arada olur mu, kafan alır mı?” diye sormuştu. Mehmet, kendine güvenli; ol­durmaya çalışacağını söylemişti. “İş ki siz bütün bunları bana öğretmeyi kabul edin.”





Feyzullah Efendi ile pek su yüzüne çıkmayan gizli bir çekişme içindeydiler. Öğrenci öğrenmek için aklını çalıştınp çalışıp çabalarken, hoca sanki, her gün, bir gün ön­cekinden daha zor meseleleri Mehmet’in önüne atıyor­du. Mehmet kafaca ve bedenen yorgundu, gönlü hoştu yalnız, çünkü her akşam, odasındaki idare kandili ışığın­da, gelirken Derviş Ağa’sının ona hediye ettiği Yunus di­vanından bir şeyler okumayı ve sonra şiir düşünmeyi âdet edinmişti. Tamamiyle Yunus Emre’nin tarzında bazı şiirler de karalıyor, sonra yırtıyordu. Malatya’yı, meyve bahçesini, Derviş Ağa’smı ve annesini çok özlemişti. Ba­zen şiiri bırakıyor, onları yanı başında farz ederek uykuya dalıyordu. Sıcak uykulardı bunlar, fakat hâlâ rüya görmü­yordu.





Evde kalmaya başladıktan hemen sonra, hem Derviş Ağasına hem de Kâsım’a birer mektup yazarak durumu­nu anlatmıştı... Daha onlardan cevap gelmemişti.





Cuma namazından akşam namazına kadar, haftada bir gün birkaç saatlik izni vardı. Hocası onu şehri gezsin diye bırakıyor, Mehmet de öyle yapıyordu. Bir gün, içersinden ilahi sesleri gelen bir tekke gözüne çarptı. Duraladı, girip girmemekte kararsız kaldı, bir süre sonra girdi. Halveti dergâhı idi, devran ve zikir vardı. Mehmet, ziyaretçiler ara­sına nasıl çöktüğünü bilemedi. Kendi dergâhı, kendi ka­tıldığı devranlar, dinlediği ilahiler hepsi gönlünü doldur­du; taşırdı bu gönlü, sessizce ağlamaya başladı. Bir taraf­tan da buraya geleli, yapmayı bıraktığı virdindeydi aklı, utanıyordu... Birkaç saatlik iznini bu tekkede geçirdi, sonra koşa koşa eve döndü. Genellikle bu izin saatlerin­de nereleri gezdiğini sorardı Feyzullah Efendi; onun salık verdiği camilere falan gidip gitmediğini merak ederdi. Bu kez sormadı.





Mehmet cuma günleri, muntazam devam etmeye başladı tekkeye. Kendini burada bir kaçak gibi görüyor­du, vicdan azabı çekiyordu, fakat gitmemek de elinde değildi. Bazen devran olmaz, Şeyh Abdülkerim Efendi, sohbet yapardı. Genellikle dünyanın geçiciliği, kirliliği, yalancılığı üzerinde durur, ona bağlananın sonunun çok kötü olacağını söylerdi. Dünya, içinde devamlı sınavlara tabi olduğumuz bir tür zindandı... Ona ilgi duyanın, ilgi­sini büsbütün artırırdı, sonunda o kişi dünyaya bağlanır, ondan kopamaz olur ve böylece kendi cehennemini ha­zırlardı.





Abdülkerim Efendi, bu fikirleri daima uzun uzun cüm­lelerle ve pek karışık anlatıyordu. Her konuşmasında da, bu dünya konusuna birkaç kere temas ediyordu. Bir gün Mehmet, içinden “Ben bu dünyayı, herkesin anlayacağı şekilde ondan daha basit anlatırım.” diye karar verdi. Ak­şamına defterine birkaç beyit düştü:





Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu herkim ki sevdiyse dinini eyledi yağma
Adavet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ
Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i mânâ





Mehmet, “Daha uzayabilir bu şiir.” diye düşündü, yır­tıp atmadı, sakladı.





***





Kâsım’a son mektubunda şu Kadızade, Sivasî mese­lesini sormuştu, o cevabında: “Ağam,” diyordu, “kaç ke­re yazmak istedim, fakat yazacaklarım kalemimden geri döndü. Aslında tasavvufa merakını, sesli zikre ve devra­na düşkün olduğunu bildiğimden, seni üzmekten kaçın­dım. Gelip geçici bir şey olduğunu sanmıştım. Ben dinî meselelerle senin gibi ilgilenmem biliyorsun. Yalnız tütün ve kahvehanelerin yasak edilişinde, Küçük Kadızade’nin büyük rolü olduğunu biliyordum, zaten tütün için o, fet­va verdi. Her neyse canım efendim, sana göndermek için iki tarafın da yazdığı risaleleri buldurduğum zaman, iki tarafa da göz attım. Ve inanır mısın duygularımla da, mantığımla da Sivasî Efendi’nin yanında yer aldım. Öbürleri din adına ne biçim şeyler, ne biçim hükümler veriyorlar; yok billur bardakla su içmeyecekmisin, yok müspet ilimlerin ve matematiğin öğretimi meşru olma­yabilirmiş, kaşıkla çorba içmeyecekmişsin, ezan ve mev­lit makamla mı okunmazmış falan filan... Resmen deli bunlar! Camilerine birden fazla minare yaptıran sultanla­rı bile suçluyorlar... Her neyse bundan sonra konu hak­kında görüp işittiklerimi sana yazacağım.





Ey ağam, Diyarbakır’dasın amma bilmem farkında mısındır ki, sultanımız orada hasta yatmaktadır. Karaci­ğerinden ve bacağındaki damla hastalığından zoru var. Damla, Osmanlı’nın klasik hastalığı, hemen her padişah yakalanıyor; lâkin karaciğer! Anladığın gibi içki belası! Neden başkalarına yasakladığını kendi içer bilmem ki! Orada yatağa düşeli neredeyse yetmiş günü bulacak. Bi­raz iyileşti haberi geldi, oradan Ankara’ya doğru yola çı­kacaklarmış. Oysa baharda ordusu ile beraber İsfahan’a gidecekti... Ne kadar yazık! Fakat ağam, Allah korusun sultanımıza bir hâl olursa, yerine Şehzade İbrahim geçe­cek ki (çünkü başka erkek çocuk kalmadı Osmanoğlu’nda, çok tehlikeli bir durum) düşününce afakanlar ba­sıyor. Biliyor musun o da Kösem denilen kadının öz oğ­ludur. Şehzade İbrahim’in, ağabeyi kadar eğitimi, öğreti­mi yoktur; ne İlmî, ne de askerî tahsilini tamamlamıştır. Sultanımız zamanında ömrü Topkapı Sarayında, “kafes” tabir edilen minik dairede geçmiştir. Ve ağabeyi tarafın­dan öldürülmek korkusu ile yaşamıştır, yaşamaktadır. Çok şiddetli baş ağrıları da çekermiş, fazla sinirliymiş. Nasıl olmasın ki, dört ağabeyinin öldürüldüğünü gördü. Velhasıl onun zamanında düzenin bozulup her şeyin eski hâline dönmesinden çok endişe ediyorum. Sadece ben değil, bütün aklı başında insanlar aynı korkuyu, endişeyi taşıyorlar. Rica ederim, dua et; Allah sultanımız IV. Murat Han’a acil şifalar ve uzun, sağlıklı bir ömür ihsan etsin, âmin.





Gözlerinden öperim kardeşim benim.”





***





Mehmet, Koca Derviş’e yazmıştı, kendininkiyle bera­ber, Kâsım’ınkini de zarfa koydu.





Mektuptan sonra risaleleri okuyan Mehmet; Feyzullah Efendi gibi, aklı başında görünen bir bilgin adamın, na­sıl Kadızadeler’in tarafında olabildiğine çok şaştı. Acaba o, kendisinin sandığı kadar aklı başında değil miydi? On­dan ders almakla hata mı ediyordu? Bu hocayı terk etse miydi? İçinden bu risaleleri ona okutmak, sonra da iyi bir tartışmak geçiyordu. Kalbini çarptıracak kadar şiddetli bir arzuydu bu. Düşündü; onun söyleyeceklerini ve ken­di cevaplarını hayal etti, keyiflendi. Fakat sonra tartışma işinden vazgeçti; o, buraya ilim öğrenmeye gelmişti, adamı mat etmeye değil!





Fakat sonraları Feyzullah Efendi’nin her öğrettiğinden kuşkulanmaya başladı. İçinde bir tatsızlık ve umursamaz­lık vardı, hocasına saygısını kaybetmek üzereydi. Acaba bu işi burada bırakıp çekip Mardin’e falan mı gitseydi? Çok ciddi düşündü; yine de kararsızlık içindeydi.





***





IV. Murat Han, Ankara’da, sevip saydığı şeyhülislamın, bağ bahçe içindeki, dededen kalma evinde ağırlandı. Orada tekrar içmeye başladı ve devam etti.





İstanbul’a 12 Haziran 1639’da vardı. Büyük törenlerle karşılandı. Bütün imparatorlukta bir hafta şenlik ilan edildi.





Murat Han’ın İstanbul’a girdiği gün Mehmet, Mardin’e gitmek üzere Diyarbakır’dan ayrıldı. Aşağı yukarı bir bu­çuk yıl Diyarbakır’da kalmıştı. Ayrılma kararını Feyzullah Efendiye bildirdiği zaman, adam samimiyetle üzüldü: “Sana alışmış, hatta sevmeye başlamıştım. Bir altı yedi ay daha sabretsen, iki yıl ilim tahsil etmiş olacaktın ki, bu da önemli bir şeydir.” Mehmet: “Allah’ın kısmeti hocam, müsaadenizle helalleşelim.” dedi... “Helalleşmek mi? Dur bakalım, hımm! Helalleşmek mi? Ben sana borçlu­yum.” “Anlayamadım efendim?” “Sen bu eve, benim sa­na verdiğimden daha fazla emek verdin. Seni izlemediği­mi, yapıp ettiklerini bilmediğimi mi sanıyorsun! O yüz­den borçluyum sana.” “Helal olsun efendim.” Feyzullah Efendi bir duraladı, sonra başını salladı: “İslamiyette hak yemek en büyük günahtır, bunu bilmez misin!” dedi, ce­binden kesesini çıkardı ve Mehmet’e, zorla bir altın verdi. “Şimdi helalleşelim.” dedi. Helalleştiler, küçük beylere selamlarını bıraktı Mehmet ve büyük bir heyecanla girdi­ği bu evden gayet sakin ayrıldı. Mardin’e gidecek bir ker­vana katılacaktı.





Yolda konakladıkları kervansaray, vakıf malıydı. Bu yüzden üç günlük yatak, yiyecek ve hayvanların bakımı bedava idi. Bu, büyük bir kervansaraydı; içinde yatakha­neler, yemekhaneler, aşhaneler, mescitler, hamamlar, hastahane ve eczahane vardı. Ayrıca ayakkabı tamir ede­cek yahut yeniden yapabilecek ayakkabıcılar, hayvanlar için nalbantlar bulunuyordu.





Akşam yemeğinden sonra mehter çalınıp kapılar ka­pandı. Artık bir Allahın kulu dışarı çıkamazdı. Ancak, ge­ce konuk gelecek olursa kapıcılar kapıyı açıp onu içeri alacak ve önüne yemek koyacaklardı... Sabahleyin her­kes namaza kalktı, sonra mallarını kontrol ettiler. Hancı­lar bağırarak, cümlesinin malının tamam olup olmadığı­nı sordular. Herkesten olumlu cevap "alınca kapıyı açtılar ve yolcuları dualarla yola koydular. Ertesi gece bir başka kervansarayda kaldılar. Vakıf malı olmadığı için burası paralıydı, fakat düzen bir evvelkinin aynıydı. Kervansaray­lar da, yollar da Mehmet’in çok hoşuna gidiyordu; deve üzerinde ağır aksak gidiyor, düşüncelere dalıyordu. At­maya kıyamadığı son şiirinde dünya için “zindan” demiş­ti Abdülkerim Efendinin etkisinde kalarak. Doğru mu yapmıştı, hakikaten zindan mıydı şu güzelim dünya? Şi­irlerinde, tıpkı Yunus’un yaptığı gibi, gerçekçi olmalıydı; duyumsamadığı bir şeyi yazmak istemiyordu, Yunus ka­dar samimi olmak istiyordu. Dünya çok güzeldi güzel ol­masına da; geçiciydi, doğru, aldatıcıydı, doğru, kötüydü, doğru fakat aynı zamanda iyiydi de. Bir denge mevcuttu iyilikle kötülük arasında, kurbanı olduğu O Sevgili, her şeyin zıddını yaratırken, nasıl da güzel bir denge var et­miş, nasıl da güzel bir düzen ve uyum kurmuştu! Madde, mânâ; zahir, bâtın! Keşke insanlar da şunların dengesini bir tutturabilseydi... Böyle şeyler düşünüyor ve sonra he­men hemen tümü vaiz sınıfından olan Kadızadeler’e kız­maya başlıyordu. Adamlar insanın gönlüne, ruhuna hiç önem vermedikleri gibi yobazlardı ve bütün yobazların olduğu gibi budalaydılar!.. Onlarla tartışma bile yapıla­mazdı, değmezlerdi, onları sadece dövecektin! Şöyle gü­reş kuralları ile bir sarmaya alacak... Mehmet gerçekten istiyordu bir Kadızadeli ile karşılaşmak!





Sonra yine dünya konusuna dönüyordu. Bu kez “Dün­ya bir büyük bahçedir.” diye düşünmeye başladı, “Allah bu bahçeyi yapmış, içine her çeşit faydalı ve zararlı ağa­cı dikmiş. Niçin zararlıları da ekmiş? Pek tabii denge için! Bu iş Allahın bir hikmetiydi ve herkesin bunun sebebini anlaması mümkün değildi, belki çok ileri derecedeki Al­lah dostları bilebilirlerdi. Diyelim ki bu bahçeye üç züm­re halk giriyordu. Bir kısmı bu bahçeye girer, oradaki fay­dalı şeylerden yer içer, gücü yettiğinden, beğendiklerin­den alır götürür. Bir kısmı da girer, iştah açıcı nefis mey­velerden yer, iştahı artar zararlılarından yer, fakat sonra hemen doktora koşar, doktor onları tedavi eder. Bunlar da yine ellerinden geldiği kadar faydalı şeylerden kucak­lar, dışarı çıkarlar. Fakat diğer bir kısmı vardır ki, bahçeye girer, her bulduğunu, faydalısını, zararlısını hiç ayırmadan her gözüne güzel görüneni yer içer. Bu yüzden yıkılır, he­lak olur. Davetçiler kendisini: ‘Onda zarar vardır.’ diye ikaz etmişlerdir, ama o kısım buna kulak vermemiştir. Davetçiler yine: ‘Sizin zehrinizin panzehiri, derdinizi devası bizdedir.’ dese de, insanlar yine dinlemezler. Bu bahçede üç zümre de daima mevcuttur. Bahçedeki ağaçların en fay­dalısı ‘tevhit’tir”’ Biraz daha düşündü Mehmet ve tevhit­ten daha faydalı başka bir şey bulamadı, fakat aynı za­manda “Kâmil insandır, Allah dostudur faydalı olan.” de­di içinden... “Sonra,” diye düşündü, “ağaçların en zarar­lısı küfür, şirk ve nifak ağacıdır. Sonra düşmanlık, kibir ve haset ^ağaçları gelir. Bahçede olanların en faydalısı; ‘emirler’ ve ‘nafileler’ bostanıdır. Orada bulunanların en zararlısı, zaten yasak edilmiş şeylerdir. Bunların panzehi­ri ise tövbedir. Bahçedeki hekim ve davetçiler ise; pey­gamberler, mürşitler, veliler ve Kadızadeli olmayan basi­retli vaizler ve nasihatçilerdir...”





Dünyanın böyle bir tasvirini yapması hoşuna gitti Mehmet’in. Bu betimlemesini Derviş Ağasına yazmaya karar verdi... Devenin üstünde ağır aksak giderken, bir de Mardin’e gidince at binmeyi de öğrenmek istedi; çün­kü o yalnız başına seyahat etmeyi de istiyordu. Nasıl ol­sa her dokuz saatte bir, bir hana yahut kervansaraya rast­lanıyordu.





***





Mardin, Diyarbakır’a bağlı bir sancaktı, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Han, Safevilerden almıştı. Halkın yarısı Müslüman’dı; Yörükler, Kürtler ve Araplar vardı. Müslümanlardan geriye kalanlar; Yakubi, Süryani, Nasturi, Keldani idiler. Birkaç yüz de Yahudi vardı. Karmakarış bir halk kalabalığı, pek çeşitli ibadetler, âdetler, törenler; ca­miler, kiliseler, tekkeler, mânâstırlar ve Süryani Patrikliği­nin merkezi, hepsi Osmanlı idaresinde barış ve kardeşlik içinde yaşıyordu. Mehmet, Ulu Cami’yi ziyaret etti, na­mazlarını orada kıldı ve Ulu Cami’nin meşhur hamamın­da yıkandı. Gözüne aklı başında görünen herkesle ah­baplık etti. İyi bir bilgin kişi aradığını söyledi. Çeşitli in­sanlar çeşitli hocaları tavsiye ettiler, üzerinde anlaştıkları tek isim; Abdürrezzak Efendi idi. Mehmet, Araplarla da konuşmaya çalıştı, okuması ve anlayışı epey geliştiği hâlde konuşması hiç iyi değildi. Onun yanlış cümleler kurması karşısındakileri güldürüyor, Mehmet de buna si­nirleniyordu, sinirlenmeye hakkı olmadığını bile bile... Sonra, “Ne kadar gülerlerse gülsünler, benim çat pat da olsa konuşmam lazım ki, bol bol konuşmam lazım ki, Arapça konuşmayı öğreneyim.” diye düşündü. Bu arada gidip Abdürrezzak Efendiyi buldu. Oldukça mütevazı bir evde, mütevazı bir hayat sürüyordu anlaşıldığı kadarı ile, kendisi de çok alçak gönüllü idi... Ayrıca, yetiştirdiği öğ­rencilerden para kabul etmiyormuş, Allah rızası için yapı­yormuş bu işi. Mehmet, hiç o değilden Kadızadeler hak­kında fikrini öğrenmek istedi; adamın gülen gözleri ka­rardı:





—          Allah’ın kullarına yakışmayacak kavgalar yapıyorlar, hem de Allah için olduğunu söylüyorlar. Bu tavırlar güzel değildir, sanki küfre kaçacaklar. Şükürler olsun ki ben onların kavgaları ile hiç ilgilenmiyorum, bir din âlimiyim ama tasavvufa da saygım vardır, dedi.





Mehmet rahatladı, o zaman kendinden ve babasın­dan, Derviş Ağasından uzun uzun bahsetti, Diyarba­kır’da bir buçuk sene Feyzullah Efendi’den ders aldığını da söyledi.





—          Peki, dedi adam, neden ayrıldın o zattan?..





—          Sebebi özel, söylemesem olur mu efendim?





—          Peki bir tek şey söyle, söyleyeceğin ne olursa olsun seni öğrenci olarak almamı engellemeyecek; sen mi onu bıraktın, o mu seni kovdu?





—          Ben onu bıraktım efendim, dedi Mehmet.





—          Pekâlâ, ne çalışmak istiyorsun?





—          Hadis, kelam ve Arapça, dedi, özellikle Arapça ko­nuşmayı... Mantığı ve tefsiri iyi öğrenmiş olduğunu kabul ediyordu.





—          O hâlde bütün konuşmalarımız Arapça olsun se­ninle. Yalnız anlamadıklarını anlamış görünme, mutlak sor, aslında keşke bir Arabistan’a yahut Mısır’a gitme imk­ânın olsa. Oralarda çok çabuk konuşmacı kesilebilirsin.





Düşünsene, en yüksek Arapçadan, çarşı pazar Arapçasına kadar her şeyi bilmek, anlamak, konuşmak zorunda kalacaksın.





—          Kısmet olursa giderim efendim, tabii gitmeyi iste­rim de.





—          Mısır’da, Kahire’de Şeyhûniye diye anılan bir medrese vardır. Sadece medrese değildir, içinde sufi hangâhlarının bulunduğu büyük bir külliyedir. On altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı nakışlı bir asitanede ümmi Kadir Efendi diye bir Kadiri şeyhi tanıdım, pek sevdim. Eğer tarikata girmeye niyetim olsaydı, mutlak onun elini öper, biat ederdim. Fakat işte zahir ilim tah­silini tercih ettim, Allah’ın nasibi buymuş demek...





O sıralarda Mehmet yirmi iki yaşındaydı. Derslere baş­lamak için Abdürrezzak Efendi’den bir hafta izin aldı, hal­kın arasına karışıp Mardin’i gezmek istiyordu. Halkın çe­şitliliği önce ürkütmüştü onu, ama artık alışıyor, hoşuna bile gidiyordu. Geziyor, kahvelere uğruyor, oralardaki gençlerle ahbaplık kuruyordu... Süryani ve Arap bir grupla laflaşırken, buraya ilim öğrenimi için geldiğini, Abdürrezzak Efendi diye bir hoca ile anlaştıklarını söyle­di, bir haftalık izninden iki günü daha kalmıştı. “Öyleyse sana hiç unutamayacağın bir Mardin akşamı geçirtelim!” dediler... “İyi çocuklar!” diye düşündü: “Olur!” dedi. Ço­cukların hesaplarını da Mehmet ödedi, hep beraber kalk­tılar... Birkaç gün içinde, büyük, toprak rengi taş konak­larıyla biraz öğrenmişti Mardin’i Mehmet, fakat bu beş gençle girip yürüdükleri sokakları, geçtikleri evleri hiç görmemişti. Oturdukları kahve şehrin merkezindeydi, Mehmet yürüdükçe merkezden uzaklaştıklarını fark edi­yordu. Nereye götürüyordu bu gençler onu? Böyle dü­şündü, fakat içinden sert bir ses: “Yoksa korkuyor mu­sun? Sen koca bir pehlivansın!” dedi. “Ben koca bir peh­livanım, korkmuyorum zaten.” diye cevap verdi. Gençle­ri, hiç o değilden şöyle bir süzdü. Mehmet’in yapılı ve id­manlı bedeninin yanında onlar pek çelimsiz kalıyorlar­dı!.. Nihayet tenhada, bahçe içerisinde küçük bir eve geldiler. Kapıyı evvela üç kere, sonra iki kere, sonra dört kere çaldılar... Kapı hemen açıldı; şişman, göbekli bir adam, onları büyük tezahüratla karşıladı; şivesinden Rum olduğu anlaşılıyordu:





—          Aman benim beylerim, paşalarım gelmiş, diyordu Nikola. Bugün ne güzel bir günmüş, çoktan beri yüzünü­ze hasret kaldık, kalbimiz kırıktı efendilerim. Hoş geldi­niz, sefalar getirdiniz. Buyurun, şöyle buyurun. Dün Mariya sizi soruyordu, nerede kaldı bu yakışıklı çocuklarımız diyordu. Yalanım varsa, iki gözüm önüme aksın.





Nikola önde onlar arkada, üzerleri halı kaplı geniş se­dirlerle bezenmiş bir odaya girdiler. Adam:





—          Şimdi Mariya’ya haber vereyim. Şöyle yemeye baş­lamadan önce bir şeyler alır mıydınız? diye sordu.





—          Yanımızda ilim tahsil etmeye gelmiş, bir büyük efendi var Nikola, gözlerini dört aç ona bak. Önce ona sor bakalım, o ne ister, sonra sıra bize gelsin.





Bu iltifattan son derece şaşırmış ve utanmış olan Meh­met:





—          Aman estağfurullah, dedi, siz ne içerseniz ben de onu içerim. Ayrılık gayrılık yok, arkadaşız artık! Aklında annesinin bahçeden kopardığı vişnelerle ezdiği o güze­lim şerbet vardı, şöyle buz gibi!





—          Arkadaşız artık, diye, gençlerin başını çeker gibi gö­rünen kapkara gözlü, kapkara bıyıklı genç tekrarladı.





Hepsi gülüştü. Kapkara gözlü, Nikola’ya döndü:





—          Her zamanki şerbetlerimizden olsun, yanına fındık fıstık da getir.





Nikola, yerlere kadar eğilip çıktı. Mehmet’in içinde se­bebini anlayamadığı bir huzursuzluk vardı. İçinden bir ses: “Gel çekip gidelim buradan!” diyordu, başka bir ses de: “Çok ayıp olur, şimdi arkadaşız dedik bir kere.” diye ona cevap veriyordu.





Biraz sonra içeri, elinde iyice ovulmuş altın ışıklar sa­çan koca bir pirinç tepsiyle Mariya girdi. O da kocası gi­bi şişman ve göbekliydi, ama yeşil yeşil gözleri pek gü­zeldi. Tepsinin içinde kırmızı renkte bir sıvıyla dolu bar­daklar vardı. Mehmet, “İşte vişne şerbeti!” diye düşündü.





—          Hoş geldiniz çocuklarım sefalar getirdiniz, gözleri­miz yollardaydı, dedi.





Kapkara gözlü genç yerinden fırladı, bir bardağı alıp Mehmet’e sundu.





—          Buyurun Mehmet Ağa’m.





Mehmet, bardağı başına diktiği gibi bitirdi. Biraz ekşi gelmişti tadı ve vişne şerbetine pek benzemiyordu.





—          Affedersiniz, dedi kadına, ne şerbeti anlayamadım, biraz ekşi geldi ama...





Kapkara gözlü cevap verdi:





—          Bu şerbet ailenin bir sırrıdır! Yaş ve kuru birkaç mey­venin balla ezilmesinden yapılır, bize söyledikleri bu kadar. Meyveler nedir, ne kadar meyveye ne kadar bal konur, na­sıl ezilir hiç anlatmazlar, (kendisininkinden bir yudum aldı) Ha evet, dedi, biraz ekşi bu seferki Mariya, iyi tutturama­mışsınız. Ne yazık, hatırlı bir misafirimi getirmiştim size.





—          Aman yakışıklım ne ziyanı var, o güzel canını sıkma, daha tatlısını getiririm. Tatlısı da var, daha ekşisi de, bol bol, hiç merak etmeyin.





Mehmet’in içtiği ikinci şerbet daha tatlıydı, bu hoşuna gitti. Yumuşak sedire biraz yayılarak oturdu, öyle gelmiş­ti içinden. Biraz önceki: “Gel çekip gidelim buradan.” di­yen ses susmuştu. Bu arada yerde geniş bir tepsinin içi, Mardin’e has değişik yemeklerle doluyordu, birkaç süra­hi de şerbet getirmişlerdi.





Kapkara gözlü genç diyordu ki:





—          Bunlar Mardin yemekleri, sanırım hiç tatmamışsındır... Bakalım hoşuna gidecek mi?





—          Böyle bir şerbet de tatmamıştım ama hoşuma git­ti, yemekleri de beğenirim herhâlde.





Yer sofrasına çökerken başı dönüyordu hafiften, aldır­madı Mehmet, karnı enikonu acıkmıştı. Bismillah’la ek­meği bölüp, kendine bir parça ayırdı, o sırada içerki oda­lardan birinden müzik sesi geldi. Kapkara gözlü olanı:





—          Kemancılarınız da var bu akşam, ha! Ama böyle uzakta çalmasınlar, gelsinler buraya, dedi.





Biraz sonra iki kemancı girip temenna ettiler. Kapka­ra gözlü; göstere göstere para kesesini çıkardı, içi çil çil gümüş para doluydu. Hiç hesaplamadan bir küçük avuç alıp keseden, kemancıların önüne yere saçtı. Adamlar abartılı bir gösteriş ve teşekkürlerle, paraları yerden topladılar. Sonra çalmaya başladılar. Müzik, has­sas ve kaliteli tekke musikisine alışık olan kulaklarını ra­hatsız etmişti Mehmet’in; pek pespaye idi. “Mar'din ha­vaları herhâlde.” diye düşündü. Pek tatlı bir uyku bastır­mıştı. “Ayıp olur yahu, sofrada da uyunmaz ki!” diye dü­şündü, fakat bir süre sonra başı önüne düştü, nefes alış­verişleri düzenli bir uykuya geçti, bir bebek gibi saf ve te­miz uyuyordu. Sofrada ses kesildi, hepsi Mehmet’e bak­maya başladı, sonra iki genç kalkıp onu dikkatle bir se­dirin üstüne taşıdılar. Kapkara gözlü: “Yeteri kadar içti mi?” diye sordu, baş salladılar; yemeye ve şaraplarını iç­meye devam ettiler.





Bir kadın sesinin, kendisi için: “Pek de yakışıklıymış, nasıl da kıydınız?” dediğini sanki hatırlıyordu baş ağrıları içinde. O kadar ağrıyordu ki başı, gözlerini açamıyordu. Ne olmuştu ona, neredeydi? Bu baş ağrısı da ne oluyor­du? Böyle sorularla iç içe girmiş keman inlemeleri türlü türlü. Hiç susmak bilmez mi bu keman? Hiç... hiç hiçlik. Kocaman karanlık bir hiçlik içindeydi Mehmet. Baş ağrı­sı ve keman sesi ona eziyet ediyordu ki ne biçim!.. Bas­bayağı, ıstırap çekiyordu. Neden sonra aklına, cehen­nemde olduğu geldi, bu kez üşümeye başladı. Tıtreye titreye kendine geldi; ezan okunuyordu. Yattığı yerden kalkmaya çalıştı. “Ne sertmiş bu yatak!” Fakat yatakta değildi ki, sokakta yerde yatıyordu! Fark edince çok şa­şırdı! Nereden, nasıl gelmişti buraya hatırlamıyordu. Ku­lağının içinde bozuk bir kemanın gıcırtısı ve bir kadının sinir bozan incecik sesi: “Ne de yakışıklıymış, nasıl kıydı­nız?” Kime kıyılmış, kim kıymış? “Rabb’im bana yardım et!” öyle gönülden, öyle aşkla yakarmıştı ki; kendine gel­di. İlk işi belini yoklamak oldu. Hayır, kesesi yerinde de­ğildi! Öyle sokağın ortasında oturduğu yerde kalakaldı ve yavaş yavaş hatırladı. “Yoksa bana şerbet diye...” Aklına gelenden dehşete kapıldı. Bu üzüntü, kesesinin çalınmış olmasından doğan üzüntüden daha fazlaydı. Gençlerden ziyade kendi budalalığına kızıyordu, önce kendisini döv­meli ki, sonra öbürlerine sıra gelsin!.. Bu baş ağrısı din­mez mi, keman sesi susmaz mı? Zorla kalktı yerinden, nerede olduğunu bilmiyordu. Önce camiye gitmeye yel­tendi, sonra aklına içmiş olduğu geldi, vazgeçti. Evvela bir hamama gidip, yıkanıp temizlenip abdest almalıydı. Fakat nerede bulunur bir hamam? üstünü başını silkele­di, başı açıktı, kimbilir nereye atmışlardı serpuşunu! Saçlarını sıvazladı ve önüne gelene bir hamam sorarak yürü­dü. Ona şaşkın şaşkın baktılar, saçtığı şarap kokusundan tiksindiler, gülüp geçtiler. “Nihayet bir zavallı sarhoş diye bakıyorlar bana, elbet gülerler!” Kendine güldürmek en sinirlendiği şeydi, ama işte şimdi gülenleri hoş görüyor­du! “Başıma daha neler gelecek! Bana gülene, hoş bakı­yorum! Gururuma yediremezdim, şimdi gurur mu kaldı!” Bir süre daha yürüdü çevresine bakına bakına. “Mama­fih gururun kalmaması da pek hoş bir şey. Kibire kaçan bir gururdu çünkü...” diye düşündü, Allah’a şükretti. Ni­hayet yaşlı biri ona yol gösterdi ve: “Peki hamam paran var mı?” diye sordu. Doğru ya hamama para lazım! Bo­yun büktü:





—          Paramı çaldırdım.





Adam ona birkaç kuruş verdi:





—          Hamamın yanında bir fırın vardır, önce oradan bir somun ekmek al da, ye. (içini çekti) Ah bu gençlik! Bir zamanlar ben de içerdim, sonra tövbe ettim ve o günden bu yana ağzıma tek damla içki koymadım. Allah sana da nasip etsin inşallah tövbeyi. Ben sizin gibilerini bilirim. Yani, elinize bir metelik geçse gider şaraba yatırırsınız! Çaldırılan para da iyi bahane! Bak iyi dinle beni, bu pa­rayı senin nefsin için vermedim, Allah rızası için verdim, bunu bil. Gerçi Allah, bir bitli sarhoşa verilen sadakayı ne kadar kabul eder bilemem ama. (içini çekti) Neyse, sakın gidip içme ha! Haydi doğru hamama, yıkan, anca kendi­ne gelirsin.





Adamın yarı alaylı, yarı sert konuşması, Mehmet’in yü­reğine işledi. Bir yandan, “İyi, nefsim terbiye ediliyor, şü­kürler olsun!” diye düşünürken, bir yandan kibire kaçan gururu onu rahat bırakmıyor; nefsi âdeta: “Ben yaralan­dım, yaralandım!” diye eziyet ediyordu. Bir on beş daki­ka önce kendisine gülüp geçmelerinden pek de rahatsız olmayan, “Bende gurur mu kaldı!” diye memnun olan genç adam şimdi işkence içindeydi. Dönüp, eski içkiciyi yakalamak, verdiği parayı onun suratına çarpmak istiyor­du. Hatta bir de çenesine yumruk indirmeliydi! Fakat ha­mamın yolunda yürümekten gayri bir şey yapmadı. Aczi, Mehmet’i daha çok öfkelendirdi; içi acıdı, ağzı daha faz­la kurudu.





Neyse, tellak anlayışlı bir adamdı:





—          Ben seni bir yıkayıp paklayayım, hiçbir şeyin kal­maz, dedi.





Yıkanıp bir de gusül abdesti alınca biraz ferahladı Mehmet. Baş ağrısı azalmış, kulaklarındaki keman ve ka­dın sesi yok olmuştu. Ve artık kendisine para veren ada­ma minnettardı. Şimdi sıra acı acı düşünüp, ne yapaca­ğına karar vermeye gelmişti. Beş parasız kalmıştı, hoca para almayacaktı tamam da, nerede yatacak, nasıl karın doyuracağı? Ne yapabilirdi? Ne, ne, ne?! Kafasının için­de ateşler yanıyordu. Her “Ne yapabilirim?” sorusu, bu ateşi körüklüyor, kafatası ısıdan çatlayacakmış gibi olu­yordu. Gönlü şarap içmiş olmanın acısı ile ağırlaşmış, içine yük oluyordu. Azap içindeydi... Bir de karın doyur­mak ve yatacak yer bulma sorunu.. Yine bir evde ayak iş­lerine bakmak mı... Doğrusu bunu pek istemiyordu; fâkat elinden başka ne gelebilirdi ki? Birden eski bir dost tebessümü gibi güreş doğuverdi içine. Evet, güreş öğretebilirdi çocuklara! Konu çocuklar olunca ve de öğret­mek; başka şeyler de öğretebileceği geldi aklına; Kur’an, namaz... Ve sıbyan okulunda okutulan ne varsa, hepsini öğretebilirdi. Hatta tefsir ve kelam!.. Koca Derviş ona na­sıl hocalık yaptıysa, bazen hoca, bazen ağabey, bazen ba­ba gibi onlarla meşgul olabilirdi. Biraz rahatlar gibi oldu. Herhâlde Abdürrezzak Hoca ona öğrenci bulmasında yardımcı olabilirdi. Artık kahvelere gitmek istemiyordu, artık şehri gezmek, yeni insanlar tanımak istemiyordu; öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey istemiyordu. Ve gönlünün tek büyük arzusu, tekrar O Sevgilinin her­hangi bir yolunda yürüyebilmekti, ama yavaş yavaş, ama emekleye emekleye, ama yerlerde sürünerek ken­dini bağışlatması lazımdı; başka türlü bu ağır gönül yü­küyle yaşayamazdı!.. Hamamdan çıkıp gözyaşları içinde camiye girdi. Millet öğle namazı için yavaş yavaş toplanı­yordu. Mehmet, caminin uzak bir köşesine geçip büzül­dü; kollarını kavuşturdu, başını göğsüne gömdü kendini bıraktı. Bu kez yağmur gibi inmeye başladı gözyaşları; bir budala gibi gençlere kanıp onların yolundan gittiği için ağlıyordu; bir budala gibi şarabı, şerbet sandığı için ağlı­yordu; fakat en ziyade bağışlanmak için ağlıyordu; çün­kü çok utanıyordu O Sevgili’den, çok utanıyordu. Fazla mı güvenmişti kendine? Ne küstahlık! Gururlu, kibirli miydi? Ne haddini bilmezlik! O’nun karşısında, gözleri önünde hem de!.. Bu kadar yıl çalışıp çabalayıp öğren­diklerini bir gecede yakıp kül etmişti. Acısı bu yüzdendi. Yoksa bir gece bilmeden şarap içtiği için, Allah’ın onu bağışlayacağını biliyordu. Ama işte öğrendikleri... Der­vişçe yaşayabilmeyi öyle temiz, saf, duru bir su gibi yaşa­yabilmeyi becerememişti. Oysa Koca Derviş’in her adı­mını öğrenmişti ve izleyebileceğine güveni tamdı; bir ayak sürçmesi ile hepsi tuz buz oldu. Ne demiş Hazreti Mevlana: “Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün!” Bunca basit, ama demek bunca zormuş! Herkes için de­ğil, kendisi için öyle, zor. Ne demişlerdi: “Sana unutama­yacağın bir Mardin akşamı geçirtelim.” Elhak doğru! Mehmet’in hiç unutamayacağı şeyleri yaşatmışlardı ona. Onlar sözlerini tutmuşlardı. Artık gençleri bulup dövme­yi düşünmüyordu. Kendisini dövmeyi de... Gönlü bu işin en zorlusunu yapıyordu, bir ateş yarası gibi yanarak ve ağırlaşarak. Ne, ne biçim bir yüktü ki, gözyaşları bile panzehir olamıyordu. Namazını da ağlayarak kıldı...





Ertesi gün son izin günüydü. Çevresine hasta olduğu­nu söyleyip namaz kılmak dışında yataktan kalkmadı. Yor­ganı çekip başına, iç muhasebesine devam etti. Gençlere kandığı için kendini bağışlayamıyordu. O evde iç sesi kendisine çekip gitmesini söylemişti. Onu dinlememişti. Bu iç sese kulak vermek lazım geldiğini söylerdi Koca Derviş: “Kalbin seni aldatmaz, iş ki o ses kalbinin olsun, şeytanın olmasın.” Şeytan karışmıştı bir gece evvel ona, bu belli: “Korkuyor musun?” diye kışkırtmıştı onu. Bu “sersem” de gençleri zayıf nahif görüp hepsiyle başa çı­kacağını sanmıştı! Me boş bir gurur! Ve sadece kaba gü­ce güvenmek! “Hiç şeytanın kaba güç kullandığını görüp işittin mi koca kafa?” Karnı açlıktan eziliyordu. Çıkıp so­kaklara dilense miydi yani? Fakat biraz sonra hancı bir ek­mekle bir koca kâse getirdi. Bu sıcak un çorbası onu bi­raz kendine getirdi. Adam: “Benzin solmuş, bir hekime gitmek ister misin?” diye sormuştu. Hayır! Elbet hayır... Onun hekimi de, hâkimi de Allah’tı. Kalbinin yarasına bir tek O derman olabilirdi, zavallı hekim bu yangına netsindi! Ne yapacaktı Mehmet, ne yapacaktı? İşte o anda şiir, doğruca gönlünden gelen bir şiir ona cevap verdi:





Hevâ ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
 Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel





Nice bir sevelim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel





Bize Hak’tan gel olmadan, ecel kûsı vurulmadan
Cânın Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel





Özenmez misin ol Yâre ki, aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel





Niyâzî’ye olup hâldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel





Gönlü, gönlünden almış, gönül söylemişti. Peki bu “Niyâzî” kimdi, neydi? İçindeki küçük arı duru ses: “Canım kaç zamandır şiirlerinde kullanmak için kendine bir isim aramaz mıydın?” diye hatırlattı:





“Mahlas işte bu! Demek benim mahlasım Niyâzî imiş! Demek bundan sonra Niyâzî adıyla yazacağım ben!” diye





düşündü, içten sevdi bu yeni şair ismini. Artık isim gel­dikten sonra, daha çok şiir yazacağını düşündü ve der­ken aralara bazı beyitler daha ilave etti. Sonra “Niyâzî” kelimesinin ebcet değerini hesap etti; 78 oluyordu. “Bu yetmiş sekiz benim hayatımda önemli bir rol oynayacak galiba...” diye düşündü, ne olabilirdi? Birden içine “Yet­miş sekiz yaşında ölebilirim.” diye düştü, hiç umursama­dı; yetmiş sekiz yaşına, sanki yetmiş sekiz asır vardı! O kadar uzaktaydı ki bu yaş! Sonra bu gönlüne düşeni unuttu gitti Mehmet.





***





Ertesi gün sabah namazından hemen sonra Abdürrezzak Efendiye gitti. Adam sabah çorbasını içiyordu, bir kâse de ona getirtti. Çorbadan sonra, Mehmet bakışları­nı yerdeki kilimin bir desenine dikip bütün başından ge­çenleri, para veren adamın söylediklerini de ihmal etme­den, olanca açık kalpliliğiyle anlattı. Abdürrezzak Efendi hafifçe gülümseyerek:





—          Olur böyle şeyler, sakındığın göze çöp batabilir, fa­kat aynı zamanda bu bir imtihandır da!





— Veremedim imtihanımı!





—          İmtihanın bitmedi ki, devam ediyor. Ne yapacaksın .bundan sonra, böyle beş parasız. Hiç düşündün mü? Yoksa kendini aşağılamaktan ona vakit bulamadın mı?





—          Düşündüm efendim, öğrenci okutabilirim, çocuk­lara, gençlere güreş öğretebilirim, bunları yapabilirim. Eğer siz lütfedip öğrenci bulmama yardım ederseniz...





—          Hımm, dedi Abdürrezzak Efendi, ola da bilir, olma­ya da bilir, bunu düşündün mü? Yani ihtimalleri hesap et­tin mi?





—          Efendim bir ev, dükkân işi de bulamazsam, hamal­lık yapabilirim, gücüm kuvvetim yerindedir. Hamallıktan ötesini hesaplamadım, o zaman tek olasılık sizden borç para alıp Malatya’ya geri dönmek!





—          İyi iyi, Allah sana yardım ediyor, her şeyi hesapla­mışsın. Önce tedbirini alacaksın ve sonra Allah’a emanet olacaksın, O yardım eder. Biraz düşünüp devam etti. Öğrenci işine gelince, evet sana öğrenci bulurum, çün­kü birkaç ahbabım bu işi benim yapmamı istediler. Bu yaştan sonra çocuklarla uğraşmam zor gerçekten. Hem bir çocuğun bakış açısından genç hoca daha iyi... Güreş de öğretebileceğine göre sorup soruştururuz, merak et­me. İş bulup para kazanıncaya kadar benim misafirim olup bu evde kalırsın. Hem handan, onun masrafından kurtulmuş olursun. Hem benim evimde kalan bir hoca­ya, eş dost daha çok güvenir. Sonrasına Allah kerim... Artık biz, Bismillah çekip dersimize başlayalım.





***





Böylece derslere başladılar, Arapça konuşuyorlardı, Mehmet’in takıldığı yerlerde Abdürrezzak Efendi, sabırla durup, Mehmet’in yanlışını kendisinin bulup düzeltmesi­ni bekliyordu. Mehmet “hadis” ilmiyle bir başka ilgilendi, âdeta Kuranın tefsiriydi Peygamber’in sözleri. Hadis il­mini tefsir ilminden sonra alması daha isabetli olmuştu; Hazreti Peygamber’in hayatını tekrar okumaya başladı. Dünyanın en büyük insanının yaşadığı hayat ne kadar sade, ne kadar arı, duru idi! Ve mücadelesi nasıl kutsal ve büyüktü! Herhangi bir insan yapabilir miydi bu müca­deleyi, bu sabrı gösterebilir miydi, bu hoşgörüyü? Bu na­sıl büyük bir gönül idi ki, insanlığın sevgisini içinde taşıyabilmişti! Bu nasıl büyük bir gönüldü ki, bunca teslim olabilmişti Yaradan’ına! Ona bir kere daha ve çok hayran oldu, onu bir kere daha ve çok sevdi.





Öğrenci meselesi çabuk hallolmuştu; Abdürrezzak Efendi’nin bir tüccar dostu, âdeta Mehmet’e el koymuş onu evine ve sofrasına almış ve yedi ile on iki yaş arasın­daki dört oğlunun yetiştirilmesini ona emanet etmişti. Mehmet, “Allah bana yardım ediyor, demek ki doğru yoldayım.” diye düşünüyor, Kâsım’a ve Derviş Ağasına mektuplar döşeniyordu.





Derviş Ağasına, “Senin kadar sabırlı ve anlayışlı deği­lim, ama inanır mısın bu dört canavar beni sevdiler! Hem dediğimden dışarı çıkmıyorlar, hem dördü de öğrenmek için birbirleriyle yarışıyor. Gelip güreşlerini seyredeceksin,





bir âlem vallahi bu çocuklar. ‘İnsan verirken alır.’ derdin ya bana, o zaman seni anlamazdım, ama şimdi anlıyo­rum... Ben de onlardan neler öğreniyorum bir bilsen ve tabii sık sık kendi çocukluğuma dönüyorum, seni ve Kâsım’ı bol bol anıyorum. Hikâyelerimizi çocuklara da anlatıyorum, onlar da seni ve Kâsım’ı görmeden sevme­ye başladılar. Ah Derviş Ağa’m; kalbimde manevi yol öz­lemi olmasa, ben ilelebet çocuklara hocalık edebilirim. Senin zaman zaman söylediğin gibi çocukların önce ana-babalarına, sonra bizlere birer Allah emaneti oldu­ğunu artık iyi anlamış bulunuyorum. Ancak, Allah yolu­nun hasreti gönlümü daha fazla kıymaya başladı son ay­larda. Acaba, diyorum, kalkıp Mısır’a gitsem, orada hem El-Ezher’de yüksek öğrenimimi tamamlasam, hem de bir şeyh arasam mı kendime? Şimdi biliyorum, diyecek­sin ki; babanın elini reddettin, artık sen gönlüne göre bir şeyh bulamazsın. Yapmayacaktın, babanın gösterdiği yoldan gidecektin! Ah Derviş Ağa’m böyle söyleme n’olur! Aslında ben Hüseyin Efendi’yi çok sevdim, o kalkıp İstanbul’a gitmeseydi, bütün ömrümü dizi dibinde geçi­lebilirdim, ama olmadı, kısmetim bu kadarmış. Ama bu demek değildir ki ben gönlümün aradığı şeyhi bulama­yacağım. Elbet bir gün, muhakkak... Tek Allah nasip et­miş olsun.. Nasip etmemiş olsa, içimde bu kadar kuvvetli bir arzu olur muydu? Olmazdı... Evet, böylece yine yol­lara düşebilir, yolumun şeyhini aramaya başlarım Derviş Ağa’m, benim için dua et.”





***





Bir yıl geçti, Mehmet yirmi üç yaşına geldi. Gönlünde­ki manevi yol özlemi onu tekrar yollara düşürecekti. He­defi Kahire idi. Orada El-Ezher’e devam edip şimdiye ka­dar iki hocasından gördüğü derslerin bazı ilavelerle yük­sek öğrenimini görecek ve şeyhini bu kez Mısır illerinde aramaya devam edecekti. İçinde bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söylüyordu sanki. “Şeyh eli, evet. Fa­kat bu zat benim öz şeyhim mi olacak? Ona biat edip ar­tık ondan gayri kimselere bakmayacak, kimseleri ara­mayacak mıyım? Gönlümdeki şu devamlı arama arzusu tükenecek mi, artık tamam diyebilecek miyim?” Böyle sorular, beynini oyuyordu. O zaman içindeki ses susuyor ve bu sükûtu ile sanki: “Sabret!” diyordu. Sabır, Meh­met’in pek beceremediği bir iş idi, fakat beklemeye mec­bur olunca başka ne yapsındı? Mecburdu sabretmeye. Bu mecburiyetten dolayı hakiki bir sabır içinde olamayacağı­nı biliyor: “O Sevgili,” diyordu, “herhâlde hoşlanmaz bu çeşit bir sabırdan.” Sabır demek, teslimiyet demekti ve Mehmet tam teslimiyet içinde değildi. Bunun farkındaydı, bu farkındalığından ötürü daha çok acı çekiyordu. Eğer Allah ona teslimiyet nasip etmemişse, bu işi kim hallede­bilirdi ki? Anahtar, başlangıç, devam ve son yalnız O Sevgili’nin lütfuyla mümkündü. “Yeter ki sen gönlüme nazar eyle, yeter ki nasip eyle... Bu uğurda her türlü azaba razı­yım, tek nasip eyle; nefsimi çıra gibi yakmaya, onun ate­şinde yürümeye hazırım!” Halveti Şeyhi Hüseyin Efendi’nin verdiği virdine yine aşkla sarılmıştı. Bir şiirinde şöy­le söylüyordu:





Ey Kenm Allah, ey Ganî Sultân
Dertliyiz, senden umarız dermân
Lütfuna had yok, ihsâna payân
Dertliyiz senden umarız dermân
Gerçi kullarda ma'siyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artukdur
Gayrıdan bize hiç meded yoktur
Dertliyiz senden umarız dermân
Gel demez isen biz günahkâra
Bir adım kâdir mi ki yol vara
Çare yok, senden olmazsa çâre
Dertliyiz senden umarız dermân
Bu Niyâzî çün zikrine düştü
Dün ü gün gönlü fikrine düştü
Zâtına eren şükrüne düştü
Dertliyiz senden umarız dermân





***





Abdürrezzak Efendiye bu çok sevdiği öğrencisinden ayrılmak zor geldi, fakat o dört oğlan ve babaları Meh­met’i bir türlü bırakmak istemediler. Adam yalvardı ya­kardı, yüklü paralar teklif etti, olmadı... Nihayet biricik kı­zını öne sürdü: “Gel damadım ol!” dedi... Hiçbiri kâr et­medi. Dört oğlanın gözleri yaşlı yaşlı yalvarmaları karşı­sında bir an zayıflayan Mehmet, kendini çabuk topladı; belki bir gün geri dönüp onları ziyaret edeceğini söyledi. Lâkin şimdi gönül ateşinin ışığını izlemeliydi; onlarla san­ki birer büyük adam gibi konuştu. Allah’ın bir yolunu ara­dığını söyledi, eğer o yolu bulur da orada yürümeye baş­larsa, elbet gelip onları bulacak, misafirleri olacaktı. Söz verdi.





4





Ve bir gün, sabah ezanı okunmadan, bir azık torbasıy­la yola vurdu kendini. Sabah namazını yolda kırlık bir yerde edâ etti. Niyeti; Mardin’in bir köyünden geçeceği ve güneye ineceği söylenen bir kervana katılmaktı. Artık nereye kısmet olursa oraları dolaşacak ve elbet bir gün onu İskenderiye’ye taşıyacak gemiye binecekti. Tüccar ona, verdiği emeğin üstünde bir ücret ödemişti. Mehmet kendini bayağı zengin kabul ediyor, rahatlıyor, bir taraf­tan da, bu kadar para kazanıp harcamanın, ahlakını bo­zabileceğinden endişe duyuyordu. Aklında İbn Arabî’nin erdikten sonra, giysilerini bile emanet aldığı ve hiç mas­raf görmediği vardı. Ancak, başkalarına bu denli muhtaç olmak, Allah nazarında ne kadar doğru idi, bunu pek bi­lemiyordu. Halvetilerin söylediği gibi; yediğinde giydiğin­de kul hakkı olmaması ona yetiyordu. Bu yüzden Meh­met de öğretmekten başka, kendini geçindirebilecek bir başka işi olmasını istiyordu. Mesela dolaştığı yerlerde ya­hut İskenderiye’de, Kahire’de bir sanat edinebilirdi. Mum, alıcısı çok olan bir maldı, acaba mum yapmayı mı öğrenseydi? Böyle şeylerle meşguldü kafası... Yanında Kâsım’ın ona son gönderdiği mektup vardı. Bazen onu çıkarıp tekrar tekrar okuyordu. Sultan Murat’ın vefatın­dan duyduğu üzüntüyü yazmıştı Kâsım ve “Osmanlı so­yundan kalan yegâne şehzade İbrahim, yeni sultanımız!





Onun hakkındaki duygu ve düşüncelerimi sana yazmış­tım, inşallah ben yanılırım; Murat Sultanımızın kurduğu o düzen devam eder. Sultan İbrahim’in bir başka ve önemli görevi, Osmanlfya yeni şehzadeler kazandırmak­tır.” diyordu. Mektubunu bitirirken de: “Melekşan’la koca­sı maalesef yapamadılar. Kız, küçük oğlu ile eve döndü. Üzücü bir haber tabii, ancak sana itiraf edebilirim; kız kardeşimi yeniden evin içinde dolaşır görmek, onun udunu dinlemek, kalbime tarifsiz sevinçler veriyor.” de­mişti. Bu haber Mehmet’te önce hiçbir duygu kırıntısı ya­ratmadı. O Melekşan’ı unutmuş gibiydi, ancak gönlünde onun meleklere has güzelliği sanki kızdan ayrı bir varlık­mış gibi yaşayıp duruyordu. Bu güzelliği bazen bir çocu­ğun yüzünde, bazen ay ışığında, bazen bir kır çiçeğinde ve böylece her güzel şeyde bulabiliyordu. Mehmet’le gönlü arasında bir sırdı bu; evlendiğinden bu yana kızı, ayrıca bir kız olarak hiç düşünmemişti...





Derken derken nefsi harekete geçmeye başladı; aca­ba İstanbul’a bir dönüşünde Kâsım’ı ziyareti sırasında Melekşan’ı görebilir miydi? Görüp de o görkemli güzelli­ğe bir daha vurulabilir miydi? Kız kardeşine hayranlığını Kâsım’a çıtlatabilir miydi? Ve... Ve... Ve onu istese yani, Mehmet’e verirler miydi? uyandıktan sonra hiç memnun kalmadığı bazı düşler de gördü kızla ilgili; kendisine şaş­tı. Sen rüya görme görme de, tut bir kadın uğruna olma­dık şeyler gör ve bunları hatırla! Mehmet’e yakışageliyor muydu bu iş? “Hayır hiç yakışagelmez.” Böyle hüküm verdi. Hemen aklına İbn Arabî gelmişti, o, Allah’ın yolla­rına düştüğü vakit; kızdan kadından kesildiğini yazmıştı, çok, çok sonraları evlenmişti. Doğrusu, Mehmet de böy­le bir kesilmeyi umut ediyordu. Canım Koca Derviş de öyle değil miydi ya? Ancak bir de Peygamber’in sünneti var; kendisi evlenmiş ve Müslümanlara evlenmelerini tav­siye etmişti. “Belki bir zamanı vardır bu sünnetin, hele bir düşeyim manevi yola, ilerleyeyim... Elbet olur Allah kıs­met etmişse.” Mehmet tam bir âlim ve arif olmadan ev­lenmeyi düşünemezdi. Rüyalar mı? Elbet, nefsini tam kontrol altına aldıktan sonra, onlar da kesilecekti.





Nefsini nasıl kontrol altına alacaktı? Mehmet’in şimdi­ye kadar başarabildiği; gönlüne uymayan, uymaması la­zım gelen bir hareketi yaptığı veya düşündüğü zaman, bunun nefsinden geldiğini hatırlayıp derhal reddetmesiydi. Böylece kimse hakkında gıybet yapmıyor, yalan söy­lemiyor, haksızlık zaten yapmazdı, artık eskisi kadar ko­lay öfkelenmiyordu. Daha doğrusu öfkesini bir miktar kontrol altına almıştı, kin duymamaya çalışıyor, onun bu­nun malına, zenginliğine tamah etmiyordu. Böylece gönlünün hatırlatmalarıyla ve yaptığı zikirlerin bereketiy­le, nefsinin kötü huylarını epey bir temizlemeyi başarabil­mişti, ama yetmezdi. Nefsinin de gönlü kadar temiz, ak pak, saf olması ve artık kontrole muhtaç olmaması gere­kiyordu. Bak işte bir kadının kocasından ayrılması başı­na ne işler açmıştı! Mehmet utanıyordu. Nefsi kuvvetliy­di, bu bir gerçek; bilhassa kendini beğenmesi, bazılarını pek seviyesiz ve küçük görmesi, kısaca kibire kaçan gu­ruru! Yemeğe düşkünlüğü, uykuya düşkünlüğü... Kervan ağır ağır ilerlerken hep bunları düşünüyordu. Bir konu vardı ki, Mehmet burada isyana düşüp düşmediğini pek iyi bilemiyordu. Çocukluğundan beri kendisini takip eden bir soru idi bu: Allah, ruhları yarattıktan sonra, on­ları neden “beden kafesine” sokup “aşağıların en aşağı­sı” dünyaya yollamış, dünya sevgisi ve dünyanın gerekle­ri ile şartlamış ve birçok sınav eziyetine uğratmış ve uğ­ratmaktaydı? Ruhlar ilk yaratıldıkları hâlleriyle saf ve te­miz olarak yukarılarda, O’na yakın bir yerlerde kalsaydı ya! Bu dünya macerasına ve türlü türlü ıstıraplara ne lü­zum vardı? Evet, Allah bilinmek istemişti, amma bu aye­tin daha derin anlamlarını bilmiyordu ve sorusu Meh­met’i zaman zaman isyana sevk etmişti. Şimdi hâlâ, ken­dini tatmin eden bir cevabı yoktu... “Allah’ın hikmetlerin­den biridir, insan idrak edemez.” fikriyle de avunmak is­temiyordu. Bu istemeyiş gençliğinde zaman zaman ol­duğu gibi bir isyan mıydı yoksa daha derinleri bilme ar­zusu mu? Daha fazla bilme arzusu, yüreğinde daima ya­nıp duran bir ateşti, onu söndürmesi hiç mümkün de­ğildi. Çünkü şu garip dünyada her şeyin sonlu olması gerektiği hâlde, yalnız sevginin ve bilginin sonu yoktu ki, bu şüphesiz Rabb’in düzeninin bir sonucuydu. Ve Meh­met sorgulamasa nasıl bilebilecekti ki?! Nefsin kötü huy­lan karşısında, gönlü diyordu ki:





—          Allah, bizim bu dünyada birçok tecrübe edinerek ve şüphesiz sınavlardan geçerek, O’nun bizi ilk yarattığı hâle dönüşmemizi ister; öylesine arı duru, saf ve temiz!





—          Neden? diye soruyordu nefsi.





—          Çünkü bu dünyada bulunmamızın armağanı olarak bize irade vermiştir; hür seçim vermiştir. Böylece O, Ken­di izniyle, öz irademizi kullanarak seçimler, doğru seçim­ler yapmamızı ister. Bunun için insanlara pek çok güzel­lik vermiş ve pek çok da acı yüklemiştir. Bu ikisinden yal­nız biri olsaydı, emin ol dünya büsbütün çekilmez olur­du. Rabb’in düzenindeki “denge” kavramını hiç unutma; bolluğun karşısında zıddı olan kıtlık, acının karşısında ra­hatlık vardır ve bu düzen içre her kavram ve olay karşı­sında her şey zıddı ile vardır. Âlemin zerrelerinden her bi­ri, zıddını kendi içinde taşır. Çünkü Yüce Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları vardır. Ve Allah her zerrede belirir, her zer­rede O’nun bütün sıfatlarının eseri vardır.





O zaman Mehmet:





“Eğer,” diye düşündü, “İbn Arabî’nin ve bütün Vahdet-i Vücudçuların söylediği gibi, yalnız Tek var, başka her şey gölgelerden oluşuyorsa; irade, hür seçim, zıtlar, her şey temsili ise, bu dünyayı reddetmek ne kolay!” dedi.





Nefsi:





— Yapamazsın, dedi, çünkü ben varım!





Mehmet yüksek sesle:





—          Piç! dedi ona ve içinden ilave etti, sen de bir hayal­den bir gölgeden ibaretsin, yani sen de yoksun! Hele bekle, hele bir halvete gireyim, işte o zaman tamamen yok olacaksın!





Nefsin bütün kötü huyları:





—          Yavrum, dediler ona, o söylediğini gerçekleştirebil­mek için, kaç halvete girmen lazım gelir biliyor musun?!





Sen bizim ne kadar kuvvetli olduğumuzu, ölüp ölüp diril­diğimizi bilmiyor musun?





Böyle iç mücadeleleri ile Mehmet, İskenderiye’ye gide­cek bir gemiye binebilmek için Antalya yolunda aylar ge­çirdi... O kervandan bu kervana derken dağlar tepeler aştı; bazen kupkuru bazen yemyeşil vadilerden, köyler­den, bazen büyük bazen küçük şehirlerden geçti. Her dokuz saatte bir kervansaraylarda konakladılar. Yol bo­yunca pazarlardan da geçtiler, Mehmet sadece gıda maddeleri aldı. Yalnız Antep’in pazarından, güzel kokular da aldı. Hazreti Peygamber sevmiyor muydu güzel koku­ları? Mehmet de bunları özellikle zikrederken, saçlarına ve elbiselerine sürüyordu. Bu kokuların, zikrine hoş bir anlam kattığına inanıyordu.





Çeşit çeşit de insanlar tanıdı Mehmet. Kimisine he­men ısındı, kimisinin yüzüne bile bakamadı. Kendi ken­dine diyordu ki; “İnsanların bazıları yıldızlarla süslenmiş sema gibidir, bazıları da işte bu insanlarla hidayet bulur, gayeye vardıran yolu tutar. Bazıları da ne yıldızlar gibidir, ne de yıldızlarla hidayet bulmuştur. Onlar içlerinden çıkamayacakları karanlıklarda bulunan kimseler gibidirler.” En yakın arkadaşı Yunus Divanı idi; gönlüne neşe rüzgârları dolduğu zamanlarda da; ümitsiz, küskün, yor­gun olduğu zamanlarda da onu okuyordu. Kendisi de sonradan bazılarını yırtıp atacağı birçok şiir yazdı. Bazı nesir parçaları denedi, düz yazıları da, beklediğinin aksi­ne, güzel oluyordu. Abdürrezzak Efendi: “Sen bu bilgiyle vaiz olabilirsin.” demişti ona, bunu da düşündü. Hayır sadece vaiz olmak istemiyordu, ama arada sırada vaaz verebilirdi. İşte bu nesirler de, o vaazların ilk pırıltıları gi­bi görünüyordu.





Antalya, üç tarafı bahçelerle çevrili, bir tarafı denize bakan güzel bir şehirdi. Bilhassa Selçuklu eserleriyle zengindi. Selçuklular pek çok han, cami, köprü, çeşme yapmışlardı. Yivli Minare diye anılan, Sultan Alaaddin Keykubat tarafından kiliseden çevrilen ve kendi adını ta­şıyan caminin minaresi de, başlı başına bir sanat eseriy­di. Osmanlılar da çok güzel camiler yapmışlardı, hele





Mehmet’in pek hayran kaldığı Kuyucu Murat Paşa Camii; Osmanlı mimarisinin Anadolu’daki en güzel örneklerin­den biriydi.





Derken, gemi macerası başladı. Hava ekseri güneşli, güzel; Akdeniz, sanki gemiye kucak açmış, çocuğunu ağır ağır sallayarak uyutmaya çalışan bir anne gibi, sakin ve güler yüzlüydü... Ancak sıcak enikonu bunaltıyordu. Bu kadar sıcağa alışık değildi Mehmet. Denizin onu çe­ken sonsuz ve derin güzelliği, anbean güneşle, bulutlar­la oynaşıp değişen yüzü olmasa ve gecenin koynunda ayın bir nurdan izi uzanıp durmasa suyun üstünde; bu seyahati karadan yapmadığına pişman olacaktı. Karada hiç olmazsa dağlardan geçip serinlemek de vardı. “Vahdet-i Vücudçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyor­lar. Öyledir de herhalde, fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir.” diye düşünüyordu Mehmet. İbn Arabî’ye, dolayısıyla bütün Vücut Birliğine inananlara büyük say­gısı vardı; ancak kendisi ne kadar, nereye kadar inanıyor­du, bunu bilemiyordu. Çocukluğunda, gençliğinde din­lediği sohbetlerde, bu konu arada sırada açılırdı. Babası dahil birçok Allah dostu, buna gönülden inanıyorlardı. Kendi şeyhi Hüseyin Efendi ve Halveti dergâhına devam edenlerin pek çoğu aynı inanç içindeydi. Mehmet’in zor­luğu, dünya yüzündeki bazı çirkin ve şer insanlarda, şey­lerde Allah’ı bulabilmekti. Ona demişlerdi ki: “Yolunda ilerlerken sen de Allah’ın yüzünü her yaratıkta görebile­ceksin, şimdi sabırsız olma.” Mehmet, “Canımın içi Yu­nus da: ‘Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü.’ demiyor mu?” diye düşünüyordu. Yunus Emre ile o kadar doluy­du ki, şiirlerinde görülen açık etkisinden başka, sanki her zaman onu somutlaşmış bir şekilde karşısında görüyor­du. Yapılı olmasına rağmen ince bir bedeni ve Peygamber gibi uzun saçları vardı. Kâh kendininkiler gibi siyah, simsiyah görüyordu bu saçları kâh kumral ve dalgalı... Mehmet’in de bedeni iri yarıydı ama, Yunus’unki gibi in­ce değildi. O kahverengi gözlüydü, Mehmet’in gözleri ise korlar gibi parlayan, derin, siyah! Tıpkı Yunus’un “yaratı­lan” sevgisi ile pek özdeşmediği gibi, dış görünüşleri de





ayrıydı. Ama bir gün “Allah aşkı”nda tam anlamıyla bulu­şacaklarını seziyordu Mehmet, yoksa bu kadar sevebilir miydi Yunus’u? O zaman yazdıkları ilahiler de benzeşecekti. Bunda hiçbir sakınca görmüyordu. Yunus bir gele­neğin temelini oluşturuyordu çünkü. Belki de o zaman Mehmet’in ağzından Yunus konuşacaktı. Ah bir de onun gibi sevebilmeyi ve kayıtsız şartsız merhameti öğrenebilseydi! Bazen bütün bunların gerçekleşeceğine inanıyor, içi neşe ile doluyor; bazen, “Hepsi hayal, olmayacak, Yu­nus nerede, ben nerede?” diye düşünüyor, kalbi kararı­yordu. Bütün bu duygu değişimlerini Derviş Ağa’sı ile Kâsım’a yazıyordu. Yazıp da gönderemediği mektuplar birikmişti. “İnşallah İskenderiye’de!” diyordu.





***





İskenderiye, Nil deltasının batı kenarında yer alan ve Asya, Afrika, Avrupa’yı birbirine bağlayan yolların birleş­tiği noktada önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi idi. Bü­yük İskender’in emriyle kurulmuş, son derece renkli bir şehir, âdeta çılgın bir panayır!.. Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’nın her köşesinden gelmiş insanlarla dolu. Diller değişik, kılık kıyafetler, dinler değişik. Sadece bu değişik insanları seyretmek, değişik dilleri işitmek bile eğlenceli. Bu arada Mehmet, camide tanıdığı bir adam vasıtasıyla, bir Kadiri şeyhiyle ahbaplık kurduğu için İskenderiye’de onun tekkesinde bir buçuk ay kaldı. Kadiriliğe de ısındı. Onlarda devran yoktu, ama sesli zikir ve sema vardı. Zi­kir meclislerine devamlı katıldı; yüreğinden kopan bir sesle zikretti ve döndü. El-Ezher’e devam etme arzusu şiddetli olmasa belki de bu Şeyh İbrahim Efendiye biat eder, İskenderiye’de kalabilirdi. Zaten içindeki küçük ses: “Şeyh eli öpeceksin.” demişti ona. Demek ki Kahire’de!





Kahire, Nil vadisinin doğu yamacında kurulmuş olan eski bir şehir. İsmi burayı kuran Fatımi komutanı Cevher tarafından Mısır elKahire olarak konmuş. Cazip bir şehir. Tarih boyunca Abbasiler, Fatımi, Eyyubi, Memluklular ve Osmanlıların olmuş ve İslam sanatı her dönemde Kahire’yi çok güzel anıtlarla donatmış. Camiler, sultan türbe­leri, okullar, manastırlar inşa edilmiş. Bilhassa Osmanlı





zamanında Kahire büyük kubbeli güzel camiler ve gör­kemli meydan çeşmeleri ile süslenmiş. Mehmet, Kahire’ye vardığı ilk gün bir handa kalıp şehri gezdi. Ertesi günü, Mardin’de Abdürrezzak Efendi’nin bahsettiği ve İb­rahim Efendinin de tavsiye ettiği gibi doğru Şeyhuniye Külliyesi’ne gitti. Burada medrese ve birçok sufı dergâhı mevcuttu. Mehmet, Abdülkadir Geylanî tekkesini buldu. Tekke on altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı güzel nakış­larla bezenmiş bir yerdi. Beyaz mermer döşeli avlusunun ortasında kubbeli büyük bir havuz vardı. Avlunun çevre­sinde ise kat kat derviş hücreleri bulunuyordu. Mehmet avluyu görür görmez semanın burada yapıldığını anladı. Ne güzel ve kutsal bir yerdi! Mehmet, İbrahim Efendi’nin selamlarını sunup Şeyh Mehmet Efendiye biat etti ve derviş hücrelerinden birinde kalmaya başladı.





Aylar geçiyor... Bir taraftan Kadiri yolunun inceliklerini öğrenip zikre, semaya, sohbetlere katılırken, bir taraftan da El-Ezher’de derslere başladı. Ve bazen camilerde va­azlar veriyordu. Çok ciddi ve muntazam çalışıyordu. Bir hayli yorulmasına rağmen, hayatta en çok istediği ve sevdiği iki işi yaptığından dolayı mutluydu. Vaazlarını da beğeniyorlardı, ama bunlar daha Mehmet’i tatmin ede­cek derecede değildi...





Mehmet, tekkeye yerleşir yerleşmez, Derviş Ağasına ve Kâsım’a yazıp adresini bildirmiş ve onlara İskenderi­ye’den yolladığı mektupları alıp almadıklarını sormuştu.





Derviş Ağa’sı hemen cevap yazdı, Mehmet’in istedikle­rine kavuşmasından dolayı duyduğu memnuniyeti anla­tıyordu. Mektubun en altında bir satırı da kendisine ayır­mıştı: “Ben de evlendim kıymetlim. Geç oldu, lâkin geç de olsa Peygamberimizin sünnetini yerine getirebildiğim için sevinçliyim.” demiş, “Senin daha vaktin var, bunu bi­liyorum. Hele bir Anadolu’ya dön gel.” diye ilave etmişti. Mehmet, Kâsım’dan uzun aylar boyunca mektup bekle­miş, gelmeyince kendisi tekrar tekrar yazıp yollamış, yi­ne uzun uzun beklemiş sonra, gönül yolunun kendisine ettiği cilvelerden dolayı o kadar heyecana düşmüş, aklı­nı ve gönlünü o kadar başka şeylerle meşgul etmişti ki, hâliyle mektup beklemekten de vazgeçmişti.





Aslında genç adam, Kâsım’ın Melekşan’ın kocasından ayrıldığını bildiren mektubundan sonra ona defalarca yazmış, fakat çok istemesine rağmen, sarı kız hakkında bir türlü iki satır bir şey söyleyememişti. Boşanması hak­kında bir “hayırlısı olsun” bile diyememişti. Sanki onunla ilgili bir şey yazarsa kızla evlenmek istediğini Kâsım anlayıverecekmiş gibi geliyor ve bundan müthiş utanıyordu.





Ve buraya gelişinin ikinci yılında Kâsım’dan bir mek­tup geliverince doğrusu adamakıllı şaşırdı. Kâsım: “Beni bağışlamayacaksın biliyorum, ama ben ellerinden öpe­rek özür diliyorum ağam.” diye yazmıştı. “İnanılmaz bir meşguliyet içindeydim, sarayda yerim sallanıyordu ve bu arada evlenip ayrıldım! Karı dırdırı ne demektir sen asla bilemezsin, ben de bilmiyordum. Neyse detaylarını bir başka mektupta yazarım, şimdi sana büyük bir müjde vermek istiyorum. Osmanlı Hanedanı, dolayısıyla Osmanlı Devleti çökmekten kurtuldu. Sultanımızın bir oğlu doğdu, ismini Mehmet koydular. Eğer inşallah tahta ge­çerse IV. Mehmet olacak! İbrahim Sultan’ımız baştan iyi gidiyordu, anlı şanlı ağabeyini taklit eder gibiydi, ama vah ki vah! Onda ne IV. Murat’ın tahsili, ne karakteri, ne askerliği, ne de aklı var... Ancak içki ve kadın meselesin­de, sefahat meclislerinde ondan daha ileri. Biraz da, ha­nedana şehzade gerekli diye, ona birçok cariye ve türlü türlü gayret macunları ikram etmelerinden dolayı bu du­rumlara düştü. Neyse bir şehzade geldi işte. Allah ona sağlık, akıl, karakter, askerlik yeteneği, dirlik düzenlik ver­sin ki, memleket de onu izlesin.”





Mehmet, Kâsım’ın iki yıl kendisine yazamayışına hak verdi. Baksana neler gelmiş çocuğun başına! Dırdırcı bir karı! Allah esirgesin! Fakat sebebini hiç bilemediği hâlde, gönlü bu Şehzade Mehmet’ten hiç hoşlanmadı, bir tedir­ginlik yayıldı içine. “Allah sonumuzu hayreylesin!” diye dua etti.





***





Şeyh Mehmet’e bağlı olan mürit sayısı pek fazlaydı. Bunlardan bazıları şeyhe, kendi şeyhi zamanından kalma





idiler. Onlardan biri, Sadık Derviş, bir gün Mehmet’i ten­hada yakaladı:





—Hele bir otur kardeşim şu taşın üzerine, seninle hâlleşeceklerim var, dedi ve önce Mehmet’i övdü. Ben seni iradende sadık, samimi arkadaş biliyorum. Ama ya­nılıyorsun, Şeyh Mehmet, senin bildiğin gibi yetişmiş bir şeyh değildir. Ben sana nasihat ediyorum, senin aradığın onda yoktur. Beni dinlersen bu adamı bırak ve kendine bir başka şeyh ara, belki o zaman muradına erersin. Ken­disinin nasıl şeyh olduğu da belli değildir. Benim rahmet­li şeyhim Hakk’a yürüdüğü zaman, iki yalancı şahit bu­lup rahmetlinin kendisine velayet verdiğini söyledi ve söyletti. Böylece kuruldu onun postuna! Yani anlayaca­ğın yalancıdır. O iki adama da velayet verip birini sağ ya­nına, birini sol yanına oturttu. Yok muydu başka velayet verecek adam? Biz ne güne duruyorduk!.. Sonra... Mehmet sert bir el hareketi ile onun sözünü kesti:





—          Sen de ismin gibi sadık biriymişsin be adam! Senin bu sözlerinden sonra Şeyh Mehmet Efendinin gelişmiş, yetişmiş kâmil bir şeyh olduğuna inandım. Benim bir yere gideceğim yok, sen şimdi yıkıl git karşımdan. Bir da­ha da benimle konuşma!





Mehmet, Sadık’ı kovduktan sonra kalktı, biraz önce oturduğu taşa bir tekme salladı. Kuvvetli bir tekmeydi, ayak parmakları dehşetli acıdı. Kalbinden Mehmet Efendi’ye: “Sultanım,” dedi, “Allah’ın izni ile şu öfke belasını al içimden.” Sonra: “Nedir bu insanlardaki haset, nedir Rabb’im?” diye sordu.





***





Öç yıldan ve üç halvetten sonra Şeyh Mehmet Efendi; Mehmet’in öfkesini tam alamadıysa da, onun nefsinin bazı kötü huylardan temizlenmesini sağladı, yolunda ona Çok yardımcı oldu, ileri adımlar attırdı ki, kendisi “Sıfatlar tevhidinde bir zattı, öğrencisini sıfatlar birliğine ulaş­ırdı. Onun kalbinde bulunan ve kendisinin bile farkında olmadığı kin, gıybet, haksızlık, aldatma, haset, kibir, riya 9'bi kötü duygulan çıkarıp emmare nefisten, mutmaine nefis aşamasına getirip güzel sıfatlarla bezedi. Mehmet, Derviş Ağa’sına şöyle yazıyordu: “Ona üç yıldır hizmet ediyorum ve onu Kadiri tarikatında, kâmil bir şeyh bul­dum. Allah’a hamt olsun, ona hizmet sayesinde muradı­ma nail oldum.”





Mehmet mutluydu, herkesle ve her şeyle barışıktı...





O mutlulukla sokakta bulduğu bir gözü kör, hasta bir kedi yavrusunu alıp hücresine getirdi. Portakal rengine bakan sarı bir kedi yavrusuydu bu. İsmini önce portakal koymak istedi, ama bu kelime, bu minicik yavruya yakış­mıyordu. Gözlerinin sarı renginde minicik kırmızı benek­ler bulunduğu için Kiraz koydu. Onu aşçıdan aldığı et su­larına ekmek doğrayıp papara yaparak besledi. Kiraz kı­sa sürede iyileşti, semirdi. Yavrucuğun itirazlarına, tırma­lamalarına rağmen, bir de güzel yıkadı onu Mehmet; uzun tüyleri pırıl pırıl parlamaya başladı. Fakat Mehmet’i çekemeyenler, kedi sevmeyenler, onu Mehmet Efendiye şikâyet etmekten geri durmadılar: “Allah isminin daima anıldığı dergâh gibi bir yere yakışır mıydı bir kedi?” Meh­met Efendi: “Onu da Allah yaratmıştır, hayvanlar da bizlere O’nun emanetlerindendir,” dedi, “sevelim sevmeye­lim, Kiraz’a asla zarar vermeyelim.”





Kiraz sanki bu konuşmaları duyup anlamış gibi, kuy­ruğunu dikip gururla dolaşıyordu avluda... Mehmet onu seyretmeye bayılıyordu!





Ancak bir süre sonra Şeyh Mehmet Efendi, onu yanı­na çağırttı, içeri giren ve karşısında “sana teslimim” du­ruşu ile, sağ ayak baş parmağı, sol ayak baş parmağının üstüne atıp ayak bağlayarak ve edeple duran Mehmet’i baştan ayağa süzdü:





—          Bana kalırsa, dedi, senin artık El-Ezher’i bırakman lazım.





—          Anlayamadım sultanım?..





—          Düşündüm de, dedi, Hak yolunun sana tam açıl­ması için zahir ilmini bırakman gerekecek... Çünkü artık maddi ilim, ilerleyeceğin yolda sana yardımcı değil, en­gel olur. Maddi ilme devam edersen, Allah’la arandaki perdeleri açmak değil, aralayamazsın bile. Bu benim sa­na nasihatimdir, artık El-Ezher’den vazgeç!..





Ve Mehmet Efendi, konuşmanın sona erdiğini anlat­mak için gözlerini kapattı, teşbihine döndü.





Mehmet ona bakıp sessizce terk etti odayı.





Başına gelen, onu son derece hayal kırıklığına uğrat­mıştı. Kalbi yaralanmış, içinde öfke bile duyamayacak ka­dar incinmişti. Hücresine döndü, bir köşeye sinip gözyaş­larını koyuverdi. O, hem bilgin, hem de hakikat ehli ol­mak istemişti, ülküsü buydu. Başka hiçbir arzusu yoktu!





Mehmet’i bir titreme aldı, bir taraftan dişleri birbirine vuruyor, bir taraftan terliyor ve gözyaşları yağmur gibi ini­yordu yanaklarına. Bir saat kadar önce Mehmet Efendiyi terk etme kararı almıştı, şimdi şaşkındı çok; ne yapacak­tı?.. Kiraz da tedirgindi, miyavlayıp duruyordu.





Titremeleri biraz hafifleyince kalktı abdest aldı, iki rekât istihare namazı kıldı ve Allah’tan kendisine “doğru olanı” göstermesini diledi. Sonra köşesine çekilip zikret­meye başladı. Miyavlamaları kesilen Kiraz, sessizce gelip onun kucağına kıvrılıp yattı. Yatsı ezanı okununca, Mehmet, yerinden kalkmadı. Camiye gitmek, o kalabalığın arasına girmek istemiyordu, yalnızlığa ihtiyacı vardı. Ka­ranlıkta zikrine devam etti.





Neden sonra, yassı namazını kıldı. Niyeti sabaha ka­dar zikrini sürdürmekti. Bir süre sonra, öyle ağır bir uyku çöktü ki üzerine, kucağında Kiraz, oturduğu yerde uyku­ya daldı. •





Rüyasında kendini büyük bir şehirde gördü. Sultana hizmet etmekteymiş ve bu sultan da Şeyh Abdülkadir Geylanî imiş. Onun avlusu geniş bir sarayı varmış, ken­disi o sırada müritlerinin ileri gelenleri ile birlikte abdest almaktaymış. Mehmet öbür tarafında duruyor ve sanki ona kızacağından korkuyordu; kaçacak bir yeri de yoktu. O sırada Hazreti Geylanî, onu görüp çağırdı.





“Ey sufi!” Mehmet, hemen dönüp önünde durdu. Şeyh, hizmetlilerden birisine: “Buna bir kese getir.” dedi. Hizmetli birkaç adım yürüdü, fakat Geylanî Hazretleri onu geri çağırdı: “Gel, ona kendi cebimden vereyim.” dedi, der demez elini cebine soktu, bir kese çıkardı ve Mehmet’e uzattı. Mehmet keseyi hemen açtı, içinde taze sikkeli dirhemler vardı. Bir başka kese daha görünüyor­du. Mehmet onu da açtı ki, içinde dirhemden daha kıy­metli olan, taze sikkeli dinarlar ışıyordu. Mehmet şaşırdı, sordu: “Efendim bu iki kesenin anlamı nedir?” Hazreti Geylanî hafif tebessüm edip: “Dirhemler zahir ilimdir, öğ­ren ve onunla amel et.” dedi. “Dinarlar ise tarikat ilmidir, onu ancak sana uygun görülmüş mürşidinin yanında el­de edebilirsin ve senin şeyhin, bu şehirde değildir.”





Sabah ezanı okunuyordu, Mehmet içinde tarif edile­mez bir mutlulukla uyandı.





Aman Allahım anlamlı bir rüya görmüş ve her bir de­tayını da hatırlayabiliyor!..





O mutlulukla kalkıp, doğru camiye gitti, abdest aldı ve arka safta durup namaz kıldı. Sonra kapının yanına diki­lip; Şeyh Mehmet’in önünden geçmesini bekledi... O ge­çerken, uzanıp elini öptü ve:





—          Beni lütfen kabul ederseniz, dün akşamki rüyamı anlatmak istiyorum, dedi.





Şeyhi:





—          Gel bakalım, diye cevap verdi.





Şeyh Mehmet önde, Mehmet arkada yürürlerken genç adamın içi içine sığmıyordu. Selamlığa geldiler, Şeyh Mehmet:





—          Anlat bakalım rüyanı, neymiş öğrenelim, dedi.





Mehmet, rüyayı en küçük detayına kadar anlattıktan





sonra; her zamanki dürüstlüğü ile açık konuştu.





—          Efendim, dedi, bu rüya üzerine şimdi ellerinizi öpe­rek bana izin vermenizi rica ediyorum, çünkü bana uy­gun görülen şeyh için, bizzat Geylanî Hazretleri: “Bu şe­hirde değildir.” buyurdu. Şimdi bana müsaade edin, ge­ri dönüp dağ bayır, şehir şehir dolaşıp bana uygun görü­len o hazreti bulayım. İzninizi dilerim.





Şeyh Mehmet Efendi, Mehmet’in bir gün onu bırakıp gideceğini biliyordu, yine de fena hâlde üzülmüştü, ken­di arzusunu söyleyip onu vazgeçirmek istedi; dedi ki:





—          Biz Halvetiler gibi, düşlere çok fazla itibar etmeyiz. Seni, Allah’ın izni ile ben yetiştirdim, bu hâle getirdim. Halifem olmanı isterim. Önünde uzanan engebeli yolda elini tutacak birine ihtiyacın var, gitme ve halifem olarak burada kal.





Mehmet önüne baktı, önündeki halının hiçbir deseni­ni görmeden daldı kaldı bir süre, sonra silkindi:





—          Efendim, benim kalbim hilafete kanmaz; artık bun­dan sonra seyahat edip bana takdir edilen şeyhi arayıp bulmam lazım. Bana yaptıklarınızı asla inkâr etmem; Al­lah’ın rahmeti ve sizin hidayetinizle yolumda ilerledim. Bunu reddetmek yahut unutmak mümkün değildir. Ama artık, ellerinizi öperek müsaadenizi rica ediyorum.





Şeyh Mehmet uzun uzun düşündü, gözlerinden iki damla yaş yanaklarına düştü:





 Pekâlâ, dedi, bizden bu kuvvetle izin isteyenleri tut­amak âdetimiz değildir. Git evladım.





Elini Mehmet’e uzattı, bu kez Mehmet’in gözlerinden düşen iki damla yaş, şeyhinin elini ıslattı. O sıralarda Mehmet, yirmi altı yaşını tamamlamak üzereydi.





5





Yine kervanlar, yine kervansaraylar... Mehmet’in hey­besinin bir gözünde Kiraz kedi, diğerinde birkaç parça çamaşırla, Yunus Divanı... Yine yollara vurmuştu kendi­ni; sadece yolda olduğu için bile mutluydu. Sanki mad­di yollarda ne kadar gezerse, manevi yolunda da o kadar ilerleyecekti, ikisi arasında irtibat kurmak hoşuna gidi­yordu. Kervanlarda Kiraz’ı iyi karşılamayan da oldu, se­ven de... Bu, başında arake denilen keçe külah taşıyan, iri yarı, esmer, suskun dervişin bir kedi ile beraber olma­sı, insanlara tuhaf görünüyordu. Neyse ki, Kiraz, Meh­met’in heybesinin içinde rahattı. Molalarda yemeğini yi­yip, hacetini giderdikten sonra hemen yerine, heybenin gözüne dönüyordu. Ne Mehmet’i ne de başkasını rahat­sız ediyordu. Onun böyle uslu davranması, sahibinin onu daha çok sevmesini sağladı. Mehmet onu: “Derviş huylu Kiraz’ım!” diye seviyordu. İçine küçük bir sevinç olmuştu Kiraz, bu gerçek.





Mehmet, Kahire’den ayrılmadan bir gün önce hem Derviş Ağasından, hem de Kâsım’dan mektup almıştı. Kâsım; Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın idam edilmesine çok hayıflanıyor, bunu Sultan İbrahim­’in büyük bir hatası olarak gördüğünü yazıyor ve Padişah’ın sefahat hayatına devam ettiğini söylüyordu. Fakat bu arada bir şehzade daha doğmuş, küçük Mehmet de sağlıklı bir çocukmuş. “Bunlar da iyi haberler.” diyordu...





Derviş Ağa’sının mektubu eğlenceliydi: “İkide bir evli olduğumu unutup evin içinde bir kadının dolaşmasını yadırgıyorum.” diyordu. “Neyse ki, bizimki anlayışlı bir hatun, birçok hatamı yüzüme vurmuyor! Sevindiğim şey­lerden biri de anneni, benim annem sayıyor, ona gelinlik ediyor, ablalarınla da hemen ahbap oldu. Bazen düşünür yorum da, evlilik iyi bir şeymiş be kıymetlim. Allah, sana da nasip eder inşallah. Ha aklıma geliverdi, Melekşan Hatun’un kocasından ayrılıp evine döndüğünü biliyor­sun, değil mi? Ayrılığa sevinilmez ama nedense ben, bir­den seviniverdim. Nedenini sorma, ben de bilmiyorum! Fakat hiçbir şey beni, senin şeyhinden memnun olman kadar sevindiremezdi. muradıma erdim.’ demişsin. O ne demek biraz daha açıklayabilir misin? Yani mesela nefis seviyelerinden hangisindesin acaba? İçindeki Allah sevgi ve saygısı, bir ‘aşk’a dönüşmeye başladı mı? Bana anla­tabilir misin yoksa, bunlar sırdır, dile getirilmez mi, der­sin? Öyle dersen de adaba uymuş olursun, saygı duyarım sana. Lâkin abe merak etmemi de önleyemezsin! Hani aklıma geliyor... İster misin beni bile geçmiş olasın! İşte bu pek hoşuma gider kıymetlim adamım, seninle gurur duyarım, bu gururu unutmuş yüreğimle.” diyordu...





Mehmet, buralara geliş yolculuğundaki gibi, zaman zaman onlara bir şeyler yazıyor; seyahatini anlatıyordu. “Konakladığımız yerlerde bazen, kervan değiştirirken beklediğim şehirlerde oranın ünlü din adamlarıyla tanış­maya, görüşmeye bakıyorum. Bu arada birkaç din bilgi­ni tanıdıysam da, dişe dokunur bir şeyhe rastlamadım. Bazen çarşıda pazarda, bazen yol üstünde dervişlere rastlıyorum, Allahları var, hepsi de hoş davranıyor. Şeyh­lerinden sual ettiğim zaman da, bana olmadık keramet­ler anlatıyorlar. Sanıyorum şeyhliği bir keramet tezgâhı olarak görmekteler. Kimse onların ilminden, irfanından bahis açmıyor, varsa yoksa keramet. Nedense bu kadar çok keramet beni boğuyor ve hepsini göz bağcı olarak görüyorum, Allah beni affetsin. İşte böyle bazı yerlerde de, dervişleri görüp şeyhlerini görmekten vazgeçiyorum. Acaba doğru bir iş mi yapıyorum? Her neyse bana doğru görünüyor.” Böyle şeylerden bahsediyor ve Kiraz’ı uzun uzun anlatıp tarif ediyordu.





Bu arada şiir yazmaktan da geri durmuyordu. Hele ay­sız gecelerde, lacivert gökte parlayan kocaman yıldızlar ve bunaltan çöl sıcağında ağır aksak giden develerin üs­tünde yol aldıktan sonra gelen akşam serinliği, ona il­ham veriyordu. Heybesinin Yunus Divanı gözü, tamam­lanmamış şiirlerle doluydu. Kahire’de yazdıklarıyla bunları, divanın içinde muhafaza ediyordu; fakat bazılarını yaz­dığını hatırlamıyordu bile. Ancak gönlüne hitap ettiği bir yarım şiiri hep içinde dolaşıyordu; kapalı dudaklarının ar­dından hep onu söylüyordu:





Ey gönül gel Hakk’a giden rahı bul
 Ehl-i dert olup, derunî ahi bul
Canın ilindeki şems ü mahı bul
Âdem isen “semme vechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Devlet-i dünyâya mağrur olma sen
Lezzet-i câhına mesrur olma sen
Onları izzet sanıp, hor olma sen
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Gerçi Allah’a ibadet de güzel
Züht ü takva vü kanaat da güzel
Halvet ehline keramet de güzel
Âdem isen “semme vechullah” bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
O sana açmış durur daim yüzün
Sen yitirmişsin ha ararsın izin
Bîcihet göstermiş eşyada özün
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul





Güneşin ufukta görülmedik bir büyük kırmızı top gibi battığı bir akşam vaktinde, çocuk sayılabilecek genç bi­ri, devesini Mehmet’inkine yaklaştırdı, selâmlaştılar.





—          Canını sıkmazsam sana bazı sorularım var.





—          Buyur, dedi Mehmet.





—          Burada bir efendiden senin hem El-Ezher’e devam ettiğini hem de Şeyhuniye’de Kadiri tekkesinde kaldığını, orada da hakikat ilmi tahsil ettiğini öğrendim.





Hay Allah, nereden o adama bu kadar bilgi vermişti Mehmet! Canı sıkıldı, dedi ki:





—          Evet, Allah öyle nasip etti.





—          Neden iki ilmi birden?





—          Bilirsin tek kanatla uçulmaz! Bence maddi ilimle, manevi ilim birbirini tamamlıyor, iki elimiz, iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle denge­de tutar insanı, bir tek ilmi bilmekten daha faydalı olur. Hakikat ilminin gereklerini yapıp şeriatı terk etmek ol­maz!





—          Fakat zahir ilim sahiplerine sorarsan onlarınki üs­tün, dervişlere sorarsan dervişlerinki üstün!





—          Bu fakir hamdolsun, iki ilimden de nasiplendiği için, sözleri daha tarafsızdır kardeşim. Bir kere şöyle dü­şünelim, ilim neden lazım? İlim öğrenmek farza yakın bir kuvvette Yaradan’ın emridir. Ne buyruluyor Mücadele su­resinde: ‘Allah, sizden iman edenleri ve ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltir.” Bu yüzden farza yakın bir kuvvette dedim. Peki mahlukatın özü olan insanın en bü­yük sermayesi nedir? Hayatı, değil mi? İşte bu hayatı yüksek bir amaç için değerlendirmek istiyorsan, ki ben­ce bu Allah’ın insana verdiği görevlerden biridir, evet, ilim öğrenmeli. Bana göre ilmin yükseği, üstünü; Allah’a yaklaştırıcı olanıdır. Manevi yolun yolcusuna en faydalı ilim de, yolunda ona azık olacak kadardır. Salik bunu okuya­rak veya dinleyerek öğrenebilir. Bundan sonra temiz, dü­rüst davranış ve hareketlere ek olarak çok daha zoru, ne­fis ve heva ile yani maddi arzuların tümüyle mücadeleye gelir iş. Bu mücadele de kalbi temizlemek, zikir, az ye­mek, az uyumak ve az konuşmakla olur. Ve bu ilim insan kalbine Yaradan sevgisi, saygısı ve korkusu salar. O insan da bu ilim sayesinde Allah’ın nuruyla görür, işitir ve ko­nuşur. Çünkü Rabb’imiz kutsi hadisinde: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır. Ben de onu severim. Ben onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü olurum.” buyurur.





—          Ah bak bunu bilmiyordum!





—          Sen ne okudun çocuk, hem ismin ne?





—          İsmim Ahmet’tir. Sıbyan okulunu bitirdikten sonra bol bol okudum. Ben, doğrusunu istersen hakikat yolu­nun bir yolcusu olmak isterim. Babam da zahir ilim öğ­renmemi ister. Benim isteğimin bir heves olduğunu, okuyup dinlediğim ilahilerin bir sonucu olduğunu söylü­yor... Anlaşamadık. Babam bir ayetten destek alarak be­ni bu seyahate saldı: “Gez, gör, düşün” dedi. “Sonra,” dedi, “kararını ver!”





—          Bence iki öğretimi de görmelisin. Çünkü zahir ilim kalbin cehaletini giderir. Fakat nefis kademesinin ilki emmare nefsin kendini beğenme, yani kibir, kin, haset gibi kötü sıfatlarını ortaya çıkartır. İkinci ilim ise emmare nef­sin sıfatlarını yok eder; ruhun af, hoşgörü, herkese, kötü­lere dahi iyilik etmek, herkesin hayrını istemek gibi iyi huylarını meydana çıkartır. Birinci ilim ne kadar artarsa cahillik o kadar azalır; suyun pisliği temizlemesi gibi, kalpteki cahilliği temizler. İkinci ilim de ne kadar artarsa, Allah’a o kadar yaklaşılır. Kuyumcu nasıl ateşte altını, di­ğer madenlerden ayırırsa, ikinci ilim de öylece nefsi ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Eğer bu iki ilim birle­şirse, iki denizin birleştiği yer olur. Bilirsin, Musa Peygam­berle Hızır, iki denizin birleştiği yerde buluştu!





—          Teşekkür ederim, dedi Ahmet, seninle konuşmak bana çok faydalı oldu.





—          Bir karar mı aldın yoksa?





—          Evet, iki ilmi de beraber tahsil edeceğim.





—          Önce gez, gör ve etraflıca düşün bakalım, dedi Mehmet, tıpkı çocuğun babasının nasihatini ederek.





Onun tek bir kişinin etkisi altında kalmadan, kendisi için doğru olanı bulmasını istiyordu; öyle iki ilmi birden öğ­renmek çok kolay bir iş değildi!





Sonra çocuk, Mehmet’i izler oldu, onun bulunduğu gruplara giriyor, şehirlerde Mehmet yalnız başına gezer­ken ona yetişip yanında yürüyor, bir konu bulup açıyordu.





—          Benim mürşidim ol, dedi bir sabah, bir kervansara­yın avlusunda otururlarken.





Mehmet, kucağında oturan Kiraz’ın sırtını kaşırken:





—          Ben şeyh değilim ki, dedi.





—          üstadım ol öyleyse, öğretmenim ol, bana ders ver. Babam yanımda bir bilginle döndüğümü görürse çok memnun olur.





—          Kahire’de işim bitti artık çocuk, ben kendi mürşidi­mi aramaya yollara düştüm.





—          Senin mürşide ihtiyacın yok!





Mehmet sertçe:





 — Benim neye ihtiyacım olduğunu, en iyi kendim bi­lirim, dedi.





— Peki peki kızma, dedi Ahmet, arada sırada bir şey­ler yazdığını görüyorum. Ne yazıyorsun?





—          Şiir, aslında ilahiler demek daha doğru.





Mehmet, çocuğun ısrarcılığından, sorularından, fikir­lerinden bıkmıştı. Onu başından savmak için, elini hey­besine daldırdı ve bir tomar kâğıt çıkardı; eski, yeni şiir­leri karmakarışık, Ahmet’e uzattı.





—          Git, uzak bir yerde oku!





Ertesi sabah çocuk, gözlerinde bin bir pırıltı ile, deve­sini Mehmet’inkine yaklaştırdı:





—          Meğer sen Niyâzî imişsin!..





—          Niyâzî mahlasımdır.





—          Anladım, dedi Ahmet, Niyâzî’yi yalnız ben değil, bu kervandaki Türkler de tanıyor.





— Hadi canım sen de!





—          Sen şiirlerinin elden ele, ağızdan ağıza dolaştığını bilmiyor musun?





Ve Mehmet şaştı kaldı. Hayır bilmiyordu!





Molada Mehmet’in yanına, ona hayranlıkla bakan bir­kaç kişi daha yanaştı. Hepsi Anadolu’dan gelmiş, yine oraya dönüyordu. Ve Niyâzî’yi şiirlerinden tanıyorlardı.





—          Senin de bizim kervanda olduğunu bilmek ne mut­luluk, dedi bir adam.





Öbürleri de iltifatlar ettiler. Böylece Mehmet, şiirlerinin gerçekten Anadolu’da bazı çevrelerde ağızdan ağıza, el­den ele yayıldığını öğrendi. Hepsi de onun Kahire’de iki ilmi birden yaptığını biliyordu.





Lafa karışan Ahmet diyordu ki onlara:





—          Ben babamın bir Türk arkadaşından dinledim uzun uzun. O kadar sevdim, o kadar sevdim ki, kendimi Allah yoluna vurmayı istedim. Şu Allah’ın işine bakın ki bana ilham veren zatı, bir yolda tanıdım ve bana ikinci kere yol gösterdi, iki ilmi beraberce yapmamı söyledi... Öyle yap­mam farzdır artık, çünkü şiirleri dinlemem ve burada al­dığım cevap, bana bu işin Allah’ın bir işareti olduğunu söylüyor. Söyleyin işaret değil de nedir?!





—          Doğru söylersin, işarettir, dediler ve Mehmet’ten bir şiirini okumasını ısrarla istediler.





Mehmet mahcup, kızarmış bir yüzle okudu.





Mola bitti, herkes devesine bindi. Mehmet bir de bak­tı ki, Ahmet dahil o şiir okuduğu Türk grup, arkasından gelmekte, onu izlemekte. Gündüz molalarda, gece ker­vansaraylarda şiir okutma, aşırı ilgi devam edegeldi. Ve Mehmet bir de baktı ki; nefsi kabarmakta. Çok sıkıldı; ça­reyi yolu uzatmak pahasına kervan değiştirmekte buldu. Hepsiyle vedalaştı, Ahmet’i alnından öptü, bir yol kavşa­ğında kervandan ayrıldı.





Nereye gideceğini, ne yapacağını hiç bilemiyordu. Kervandan ona: “Hızlı hızlı yürürsen, akşama doğru Bağ­dat yakınlarında bir köye varırsın.” demişlerdi. Mehmet hayırlı bir iş yaptığı için, köyde veya Bağdat’ta hayırla I karşılaşacağına inanıyordu.





O sıcakta hızlı hızlı yürümek kolay değildi, fakat yürü­dü Mehmet. Gerçekten de akşama doğru ter içinde ve yorgun argın uzaktaki köyü gördü. Hemen yakınında cı­lız bir dere akıyordu. Mehmet çevresine bakına bakına ve çekinerek soyunup suya girdi; üzerindeki teri, kiri tozu at­tı, abdest aldı. Artık temizdi ya, neşelenmişti. Yine hızlı hızlı köye vardı, dere içinden geçiyordu ve çevresini yeşilleştirmişti. Ağlayan söğütler, kavaklar, hurmalar vardı. Akşam ezanı okunuyordu, doğru camiye gitti. Cemaatin arasında Türkçe konuştuklarını işitince memnun oldu, ya bir Türk köyü idi burası ya Türkler fazlaydı.





Namazdan sonra birkaç kişiyle konuştu; yatacak bir yer arandı.





—          Burada han, kervansaray bulunmaz, dediler, ama bir imama danış, belki camide yatmana izin verir, çünkü mum almaya gelenlerin camide yatmalarına göz yumar, ama onlardan para gelecektir diye izin verir.





—          Buraya mum almaya mı gelirler?





—          Evet, mum imalathanemiz vardır. Bağdat neredey­se bütün mumunu bizden satın alır.





Birkaç yıl önce Mehmet mum yapmayı öğrenmek is­temiş, “Belki İskenderiye’de, belki Kahire’de.” demiş, ama oralarda bu iş kısmet olmamıştı. Mehmet, umduğu hayırla karşılaştığını düşündü. Buradan mum yapmayı öğrenmeden ayrılmayacaktı!..





O gece, orta yaşlı, kendisi gibi suskun birinin getirdiği bulgur pilavını yedi. İmam, sabah namazından önce ca­miyi süpürüp temizlemesi şartı ile, orada yatmasına izin vermişti.





Birkaç saat uyuduktan sonra, kalkıp camiyi bir güzel temizledi, halıları bahçeye çıkarıp silkti. Namazdan son­ra, doğru mum imalathanesine gitti. İşçiler de gelmişler­di, onlarla konuştu, burada çalışıp mum yapmayı öğren­mek istediğini söyledi.





—          Genellikle çoluk çocuğa yaptırdığımız işler vardır; mesela içyağının temizlenmesi gibi, kazanların yıkanması, ocakların yakılması falan gibi, usta sana böyle bir iş ve­rebilir, sonra bizleri izler öğrenirsin, dediler.





Usta, onu derhâl işe aldı, çünkü kirli yağ çok birikmiş­ti; ufak tefek kemiklerden, küçük et parçalarından, sinir­lerden temizlenmesi gerekiyordu; iki üç çocuk da ona yardımcı buldu.





İmalathane kocaman, oldukça loş, ambar gibi bir yer­di. Ocakların üstünde kocaman kazanlar vardı; her bir kazanın üstünde ise tavandan sarkan bir tahta tekerlek bulunuyordu. Yandan uzanan ipi çekilince bu tahta te­kerlek dönüyor, üzerine asılmış, ince pamuk iplikleri dön­dürüyordu. Anlaşılan kazandaki temiz yağ kaynadıkça, bu tekerlek döndürülüyor ve pamuk iplikler sırayla kaza­na batıp çıkıyordu. Böylece tekerlek döne döne, pamuk iplikler bata çıka, mum kalınlaşıyor, istenilen boyuta ge­lince de tekerlek durduruluyordu. İşçiler ki hemen hepsi, kimi sevda uğruna, kimi macera aşkına, kimi artık savaş­mak istemediği için Murat Han’ın ordusundan geriye dö­külüp kalmış askerlerdi. Arada sırada hep birlikte türkü söyleye söyleye yapıyorlardı işlerini. Daha ziyade Anado­lu’ya duyulan özlemi ifade eden ve IV. Murat Han’ın kah­ramanlığı üzerine yakılmış çeşitli türkülerdi bunlar. Güzel söylüyorlardı, Mehmet’in kulakları rahatsız olmuyordu. Kiraz da hoşlanıyor olmalı ki bu işten, ayaklarının altında dolaşıyor, kendince oyunlar yapıp duruyordu. İşçilerin hepsi seviyordu onu, yağdan ayrılan küçük et parçaları ile besliyordu.





Cami imamı da, yatsıdan sonra bir süre kalıp Meh­met’le konuşmayı âdet edinmişti. Ona sorular soruyor, aldığı cevapları düşünüp tartıyor, bir şeyler öğrenmekten memnun oluyordu. Bir gün ona, arada sırada cemaate vaaz verip nasihat etmesini teklif etti. Mehmet, kabul etti.





Köylüleri, ki içlerinde Araplar da vardı, sıkmadan daha ziyade şeriata dair on, on beş dakikalık vaazlar vermeye başladı; sonra bir on dakika da sorulara cevap vermeye ayırdı. Türk’ü, Arap’ı, işçisi, çiftçisi ile bütün köy, Meh­met’e hayrandı. Vaazlarının sonunda: “Bu anlattıklarımı evde hatunlarınıza da anlatmayı unutmayın. Onlar cahil kalmasın yoksa üzerinize hakları geçer, yarın hesabı so­rulur.” demeyi ihmal etmiyordu.





Karşılıksız iş yapmayı sevmeyen imam, karşılıksız iş yaptırmayı da sevmezdi. Mehmet’ten vaazlar için ne iste­diğini sordu, o da böyle bir iş için asla bir şey kabul et­meyince:





—          Öyleyse sana at binmeyi öğretsinler. O sıcakta bu­raya yayan geldiğini duyunca, içim acımıştı, dedi. Sen onlara, hepimize öğretiyorsun, bırak onlar da sana öğ­retsinler.





Mehmet, kabul etti. At binmeyi öğrenirse, ileride Ana­dolu’da gezerken yardımcı olurdu bu hüner. Ve öğren­menin sonu yoktu onun için.





Böylece bu güzel köyde iki ay geçirdi Mehmet, İyi bir mum yapıcısı olmuş, at binmeyi de öğrenmişti. Ustası da atölyede çalıştığı günler için ona para vermeyi teklif etti, Mehmet onu da kabul etmedi.





Bunun üzerine Mehmet ayrılırken köylüler ona uzun yola dayanıklı bir at hediye ettiler. Mehmet bu atı, minnetle kabul etti ve:





—          Sizin bana hakkınız geçti, helal edin, dedi.





Adamlar, helal ettiler.





Bu doru bir attı, ismini Rüzgâr koydu Mehmet. Bu kez at sırtında, heybesinin içinde Kiraz, ağzında orada öğren­diği bir sıla türküsü, köyden Bağdat’a doğru ayrıldı Meh­met. Bu iki ay içinde hiç mi öfkelenecek bir şey olma­mıştı, yoksa Allah içindeki bu gereksiz öfkelenme huyu­nu alıp yok mu etmişti? Bunu düşündü ve öfkelenecek bir şey olmadığına karar verdi.





***





Çeşitli sanat eseri camileri, medreseleri, türbeleri ile çok eski, çok görkemli bir kültür, ilim ve sanat şehri olan Bağdat’ta Mehmet önce Danyal Peygamber’i, sonra Hazreti Ali, İmam Hüseyin, İmam Hasan ve İmam-ı Azam’ı ziyaret etti. Abdülkadir Geylanî’yi sona bırakmıştı; türbenin içinde uzun uzun oturdu, gönlüne bir hoşluk, bir sükûnet yayılıp, burnu bahar çiçeklerinin kokusunu almaya başlayınca, gözleri dolu konuşmaya başladı: “Se­nin sözün üzerine yollara düştüm; gezip geldiğim yerler­de hep bir mürşit aradım, bulamadım... Ben mi iyi arayamadım yoksa sen benimle eğlendin mi?.. Bahsettiğin bana tayin edilen mürşit hani nerede, hangi şehirde Şa­hım Efendim?” diye sordu; iç rahatlığı arttı, bahar çiçek­lerinin kokusu arttı, fakat gönül sustu, gönlüne hiçbir il­ham gelmedi... Bir süre daha oturdu, sonra kalbi buruk ayrıldı türbeden...





Bağdat’ı gezdi, camilerde, kahvelerde hatta pazarlar­da, kendisini bir mürşide ulaştıracak dervişler aradı, bul­du; birçok tekke ziyaret etti... Daha sonraları birçok din adamı ile de tanışma fırsatı buldu; zahir ilim bilginleri ve yine mürşitler... Mürşitler... İçlerinde çok olgunları olduğu gibi, vasat seviyede bulunanları da vardı. Genellikle, Meh­met hiç konuşmuyor, pek arada sırada sorular soruyor, fakat daha çok dinliyordu. Yalnız, bir Halveti şeyhinin kar­şısında heyecanlandı: “Bu o mudur?” diye sordu gönlü­ne. Hayır değildi! üzüldü, bu zata ısınıvermişti çünkü, ya bunun sebebi neydi? Gönlü: “Çünkü o senin tarikatındadır ve gerçekten yetişmiş bir mürşittir. Bu yüzden ısındın ama seninki değildir.” diye cevap verdi. Mehmet gönlü­nün hâlâ Halvetilikte olduğunu pek bilmiyordu, öğrendi...





Eğer sohbette değilse, her namazını ayrı bir camide kılmakta ısrarcıydı Mehmet. Böylece Bağdat’ın birbirin­den güzel camileri hakkında da bir fikir sahibi oluyordu.





Kaldığı ve Rüzgâr’ın pekiyi bakıldığı handa, hancıyla ahbaplık kurmuştu. Bir gün ona mürşit aradığından ba­his açtı, adam kimlerle görüştüğünü sordu. Mehmet isimleri sayınca, adam:





—          Onlar, dedi, hep ünlü kişiler, seninki bu kadar ünlü olmayanlar arasında olabilir. Bağdat’ta kenarda köşede, sessizce çalışan ve ün peşinde koşmayan birçok mürşit vardır, sen onları bulmaya bak.





—          Nasıl bulabilirim onları?





—          Merkezden uzaklaş, kenar mahallelerin camilerine git, oralarda sor soruştur, mutlak müritlerine rastlarsın.





Mehmet, hancının dediği gibi yaptı, fakat şerbet şa­rap anısı hep zihninde canlı durduğu için, çok dikkatliy­di. Hakikaten bu camilerde dervişlere rastladı. Uzaktan izleyip hâl ve tavırlarını beğenmediklerine hiç yaklaşma­dı, beğendiklerine yaklaştı, sözü döndürüp dolaştırıp şeyhlerine getirdi, yine adamları ölçüp biçerek dinledi. Onlar arasından beğendiklerine de mürşitleri ile tanış­mak istediğini söyledi. Bu yolla, gerçekten birkaç yetkin şeyhle tanıştı. Fakat hiçbirinin yanında gönlü suskunlu­ğunu bozmadı, “Bu odur!” demedi.





Böylece üç ay geçirdi Bağdat’ta, bir kez daha Abdülkadir Geylanî’yi ziyaret etti, sorusunu tekrarladı. O za­man gönlüne doğan kelime, “Anadolu!” oldu, evet gön­lü, “Çok mürşit tanıdın, çok tecrübe edindin, fakat artık Anadolu!” diyordu...





Onu dinledi. Bir sabah Rüzgâr’ın sırtına atladığı gibi ayrıldı bu güzel şehirden. Mehmet, açlığa dayanabilirdi, ama yanında beslemesi gereken iki can vardı; bu yüzden kervansaraylarda kala kala, ağır ağır gitti. Bir gün Dic­le’nin kıyısında atını dinlendirmek için konakladığı zaman, Kiraz’ı da heybeden çıkardı. Böylece Kiraz’la Rüzgâr tanışmış oldular, ama birbirlerine hiç yüz vermediler! Rüzgâr, Dicle’nin suyundan içmeye yöneldi, Kiraz kaşıması için Mehmet’in önüne sırtüstü yatıp karnını aç­tı. Şu var ki, Kiraz’ı böyle sevip kaşımak, tıpkı denize ba­kar gibi, tıpkı yeşilliğe bakar gibi dinlendiriyordu Meh­met’i. Şimdiye kadar onu yanına aldığına hiç pişman olmamıştı, ama öz şeyhinin tekkesine vardığı zaman, o zat istemeyebilirdi kediyi! Bundan endişeleniyordu Mehmet. Anadolu yolu demek, Dicle’nin geldiği yol demekti. Genç adam nehir kıyısından ayrılmamaya dikkat ederek köylerden, kasabalardan, şehirlerden geçiyordu. Birinde de duraklayıp şeyh aramaya kalkmadı, Musul’da bile... Mademki gönül “Anadolu” demişti bir kez, onu orada bulacağını bilir gibiydi, üç can, uzun uzun gitti. Mevsim değişmeye, hava soğumaya başlamıştı.





6





Nihayet Mehmet bir gün kendini Uzun Kavak Köyü'nde bulunca pek sevindi. O kadar sevindi ki. attan inip toprağı öpüp okşadı. Artık daha bir dikkatliydi; işte Anadolu, işte Anadolu!" diyordu, kalbi çarpıyordu. “Rabb'im ulaştır artık beni şeyhime; içim çok yoruldu, çok!" Biliyordu, o zatın yüzüne bir bakınca bütün yorgunluğu geçecek! İçinden bir ses: "Belki o seni bulur! diyordu son zamanlarda. Bunun üzerine Mehmet her uğradığı köyde, şehirde bir mürşit aradığını açık etmeye başladı. Sanki o meçhul zat onun böyle konuştuğunu işitecek ve kalkıp onu almaya gelecekti! O bilmiyordu W içten gelen sesler her zaman yakın geleceği işaret etmez. Kuzeybatıya doğru gidiyordu içinden öyle gelmişti, üzün uzun yollar tükenip vakit geçtikçe, günler, haftalar, aylar boyu Mehmet kendini oradan oraya attıkça gönül: tanıştığı, tekkelerinde kaldığı din adamlarının hiçbirine “Bu odur” demedikçe genç adamın aklı karışıyor. düşeceği hâllerin en tehlikelisine, ümitsizliğe doğru tepe taklak gidiyordu. Gittikçe kalbi karardı, gönül hepten sustu. O bir ağır taştı artık beden kafesinde, bütün özlemlerini ve canlılığını kaybetmiş. Mehmet öfkeleniyor, öfkesinden ağlıyordu. Yanındaki canların bakımı da beslenmesi de bir zevk değildi artık, bir dertti! Yorgun, umutsuz, cansızdı... Gönlü çoktan ölmüş, kendisi bir ceset gibiydi. Kiri* bir yerde, yine gönlüne karşı öfkesi taşmışken indi attan yere oturdu ve gönlünü sorgulayan bir şiir yazdı. Yazarken gözyaşları birbiri ardına iniyordu yanaklarına, sakalına: Gel ey aşk oduna pervane gibi canın atmayan Gece gündüz işi bülbül gibi zar olmayan gönül





Tükendi ömrün ey gönül heba yerlerde gafletle
Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül
Sudan bir ibret almadın, niçin dâ’im akıp çağlar
Gel ey ımhdet denizini talepkâr olmayan gönül
Erişti menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni nidem bu yollarda bana yâr olmayan gönül
Kamunun derdine çare sen imişsin bu âlemde
Niyâzî derdmendün derdine çare olmayan gönül





İçindeki küçük ses:





—          Sen de çok sabırsızmışsın, dedi en sonunda, oysa sabır, yolcunun değişmeyen yol arkadaşıdır!





\ — Yine haklı çıkmaya çalışıyorsun gönül, dedi Meh­met, sen içimde canlı durdukça yolum bana ağır gel­mez... Lâkin sen kımıldamadıkça, öyle taşlaştıkça, ben­den sabır bekleme! Çünkü yolcunun yol arkadaşı, önce canlı bir gönül, sonra sabırdır!





—          Deneniyorsun, bu hiç aklına düşmez mi?





“Bu ne çok ve uzun denenme Yarabb’im, yetmedi mi daha?” diye haykırmak istedi Mehmet. Göğüs kafesi çat­layacakmış gibi oldu, öyle dolmuştu. Fakat cümlesi zih­ninde kaldı, ağzı açılmadı... Yüzükoyun yere yattı, topra­ğı yumruklaya yumruklaya ağlamaya devam etti. “Daha ne kadar, ne kadar deneyeceksin beni, yetmedi mi?” di­ye haykırdı. “Neden mürşidimi buldurmazsın bana?” “Ben Sana ne ettim? Neden mürşidimi buldurmazsın ba­na?” Sonra bağırıp, cümlesini tekrar etmekten ve topra­ğı yumruklamaktan yoruldu kolu, yanma düştü, sesi çık­maz oldu. Heybenin içinde Kiraz, bir konaklama olduğu­nu anlamış, miyavlayıp duruyordu. Neden sonra işitti onu Mehmet, kediyi heybeden çıkardı, salıverdi.





Genç adam, biraz önce toprağı yumrukladığı yerde secdeye vardı:





“Bağışla beni Allah’ım! Sana isyan etmeyi istemiyo­rum, hiç istemiyorum. Bu kalbim üstüne bir karadır, bili­yorum... Yanlış yaptım, bilemedim Allah’ım, beni affet. Sen bana daima hayırlar verdin, kolaylıklar gösterdin. Hayır nankör değilim. Beni nankör kullarından eyleme. Sen’den gelen her şeye razıyım Yarabb, bu fakir kulunu affet... Sen rahmeti bol olansın, Sen tövbeleri kabul edensin. Tövbe ediyorum. Sen Yaradan’ımsın, beni ben­den iyi bilirsin; kendimden, öfkemden sana sığmıyorum Allah’ım!” diye yalvardı.





O          an Derviş Ağa’sı karşısında:





—          Bir tek Allah var, diyordu, gayrisi yok! Sen yokluğu­nu bilmedikçe bu hataları işlersin... Yokluğunu bil... Yok­luğunu bil!..





Mehmet büyüdükten sonra, Derviş Ağasının çokça söylediği bir cümleydi. Demek yine yokluğunu bileme­miş ki... Mehmet, içini çekti; “Bana bir halvet gerekli!” di­ye düşündü. “Nasıl daha önce akıl edemedim!” diye ken­dine şaştı ve karar verdi: “Doğru İstanbul! Orada bir tek­kede inşallah!” Böylelikle, Allah’a isyanının bağışlanaca­ğını, kalbinin yumuşayacağını ve yokluğunu anlayacağı­nı umuyordu.





Fakat yanındaki iki canı ne yapacaktı? Buraya kadar onlarla gelmek zor olmamıştı, ama ya İstanbul’da ne ya­pacaktı? Kiraz’la beraber halvete giremeyeceğini çok iyi biliyordu. Ayrıca bu hayvanı kırk gün bir hücrede tutmak, hem olmazdı, hem tutsa bile ona zulüm olurdu. Zaten izin verilmezdi, yanında kedi ile halvet mi olurmuş!...





Atının üzerinde dertli dertli düşünürken birden aklına Kâsım geldi. Nasıl olsa ziyaretine gidecekti. İstanbul’u is­temesi biraz da onun yüzünden değil mi? Sonra gidecek­ti amma, işte önce ona varmalı, bu hayvanları Kâsım’a emanet etmeliydi. Burada da bir “amma”sı vardı; Kâsım’ın kız kardeşi de evdeydi... Ya karşılaşıverirlerse?! Bu­nu istemiyordu. Zaten onun bulunduğu bir eve gitmek, kâfi derecede heyecan vericiydi. Bir de karşılaşırlarsa eli­nin ayağının tutmayacağını, sesinin çıkmayacağını sanı­yordu.





Fakat ne yapsındı bu iki canı? Mecburdu... Gidecekti!





***





Akşam ezanı okunuyordu. Kâsım açtı kapıyı, uşağın tuttuğu lambanın ışığında bir an bakıştılar, sonra Kâsım’ın kahkahası bütün evi çınlattı:





 — Şensin değil mi benim ağam? Şensin!





Birbirlerine sarıldılar, bir daha hiç ayrılmayacaklarmış gibi, sıkı sıkı:





— Nereden çıktın? Ben seni Kahire’de bırakmıştım, öz şeyhini aramak için yollara düşecektin, sonra sustun, an­ladım. Biz de durmuş kapı önünde konuşuyoruz. Haydi gel içeri, gel!





—          Atım var, dedi Mehmet.





—          İyi ya, bizim de ahırımız var!





Kâsım yanındaki uşağa, atın doyurulup bakılması için emir verdi. Sonra onun elini tutup içeri çekti, sağ tarafta bir kapı açıp selamlığa buyur etti.





— Yahu bu ne güzel bir günmüş, zaten içimde sebe­bini bilemediğim bir sevinç vardı. Birden durdu, arkada­şının hiç konuşmadığını fark etmişti. Sen neden susu­yorsun be birader?





Heybesini yanından ayırmayan Mehmet, odayı çepe­çevre saran, üstü pek kıymetli halılarla örtülmüş sedirin bir köşesine ilişti:





—          Sen çok konuşuyorsun da ondan, dedi ve sessizce güldü, aslında şaşkınım be Kâsım, on yaşlarında ayrıldık, neredeyse yirmi yıllık bir ayrılık, kolay mı!





—          Dur daha otuz yaşına basmadık, dedi Kâsım, fakat biz hiç ayrılmadık ki ağam, devamlı birbirimizden haber­dar olduk, çok şükür. Değiştik tabii değişmesine... De­ğişmesek şaşardım, seni bilmem ama ben, hâlâ Malatya daki gibi seve, sayarım seni. Mehmet gülümsedi:





—          Ben de seni adamım, dedi, zaman zaman düşünü­rüm, ne yapıyoruz biz? üç buçuk çocukluk anısına yapı­şıp şu kadar yıl mektuplaştık. Pek mümkün ve olağan da değil bu!





—          Olağan şeyler yapmayız ki biz; ne sen sıradan bir adamsın, ne de ben! Eliyle duvarları kaplamış hat eserle­rini gösterdi. Bak şunlara, bir bak... Ben, boğazına kadar politikaya batmış bir deli sanatçı, sen yollara düşüp bil­mediği yerlerde mürşit arayan ve yarı bu dünyada, yarı öbür tarafta yaşayan deli bir derviş... Anlayacağın ikimiz de deliyiz ve bizim arkadaşlığımız böyle olur ancak!





Kâsım selamlığın kapısını açıp yukarı katlara bağırdı:





—          Gelen Mehmet’tir, bize yemek yollayın!





Mehmet’in omzuna bir şaplak atıp tekrar gülmeye





başladı, birden durdu:





—          Kiraz’ı ne yaptın, Kiraz’ı?





             Onu unuttun sandım. Zavallı heybenin içinde sıkıl­mıştır artık.





Hemen çıkardı Kiraz’ı; tekkelere, kırlara, vadilere alışık Kiraz, bu odayı yabancıladı ve derhâl çevresini koklama­ya başladı.





—          Yahu bu altıntop gibi bir şey! Ne kadar güzel bir ke­di. Yok dayanamam! Ben bunu şimdi yukarı çıkartıp Melekşan’a göstereceğim, o bayılır kedilere! Son kedisinin ömrü vefa etmedi de, çok üzüldü, şimdi yeni bir tane ala­mıyor. Onun Kiraz’dan haberi var zaten. Biliyor musun se­nin yapıp ettiklerini hep merak eder, ben de her şeyi anla­tırım ona. Melekşan da bizim maceranın bir ortağı yani...





Kızın lafı geçince Mehmet tedirgin oldu, neyse ki Kâsım kediyi kapıp dışarı çıkmıştı. Mehmet kalkıp hatla­rı okuyup seyretmeye başladı. Bir tanesinde, kendi misrasını gördü;





“Tende cânım, canda cananımdır Allah Hû diyen”





O kadar güzel yazmıştı ki Kâsım, mısra âdeta ikinci bir kimlik kazanmıştı...





***





Sonra, sabah ezanına kadar baş başa oturdular. Şu mektuplaşamadıklan bir yıl içinde birbirlerine anlatacak öyle çok şey birikmişti ki... Mehmet rüyasını, dönüş yolu maceralarını, kervandaki çocuğu, birkaç şiirinin İstan­bul’da bilindiğini, adamların nefsini kabarttıklarını, ker­vandan kaçışını, mum yapmayı öğrendiğini, konuştuğu bazı mürşitleri, yoldaki isyanını, halvet arzusunu anlattı ve son şiirlerini okudu...





—          Her şiirine hayran kalıyorum, diyordu Kâsım.





—          Ben de senin hatlara hayran kaldım. Lütfedip be­nim bir mısramı da yazmışsın, dedi Mehmet.





Kâsım artık tanınan, eserleri satılan bir hattat olmuş­tu. Buna karşılık saraydaki derecesini pek yükseltmemiş­ti, asla göze çarpmak, öne çıkmak istemiyordu orada; tehlikeli olabilirdi! İşte böyle göze çarpmadan işini yap­mak ve sadece haberleri, dedikoduları dinleyerek kendi yorumlarını yapmak hoşuna gidiyordu.





—          Böylece, çok sevdiğim Koca Dervişe de bol bol ha­vadis yazıyorum.





—          Evlendiğinden haberin var mı?





Gülüştüler.





—          Olmaz olur mu, dedi Mehmet...





Sen hanımı uzaktan görüp âşık olduğunu biliyor musun?





Gülüştüler; Kâsım kahkahalar attı, Mehmet gülümsedi.





—          Bak sen Derviş Ağa’ma, bak sen! dedi Mehmet, tekrar tebessüm etti, Kâsım kahkahalarını tutamıyordu, gözlerinden yaş geldi.





Kâsım, Kadızadeler ve tarikatçılar kavgasının şimdi daha ziyade vaiz Üstüvanî Mehmet Efendi ile Halveti*Şey. hi Abdülehat Nuri arasında devam ettiğini söyledi.





—          Kıyametin yaklaştığı şuradan belli ki, hâlâ aynı fikir­leri çekiştirip duruyorlar, aynı şeyleri söylüyorlar, hiçbir ye­nilik yok. Yani kıyametin kopacağı buradan belli, değişik­lik olmamasından! Derken işaretler görünmeye başlar!





Baş şikâyetleri hâlâ sesli zikir, hâlâ devran! Sonra işte bü­tün öbür şeyler. Biliyor musun, bunlar devranla raksı ka­rıştırıyorlar. Geçen gün bir arkadaş söylüyordu, adamın biri, “üzerinde raks yapılan hasır ve toprakta kılınan na­mazın caiz olmadığım” yazmış. Artık bu derecelere vardı­lar! Neyse ben sana göndermek üzere her iki tarafın da bazı risalelerini buldurmuştum. Artık veririm, kendin okursun! Evet böyle, artık bırakalım bunları. Asıl havadis; Sultan İbrahim enikonu hasta, pek açığa vurmuyorlar ama gidici gibi. “Samur Devri” dediler onun devrine; pa­halı eğlencelerinden dolayı. Bu da önemli değil; gidecek­se gidecek. Yerine geçecek olan IV. Mehmet daha çocuk; aklı başında bir annesi var diyorlar ama, Kösem, çocu­ğun büyük annesi, saltanat naipliğini katiyen bırakmaz Tarhan valideye...





—          Yapma yahu!





—          Evet bırakmaz ve onun iktidarı demek, yeniçeri cuntasının iktidarı demektir, biliyorsun.





—          Vah! Yandı Osmanlı ki, ne yandı! Ha?





—          Öyle.





—          Allah yüzümüze bakacaktır, merak etme, dedi Meh­met, belki bir sadrazam falan çıkar da... Kim bilir, eğer Allah Osmanlı’dan vazgeçmediyse... IV. Murat’ı unutma, tam ümit kesildiği anda çıkmıştı tahta.





O          sırada sabah ezanı okunmaya başladı. Mehmet:





—          Bak bir işaret geldi bile, dedi, sen kalbini Allah’a bağla, merak etme...





—          Sen kolay yapabilirsin de, benim işim zor, dedi Kâsım.





Mehmet gülümsedi:





—          Adamım, bunca ayrı taraflarımıza rağmen, bizim arkadaşlığımız neden bitip tükenmemiş biliyor musun? Başımıza gelen her şeyi, her duygumuzu, her fikrimizi birbirimizle paylaşmaktan ve ayrı taraflarımıza hoşgörü göstermemizden! Seviyoruz birbirimizi, bu açık! Neyse bizde âdet ve sevgi varken arkadaşlığımız ne ölür ne de tükenir, hamdolsun.





—          Şükür, dedi Kâsım.





Sabah namazını birlikte kıldıktan sonra Kâsım:





—          Güreşten ne haber? diye sorup hemen peşrev yap­maya başladı.





Mehmet geri durur mu, zaten kaç zamandır at üstün­de gezdiği için idmanlıydı. Kâsım öyle mi ya, o yazan adam, kımıldamadan oturup yazan adam! Kapıştılar, bir sarılışta Mehmet, Kâsım’ı kolayca devirdi yere. Kâsım epey çabaladı ama sırtının yere gelmesini engelleyeme­di. Derken birbirlerine sarılıp yuvarlandılar yerde, Kiraz • onların oyunlarına karışmak ister gibi çevrelerinde dö­nüp duruyordu; gülüştüler. Kâsım kahkahalar atıyor, Mehmet tebessüm ediyordu. Tekrar oturdular karşılıklı, biraz da çocukluk anılarından konuştular; babalarını ha­tırladılar... Mehmet annesini, ablalarını, Derviş Ağayı bı­rakalı yedi yıl olmuştu! Hüzünlendiler bu kez...





Gün adamakıllı ışımıştı. Ve Mehmet’in yatağı çoktan serilmişti. Artık birkaç saat uyuyabilmek için, ayrıldılar. Mehmet yattıktan sonra Kiraz hep yaptığı gibi, yorganın altına girip başını Mehmet’in ayağına dayayıp uyudu.





***





Ertesi gün uşağı ile pusula gönderip mazeret bildiren Kâsım saraya gitmedi.





Yine bir süre oturup konuştular selamlıkta, halvet ko­nusu açıldı. Kâsım:





—          Kasımpaşa’daki Uşşakî Tarikatı Piri Hüsamettin Efendi; tanıdığım, sevgim ve saygım olan bir zattır. Be­nim hatlar vesilesiyle tanışmıştık. Evet, diyorum ki, ister­sen onun tekkesinde girebilirsin halvete, bugün bir ziya­retine gidelim, ne dersin?





—          Hayır, dedi Mehmet, bizim oralara yani Kahire’ye kadar ünü gelmiş bir Halveti tekkesi var. Sultan Ahmet Camii civarında, Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin hemen bitişiğindeymiş. Allah izin verirse orada çile çıkarmak is­tiyorum... Gerçi İstanbul’u bilmem ama, sen tarif eder­sen bulurum. O Hüsamettin Efendiye de mutlaka gide­lim bir gün, halvetten sonra.





—          Demek ben tarif edeceğim, sen de gideceksin! Ku­zum güldürme beni, bugün bizim. Faytonla önce Sultan Ahmet Camii’ne gider ikindi namazını kılarız, sonra tek­keyi buluruz. Hemen bugün kalmayacaksın orada değil mi, ha?





—          Kusura bakma hemen girmek istiyorum. Öyle böy­le bir ihtiyaç değil bu halvet, ama, yarın da olabilir. Bu­gün bir tanışırız mürşidi ile, izin isteriz, kabul ederse ya­rın sabah namazından sonra artık giderim.





—          Burada çok az kalacaksın yahu, çok az!.. Daha doymadık birbirimize.





—          Aldırma, iyidir doymamak!





—          Bir de Bursa çıkardın! Neden Bursa? Şu İstanbul bırakılır, oralara, taşraya gidilir mi!





—          Gidilir, kişi gönlünün arkasına takılırsa gidilir be adamım!





—          Ah bu gönül işleri, senin gönlünün işleri!





—          Yaa öyle! Aslında sırf gönül olabilsem cümle masivadan vazgeçip... Masiva biliyorsun tasavvuf dilinde, Al­lah’tan başka her şey demek.





—          Yok yok olma, sırf gönül olma ağam! Ne biliyorsun, bir de bakarsın ki beni de masiva saymış, ahbaplığı kes­mişsin!





—          Allah’ın nuru halkta ışır, hiç halk bırakılır mı ada­mım! Halka hizmet, Hakk’a hizmet demektir.





—          Neyse, iyi bari!.. Ha az kaldı unutuyordum, eğer bir mahzuru yoksa annemle Melekşan aşağı inip sana bir hoş geldin demek istiyorlar.





İşte korktuğu başına gelmişti! Mehmet’in kalbi çarp­maya başladı, fakat kendine hâkim olup cılız bir sesle:





—          Buyursunlar tabii, ne mahzuru olur ki, dedi.





Hayır! Bu, hayalindeki kız değildi, çok daha güzeldi.





üzün, mavi ipek elbisesi ve mavi ipek baş örtüsüyle san­ki mavi bir nurdu!





Mehmet, nefes alamamaktan korktu, o heyecanla nere­den aklına geldi bilinmez; “İşte Kâsım’la paylaşamadığım bir tek bu sır kaldı.” diye düşündü. Ve Mehmet, bir kere daha kendisini bu mavi nura layık görmedi!





Bereket versin, Mihriban Hanım o eski gevezeliği ile habire konuşuyor ve Mehmet’in suskunluğu göze çarp­mıyordu. Yüzü alev alev yanıyordu genç adamın; bunu fark ediyor ve daha çok kızarıyordu. Melekşan, sadece: “Hoş gelmişsin Mehmet ağam.” demiş, sonra o da sus­kunluğa gömülmüştü. Hep birlikte anneyi dinliyorlardı. Mihriban Hanım:





—          Kâsım’a halvete gireceğini söylemişsin, diyordu, iyi cesaret vallahi, ben hiç açlığa dayanamam. Allah affetsin oruçlarımı bile zor bela tutarım; sen orada kırk gün aç kalacaksın!





—          Günde bir kaşık yağsız tuzsuz çorba verirler anne, lâkin ilk haftadan sonra onu keserler, dedi Kasım.





— Bana böyle şeyler söylemeyin. Oğlum tuttuğun yol icabı mı bu? Mutlaka girmen lazım mı halvete, çileye, neyse işte ismi?





Mehmet başını salladı, Mihriban Hanım:





—          Neyse Allah yardımcın olsun, dedi, bak ben, he­men buraya geldiğine çok memnun oldum. Çileden sonra yine gel, mutlaka bekleriz. Hani hatırlıyorsun, Efendi’ciğimin vefatında bizde kalmıştın. Ah ne kötü günlerdi! Geçti şükür ama ayrılık acısı hiç bitmiyor, hiç... Nasıl da gidiverdi gözlerimin önünde... Neyse bırakalım bu konuşmaları... Sonra bizde kalacaksın mutlaka Meh­met oğlum, vallahi küserim. .Bak sen geldin diye Kâsım’ın da yüzü gülmeye başladı. Evliliğini anlattı mı sana, ne baş belası gelin! Gelinlerin kusuru imiş bize gelen, ev­ladımı yedi bitirdi, bizleri perişan etti. Ah benim talihsiz başım! Mehmet oğlum, iki çocuğumu da gül gibi evlen­dirdim, ikisi de boşandılar. Olacak iş mi bu! Ama bak, Melekşan’ı almak için ne talipler çıkıyor, aralarında bir doktor da var. Kızım diyorum, doktorlar iyi olur, var şuna. Hayır, bu bizimkindeki keçi inadı, Nuh diyor peygamber elemiyor. Ne doktoru istedi ne de öbürlerini, evde kalacak bu gidişle. Yanında söylemek gibi olmasın, acaba gön­lünde biri mi var diyorum... Çok ayıp çok ayıp böyle ko­nuşmamalıyım senin yanında, ama ne yapayım çok kü­çücükken elime geldin, sen de bir öz oğulsun. Annen ablaların nasıllar yavrum? İyidirler inşallah! Ah ne iyi, ne güzel komşuluk ediyorduk, hiç unutmadım, ah... Eh Mehmet senin de evlenme zamanın gelmiş artık, seni de baş göz edelim oğlum. Ha ister misin, kız bakayım mı senin için, şöyle eli yüzü düzgün, becerikli, ha çocuğum?





—          Hayır efendim, istemem.





—          Aa, nedenmiş o?





—          Benim bir amacım var, onu elde etmeden evlenemem.





—          Haa, şimdi derviş olduğuna göre, şeyh mi olmak istiyorsun önce?





—          Sadece yolumda ilerlemek istiyorum.





—          Eh ilerle be çocuğum, kim mâni olur sana! Evlenir­sin, bir taraftan da yoluna devam edersin!





Birden Melekşan ayağa kalktı:





—          Anneciğim, dedi, daha fazla vakitlerini almayalım. Belki dışarı çıkıp gezmek isterler, bırakalım onları baş başa.





—          Doğru ya, doğru ya, ah Mehmet oğlum, yıllar geç­tikçe ben de bir geveze oldum ki! Nereye gideceksiniz bakayım?





—          Sultan Ahmet Camii’ne, dedi Kâsım soğukça ve ayağa kalktı.





Onu gören Mehmet de ayağa kalktı. Onlara bakan Mihriban Hanım:





—          Eh ben de kalkayım bari, dedi kalktı ve Mehmet’e dönüp, sevip özlediğin bir ev yemeği var mı, akşama onu yaptırayım sana? diye sordu.





—          Hayır efendim, ne olsa yerim, dedi Mehmet devam etti, yalnız bir ricam var sizden, acaba ben halvetteyken, Kiraz’ı size bırakabilir miyim?





Kâsım atıldı:





— Bursa’ya giderken de bırak, aslında bir yere yerle­şince alırsın onu, yazık hayvana, kendinle oraya buraya sürükleme!





—          Olur tabii de... dedi Mehmet, Melekşan sözünü kesti:





—          Ben ona bakarım Mehmet ağam. Kedileri çok se­verim, merak etme, gözün arkada kalmasın, iyi bakarım.





—          Peki, nasıl isterseniz, dedi Mehmet, gözleri yerde!





İki kadın çıktı, arkalarında hoş bir koku bırakarak.





Mehmet Kâsım’a belli etmeden bu kokuyu içine çekti.





—          Eh, dedi Kâsım, bizim için hamam yakıldı, girip bir yıkanıp kendimize gelelim. Temiz çamaşırın var mı? Yok­sa ben vereyim. Sabahtan bizim Dursun’u Kapalı Çar­şıya gönderip bir hırka ile areke aldırdım. Başınıza giydi­ğiniz külaha areke denildiğini de böylece öğrenmiş ol­dum! Üstündekileri de burada bırak, yıkayıp tamir etsin­ler, ütülesinler, halvetten sonra alırsın.





—          Allah razı olsun, bunlar yıkanıp dikilmeye değmez, bir fakire versen o da almaz. Ocağa atıp yaksınlar bari!





Hani, üstünde paralansın derler ya, bunlar da benim kah­rımı çeke çeke üstümde paralandılar! Temiz çamaşırım var, istemem. Yalnız sana olan borcumu ödemek isterim.





—          Hayır ödeyemezsin, onlar sana benim armağanımdır çünkü, bir dervişe armağan vermek sevaptır, beni se­vabımdan alıkoyma!





—          Ben size bir hediye getirmedim!





—          Kendini getirdin, benim için bundan büyük arma­ğan olmaz.





***





Tekkenin Mürşidi Hasan Efendi, bembeyaz saçlı, göğ­süne kadar uzamış bembeyaz sakallı, pek yumuşak ve sı­cak bakan ela gözlü, çok hoş bir zat idi; bir pirifâniydi. Mehmet, kısaca bütün macerasını anlattıktan sonra “is­yan” bahsine geldi. Kıpkırmızı bir yüzle onu da anlattı ve orada halvete girmek için izin istedi.





Hasan Efendi:





—          Pek tabii evladım, dedi, burada halvete girebilirsin, hazır boş bir hücremiz de var.





Mehmet içinden; “Hamdolsun Allah’ım,” dedi, “yine kolaylıklar açtın önüme.” Hasan Efendiye teşekkür ettik­ten sonra:





—          Uygun olursa, yarın sabah namazından sonra gele­yim, dedi.





—          Pek münasip olur evladım.





Çıktıktan sonra Mehmet:





—          Arap illerinde bir hayli dolaştım, Hasan Efendi ka­dar tatlı, sıcak bir mürşitle karşılaşmadım. Şu bizim Türklerin Müslümanlığı bir başka oluyor, dedi. Camileri­nin de bir başka olduğu gibi. Sultan Ahmet Camii güzel­liği ile başımı döndürdü sanki. Orada kıldığım namazda hissettiğim huzuru, başka hiçbir yerde hissetmedim.





Akşama kadar faytonla dolaştılar. Mehmet, İstanbul’un güzelliğine de hayran kaldı.





—          Çok güzel şehirler gördüm, fakat hiçbiri İstanbul’un ellerine su dökemezmiş, dedi.





—          Hele yarın bir Boğaz’a gidelim de...





—          Yarın yok, dedi Mehmet, halvete gireceğim unut­tun mu?





Akşam namazını da bir küçük semt camisinde kılıp eve döndüler.





Kâsım’ın yatağı Mehmet’inkinin yanına serilmişti.





Kâsım:





—          Bak bizi uykuda bile ayırmıyorlar, Melekşan’ın ince düşüncelerinden çıkmıştır bu. Neyse, bu gece erken ya­talım, önümüzde kırk günlük bir uykusuzluk var, dedi.





—          Bakıyorum halvet adabını bilmektesin; bir kaşık çorbadan, uykusuzluğa kadar.





—          Eh biraz okuduk ağam, insanın en iyi dostu derviş olunca mecbur öğrenecek.





—          Sen sağ ol adamım, ama bu gece ha uyumuşum ha uyumamışım fark etmez. Halvetteki hâl, bütün uyku­lara bedeldir! Merak etme.





—          Bir de çileden sonra görüşelim seninle!





—          Pek münasip olur. Aklınca beni faka bastırmak isti­yorsun. Ben orada kırk gün, kırk kilo da zayıflasam, yine yenerim seni!





—          Ağam büyük söz söyleme, büyük söz dervişlere ya­kışmaz, deyip bir kahkaha attı.





Mehmet gülümsedi...





***





Kırk gün içinde Kâsım, her üç dört günde bir Hasan Efendiye gidip Mehmet’in durumunu sordu ve hep aynı cevabı aldı.





—          Onun hâli şimdi bizimkiyle kıyaslanmayacak kadar güzeldir. Hiç merak etme oğlum; sağlık ve selametle çi­le çıkarmaya devam ediyor arkadaşın.





Beşinci gidişinde Hasan Efendi:





— Sen de buyur, bir zikir meclisine katıl, belki gönlün uyanır ne dersin? diye sordu.





Kâsım, biraz şaşkın kabul etti.





Ele ele tutuşup bir daire çevresinde dönerek yapılan zikri gördü Kâsım. Kendini o kadar havaya kaptırdı ki, sanki bu fâni vücudunun bütün hücreleri ayrılıp kendi­sinden, yeşil bir bulut içinde dönmeye başladılar. O bu­lut, zikredenleri sarmıştı. Kâsım kapalı göz kapaklarının ardından sanki somut olarak görüyordu bulutu ve içinde dönen kendi hücrelerini; dönen dervişler ise yok olmuş­lardı!.. Ömründe hiç duymadığı bir mutluluktu duyduğu. Zikirden sonra geçti.





Kâsım birkaç gün sonra arkadaşını sormak için gittiği zaman, yanında Mehmet’in mısrasının hattı vardı. Onu, Hasan Efendiye armağan etti. Mısranm Mehmet’in, hat­tın kendisinin olduğunu söyledi.





—          Biz Niyâzî diye birisini bilirdik, dedi Hasan Efendi.





—          Niyâzî, Mehmet’in mahlasıdır.





—          Demek bize gelen şiirlerini pek beğendiğimiz Niyâzî, şu içerde çile çıkaran Mehmet’miş. Bak şu güzel Allah’ın işine, dedi, tekkemiz onunla şereflendi hamdolsun. Demek böyle, şimdi sizden bir rica etsem; acaba onun son şiirlerini bizler için kopyalar mısınız? Size mü­teşekkir kalırdık ve biz de cümleye yayardık.





—          Başüstüne, dedi Kâsım, severek kopyalarım.





***





Mehmet, halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış gö­rünüyordu. Gönlü kendisinin bile tahmin etmediği şekil­de yumuşamıştı. Mehmet, alabildiğine mutlu ve rahattı. Huzurlu bir sükûnet içindeydi.





—          Eğer, dedi Kâsım’a, halvette olanlar, yaşadığın tür­lü türlü hâl dışarı açılabilseydi, sana anlatırdım. Fakat müsaade yoktur.





—          Canın sağ olsun, dedi Kâsım, sen iyi ol da...





—          İyiyim, hamdolsun çok iyiyim. Fakat sen sırrımı Hasan Efendiye açık etmişsin!





—          Öyle gerekti, yoksa kızdın mı?





—          Yok canım, ona bir haber verdim, sana da söyleye­yim, artık bundan sonra mahlasım Niyâzî Mısrî!..





—          Mısrî ha, Mısır’daki tahsilinden olsa gerek. Hasan Efendi mi yakıştırdı?





—          Hayır, dedi Mehmet, bu da halvet sırlarından biri. Biraz da şey, artık Mehmet yerine Niyâzî Mısrî diye çağrı­lacağım, kendimi öyle takdim edeceğim falan.





—          Eh uymuş, sana uygun.





Kâsım, birkaç gün faytonla gezdirdi arkadaşını, biraz kilo alsın diye onu beslemeye çalıştı. Mısrî’nin boğazın­dan pek bir şey geçmiyordu hâlbuki, önüne dolu gelen tabaklar öylece geri gidiyordu. Mehmet, Kâsım’a:





—          Telaşlanma sen, diyordu, eski gücümü kazandım ben!





—          Öyle mi. Tamam, gel güreşelim.





O zaman Mısrî gülümsüyor:





—          İşte o olmaz! diyordu.





***





Onu Bursa’ya uğurlarken bayağı endişeliydi Kâsım. Arkadaşının incelmiş, avurtları çökmüş yüzüne bakıyor hayıflanıyordu. Rüzgâr ise dinlenmiş, iyi beslenmiş, âde­ta yola çıkmak için acele ediyordu.





Kâsım onlara baktı baktı: “Sanki ne vardı Bursa’ya he­men gidecek,” dedi, “hem de böyle alelacele.” “Belki mürşidim oradadır.” dedi Mısrî. Hasan Efendi ona Bursa’da Ulu Cami kayyumu Sebbağ Ali Dedenin evinde kalmasını söylemiş: “Benim selamlarımı götür ve bu pusulayı kendisine ver, o benim çok eski dostumdur.” de­mişti.





7





Ali Dede, Hasan Efendinin pusulasını önce öpüp ba­şına koymuş, ondan sonra okumuştu. Clfak tefek sevim­li bir ihtiyardı, Mevlevi idi. “Sevdiğimin sevdiğinin baş üz­re yeri var evimde.” demişti...





Mısrî, Bursa’yı tanıdıkça sevdi. Demek gönlü ona doğ­ru yolu işaret etmişti! Evvela, evliya türbelerini, sonra pa­dişah kabirlerini ziyaret etti. Orhan Gazi’nin mezarı başın­da okuduktan sonra, bu güzeller güzeli yeşil şehri Osmanlıya kazandırdığı için ona teşekkür etti.





Kâsım’a diyordu ki: “Gerçi İstanbul’u çok az gördüm, amma velakin Bursa, oradan daha sıcak ve samimi gel­di. İstanbul’un sanki: ‘Ben güzelin ta kendisiyim.’ diye böbürlenen havası bunda yok. Nazı yok, cilvesi yok. Çok mütevazı, onca halkın kaynaştığı, büyük bir ticaret mer­kezi olduğu hâlde. Sanki İskenderiye’de gördüğüm türlü türlü halkları burada da görüyorum. Sanırım Bursa’da herkes bir şeyler satmak ve almak, peşinde. Ali Dede: ‘Şöyle bir çarşılarını gezdireyim sana.’ dedi de, kalabalık ve hareketten başım döndü, içime fenalık geldi. Ben böyle çarşı pazara alışık değilimdir, biliyorsun. Zor attık kendimizi sakin mahallelere. Ali Dedeye göre Bursa’nın gelişme sebeplerinden biri de dokuma, özellikle ipek do­kuma imiş. Şehir, birkaç asır ülkenin en büyük sanayi ve ticaretini elinde tutmuş. Anlayacağın Hazreti Osman Han’ın bereketi, Orhan Gazi’nin, II. Murat Han’ın bere­ketleri sinmiş buraya. İçim yanar ki ne yanar. Çünkü İs­tanbul’u düşünürüm, korkarım şu başımızdan geçen, başımızda bulunanların hâlleri de ona sinecek! Onların bereket getirmesi şöyle dursun, Fatih’in, Yavuz’un Kanuni’nin bereketlerini kaçırırlar hiç utanmadan! Neyse...





İnanır mısın burada her yıl bin deve yükü ithal ipek iş­lenirmiş. Bursa’nın kendi yetiştirdiği büyük çapta ipek, tezgâhlara kâfi gelmezmiş. İpekli dokumayı da ihraç ederlermiş. Bu gelen giden kalabalık için çok büyük han­lar yapılmış, örneğin İranlıların kaldığı Acem Hanı, iki yüz odalı imiş, ona göre büyük ahırlar tabii. Başka bir sürü böyle büyüklü-küçüklü han varmış. Sadece bekârlar için yetmiş hanı varmış. Ha, Rüzgâr’ı bu hanlardan birine bı­raktım, belirli bir ücret karşılığında bakacaklar.





Buranın kaplıcaları malum çok ünlü. Bursa çok sulak bir şehir. Hemen her hanede akar su varmış. Sokaklar ci­lalı taş döşemeli.





Benim ziyaretlerime gelince, başta evliya türbeleri ol­du. Her taraftan gelen Müslümanların en çok ziyaret etti­ği yer; Emir Sultan Türbesi. Fakat odasında o kadar çok altın, gümüş şamdan, tavanlardan sarkan çeşitli mücev­herli âvizeler falan var ki, bu kadar pahalı süs, içime sıkın­tı verdi. Hazret’le şöyle bir ruhen beraber olamadım.





Beni taşralı olduğumdan mı nedir, en çok Bursa’nm çevresi çekiyor. Bütün çevre piknik yerleri ve bahçelerle dolu. Bazen Rüzgâr’ın sırtına atladığım gibi... Anlarsın iş­te, pek hoş oluyor. Şu var ki yalnız olduğum saatler Al­lah’la daha çok beraber oluyorum, bunun için seviyorum yalnızlığı...





Bursa, tarihte en büyük darbeyi Timur’dan yemiş. Osmanlı mağlup olunca, Timur’un askerleri şehre girip ta­rumar etmişler. Ve dahi en fenası askerler, Osmanlıya ait resmî vesikaları ve pek çok yazma eseri yok etmişler. Çö­küş devrinde malum, Edirne başkent durumuna geçmiş. Ancak II. Murat Han, burada tahta çıktığı için, Bursa sü­ratle büyüyüp toparlanmaya başlamış. Artık Bursa bahsi bitsin, zaten bütün bu yazdıklarımı senin merakını çeksin de ziyaretime gel diye yazdım.





Ben artık Allah izin verirse, burada bulunan Allah dost­larını ve ulemayı ziyarete başlayacağım. En büyük tekke, Ali Dedenin de bağlı bulunduğu Mevlevi tekkesi. İlk ziya­retim oraya olacak. Hane halkına kalbî selamlar sunar, senin iki gözünden öperim.”





Mısrî, Kâsım’a söylediği gibi yaptı, ziyaretlere başladı. Bazılarında Ali Dede ona eşlik etti. Âlimler ve şeyhlerle tanıştı, sohbetlerinde bulundu. Bu sohbetlerde artık, es­kiden yaptığı gibi susup oturmuyor, fikirlerini ve bildikle­rini de anlatıyordu, kendini ifade ediyordu. Bursa’da kısa zamanda tanındı, aranan, sevilen bir şahıs oldu. İçini aç­tığı birkaç özel dostu ise, âdeta onunla beraber olmuş, Mısrî’nin bir an önce mürşidine kavuşmasını diliyorlardı.





Artık sadece Sebbağ Ali Dede’nin evinde kalmıyor, arada sırada Ulu Camii’nin yanındaki medresede de ka­lıyordu. Bir zamandır bıraktığı şiiri yazmaya başlamış, de­vam ediyor, hem de bunları dost meclislerinde okuyor­du. Eski, yeni şiirleri elden ele, ağızdan ağıza bütün şeh­ri dolaşmaya başlamıştı. Gayri Bursa’da ünlü biriydi Niyâzî Mısrî! Fakat içindeki “şeyhini bulma arzusu” bir türlü küllenmiyor, bilakis daima körüklenen bir kor ateş gibi yanıp duruyordu...





Medresede kaldığı bir gece, Kahire’deki şeyhi Mehmet Efendi’yi düşünüyordu. Aklına, onu böyle şehir şehir, ka­saba ve köylerde bağrında yakan bir sızı ve umutla dolaş­tıran rüyası geldi... Bu sefer de öz şeyhi için istihare yap­maya karar verdi. Daha önce de niyetlenmişti ama son anda üzerine bir korku çökmüş, vazgeçmişti. Bu sefer kesin kararlıydı, korku falan da gelmedi, ama içi endişe­lerle doluydu. Kalbi bir sıkışıp bir rahatlıyordu. Yine ağla­yarak niyaz etti Rabb’ine, iki rekât namazını kıldı, duala­rını etti. Hemen uyuyamadı, gözlerinin önünden burada tanıdığı kâmil mürşitler geçiyordu. Onlardan biri, “o” ola­bilir miydi? Hepsini beğenmişti, takdir etmişti, ama hiçbi­rinin karşısında gönül; “Bu odur” dememişti. Sağa sola bir hayli döndü durdu, kalbinde zikir. Yavaş yavaş rahatla­dı ve birkaç saat sonra aniden uyuyuverdi. Ve rüya gör­dü, elinde bir bakır ibrikle, bir başka şehirdeki kalaycıya gidiyordu. Çok kalabalıktı içersi, birçok müşteriden son­ra, sıra Mısrî’ye geldi. Hava kararmak üzereydi, kalaycı­nın yüzünü göremiyor; fakat çalışan ellerini görüyordu. Bunlar büyük, ince, becerikli parmaklan olağanüstü uzun, ne yaptığını bilen, anlam dolu ellerdi. Mısrî’nin uzattığı ibriği aldı: “İbriğin dışını herkes kalaylayabilir, marifet içini kalaylayabilmektir.” dedi ve yanında duran, parlayıp göz alan bir hançerle onu ikiye böldü, içini ka­layladı, pırıl pırıl etti. Sonra ayırdığı parçaları birleştirdi. Hayret hiç iz kalmamıştı! Kalaycı, ibriği Mısrî’ye uzattı: “Bizim buralara da uğra oğlum.” dedi. Mısrî’nin gönlün­den “Burası Uşak” diyen bir rüzgâr geçti... Genç adam uyandı, hâlâ düşte olduğunu sanıyor, adamın parasını verebilmek için ceplerini arıyordu. Sonra birden kendine geldi; içindeki endişeler dağılmış, onların yerine tatlı bir huzur hâkim olmuştu.





“Apaçık bir düş,” dedi kendi kendine, “mürşidim bir başka şehirde ve onu bulunca beni alacak, içimi bir hançerle açıp pırıl pırıl edecek! Belki bunun için çok acı çekeceğim. Hançer ona işaret olmalı.” Derin bir nefes aldı, “Zaten kaç yıldır çekmekteyim.” diye geçirdi için­den, “Hayır bu daha zorlu olacak. Allah’ım nasıl olursa olsun, tek beni Sen’in yoluna, Sana ulaştırsın da, her şe­ye razıyım.”





Ertesi gün, birkaç parça çamaşırını ve'-Yunus Divanı’nı koydu heybesinin gözlerine... Kiraz’ın yeri boştu, altın to­punun yerine bakıp hüzünlendi bir an, sonra kendini to­parladı. “Şimdi hüzünlenmek niye?” diye düşündü. “O Melekşan’ın yanında ve iyi bakılıyor... Bugün benim kut­lu günüm, beni şeyhime götürecek olan yola çıkıyorum; içimde hüzün yerine neşe olmalı.”





Mısrî, heybesini omzuna vurup doğru Sebbağ Ali Dede’nin evine gitti. Ona düşünü anlattı ve hemen bugün yola çıkacağını söyledi.





—          Nereye gideceğini biliyor musun?





—          Rüyada gönül, Uşak, dedi.





—          Öyleyse Uşak’a git.





—          Sanırım, dedi Mısrî, dönüp dolaşıp geleceğim yer yine Bursa olacak.





—          Seni özleyerek bekleyeceğim, dedi Ali Dede.





***





Yine yollara vurmak çok güzeldi Mısrî için. Ve umut içindeydi genç adam; bu yollar onu manevi yoluna ulaş­tıracaktı gayri! ‘Acaba çıkmadan önce bir halvete daha girse miydim?” diye düşündü. İstanbul’daki halvette ona gelen o yumuşak, sevecen, hoşgörülü, düzgün hâl san­ki çözülüyordu üzerinden, bir dağınıklık var gibiydi için­de. En güzel göstergelerinden biri de sabrını kaybetmiş olmasıydı; kırk günlük bir halvete artık gücü yoktu. Sa­bırsızdı... Bir an önce, o ince, uzun parmaklı büyük eli öpmek istiyordu artık.





Hava soğumaya başlamıştı. Bir köyde, beraberce ye­mek yiyip ahbaplık kurduğu kişiler onu caydırmak istedi­ler. “İlahi derviş,” dediler, “kış bastırıverir, kurda kuşa yem olursun, vazgeç bu işten. Gel bahara kadar bize hocalık et, vaaz ver, nasihat et. Bahara inşallah seni kendi elimiz­le yola koyarız. Hem baharda buranın bülbülleri pek gü­zel, çok içli öter, onları da kaçırmamış olursun. Buraya ta öte köylerden bile bülbül dinlemeye gelirler.” Adamların bu samimi ısrarlarından gözleri doldu Mısrî’nin, rüya ön­cesi olsaydı mutlak kalır, kışı geçirirdi bu köyde. Lâkin onun gitmesi, bir an önce Uşak’a varması lazımdı. San­ki şeyhi kendisini bekliyormuş gibi bir duygu içindeydi. Ve eğer manevi yolu uğruna bu yollarda eziyet çekecek­se, öyle yazılmışsa çekecekti! Bundan sonra ona dur du­rak, dinlenme yoktu; ille, ille de onu mürşidine kavuştu­racak olan Uşak yolunda ilerlemesi gerekti!..





Yola çıktı, içinde biraz hüzünle bülbülleri düşündü. Onlar da gül bahçeleri içinde, ille bir güle âşık değiller miydi? Yoksa bülbül, o gülde “Didar”ı mı görüyordu?





Kendisi de bir anlamda bir garip bülbül değil miydi? Ve gönlü, şiire durdu:





Gözlerini n’oldu bî-dâr eyledin
Ah u efgânı sana yâr eyledin
Âşk oduyla içini nâr eyledin
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
N’oldu ağlarsın ne eylersin talep
Bu tükenmez derdine n’oldu sebeb
Güldeki didârı mı gördün acep
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu fenâ gülzâra tâlipsen eğer
Hiç bekâsı yoktur onun tez geçer
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin
Dâ’im ağlarsın durup dinlenmedin
Kimse bilmez hâlini anlanmadın
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebebten azm-i gülzâr eyledin
Bunca hasretten di cânın ne sezer
Firkatin günden güne artıp gider
Lütfedip vergil Niyâzî’ye haber
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin





Bu sefer biraz da kıyarak hızlı sürüyordu Rüzgâr’ı. Yol­larda mürşit arama âdetine de son vermişti, çünkü gö­nül: “Uşak!” demişti...





Bir akşam üzeri fena bir yağmura tutuldular. Arkasın­dan suları hızla savuran fırtına çıktı. Yerler balçık gibi ol­muştu ve savrulan sular hem Mısrî’nin hem de Rüzgâr’ın gözlerini perdeliyordu. Hayvan birkaç kez tökezledi... Genç adam, ister istemez çok yavaşladı. Yağmuru sever­di ama böyle fırtınalısını değil... Bir süre öyle gittiler. Fır­tına uluyup duruyordu. Su, Mısrî’nin burnuna, gözlerine doluyor, nefesi kesilecek gibi oluyor, atın üstünde denge­sini kaybediyordu. Kendini düşünmüyor, Rüzgâr’ın da aynı şeyleri yaşadığını farz ederek dehşetli rahatsız olu­yordu. Nihayet üstünden indi, yan yana, bata çıka, ağır ağır yürümeye başladılar. Umut bir kervansarayın yahut bir köyün görünüvermesiydi. Düşünüyordu; aslında Rüzgâr’ı Bursa’da bırakıp bir kervana katılması en doğrusuydu! Fakat atla daha çabuk ve daha özgür giderim dü­şüncesine kapılmıştı. Şimdi bu eziyeti yaşadıkça... Kendi başına ne gelse kabulüydü ya, Rüzgâr’ı esirgemeyi nasıl da düşünememişti! Vicdan azabı duyuyordu. “O bir attır, insandan daha dayanıklıdır.” düşüncesi hiç geçmiyordu aklından. Şu fırtınanın ortasında özdeşleşmişlerdi! Derviş Ağa’sının: “Önce sen demeyi öğren.” deyişleri... Deyişle­ri. Artık Mısrî, bunu hayvanlar için de yapıyordu. Çünkü onlar da tıpkı çocuklar gibi O Sevgili’nin insana emanet­leri idi, böyle düşünüyordu. “Şu dünya yüzünde ne var ki insana emanet olmayan?” diyordu şimdi yürümeye çalı­şırken. Karanlık enikonu bastırmış, ikisinin de karınları acıkmıştı; ama durup bir şeyler yemek ne mümkün. Ar­tık Mısrî Rüzgâr’ı idare etmiyor, dizginine yapıştığı Rüzgâr onu sürükleyip götürüyordu.





Gecenin bir saatinde genç adam, yarı açık göz kapak­larının önünde, yağmurun içinde Melekşan’ın hayalini gördü. Kız gülümserken sanki “Sabır” der gibiydi... Der­ken uzakta cılız birkaç ışık sezer gibi oldu. Mısrî hayal görmediğine emin değildi, ama Melekşan’dan aldığı son bir gayretle kendini Rüzgâr’a bırakmaktan vazgeçip adımlarını ışığa doğru atmaya başladı. Melekşan da san­ki yanında yürüyordu. Yarım saat sonra bir kervansarayın kapısındaydılar. Kapının demir tokmağını çalmak bile güç geldi Mısrî’ye. Uluyan fırtınada sesini duyurabilmek için ne de çok çalması icap etti.





Handaki yolcular, senenin bu vaktinde, buralarda yal­nız başına seyahat edilmeyeceğini söylediler ona, ama





ocağın yanında kuruyup tarhana çorbasını kaşıklayan genç adam pek aldırmadı bu sözlere. Biraz önce ahıra gidip yem yiyen Rüzgâr’ın iyi olduğunu görmüştü çünkü. Hem Rabb’i, şeyhiyle buluşmadan önce ölmesine izin vermezdi ki... Tıpkı bu akşamki gibi!





Mamafih ertesi gün, Uşak’ın pek yakınından geçecek bir kervana, Rüzgâr’la katılmaya karar verdi.





Uşak’taki handa, ona Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’nin tekkesinden bahsettiler. “Kendisi hem âlim, hem de melek gibi bir zattır.” dediler. Mısrî, “Demek âlim olun­ca insan, pek melek gibi olmaz diye düşünüyorlar.” diye geçirdi kafasından, onlara belli etmeden gülümsedi. Adam devam etti: “Eh Elmalılı Sinan Ümmî’nin halifesi.” dedi. “Elmalılı Sinan Ümmî” sözü hoş geldi genç adama, lâkin üzerinde durmadı, aklı buradaki Halveti Şeyhi Meh­met Efendi’de idi... Hemen müsaade isteyip kalktı ve ta­rif üzerine geze geze tekkeyi buldu. Önce uzaktan seyret­ti onu. Öyle heyecanlıydı, kalbi öyle küt küt vuruyordu ki hemen içeri giremedi. Bir süre döndü durdu, bu bahçe­sinde birçok gül ağacının bulunduğu, beyaz badanalı, mütevazı yapının çevresinde. Nihayet bir cesaret karar verdi ve girdi.





Mehmet Efendi kumral, mavi gözlü pek sevimli bir zat­tı; Mısrî’ye, Kâsım’ı hatırlattı. Ve genç adam, izin üzre oturup, bütün macerasını, iki gün önceki fırtınayı bile tek tek anlattı...





Mehmet Efendi; bir süre düşündü, sanki Mısrî’yi ölçüp biçti, gözleri ile gözlerini arandı, yine düşündü, sonunda:





—          Hele biraz dinlen bizim tekkede, dedi, devranımıza, sohbetlerimize katıl. Sana ilk şeyhin Hüseyin Efendi’nin verdiği virde devam et, burada bazı işleri kolayla. Şunun şurasında ne kaldı gül mevsimine! Şeyhim Sinan Ümmî bizleri şereflendirecek, o pek sever bu bahçenin gülleri­ni. Bizim bir Ahmet dervişimiz vardır, o yetiştirdi güllerin hepsini, ismi de Gül Ahmet kaldı. Geçen gün gülleri bu­damada ona yardım etsin diye bir arkadaş istemişti ben­den, işte geldin, senden âlâ arkadaş mı olur?





Mısrî:





—          Efendim, dedi, atımı hanın ahırında bıraktım, gidip alayım mı (ve içi titreyerek) yoksa satsınlar mı? diye sordu.





—          Hımm, dedi Mehmet Efendi, biraz düşündükten sonra; yoldaşındır, satmaya kıyamazsın bilirim. O hâlde hanın ahırında bakılmasını sağla. Güzel Han’da kaldığını söylemiştin değil mi? Hancıyı tanırım, arada sırada uğrar buraya. Benden ona selam götür, sen Bursa’da yapmış­sın ama burada âdet değildir atın handa kalması. Neyse sana kolaylık gösterir sanırım. Senin burada tekkede ka­lacağını söyle.





Gönül, bir şey dememişti ama, Mısrî şaşırmıştı. Meh­met Efendi iyi, pek hoş bir zattı ama kendisini evlatlığa kabul edeceğini söylememişti. Müritlikten bahis açma­mış, ona daha ziyade geçici bir misafirmiş gibi davran­mıştı. Ve ellerinin parmakları olağanüstü uzun değildi!





Tekkeden çıkıp hana doğru ilerlerken bunları düşünü­yor, Mehmet Efendinin davranışına bir anlam veremiyor­du. Gönül de sanki “Sabır” der gibi susmuştu; ne “Bu odur.” diyor ne de “O değildir.” En sonunda, “Belki bir süre denemek istiyor beni.” diye karar verdi. Hancıya Mehmet Efendi’nin selamını ve kendisinin tekkede kala­cağını söyledikten sonra atı bir ücret karşılığından orada bırakıp bırakamayacağını sordu. Hancı: “Mehmet Efen­di’nin misafiri, benim de misafırimdir. Atına bakarız bura­da, gözün arkada kalmasın.” dedi.





***





Onca yol ve heyecandan sonra, burada Mehmet Efendi’nin tekkesinde kalmak, zikir ve devrana yeniden başlamak, virdini yapmak, gül budamak, gübrelemek, bahçe tanzimi ve temizliği gibi işlerle uğraşmak Mısrî’ye iyi geliyor, dinleniyordu, ama zaman zaman içini kemi­ren soru olmasa: “Ne yapmak istiyor benimle Mehmet Efendi? Beni evlatlığa, talebeliğe almayacağı açık. Git demiyor, kal diyor. Nerede benim şeyhim, nerede?” Ba­zen, yine atlayıp Rüzgâr’ın sırtına, kaçıverip buradan, yollara düşüp şeyhini arama arzusuyla kıvranıyor, fakat nedeni bilinmez, içinde bir heyecan bulamıyordu böyle düşündüğü zamanlar. Gönül yine: “Sabır” diyordu ona; arı, duru, küçük sesiyle. Artık arkadaş olduğu Gül Ah­met’le konuşuyor, Mehmet Efendiye sorup sormamayı tartışıyordu. Gül Ahmet: “Vardır şeyhimin bir hikmeti bu yaptığı işte, sakın sorma: sabır çok önemlidir onun için, dediklerini yap yeter.” diyordu. “Elbet bir gün anlayacak­sın o hikmeti, mamafih sadece bir sabır sınavı da olabi­lir.” Mısrî, “Dört yıldır yollarda, Bursa’da şeyhimi aramak­tayım, daha ne sabır imtihanı!” diye düşünüyor, fakat Gül Ahmet’e bunu söylemiyordu.





Oturup çoktan beri yazmadığı Derviş Ağasına ve Kâsım’a mektuplar döşendi; kendi durumunu anlattı. Derviş Ağa’sına annesini, ablalarını ve evliliğin nasıl gitti­ğini; Kâsım’a, sarayda neler olup bittiğini, hane halkını ve Kiraz’ı sordu. Onca Kiraz’ı sormak, bir bakıma Melekşan’ı sormak demekti. O fırtınalı akşam, kız belirdikten biraz sonra hanın ışıklarının görülmesini, Melekşan’ın ona rehberlik ettiği düşüncesine bağlamıştı. Onun, bu aşktan haberi olabilir miydi, sezgileri o kadar güçlü müydü?.. Mısrî, Melekşan’ın kendisine ilgi duyacağını tasav­vur bile edemiyor; ancak kendi aşkını hoşgörüyle karşı­layabileceğini umuyordu şimdi de. Böyle düşünmesi kı­za minnet duymasına neden oluyordu.





***





Havalar biraz ısınır, serin esen rüzgârda bahar kokula­rı duyulmaya başlarken Sinan Ümmî’nin Gşak’a doğru hareket ettiği haberi geldi. Gül goncalarına, belki erken açan vişne rengi güllere yetişecekti bu herkesin çekine­rek, fakat sevgiyle bahsettiği Mehmet Efendi’nin pek kıy­metli şeyhi. Mısrî’yi de, sebebini bilemediği bir heyecan sarmıştı, göğüs kafesinde gönlü şakımaktaydı. “Yoksa gelen o muydu?” Aklında böyle bir soru dolaşıyordu za­man zaman. Gönül neşesi ise devamlıydı. Boş zamanla­rında Mehmet Efendi’nin kütüphanesindeki pek kıymetli eserleri okuyordu.





***





Mehmet Efendi ve tekke sakinlerinin hepsi, Uşak’ın beş altı kilometre ötesinde, gelecek kafileyi beklemektey­di. Mehmet Efendi, yanına Mısrî’yi almış: “Yanımdan ay­rılma evladım.” demişti. Sevinçli, aynı zamanda sabırlı bir bekleyiş içindeydiler. Bir zaman sonra, yere oturup bek­lemeye devam ettiler. Tekrar ayağa kalktılar; bu kez gezi­nerek beklemeye devam ettiler, kimse konuşmuyordu. Derken uzakta atların tozu göründü, daha ileride yalnız başına bekleyen Gül Ahmet’in sesi patladı: “Geliyorlar!”





Şeyh Ümmî Sinan uzun boylu, ince, esmerce bir zat­tı; başında Halvetilerin beyaz risaleli siyah tacı, üzerinde siyah bir kaftan vardı. Yanındakilerin hepsi attan inip ona koştular, fakat Gül Ahmet erken davranmıştı, atın dizgin­lerini tutup şeyhin inmesine yardım ediyordu. Mehmet Efendi ve Mısrî’nin arkasından bütün grup ilerledi; iki şeyh gülümseyerek sarıldılar birbirlerine, sonra Mehmet Efendi eğilip şeyhinin elini, eteğini öptü. Bu eli tanıdı Mısrî, büyük ve inceydi, parmakları çok uzundu! O an gönlü: “İşte o!” dedi. Mısrî, bayılacak gibi oldu, aşırı bir hareket yapmamak için kendini zor tutuyordu. Sinan Ümmî, Mehmet Efendiye hâl hatır sordu ve birden Mısrî’nin gözlerinin ta içine baktı. Mısrî sandı ki, gözlerinden geçip gönlüne indi bu derin bakışlar. Ve yine gülümseye­rek Sinan Ümmî, Mehmet Efendi’ye döndü:





—          Senin hizmetinde Mısrî Mehmet Efendi diye bir der­viş varmış, öyle mi? diye sordu.





Mehmet Efendi:





—          Evet Sultanım Hazretleri. Size teslim için emanetçi­yiz.





Sinan Ümmî bu kez Mısrî’ye döndü, ona hitap etti:





—          Bursa’daki medresede, o cuma gecesindeki kalay­cı, ne kadar şaşılacak bir zat idi, değil mi? diye sordu.





O zaman Mısrî kendisini tutamayıp öne doğru bir hamle yaptı. Çok uzun zamandır hasretini çektiği, o ince büyük eli öptü ve heyecandan âdeta kekeleyerek:





—          Su... su... sultanım, dedi, Sultanım hoş... hoş gelip sefalar getirdiniz.





Sene 1647 idi, Mısrî yirmi dokuz yaşındaydı ve yorgun gönlü, o gün huzura ermişti.





***





Sinan Ümmî bir süre kaldı Mehmet Efendi’nin dergâhın­da... Çok sevdiği renk renk güller üçer beşer açmaya baş­ladı. Sinan Ümmî, Gül Ahmet’e övgüler yağdırdı, Gül Ah­met yüzü kızararak övgüleri dinledi ve müsaade isteyerek konuştu, dedi ki:





—          Efendim Hazretleri, bu yıl bu güllerin bereketinde Mısrî Derviş’in de payı vardır. Beraberce budadık gülleri, bahçeyi size beraberce hazırladık.





—          Biz, dedi Sinan Ümmî, Mısrî dervişi sadece şair bi­lirdik, demek başka marifetleri de varmış!





“Şair olduğumu biliyor, acaba âlim olduğumu, El-Ezher’den yedi dersten diplomam bulunduğunu da biliyor mu?” diye bir soru geçti Mısrî’nin aklından. Sonra bu so­runun bir “övünme” olup olmadığını düşündü. Övün­mek hiç yaraşmazdı bir sufıye, hele Mısrî’ye ve hele şu koskoca sultanın karşısında, kendisinin bilgin oluşu ney­di, ne anlam ifade ederdi ki! Mısrî küçüldüğünü hissetti. Ayrıca rüyasını bilen Sinan Ümmî, onun her bir şeyini ta ciğerine kadar bilmez miydi ki böyle saçma sapan soru­lar geçerdi kafasından! Kendine müthiş öfkelendi yine. “Şeyhim eline hançerini alınca kaçacak yer arayacaksın.” diye nefsini tehdit etti.





8





Sinan Ümmî hançeri aldı eline ki, ne aldı... Bir taraf­tan manevi eğitim alırken Mısrî, üstüne pek çok da be­den işi yüklendi. İlk şeyhi Hüseyin Efendi, onu virdinde çekmesi lazım gelen yedi Allah isminin İkincisine geçir­mişti. Sinan Ümmî onu tekrar birincisine, “La ilahe illallah”a döndürdü. Mısrî aynı zamanda öğrenci okutuyor, şeyhin iki oğlundan biri olan Süleyman’a ilim öğretiyor, dergâhta imamlık yapıyor, Ümmî Sinan Camiinde halka vaaz veriyor, nasihatlerde bulunuyor, dergâhın hemen önündeki vadinin içinden akan suyun yanındaki değir­menden mutfağa sırtında un ve buğday taşıyor, orman­dan dergâha sırtında odun getiriyordu. Ve günlük gıdası; şeyhin emriyle sadece bir dilim arpa ekmeği idi. Akşam­ları kafaca ve bedenen pek yorgun yattığı zamanlar, bu kadar işi nasıl becerdiğine kendi de şaşıyordu. Bu insa­nüstü gayreti, sadece Sinan Ümmî’ye duyduğu aşktan dolayı idi. Zaten işlerin tümü birden verilmemiş kendisi­ne, yavaş yavaş artırılmıştı, ince bir hesaba dayanıyordu. Mısrî istese unu da odunları da Rüzgâra taşıttırabilirdi. Bunu yapmıyordu. Bir kere şeyhinin emirleri doğrultu­sunda bedenen de çalışmak, ona her türlü hizmeti ver­mek, Mısrî’ye haz veriyordu, kanatları olsaydı eğer uça­rak da hizmet etmeyi isterdi. Ayrıca nefsinin sonuna ka­dar ezilip yok olmasını istiyordu. İnatçıydı genç adam; nefsi ile de bir anlamda inada girmişti. Bu arada Derviş Ağası ile Kasıma mektup yazmış, ye­ni adresini bildirmiş ve ikisine de hemen aynı şeyleri söy­lemişti: “Biliyorsun bana Cenabıhakk’ın nasip ve tayin et­tiği zatı bulmak arzusuyla ta Kahire’den beri kaç yıldır do­laşıyorum, Bursa’da da devam ettim arayışıma. Arap ve Anadolu illerinin çok şeyhlerinin sohbetinde bulundum. Olmadı... Olamadı. Rüya üzerine yola çıkıp Uşak’a gel­dim, hikâyeyi biliyorsun. Çok şükür, en sonunda şeyhim, göz bebeğim, kalbimin ilacı Şeyh Sinan Ümmî’nin hiz­metine ulaştım. Mübarek nefesi kimyasıyla bana Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin düşümde işaret ettiği şeyler ay­nıyla ortaya çıktı. Allah’a hamdolsun! Onun lütfuyla artık mürşit arama arzu ve araştırması bitti, maddi yollar bitti, nihayet karar kıldım.





Burası dibinde bir nehir akan, yeşil bir vadinin üzerine kurulmuş bir dergâhtır. Yanında Sinan Ümmî Camii ve Medresesi var. Tabiatın güzelliği Bursa’yı hiç aratmıyor, arkamız orman... Ben de tıpkı Yunus gibi ormandan tek­keye sırtımda odun taşımaktayım. Böylece çok sevdiğim üstadımın peşinden birçok bakımdan gitmekteyim.





Sinan Ümmî Hazretleri’nin birçok müridi var, fakat ben bir dörtlü grubun beşincisi oldum, çünkü bu dördü ile çok iyi anlaştım. İsimleri şöyle; Kütahyalı Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihiddin Mustafa, Ahmet Derviş, Kü­tahyalı Çavdaroğlu Müfti Derviş... Birbirimize sadece; Askerî, Uşaklı, Derviş, Çavdaroğlu diye hitap ediyoruz. İtiraf etmek gerekir ki, Uşaklı Müslihiddin, hepimizden ileri bir derviş. Beni de Mısrî diye çağırıyorlar. Gözümün nuru, baş tacım Mehmet ismim hatıralarda kalacak ga­liba. Böylece biz ‘Beş gönül eri’, hepimiz şiir yazıyoruz. Hepimiz bir bakıma Koca Yunus’un etkisindeyiz. Beş gö­nül eri hem biz hepimiziz, hem de dört unsurla malum; hava, ateş, su, toprak ile Rûh-ı Kudsî’dir, bir şekilde öz­deşleşiyoruz ve birbirimizi tamamlıyoruz. Çavdaroğlu, ‘Cem olıcak bir araya beşimiz / Sevdiğimizi zikretmektir işimiz’ diye yazdı. Ben de şöyle söyledim: ‘Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik / Kırk yılda Pîre erdik bu sohbete erince’ Sana bir de, Sultanım Efendi’me biatim vesilesiyle yazmış olduğum şiiri kaydederek, mektubu­mu bitireyim.





Aşkın meyine ben kana geldim
Şevkin oduna hoş yana geldim
Halka-i zikri kurmuş âşıklar
Ben de sahnında cevlana geldim
Mecnûn’um bugün Leylî derdinden
Neylerim aklı, divâne geldim
Derdi cârıânın açtı yareler
Bağrım üstünde dermâna geldim
Ümmî Sinan’ın hâk:ı pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
Yaremi bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî, Lokmân’a geldim





Mısrî’nin dergâha ilk geldiği günlerdeydi. Aylardan ra­mazan, akşam namazında imamlığı Sinan Ümmî yapı­yordu.





Cemaatin ön safında, şeyhinin hemen arkasında du­ran Mısrî’nin içinden, “Okuyuşu ve sesi tahmin ettiğim kadar iyi değilmiş, ben olsam daha iyi okurdum.” diye geçti. O anda Sinan Ümmî yavaşça arkaya kayarak Mısrî’yi hafifçe öne itip imamlığa geçirdi. Genç adamın, Fati­ha okuması icap ediyordu, fakat sureyi hatırlamıyordu. Çılgın bir korkuyla kendisini son derece çaresiz hissetti. Alnından terler boşandı ve o anda içindeki küçük ses, mihraba bakmasını söyledi, Mısrî baktı ve mihrapta iri harflerle yazılmış Fatihayı gördü, oradan okudu. Nama­zı selametle kıldırdı.





Mısrî, mürşidinin düşüncesini okuduğunu, kendisine Fatiha’yı unutturduğunu ve sonra yardım ettiğini anla­mıştı. Çok fazla mahcup oldu, ne yapacağını bilemedi. Şeyhinin odasının kapısında bir hayli gezindi, durdu bek­ledi. Nihayet bir cesaret geldi, kapıyı tıklatıp: “Hû” deyip açtı, niyaza durup boyun büktü ve ayak mühürledi. Sinan Ümmî: “Ne istersin oğlum?” diye sordu. Mısrî üzüntü­sünden zorla konuşarak ve gözlerinden yaşlar akarak özürler diledi, artık düşüncelerinden de sorumlu olduğu­nu anladığını, hiç olmazsa bu seferlik kendisini bağışlamasını rica etti. “Evet evladım,” dedi Sinan Ümmî, “sizler dervişlerim, düşüncelerinizden de sorumlusunuz, bu­nu hiç unutmamanız lazım gelir. Daima hatırlayın; iyi ve olumlu düşünmeye bakın; içinizi ve beyninizi kontrol edin, Cenabıhak, size bu gayreti verir, siz niyet edin ve kendi çabanızla işe başlayın önce.”





“Emriniz olur!” Mısrî: “Destûr” deyip eşik öptü ve dışa­rı çıktı, kapının yanma çöküp bu sefer de affedildiği için şükredip ağladı...





Arkadaşlarını buldu, gayet mahcup, olanları anlattı. Şeyhlerinin söylediklerini nakledip: “Bizlerden düşünce­lerimizi yani içimizi ve beynimizi kontrol etmemizi istedi.” dedi. Karşısındaki dört erden her biri, bir ayrı durumda aynı muameleye maruz kalmışlardı. Sinan Ümmî onların düşüncelerini okumuş ve gereken dersi vermişti.





—          Beni ikaz etmeniz lazım gelirdi, dedi Mısrî biraz küs­kün...





—          Haklısın dediler ona, ama bu mesele senin başına gelmeyince, o mahcubiyeti yaşamadıkça gereken gayre­ti bu kadar iyi göstermeyebilirsin.





—          Mamafih böyle bir kastımız yoktu, dedi Askerî, sa­dece unuttuk herhâlde.





—          Fakat siz gerçekten becerebiliyor musunuz bu işi?





—          Sen kendini iyi şeyler, olumlu şeyler düşünmeye alıştırırsan ötesi geliyor. Allah gerçekten yardım ediyor ve bir süre sonra zaten öyle düşünmeye başlıyorsun, dedi Çavdaroğlu.





Mısrî’nin içi biraz rahat etmişti. Herkes bir şekilde de­nendiğine göre, demek bu da bir alıştırmaydı, fakat keş­ke kendisi şeyhinin değil de bir başkasının aleyhine olumsuz düşünmüş olsaydı daha memnun olacaktı.





—          Bir daha onun yüzüne nasıl bakacağım? Çok uta­nıyorum, dedi.





Kütahyalı:





—          Onun yüzüne bakabilmen o kadar önemli değil, önemli olan; senden istediği gayreti göstermendir. Böy­le yaparsan o seni gönülden bağışlar, hepimizin başına geldi, dedik ya... Hazret azarladığı gibi, övmesini de bilir merak etme. O bize karşı duygularının, düşüncelerinin büyük kısmını, bize gerekli olanı yani, bizimle paylaşır, ta­salanma sen! Haydi şimdi bir şiir oku Mısrî, bunalan gön­lün neşelensin.





—          Yunus’tan okuyayım, dedi Mısrî, ancak onun şiiri beni rahatlatır şimdi.





***





Sene 1648’e ulaşmıştı. Mısrî, Elmalıda manevi eğiti­minin ikinci yılına basmıştı. Sultan İbrahim, önce tahttan indirildi, on gün sonra ipek ibrişimle boğuldu. Yerine, al­tı yaşını yedi ay geçen oğlu IV. Mehmet tahta çıkarıldı. Genç annesi Hatice Tarhan Valide Sultan değil, babaan­nesi Kösem, Büyük Valide Sultan, saltanat nâibesi oldu. Onun üç yıl süren saltanat nâibeliğine: “Ağalar Saltana­tı” denmektedir. Yeniçeri ağaları cunta generalleri olarak hükümeti aşarak, devlet düzenine aykırı olarak bütün hâkimiyeti ellerine geçirmişlerdi. Maksatları mal topla­mak ve zengin olmaktı. Onları destekleyen Kösem Sultan’ın maksadı ise saltanat sürmek, emir vermek, devlet yönetmekti. Oğlu Sultan İbrahim’i tahttan indirtmekle kalmadı, on gün sonra onu cellada verip öldürttü. Çün­kü Sultan İbrahim onu devlet işlerine karıştırmıyordu. ***





Aylar, yıllar birbirini kovalıyordu, Mısrî iki kere halvete girdi, Cenabıhakk’ın izniyle şeyhinin gayretinden olmalı, çok rahat ve huzurlu halvetler oldu bunlar. Mısrî zayıfla­madı bile, zaten günlük gıdası bir dilim arpa ekmeği idi ve halvette aç kalmak onu hiç etkilememişti. Yüzünü bir gün görmese özlediği şeyhini de hiç aramamıştı; o san­ki her an Mısrî ile beraberdi o karanlıkta, onunla beraber zikrediyordu.





Her halvetten sonra büyük gönül yumuşaklığı ve bü­yük huzurlar yaşadı Mısrî. Hiçbir arkadaşı onun kadar ra­hat halvet yapamıyordu, bunca gönül huzurunu bulamı­yordu... Beş gönül eri birbirini kıskanmaz, fakat birbirle­rine gıpta ettikleri olurdu arada sırada. İşte Mısrî’nin hal­vetten sonraki hâline de gıpta ediyorlardı. Arkadaşları; bir tüy kadar hafif, bir ışık demeti gibi pırıl pırıl dolaştıkça aralarında: “Mısrî,” diyorlardı “Mısrî, bize bunun sırrını öğret.”





Mısrî düşünüyordu; bir sırrı falan yoktu bu işin.





 — Bir sırrım yok vallahi, inanın sadece Allah’ın bir na­sibi bu.





— Bu gidişle aramızda en çok halvete giren sen ola­caksın!





—          Niyetim, kırk günden, kırk halvet yapmak, tabii Al­lah izin verir ve şeyhim de kabul ederse. Aslında kırk gün yaptığım için, benimkilere halvet değil, erbain çıkarmak denir ama ağzımız alışmış, halvet diyoruz.





—          Öyle dediler, bizim yaptığımız halvet üç günlük, yedi günlük falan. Evet seninkine erbain dememiz lazım.





—          Kelimeler önemli değil, sizler de erbain çıkarmışsı­nız ve kırk günden kırk defa yapılacaktır diye asla bir ku­ral yok. Bu sırf benim niyetim, çünkü halvet hâli çok ho­şuma gidiyor, çünkü nefsimin hiç olmazsa bir süreliğine öldüğünü hissediyorum, bu da hafiflik veriyor. Fakat işte tam ölmüyor, hiç beklemediğin bir anda, bir meselede başını kaldırıveriyor, ben dahi şaşıyorum.





***





Sultan İbrahim’in 1648’de boğdurulmasından sonra, onun kan davacıları ortaya çıktı; sipahiler ayaklandılar ve yeniçeriler tarafından kanlı bir şekilde kırıldılar. Padişah ordusunun iki sınıfı, padişahın sarayı önünde Sultanah­met Meydanında yüzlerce ölü vererek meydan muhare­besi yaptı.





Bu defa, cunta tarafından soyulan halk ayaklandı. Halk ihtilali cuntacı generallere karşı idi. Bu ihtilalin arkasında





Tarhan Valide Sultan bulunuyordu. Bunu bilen Kösem Sultan, gelininin iktidarına son vermek, onu Valide Sul­tanlık tahtından indirmek için, on yaşını bitirmemiş toru­nu IV. Mehmet’i öldürtmek, yerine annesi başka olan Ve­liaht Şehzade Süleyman’ı başa geçirmek istedi. Bu plan keşfedildi. Ve Kösem Sultanın dairesini basan padişah ve Valide Sultanın adamları, onu boğdular, yıl 1651 idi.





Kösem Sultanın öldürüldüğü geceden itibaren halk, Sultanahmet Meydanı’nı boş bırakmadı. Cunta ağalarının kelleleri isteniyordu. Otuz sekiz ağa idam edildi, servetle­ri hâzineye alındı. Böylece “Ağalar Saltanatı” sona erdi.





***





Böyle geçiyordu yıllar ve Mısrî, Sinan Ümmî tekkesinin harlı ateşinde ağır ağır pişiyordu. İşleri hiç kolaylanma­mıştı. Yine sırtında odun ve un taşıyor, yine öğrenci oku­tuyor, şeyhin oğlu Süleyman’a ilim öğretmeye devam ediyor, camide halka vaaz veriyor, nasihat ediyor, derg­âhın imamlığını yapıyordu. Arada sırada şiir de yazıyor ve Derviş Ağa’sı ile Kâsım’la seyrek de olsa mektuplaşıyor­du. İkisi de memleket havadisleri veriyordu, yalnız Mısrî’nin annesi ağır bir öksürüğe yakalanmış, bir türlü kurtulamıyordu ve Kâsım yeniden evlenmişti; bu sefer karısından memnundu.





Mısrî, annesinin garip hastalığını öğrenince dehşetli tedirgin oldu. Onu gerçekten özlemişti ve artık Malat­ya’ya gidip yaşlı kadını görmek istiyordu. Çok kuvvetli bir arzuydu. Ancak şeyhinin bırakmayacağından korkuyor­du, çünkü daha sülukünü tamamlamamıştı. Düşüncele­re daldı genç adam ve gizlice kaçmaya karar verdi, ama tereddütler içindeydi; kafası dağılmış, bir unutkanlık arız olmuştu. Kalbi de gittikçe katılaşıyordu.





O günlerin birinde, dağa odun getirmeye gitmişti. Dö­nerken “Canım niçin rıza göstermesin benim gitmeme. Burada herkesten fazla işi ben görüyorum, herkesten faz­la halvet yapıp çile çıkarıyorum, şeyhimin bunları hesaba katması gerektir.” diye düşünürken, birden tam önünde bir siyah ayı belirdi. Genç adam önce geçip gitmek istedi, fakat ayı hırlayıp önüne geçti, saldıracakmış gibi bir hâli vardı. Mısrî odun demetini arkasından attı, bağırdı: “Gel be ayı, gel! Gücün yeterse, yen beni!” Ayı tam da bu lafı beklermiş gibi saldırıverdi, alt alta üst üste boğuşmaya başladılar. Mısrî ne kadar güreş kuralı, oyunu denediyse, ayı sanki hepsine hazırlıklıydı; akıllı bir insan gibi bütün oyunlara cevap veriyordu. Genç adam tükenmeye başlamıştı ki, ayı sağ kolunu kaptı, belki koparmak üzereydi, Mısrî’nin aklından şeyhinin himmeti geçti. “Himmet Sul­tanım!” dese, yetişir miydi? Fakat demeye kalmadan, ke­limeler ağzından çıkmadan o anda durdu ayı, genç adam kolunu kurtardı ve ayı dönüp koşa koşa uzaklaş­maya başladı. Genç adam, merakla arkasını döndü, ge­len şeyhiydi!.. Koşup eline vardı:





—          Himmetiniz sayesinde ayı beni bıraktı efendim, dedi.





Sinan Ümmî’nin gözleri gülüyordu:





—          Öyle miii? dedi. Haydi odununu yüklen de dönelim evladım.





Mısrî sırtında odun demeti, iki büklüm, şeyhinin yanında dönerken Sinan Ümmî:





—          Biliyor musun, dedi, o ayı yabandan değildi, sade­ce senin nefsindendi!





Mısrî hayretten açılmış gözlerle:





—          Bilemedim efendim, dedi.





— Görüyor musun nefsin sağ tarafını kapmış, bırak­mıyor... (içini çekti) Şunu da bilirsin elbet; O der ki: “Al­lah kimseye taşıyamayacağı yükü vermez.” Böyle olun­ca, Allah dostları, müritlerine taşıyamayacağı yükü vere­bilirler mi?





Mısrî fena hâlde utandı, yüzü kıpkırmızı oldu, soluğu kesildi, zorla fısıldadı:





—          Vermezler efendim...





Bir süre, yokuş aşağı hiç konuşmadan yürüdüler. Mısrî içinden “Yer yarılsa da yerin dibine girsem.” diyordu ken­dine, hırsından ağlamak istiyordu.





Tekkeye yaklaşırlarken Sinan Ümmî:





—          Bir de oğlum, dedi, bahçıvan bahçesindeki meyve­nin olup olmadığını bilir. Yoksa ben senin gidip aileni zi­yaret etmeni istemez miyim? Fakat daha vakti gelmedi, o vakit gelecek. Belki Süleyman’ı da yanına katarım, gi­dip annenin elini öpeceksin, tasalanma.





Mısrî’nin içine bir temiz, bir güzel yağmur yağmış gibi oldu. Kendine hırsı geçivermişti. Ferahladı, gizlice git­mekten vazgeçti o anda.





Sonraki günler yavaş yavaş rahatladı, kafa dağınıklığı geçti, unutkanlığı kayboldu.





***





Bir yaz akşamüzeri, beş gönül eri bahçede büyük bir çınarın altında oturmuş sohbet ederken, söz dönüp do­laşıp Allah’ı dünya gözü ile görüp görmemeye geldi. En içten istekleri onu görmek olduğu için duygularıyla ko­nuşuyor, belki mümkün olabileceğini söylüyorlardı.





—          “Biz Allah’ı görebiliyoruz.” diyen bazı sufiler var, di­yordu Askerî.





Epeydir susup konuşmayan Mısrî nihayet konuştu:





—          Onların böyle söylemesi: “Biz Allah’ı biliyoruz, kud­retinin eserlerini görüyoruz.” anlamınadır.





—          Herkes görüyor O’nun eserlerini, kör olmayan her­kes, dedi üşşakî, o zaman kendimize görüyoruz diye bir ayrıcalık tanımamız neden?





Ahmet Derviş:





—          Kör olmayanların dışında kaç kişi gördüklerinin Al­lah’ın eserleri olduğunun farkında? Burada, dedi, idrak­tir önemli olan.





Çavdaroğlu:





—          Her inanan insanda vardır bu idrak, dedi.





—          O zaman, dedi Askerî, bazı sufilerin, “Biz Allah’ı gö­rüyoruz.” demeleri, sadece bir gösteriş ve övünme mi?





—          Ya öyledir ya da cahilliktir, dedi Mısrî.





—          Peki sen ne diyorsun Mısrî?





—          Görülmez diyorum, çünkü Kur’an’ın söylediğine göre, sanırım Enam 103’te falandır: “Gözler O’nu algıla­yamaz, O ise bütün gözleri kuşatır.” Şimdi gözümüzün önünde böyle bir ayet olunca, daha neyin tartışmasını yapıyoruz?





—          Dervişler, dedi Çavdaroğlu, Mısrî’nin en hoşuma gi­den tarafı, her söylediğini ispat eden bir Kuran ayeti ge­tirmesi, sağ olsun.





—          O Kuranı bizden daha iyi biliyor da ondan, dedi Askerî, hepimiz hafızız, lâkin onun kadar liyakatli değiliz Kuran üzerinde. E, o da az dirsek çürütmemiş özel ho­calarda efendim, El-Ezher’de, içimizde bilgin olan o! Ha belki o da bizim kadar âşık değil, belki bilmiyorum, şiir­lerine bakınca, aşkı da cezbesi de bizden üstün.





Mısrî, içini çekti:





—          Aşkın sonu yok, dedi, tükenmez, bitmez; oldum, dedirtmez... Böyle anlıyorum. Bana iltifat ettin Askerî Derviş, Allah senden razı olsun. Aslında birbirimizden ek­siğimiz fazlamız yok, hepimiz aşk yolunun yolcularıyız ve  her gelen günde bir başka hâle değişmekteyiz. Bazen gün değil saatte, anda bile değişmekteyiz. Onun için yo­lumuza duraklar koymak, sen şuradasın, ben buradayım demek, doğru değil... Eee, bilgim ne derecede olursa ol­sun, aşk yoluna aşk gerektir, bilgi ikinci planda kalır. De­ğil mi?





—          Doğrudur, dediler.





—          Lâkin mutlak gerektir bilgi, ikinci planda olmasına rağmen.





—          Herhâlde, dediler.





—          Pekâlâ, dedi Çavdaroğlu, asıl konudan uzaklaştık. Dervişler söyleyin bakayım, bir şeyin eserlerini, izini, be­lirtilerini görmek, aslını görmek gibi olur mu?





—          Olmaz, dediler.





—          Olmaz, dedi Mısrî, ama günlük hayatta aksini çok kullanırız. Güneş ışığını görünce ben güneşi gördüm di­yebiliriz ve yalan söylememiş oluruz. Aslında güneşi değil





sadece ışığını görmüşüzdür. Sen eline aynayı alıp baktı­ğında, kendimi gördüm diyebilirsin aynadaki suret yüzü­nün aslı olmadığı hâlde, ama kendini görmüş olman da yalan değildir. Yoksa Yaradan’ın belirtileri her yerde; se­nin, benim, herkesin yüzünde; dağda, taşta, suda... Kâinatta hiçbir şey yoktur ki yüzünde, üstünde Hak’tan bir görüntü, belirti taşımasın.





—          Yine de görebilecek göz lazım.





—          O göz âşığın gözüdür demek yeterli mi arkadaşlar? Biz sultanımız Sinan Ümmî’nin yüzünde O’nun nurunu seyrediyoruz.





—          Evet seyrediyoruz, dediler.





—          Ama, O’nu görüyoruz demiyoruz!





—          Evet!





—          Bir zamanlar, bir kıza âşık olduğumu sanıyordum. Onu gördüğüm zaman üzerinde mavi elbise, başında mavi başörtü vardı; ona “mavi nur" demiştim için için. Allah’ın nuru demeye cesaret edemediğim için, mavi nur demiştim. Hâlbuki cesaretle Allah’ın nurunu gördüm di­yebilirmişim, şimdi söylüyorum.





—          Sonra ne oldu o kız?





—          Bir fırtınalı gecede rehberim oldu, beni bir kervan­saraya ulaştırdı.





—          Yaa!





—          Tabii hayalinden bahsediyorum.





—          Tabii yahu, anladık!





—          Ama şimdi anlıyorum ki dervişler, bu hayalin de gerçeği vardı. O gerçek neydi biliyor musunuz? Benim kendi özümün aşkıydı. At beni sürüklerken o aşk beni canlandırdı, ilerilere baktırttı ve ışığı gösterdi. Ve o aşk, o zaman gelecekteki şeyhime Odaklanmıştı yalnız. Çok şü­kür şeyhime kavuştum. Şimdi onun yüzünde Allah’ın nu­runu, yani belirtilerini görebiliyorum demeye cesaret edi­yorum. Hepimiz ediyoruz. Bu aşktan da içeri başka bir gerçek var, o da Allah’a duyduğumuz aşk. Ondan içeri bir şey yok, çünkü bu aşk en saf ve en temizidir.





—          Doğru, dedi Kütahyalı..





Ahmet Derviş dedi ki:





—          Senin hikâyene benzer hikâyeler hepimizin başın­dan geçmiştir elbet. O kızlar bize gerçekten rehberlik et­tiler, kimimize manevi yoldan belki hiç görünmeden, ki­mimize görünerek fakat mutlak rehberlik ederek bizi şey­himize yönlendirdiler. Şimdi Allah aşkında bize rehberlik eden Sultanımız Şeyhimiz gibi.





Hepsi dalıp gitmişti bir yerlere, birden Uşaklı:





—          Ezan okunuyor, dedi.





Hep beraber kalktılar.





***





Mısrî, camiden halka vaaz vermeye devam ediyordu. Şeyhi, onun bu halk içinden bir kısım seçkinlere de ko­nuşmasını istedi.





—          Nelerden bahsedeyim efendim? diye sordu.





Ümmî Sinan:





—          İnandığın gerçekleri anlat evladım, dedi, fazla süs­lemene yahut sembollerle konuşmana gerek yok, açık ve sade ol. Senin sesin fevkalade etkili. Gerek konuştu­ğun konularla, gerek sesinin tonlamasıyla dinleyicilerin ilgisini toplamayı iyi biliyorsun.





Birden bu iltifat, Mısrî’yi utandırdı, yüzü kıpkırmızı olu­verdi.





—          Estağfurullah Sultanım, diyebildi.





—          Fazla uzun da olmasın. Kısa ve etkili bir sohbet, o kadar.





—          Ne zaman konuşacağım efendim?





—          Zikir öncesi olabilir, meydanın bir köşesinde otura­bilirsiniz.





—          Kimler gelecek efendim?





—          Halkın arasında hevesli, daha çok bilmeyi, öğren­meyi içtenlikle isteyen bazı kişiler var. Tahmin edeceğin gibi fazla değil bu sayı, birkaç kişi. Lâkin icap ederse, tek kişiye de sohbet yapabiliriz değil mi evladım? Yeter ki o kişi öğrenmek istesin, bizim hizmetimiz çoğa aza bak­maz.





—          Evet efendim.





—          O hâlde “tevhidden” başla bakalım. Hayırlı olsun oğlum!





***





Mısrî karşısındaki dört adamın gözlerinin içine baktı şöyle bir; hepsi ciddi, hepsi ilgiliydi, rahatladı:





—          Sultanım, dedi, sizlere tevhidden bahsetmemi em­retti. Bu akşam ben tevhidden bahsedeyim, gelecek haf­ta sizin istediğiniz bir başka konuda sohbet ederiz. Soru­larınız olursa, lütfen çekinmeyin, sorun.





Adamlar başlarını salladılar.





—          Efendim, dedi Mısrî, Zariat suresinin, 56. ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.”





—          Bilsinler diye yarattım, deniyor sanıyordum.





—          Evet, mutasavvıflar böyle yorumlamışlardır bu aye­ti, biz hem bilsinler, hem de tevhit etsinler, yani birlesin­ler diye anlıyoruz. Çünkü eğer ibadet eden; ibadetin an­lamını, ibadetlerin maksadının ne olduğunu bilmiyorsa, onun bu ibadetlerinin ona zerre kadar faydası dokun­maz. Birlemek de, o kişinin zat, sıfat ve fiilleriyle kendini fâni, yok görmesidir. Bir kişi bu mertebeye erişince her nereye baksa Hakk’ı görür. Çünkü o, zat, sıfat ve fiillerin­de fâni olmuş, tek ve hakiki varlık Allah kalmıştır.





Mısrî adamlardan birinin ürperip 'Allah” dediğini duy­du, yüzünden hafif bir tebessüm geçti, sıcak sıcak baktı ona. Ve devam etti:





—          İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki: “Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.” ayetinin sırrı­na ermiş olur... Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenâb-ı Hakk: “Allah kullarını selamet evine çağırır.” buyurur. Bu­nunla işte O, kullarını fiiller, sıfatlar ve zat tevhidine çağırır.





—          Mısrî Derviş, üç tevhidin ne anlama geldiğini de an­latır mısın bize?





Mısrî öbürlerinin yüzlerine baktı, hepsi başını salladı,





— Anlatayım, dedi, fiiller tevhidi arkadaşlar; kul, na­maz, oruç, zekât, hac gibi şeriatça emredilen hususları yerine getirerek şirk, haram yeme, zina, adam öldürme gibi haram durumlardan sakınarak fiillerin selamet evine girer. Sıfatlar tevhidine gelince; çeşitli ibadet ve zikirlerle insan kalbinde bulunan kötü duyguların yani kin, aldat­ma, gıybet, haksızlık, tecavüz, haset, kibir, riya gibi duy­guların çıkarılıp nefs-i emmareden, nefs-i mutmaine aşa­masına gelip güzel sıfatlarla bezenmesidir.





—          Gelecek sefere Mısrî Derviş, bize şu nefis kademe­lerini anlat. Ne dersiniz arkadaşlar?





—          Pek güzel olur, dediler.





—          Peki, dedi Mısrî, zat tevhidine gelince; Yüce Allah dışında bütün eşyadan ve insanlardan varlığı kaldırıp Al­lah’ı çok zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan ateşin nuru, kalp âlemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka hiçbir şeyin hakiki varlığının bulunmadığını gösterir. İşte Vahdet-i Vücut inancı budur.





—          Öyleyse biz neyiz Mısrî Derviş?





—          Biz! İnsanlar ve insan dışında her varlık zannettiği­miz, aslında gölgeden gayri bir şey değildir. O’nun belir­tilerini taşıyan, O’nun nuru ile aydınlanmış gölgeler... O’nun nuru ile diyorum, çünkü Allah dışındaki bütün varlık zannettiğimiz şeyler, O’nun sıfatlarının tezahürü, yani belirmesidir, başka bir şey değillerdir, yani gerçek varlık değillerdir!., (birden kükredi) Şimdi, kim ki küfür ve imanı, kahır ve lütfü Hak’tan gayri bile, şeytan odur ki, ona lanet olur. Kim ki insana ve eşyaya bir varlık verir de, bu fikrin bir vehim olduğunu bilmez ise kara cahildir.





—          Dur yavaş Mısrî Derviş, sanki bizler aksini iddia edi­yormuşuz gibi öfkeli konuştun. Madem öyle diyorsun, herhâlde öyledir, fakat bu söylediklerin üzerinde bizim düşünüp tartışmamız icap eder ve böylece gelecek hafta­ya sana birçok soru ile gelebiliriz, ama öfkeleneceksen...





Mısrî’nin vecdli hâli birden çözüldü, kendine geldi:





—          Hayır, dedi Mısrî, öfkelenmem. Zaten demin de öf­keli değildim, heyecandan öyle konuştum. Sizleri kırdıysam özür dilerim, sizleri kırdıysam çok üzülürüm, bağış­layın. Ve gelecek haftaya istediğiniz kadar soru ile gelin.





—          Sen üzülme, dediler ona, Allah razı olsun. Bize o kadar şey anlattın, seni yorduk heyecanlandırdık, asıl sen bizi bağışla.





Mısrî onları kapıya kadar uğurladı, hayır dualarını al­dı.





Aslında genç adam ayı olayından beri derin düşünce­lere dalmış, büyük çapta bir iç çatışmasına girmişti. Bu herhangi bir mücadeleden çok daha zorlu bir işti, tam bir savaştı. Bu savaşın şiddetinden, hiç kararı kalmamıştı. Hiçbir yerde fazla kalamıyor, dur otur bilmiyordu. Bazen kendisini minareden aşağı atmak, bazen dağlardan aşa­ğı yuvarlanmak istiyordu. Genellikle çok sinirli ve sabır­sızdı; dolaşarak düşünüyor, oturamıyordu bile. Arkadaş­larından kaçıyor, devamlı yalnızlık istiyordu.





Bu hâlini şeyhine açmayı düşündüğü günlerde, bir gün odasının içinde karşısında parlak bir yıldız gördü. Gözlerini kapattı, fakat yıldız karşısında yine öyle duru­yordu, tekrar açtı yine yıldız. O zaman onu baş gözü ile değil, gönül gözü ile gördüğünü anladı. Yine de ne yapa­cağını bilemedi; gönül gözü açılmıştı çok şükür ama... Amma şaşkındı Mısrî ve ıstırap çekiyordu. Birkaç gün o yıldız gözünden kaybolmadı, derken yıldız büyüdü büyü­dü ay kadar oldu. Şimdi bir parlak ay duruyordu gözü­nün önünde. Genç adam hâlini hiç olmazsa derviş arka­daşlarına açmak istiyor fakat bir yandan da bu işin sonu­nu merak ediyordu... Birkaç gün de gözünün önünde ay ile dolaştı. Sonra ay, büyüdü büyüdü güneş kadar oldu. Ona bakamıyor gözleri kamaşıyordu ve güneş de yavaş yavaş büyüyüp bütün yönleri kapladı, yıldızı ilk gördüğü zamanki ıstırabı geçmişti. Yavaş yavaş büyüyen güneş, birden kayboldu. Mısrî, geçirdiği hâli, şeyhine anlattı.





Sinan Ümmî dedi ki:





—          Evladım sen, Allah’ın selamı üzerine olsun İbrahim Peygamber’den kalan beşinci menzildesin! Beşinci menzilin hâli budur. Hayırlı uğurlu olsun ve seni İbrahim Peygamber’in yolundan götüren, ona varis kılan Allah’a hamdolsun.





Mısrî’nin tedirgin, dur otur bilmeyen hâli düzelmiş, ka­rarı yerine gelmiş, içi huzurla dolmuştu. Artık, bedenen yapmakta olduğu az yemek, az uyumak, sırtında odun, un taşımak gibi riyazeti terk etti. Epey yaşlanmış olan Rüzgâr’a un ve odun taşıtıyor, normal insan gıdasını alı­yordu. Özel olarak konuştuğu adamların yanında bir da­ha hiç öfkeli davranmadı. Dinleyicisi dörtten, altıya yük­selmişti... Onların yavaş yavaş yetiştiklerini görmek Mısrî’ye büyük haz veriyordu. Ayrıca, şeyhinin takdirlerini ka­zanıyor, dualarını alıyordu.





Gecelerden bir gece, sabaha karşı Mısrî; en çok iste­diğine kavuştu. Bütün dervişlerin hayali, O Sevgili’nin yü­zünü gördü. Heyecan ve hamt etmekten ve şaşkınlıktan, duyduğu derin, hiçbir hazza benzemeyen hazdan; ölmüş de dirilmiş gibiydi. Ne kadar dirildiğinden de emin değildi. Sorsan ne gördüğünü bilmiyordu, ama gördüğünden emindi. Böylece konuştu şeyhi ile.





—          Allah’a hamdolsun, dedi Sinan Ümmî, hamt et yav­rum, hamt et... Şimdi bir çeşit sarhoşluk yaşıyorsun, hakkındır yaşa. Ama yavaş yavaş kendine gelmeye çalış, yine onun karşısında fakir kul, Garip Derviş Mısrî ol. Şük­rü ağzından düşürme.





Mısrî, bir şeyler söylemek istedi ama bir an sesi çıkma­dı ve sonra ağzından şiir döküldü. Orada şeyhinin yanın­da okudu:





Ey Allah’ım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir
Yolunda can u baş vermek ne güzeldir, ne güzeldir





Şol ismi zâtını sürmek visalin gülünü dermek
Cemal-i pakini görmek ne güzeldir, ne güzeldir





Sürüp dergâhına yüzler, döküp yaşı yere gözler
Bir olsa gece gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir





Visalin derdine düşmek, yanıp aşk odına pişmek
Sonunda sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir





Niyazı yarını bulmak, yanında eğlenip kalmak
Varıp Bir ile bir olmak, ne güzeldir, ne güzel





“Bir”le, O Sevgili ile “Bir” olduğu için, tarifsiz sevinç­ler, derin mutluluklar içindeydi. Nefsini o kadar temizlen­miş sanıyordu ki, bu birazcık da olsa ürkütücü geliyordu ona. Bir de uzun yıllar önce onun söylediği bir söz geli­yordu aklına. Nefsi Mısrî’ye: “Biz ölür ölür, yine diriliriz.” demişti. Bu, çok daha korkutucuydu. Hâlinin değişme­mesi için, Rabb’ine yalvarıp dua ediyordu. Allah aşkıyla dolan kalbi o kadar yumuşamıştı ki, herkese ve her şeye sevgi doluydu, hepsi ile dosttu genç adam. Sarhoştu, bastığı toprak toprak değil sanıyordu, sanki bulutlar üze­rinde yürür, uçar gibiydi... Günlük bazı maddi vazifelerini terk etmiş, kendini zikre vermişti. Onun bu vazifelerini derviş arkadaşları, aralarında paylaşmışlardı, Sinan Ümmî’ye bildirmemeye çalışıyorlardı... Sinan Ümmî, her şeyin farkındaydı bittabi. Bir gün Askerîye: “İyi yaptınız görevleri paylaştınız.” dedi, “Mısrî’yi çok yakında Malat­ya’ya göndereceğim, sonra başka işleri de olacak, siz de­vam edin.”





***





Zamanla sarhoşluğu geçti, O Sevgilinin karşısında, kendisinin sadece kullardan bir garip kul olduğunu kav­radı Mısrî. Bastığı toprağı tanıdı, artık bulutlar üzerinden yere inmişti... Bir gün, şeyhi onu yanına çağırttı:





—          Oğlum, dedi, artık Malatya’ya gitme vaktin geldi. Süleyman’ı da götür, o da maddi yolun çilelerini çekme­ye alışsın, yeni şehirler, köyler görsün, yeni insanlar tanı­sın. Sen onun hem öğretmeni hem Derviş Ağa’sısın. (derken hafifçe güldü) Ona öğretmediğin bir güreş kaldı, o da kalabilir! Haa, Rüzgâr ihtiyarladı gayri, onunla çık­ma yola, ahırdan genç, yola dayanıklı iki at seçin. Rüzgâr’ı merak etme, ben Çavdaroğlu’nu görevlendireceğim, o  bakacak artık, gözün arkada kalmasın. Parasız kalırsa­nız hayvanları satıp gelen parayı harçlık yapın.





—          Ne zaman çıkalım yola efendim?





—          Yarın, sabah namazından sonra. Süleyman’ın ha­beri var, bohçasını hazırlıyor annesi, sen de bir kontrol et o bohçayı, fazla şeyler tıkıştırmalardır içine, onları çı­kart... Giderken istediğin yerde konakla, istediğin yerde birkaç gün kal... Malatya’dan İstanbul’a geçin. Süleyman İstanbul’u da görsün, tanısın, bilsin. İstanbul’dan sonra buraya dönün, sizi zamanla sınırlamıyorum. Lâkin çok da fazla eğlenmeyin.





—          Efendim, Mardin’de öğretmenlik yaptığım birkaç kardeş vardı, bir gün Mardin’e dönüp onları göreceğime söz vermiştim. Şimdi bu sözümü yerine getirmek iste­rim, birkaç gün orada kalabiliriz. Buyurduğunuz gibi yol­larda fazla eğlenmeyiz. Süleyman’ın etrafı şöyle bir tanı­yacağı kadar gezer görür, insanlarla ahbaplık ederiz...





Mısrî, şeyhiyle tanıştığı zaman yirmi dokuz yaşındaydı, burada tekkede de dokuz yılı doldurmak üzereydi. BöyIece yaklaşık otuz sekiz yaşında, Ümmî Sinan’ın yirmi ya­şındaki oğlu Süleyman’la yeniden yollara düştü.





9





Mısrî, yola çıktıktan sonra ancak, yolları ne kadar çok özlediğini fark etti, bir süre konuşamadı Süleyman’la. Bu gidiş iki hasretlinin buluşmasına benziyordu çünkü. San­ki yollar da bu garip dervişi özlemiş gibiydi! Süleyman da iyi at bindiği için rahat gidiyorlar, atların yorulduklarını fark ettikçe onları dinlendirmek için konaklıyorlardı. Bir kervansarayda kalmak Süleyman için pek şaşırtıcı, hoş bir deneyim oldu. Sabah akşam mehterin çalması onun çok hoşuna gitti. Hayatında ilk defa mehter müziği işiti­yor, kulaktan duyduğu mehteri görüyordu...





İlkbahardı ve hava pek güzeldi, zevkli bir yolculuktu. Zaman zaman atlarıyla kervanlara katılıyorlardı, bu da hoşuna gidiyordu Süleyman’ın... Hedefleri önce Mardin, sonra Malatya idi. Mısrî, Mardin’deki çalışmalarından, ho­cası Abdürrezzak Efendi’den ve öğrencileri olan dört oğ­lan kardeşten bahsetmişti Süleyman’a:





 En küçüğü yedi yaşındaydı, Salih’ti ismi. Şimdi ko­ca adam olmalı. Dur bakayım kabaca hesaplayalım, üç yıl Mısır’da kaldım, üç yıl yollarda dolaştım, etti altı, eh Elmalı’da dokuz yıla yakın, dokuz diyelim. Evet eveet yir­mi iki, senin yaşını biraz geçmiş! Allah’ım nasıl geçiyor yıllar... Küçükken çok sevimliydi, hepsi öyleydi canım, birbirimiz çok sevmiştik.





 Seni sevmeyen bir öğrenciyi düşünemem bile.





—          Bu sözünü bir iltifat kabul ediyorum Süleyman, sağ ol. Biraz düşündükten sonra, Süleyman’a bir ders olur umuduyla, şarap-şerbet macerasını da anlattı. Biliyor musun ben orada şarap içip kendimi bilmeyecek derece de sarhoş da oldum. Sızmış kalmışım anlayacağın.





—          İnanmam!





—          Dinle anlatayım, dedi Mısrî ve devam edip her şeyi anlattı. Kendisine sadaka veren o iyi adamı da ihmal et­meden sonunda, Allah bana acıda da o adamcağızı gön­derdi. Göndermeseydi hâlim nice olurdu, bilmem, dedi.





Süleyman’ın ağzı bir karış açık kalmıştı:





—          Baştan acısaydı sana, o şarabı da içirtmezdi, dedi.





—          Hayır, güzel Allah’ım bu olayla bana birkaç türlü ders verdi, farkında değil misin? En zorlusu da bir yaban­cıdan sadaka almaktı galiba, o zamanlar kibirliydim çün­kü. Biliyor musun o günden sonra yollarda zaman za­man sarhoş arandım yardım edebilmek için. Ve sonra­dan sonradan beni böyle denediği ve ders verdiği için çok şükrettim O’na. Sen de her denendiğinde, ki çok çok olur, sonuçta kalsan da geçsen de sınavı, onu sana verene şükretmelisin. Öğrendiğin dersler altın değerin­de oluyor çünkü, insan böyle böyle pişiyor, gerçek insan olmayı öğreniyor.





—          Haklısın Derviş Ağa’m, lâkin bu seninki de gerçek­ten zorluymuş, ben olsam dayanamazdım sanki.





—          Allah insana taşıyamayacağı yükü vermez, bunu hiç unutma. Hem insan kendisini iyi tanımaz her zaman. Dayanamazdım diyorsun ama, örneğin ben senin daha da zorlusuna dayanabileceğin kanaatindeyim.





***





Tükenmez gibi görünen yollar tükendi. Mardin, toprak renkli kocaman taş konaklarıyla eski Mardin’di, pek deği­şiklik yoktu. Mısrî önce Abdürrezzak Efendiye uğramak istedi, hocasını özlemişti. Fakat daha handa onun vefat ettiğini öğrendiler. Mısrî çok üzüldü ama elden ne gelir, Çaresizliğini ona dua edip rahmet dileyerek geçirmeye çalışacaktı artık.





Tüccarın evinde, kapıyı yakışıklı genç bir adam açtı. Mısrî âdeta fısıldayarak:





—          Salih dedi, Salih sen misin?





—          Ben Salih’im de sizler kimsiniz?





—          Hele bir düşün bakalım, ben kim olabilirim?





—          Aman Allah’ım, yoksa Mehmet Ağa’m sen misin?





Birbirlerine hasretle sarıldılar. Salih onları hemen içeri





aldı, ağabeylerini çağırmaya uşak gönderdi. Bu arada ablası dahil hepsinin evlenip barklandığını, babalarının işlerini hep beraber yürütüp geliştirdiklerini anlatıyordu. Babaları üç yıl önce dünya değiştirmişti çünkü...





Yarım saat sonra ev bayram yerine dönmüştü. Haberi duyanlar koşa koşa gelmişler: “Sözünde durdun ho­cam.” diye ona sarılıyor, “Ne öğrendikse senden öğren­dik” diye ellerini öpüyorlardı. Genç adamlar Mısrî ile Sü­leyman’ı hana göndermediler. Hepsi rica ediyordu, ken­di evlerinde kalmaları için... Nihayet çareyi dört gün Mar­din’de kalıp her geceyi birinin evinde geçirmekte buldu­lar. Salih daha evlenmemişti, annesiyle beraber yaşıyor­du. Artık bir hayli yaşlanmış olan anneleri de, bir gelip: Mısrî’yle Süleyman’a: “Hoş gelmişsiniz” dedi. Yaşlı kadı­nın gözleri parlıyordu Mısrî’ye bakarken, rahmetlinin onu hep hayırla andığını anlattı durdu.





***





Tekrar yola düştükleri zaman, Süleyman:





—          Böyle sevilmek ne güzel Derviş Ağa’m, dedi.





—          Hamdolsun, dedi, ama bugün sevilirim, yarın ba­karsın hiç sevilmem, her şey biz insanlar için, önemli olan senin insanlara karşı değişmemen, hepsini yarata­nın güzel Allah olduğunu ve içlerinde O’ndan bir nefes, yüzlerinde O’dan bir pırıltı taşıdıklarını hiç unutmaman. Ne demişti Yunus?





—          Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü!





—          Ezberin nasıl gidiyor?





—          Aşağı yukarı divanının yarısı ezberimde, ama ben seninkileri de ezberlemek istiyorum.





—          Biliyorum, lâkin önce Yunus! O benim çok sevdi­ğim ustamdır çünkü. Ve Süleyman, Yunusu ezberlemek asla yetmez. Marifet onun gibi düşünebilmek, onun gibi duyumsamaktır; onun yüreğini, o çok geniş yüreği eline almış gibi olacaksın, onun duygularını, kendi duygun ya­pacaksın. Yapabilir misin?





—          Öyle yapmaya çalışıyorum Derviş Ağa’m.





***





Malatya’ya yaklaştıkça bir başka heyecanlanıyordu Mısrî ve yaklaştıkça, geride bıraktıklarını ne kadar çok öz­lemiş olduğunu anlıyordu.





Annesi bir hayli yaşlanmış, bir hayli zayıflamıştı. Göz­lerinde yaşlarla oğluna sarılırken: “Yavrum, bir tanem,” diyordu, “burada olduğuna inanamıyorum, hep rüyala­rımda geldin bana çünkü.”





Ana oğulun böyle sarılmaları ve karşılıklı akıttıkları gözyaşları, Süleyman’ı da ağlattı.





İkisinin de heyecanları biraz geçince el ele yan yana oturdular. Hatice Hanım’ı bir öksürük nöbeti tuttu. Mısrî tedirginleşti, annesinin sırtını okşayıp durdu... Sonra Der­viş Ağasını sordu, Hatice Hanım sanki kıskanmış gibi:





—          Sen gideli, Ahmet gideli bir oğlum o kaldı, dedi, ama hemen ne sorarsın onu? Yoksa beni bırakıp ona mı koşacaksın?





—          Hayır seni bırakmayacağım, onu alıp buraya geti­receğim.





—          Haberin yok mu a oğlum, o kadar mektuplaşırsınız, artık tekkemizin şeyhi, senin Derviş Ağa’n! Yazmadı mı sana? Evlendiğini yazdı mı bari?





Mısrî hayret etti ve Derviş Ağa’sının mektuplarının sa­dece Mısrî’nin manevi gelişmesi ile ilgili olduğunu, ken­disine dair haberleri, ben de iyiyim, diye geçiştirdiğini, yalnız evlendiğini yazdığını hatırladı. Ne büyük bir bencil­di ki Mısrî, bir kere bile onun manevi gelişmesini sorma­mıştı! Mısrî’nin içini ağır bir utanç sardı.





—          Anacığım, dedi, izin ver gidip onu bulayım.





—          Şu anda tekkede zikir meclisinde olmalı. Yanma varılamaz, bekle biraz, az sonra dağılırlar, gidip görür­sün. Biliyor musun, karısı da bana gelin değil evlat oldu, ablalarının yapamadıklarını bana o yapıyor. Ben oturup Kuranımı okurken kızcağız iki üç günde bir uğrayıp evi­mi temizliyor, iki kap yemeğimi yapıp gidiyor. Ablalarını sormadın?





—          Derviş Ağa’ma dair, artık Şeyh Ağa’m demeliyim,' verdiğin haber beni o kadar şaşırttı ki, ablalarımı sora­madım.





—          İyiler, ikisi de iyi, neredeyse gelinlik kızları, neredey­se yetişmiş oğulları var. Kocaları da ahlaklı çıktı. Bir dert­leri yok şükür. Ah bende de akıl bırakmadın oğlum! Yol­dan geldiniz, bir, aç mısınız diye sormadım. Haydi siz oturun, ben şimdi ısıtırım yemekleri. Dolma sarmış, çor­ba yapmıştı gelin kızım, hem de dedi ki; anacığım iki gün sonra geleceğim, onun için bolca yaptım. Bak Allah’ın işine bak, bolca yaptı, sanki geleceğinizi bilirmiş gibi!





—          Sen rahatsız olma anacığım, biz Süleyman’la ısıtırız yemekleri.





—          Haydi, ben bir oğluma onun yoldaşına sofra kura­mayacak kadar ihtiyarlamadım daha, sakın yerinizden kı­pırdamayın.





—          Ahmet nereye gitti?





Hatice Hanım içini çekti:





—          İstanbul’a, dedi, dar geldi Malatya!





—          Biz de buradan İstanbul’a gideceğiz. Adresini bili­yorsan bana ver de, onu da ziyaret edeyim.





—          Geldiğin gün gitmekten bahsetme bakayım! diye azarladı Mısrî’yi annesi. Sonra tekrar bir öksürük nöbeti­ne tutuldu. Bu öksürüklerden Mısrî tekrar tedirgin oldu, bir hekime danışıp danışmadıklarını sordu. Sormuşlar, şurup yapıp vermiş ama bir işe yaramamış... Halil oğlu, şeyh oğlu ona otlardan ilaçlar yaptırmış, onlarla biraz dü­zelmiş. Mısrî’nin aklında ince hastalık vardı, fakat annesi­ne bundan bahsetmedi.





***





Tekke meydanının loşluğuna gözleri biraz alışınca onu gördü Mısrî ve uzaktan seyretti. Önündeki rahlenin üze­rindeki kitaba dalmış okuyordu. Başında Nakşi tacı, si­yah sarığı, üzerinde siyah bir kaftan, saçlarına, sakalları­na kır düşmüş, yaşlanmış gibiydi. Yavaş yavaş yaklaştı Mısrî, arkasında Süleyman... O kadar dikkatli ve yavaş yürümüştü ki, Şeyh Ağa’sı onu işitmemişti. Usulca: “Şeyh Ağam” diye seslendi. O başını kaldırdı, kısa bir süre baktı Mısrî’ye, birden:





—          Bismillah, dedi, abe yoksa sen misin kıymetlim?





Sarıldılar birbirlerine, ikisi de ağlıyordu, arkadan Sü­leyman’ın gözyaşları akmaya başladı!





—          Adamım, adamım, diyordu Şeyh Halil, abe insan bir haber uçuramaz mı, geliyorum diye? Böyle ansızın karşıma çıktın, kalbim duracak sandım. Abe kıymetlim benim kıymetlim, dur bakayım sana, büyümüşsün be Mehmet, basbayağı adam olmuşsun!





Mısrî, Süleyman’ı tanıttı:





—          Sultanım Sinan Ümmî’nin oğlu Süleyman. Şimdi ben onun Derviş Ağa’sıyım!..





Süleyman, Şeyh Halil’in elini öptü, o da onun iki ya­nağından.





—          Maşallah maşallah! dedi.





Sonra müritlerden, tekkeden konuştular. Meydanı ge­nişletmişlerdi. “Şeyhimin bereketinden dolar taşar bura­sı, eski meydan dar geldi, genişletiverdik." diyordu Şeyh Halil. “Sana şimdi de Koca Şeyh mi diyorlar?” diye sor­du Mısrî, “Abe Koca Derviş unutuldu, şimdi Pehlivan Şeyh derler.” Yemek yiyip yemediklerini sordu Şeyh Ha­lil, “Yoksa tekkemizde her zaman kaşık atacak bir tas çorba bulunur.” dedi.





Hava kararıncaya kadar meydanda oturup konuştular. Cami cemaati toplanıyordu. Şeyh Halil, biraz da övüne­rek Mısrî’yi tanıttı onlara: “Hani bazen zikir öncesi ilahile­rini okuruz o Mısrî işte bu, bizim Mehmet, şeyhimin oğlu.”





Namazdan sonra avluya çıktılar, konuştular. Meyve bah­çesi daha da genişletilmişti. “O bana sevgili şeyhimin anısı, gözüm gibi baktırırım ona. Dervişler, müritler sepet sepet meyve götürürler buradan, fakir halktan da isteyen gelir, toplar, gider. Çocuklar bir iki, dalları kırar oldular, dervişlerden gözcü koymak zorunda kaldık.”





Yemeğe eve götürmek için ısrar etti Halil Şeyh, Mısrî: “Annem gönül koyar şimdi, yenge hanım kızmazsa sen gel bize...” “Kızmaz, ama bir haber vermek gerekir, siz gi­din, ben arkadan geleyim.” dedi Pehlivan Şeyh.





Elinde koca bir sahan etli pilavla geldi, yanındaki bir delikanlıya da küçük bir sepet meyve taşıtıyordu. “Benim oğlum Hasan." diye tanıttı onlara... Mısrî, Derviş Ağa’sının çocuklu dul bir kadınla evlendiğini bilmiyordu, böylece öğrenmiş oldu. Yemekte ve yemekten sonra hep Mısrî ile Pehlivan Şeyh konuşup durdular. Bir ara annesi: “Sizin konuşacaklarınız tükenmez, ben yatmaya gidiyo­rum.” diye ayrıldı, biraz sonra Hasan evine döndü, Süley­man yatmaya içeri odaya geçti. Onlar sabah namazına kadar oturup konuştular. Mısrî bazı ilahilerinin İstan­bul’da bestelenip çalındığını ondan duydu. Politik hava­dislere hemen hiç temas etmeden, hazır yalnız kalmış­ken, tasavvuf! bahislere daldılar. Ezanla kendilerine geldi­ler, Süleyman’ı da uyandırıp hep beraber tekkenin cami­sine gittiler.





Mısrî Malatya’da kaldıkları sürede Süleyman’a Malat­ya’yı gezdirdi, görülmesi lazım gelen camileri gösterdi, eski tekkesini beraberce ziyaret ettiler. Annesini de, Malat­ya’da ün kazanmış bir hekime götürdü. Haber iyi değildi, Hatice Hanım ince hastalık olmuştu. Doktor birtakım ilaçlar verdi. “Yaşlandım artık, ölümden de hiç kork­mam,” diyordu annesi, “ama ölmeden dünya gözüyle se­ni gördüm ya, bu bana yeter. İnce hastalıkmış kalın has­talıkmış ne olacak, elbet bir neden gösterecekler.” Vasiye­tini etti; kocası, şeyhi, kırk yedi yıl aynı yastığa beraberce baş koydukları Ali Efendinin türbesinde, onun ayak ucu­na gömülmek istiyordu. Başka bir isteği yoktu. Son dere­ce alçak gönüllü ve sade yaşamış, özverili bir kadındı.





Mısrî ablalarının ellerini öperek anneleri ile daha çok il­gilenmelerini rica etti: “Hastalığı ilerlemiş, tabii Allah bi­lir ya, bana yakında gider gibi geliyor.” dedi. Ablaları ona söz verdiler: “Gözün arkada kalmasın kardeşim.”





Annesinden, kardeşi Ahmet’in adresini aldı, oturdu, içinde yılların özlemiyle ona: “Gözümün nuru birader-i azizim Ahmet Efendi” diye başlayan, hasretini ifade eden, onunla ilgilenen, sıcak samimi bir mektup yazdı. Mektubu bitirmeden önce: “Yolu yitirdinse bilene sor, işittiklerine yüzün ko. Hizmetlerinden ayrılma ki, her der­dine derman onlarda bulunur. Kâmiller cimri olmaz. İş ki sen talip ol. Âşık ve sadık ol.” diye öğüt vermekten de geri durmadı.





Dönüşten önce, Şeyh Ağası onu karısıyla tanıştırmak istedi. “Senden ona da, Hasan’a da çok bahsettim. Bir seni görsün istiyorum.” dedi.





Hanım, Şeyh Ağa’sınınkine yaklaşan bir yaşta, temiz yüzlü, sevimli bir kadındı. Mısrî onun elini öptü. “Ben de bir evladınız sayılırım.” dedi. Sonra annesiyle ilgilendiği için ona teşekkürler etti, alakasının devamını rica etti.





“Annem Şeyh Ağa’mla size emanettir.” dedi.





Ümmî Sinan’ın söylediği gibi yaptılar; atları satıp para­sını cep harçlığı olarak yanlarına aldılar.





Sonra bir sabah İstanbul’a uğrayacak bir ticaret kerva­nına katılıp yola çıktılar. Malatya’ya gelir gelmez Mısrî, Kâsım’a yazmış, Süleyman’la beraber olduklarını, bir sü­re onlarda kalacaklarını söylemişti. Yolda epey bir zaman ona Kâsım’ı, ailesini, rahmetli doktor babasını anlattı. Ve birden şaşırdı, Melekşan ismini ne kadar rahat söyleyivermişti. Gerçi Allah aşkı kalbine dolarken yavaş yavaş Melekşan silinivermişti, ama yine de şaşırdı işte kendi ra­hatlığına.





Süleyman:





—          Eyvah, Derviş Ağa’m, dedi, yine ağlayarak birbirini­ze sarılacağınız bir kimsen daha mı var? Demek bana da gözyaşları göründü!





—          Korkma, dedi Mısrî, bu sefer güleceksin, çünkü ge­çen defa gittiğim zaman bizim Kâsım’ın kahkahaları ma­halleyi sarmıştı!





—          Çok neşeli biri öyle mi?





—          Öyledir, gülmek için fırsat arar. Kendisi mümindir ama, doğrusu hakikati aramaya hiç heveslenmedi. Ba­zen babamın tekkesinde sohbetlere katılır ve uyur gider­di. O çocukluğundan beri politikayla ilgiliydi. Saraya gir­mek isterdi ve dediğini yaptı, girdi. O kahkahaları atan yumuşak yüzünün ardında, ne istediğini bilen, dediğini yapan, inatçı fakat çok düzgün bir karakteri vardır. Çok sağlam bir arkadaştır. Biz on yaşındayken birbirimizden ayrıldık, o zaman bu zaman mektuplaşırız. Ona her şeyi­mi emanet edebilirim, o kadar da dürüsttür.





—          Lâkin baksana, hakikat yolunda değilmiş.





—          İlle hakikat yolunu seçenlerle arkadaş olacaksak, az arkadaşımız olur Süleyman. Benim için bir insanın mü­min olması, inanmış ve şeriata uygun davranan birisi ol­ması yeter. Kâsım’ın bana yaptığı hayırlı bir iş de var; za­man zaman, gözlerimi bu dünyaya ve memleket sorun­larına açar. Eh, arada sırada o da gerekli!





—          Biz tekkede hiç politika konuşmayız da...





—          Tekkede o kadar gerekli olmayabilir, lâkin unutma eskiden beri padişahlarımızla gazaya katılan çok derviş ve şeyh olmuştur. Çoğu şeyi, bir padişahın yanında da­nışmanlık hizmeti vermiş, duasının bereketiyle askere moral olmuştur.





—          Fakat sen o Vanî Efendi’nin. padişahımızın hocası olmasına üzüldün!





—          Çünkü o, bütün dervişlere, şeyhlere ve bilhassa zikir ile devrana ve semaya düşman birisiymiş. Şeyh Ağa’mı duymadın mı anlatırken, ikimiz de daha çocuk olan pa­dişahımızın aklını çelmesinden korkarız.





—          Bir insan, zikrullaha devrana ve semaya nasıl düş­man olabilir anlamıyorum.





—          Doğrusu ben de anlamıyorum ama, Kadızadeler diye bir grup türedi. Bunlar taa Gazalî zamanında konuşulup, halledilmiş olan pek çok soruyu yeniden gündeme getir­diler. Saçma sapan ve aslında hiç de İslamiyetin ruhuna uymayan şeyler iddia edip bizlere düşman oldular... Son­radan anlattı ağam, sen işitmedin, bunlar yollarda yaka­ladıkları dervişleri dövüp güya kendilerince imana davet ediyorlarmış, bazı tekkeleri basmışlar falan. Allah sonu­muzu hayreyleye..





—          Bize de sataşırlar mı dersin?





— Kim bilir, göreceğiz bakalım.





—          Karşı çıkmak lazım.





—          Evet, ben aşağı yukarı senin yaşlardayken ilk defa duymuştum bu Kadızade olaylarını. Çok kızmıştım ve bir Kadızade ile karşılaşıp onu yenmeyi çok istemiştim. Şim­di içime doğan şu ki, biz bu Vanî Efendi ile çok kavga edeceğiz!





—          Belki de sultanımız onun etkisinde kalmaz.





—          Şimdi çocuktur, kalır ama büyüdükten sonra, ken­disi fikreylemeye başladığı zaman inşallah kurtulur etki­sinden. Dedim ya, Allah sonumuzu hayreylesin.





***





İstanbul yolunda Mısrî, bir de şiir yazdı, sonra Süley­man'a okudu:





Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana





Dost göründü çün ayan, kalmadı bir şey nihân
Tufan olursa cihan bir katre tûfân bana





Sûretde nem var benim, sîretdedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana





Kâf-ı dil ankâsıyım sırrın âşinâsıyım
Endîşeler hasıyım ad oldu insan bana





Niyazi’nin dilinden Yunus durur söyleyen
Herkese çü can gerek Yûnus durur can bana





—          Çok güzel, dedi Süleyman, çok güzel.





Bir süre gittiler, Süleyman gayet mahcup, sordu:





—          Sana sormayı çok istediğim bir şey var Derviş Ağa’m, bilmem cevap verebilir misin bana?





—          Sor bakalım.





—          “Dost göründü” diyorsun, daha önce de bir şiirin­de söylemiştin. Meye benziyor Allah, işte bunu çok me­rak ediyorum.





—          Önce şunu söyleyeyim, Allah hiçbir şeye benze­mez! İhlas suresini bilmez misin sanki, orada açık açık söylenmiyor mu: “Eşi ve benzeri yoktur.” diye.





—          Biliyorum da, sana nasıl soracağımı çıkartamadım.





—          Hazreti Mevlâna’ya da buna benzer soru sormuşlar. O: “Ben ol da bil.” demiş. İnşaallah sen de göreceksin Süleyman Derviş, inşallah. Bazı sırlar vardır ki asla açık­lanmaz. Onları ne sohbetlerde işitebilirsin, ne de kitaplar­da okuyabilirsin. Çünkü bu yalnız o kişi ile Cenabıhak ara­sında bir sırdır. Görüyorsun, bu soruna cevap veremem.





***





İstanbul seyahati güzel geçti. Kâsımlar’da kaldılar. Mısrî, Kiraz’la hasret giderdi. Altın topu onu tanımış gi­biydi, sanki sevindi Mısrî’nin kokusunu duyunca. Şiş­manlamış, bir hayli de yaşlanmıştı. Mısrî ile Süleyman daha çok dışarıdaydılar; İstanbul camilerini ve Halveti tekkelerini gezdiler, özledikleri devrana, zikirlere katıldılar. Kâsım’ın rehberliğine pek gerek kalmadı, istedikleri bir yeri sora sora buluyorlar, oradan bir diğerinin adresini alıyorlardı. Bol bol yürüdüler, zaman zaman faytona bin­diler. İstanbul’un büyüklüğü ve güzelliği karşısında Süley­man hayret dolu bir hayranlık içindeydi. Mısrî: “İnsan yü­rüyerek gezerse, bir şehri daha çabuk öğrenir.” diyordu.





Bir gün de Ahmet’in evine ansızın gidiverdiler. İki kar­deş birbirine hüzünlü bir sevinçle sarıldı. Ahmet heyecan içinde, onları içeri buyur etti; sedire oturtup arkalarım yastıklarla besledi; bir taraftan da konuşuyordu:





—          Mektubunu aldım ağabey, nasıl sevindim anlatamam, diyordu, şimdi de kendin geldin, yoldaşını getirmişsin, Allah senden razı olsun. Hep seninle temas kurmayı iste­dim ama bir türlü olamadı; Pehlivan Şeyh bana senin Elmalıda olduğunu yazmış, adres vermişti ama, işte...





Mısrî, Ahmet’in kendisinden çekindiğini ve çocukluğu boyunca da hep çekinmiş olduğunu o anda fark etti, içi kardeşine karşı şefkatle doldu. Babası hayatta iken yalnız onun elini tutmuş, yanı başından ayrılmamıştı, sessiz ve sakindi... Mısrî ile Kâsım beraberliği, güreşleri, Koca Derviş’le arkadaşlıkları, ona hep gürültülü ve abartılı gelmiş­ti, onlardan çekinmişti. Oyunlarına pek az katılmış, güre­şe ise hiç heveslenmemişti. İşte şimdi de, ağabeysiyle bir türlü temas kuramadığını söylüyordu. Eski çekinmelerin bir payı olmalıydı bu temassızlıkta... Bunları bir anda dü­şünen Mısrî, Ahmet’e iltifatlar etti ve çok içten davrandı; mektubundaki sorusunu tekrarladı: “Yolda mısın, yoksa yitirdin mi?”





Ahmet kızardı, önüne baktı:





—          Yitirmiştim ağabey, dedi, şeyhim göçtü. O üzüntü ile ne onun halifesine ne de bir başkasına biat ettim, böylece yolumu da yitirdim. Ama senin mektubun gönlüme ilaç gibi geldi, onu diriltti sanki ve ben de Pehlivan Şeyh’e yazdım, artık onun müridi olmak istediğimi söy­ledim. İnşallah ondan hayırlı bir cevap gelecek, bekliyo­rum.





Laf lafı açtı, konuştular, tebessümler ettiler. Mısrî, Ah­met’in ikiz bebeklerini sevdi, sonra üçü beraber akşam yemeği yedi. Yenge Hanım, şöyle bir görünüp: “Hoş gel­diniz.” dedi. Ahmet’in ısrarlarına rağmen; Kâsım merak eder diye geceyi orada geçirmediler, döndüler...





Bu beraberlik iki kardeşe de pek iyi gelmişti. Sonradan dostlukları, pek sık olmasa da mektuplarla devam etti.





***





O sıralarda İstanbul’da “Olan Şeyhi İbrahim Efendi” di­ye bir zat vardı. Kendisi bir kısım halktan iltifat görmekle beraber, hakkındaki bazı dedikodular hiç hoş değildi. Sü­leyman bu şeyhi de ziyaret etmek istedi. Mısrî şöyle bir gönlüne danıştı, sonuç olumsuzdu. Hem kendisi gitmedi





hem de Süleyman’ı göndermedi. Süleyman çok üzüldü ve bir süre küstü Mısrî’ye, küslüğe asla dayanamayan Mısrî:





—          Şimdi gel barışalım, dedi ona, davamızı Elmalıya erteleyelim, orada Şeyh babanın fikrini soralım, eğer o, yanlış bir iş yaptığımı söylerse senden özür dileyeceğim. Eğer benim tarafımı tutarsa sen benden özür dileme, haklılığımı kabul et, yeter.





Mısrî ile konuşamamaktan zaten canı sıkılmaya başla­yan Süleyman, bu teklifi pek hoş karşıladı, hocasının eli­ni öptü.





—          Ama sana küstüğüm için kabahatliyim, bu yaptı­ğımdan dolayı ben senden özür dilerim, dedi. Birbirleri­ne sarılıp, barıştılar.





***





Bir gün Kâsım, birkaç arkadaşının Mısrî ile tanışmak istediğini; eğer Mehmet izin verirse onları o akşam eve getireceğini söyledi. Mısrî memnuniyetle kabul etti. Efen­di, hoş adamlardı, şuradan buradan sohbet açıldı; bil­hassa Vanî Efendi konuşuldu. Böyle bir zatın genç padi­şaha hocalık etmesinden onlar da rahatsızlardı. Adamın söyledikleriyle kendi yaşantısının hiç uymadığını da an­lattılar. Fek şaşaalı bir hayat tarzı varmış. Camideki bir vaazı sırasında, bu durumunu ona bir hatırlatan olmuş, o da şöyle bir cevap vermiş: “Be hey nadan, dünyanın kendisi kötü ve kötülenmiş değildir. Cümlenin istediği ve üstün saydığı bir değerli nimettir. Kötülenen tarafı onun kullanılmasıdır. İşte ondan yararlanmada sen, bana ben­zer ve eşit değilsin! Bir lokmanın yenmesi sana hara' iken, aklımın ve ilmimin kuvvetiyle bana helal olur.” Hep beraber gülüştüler, Mısrî tebessüm etti ama, bu gülüm­seyişin ardında derin endişeler yatıyordu. Nihayet orta yaşın biraz üstünde olan Kâzım Efendi, Mısrî’ye:





—          Dervişim, dedi, bu üzücü bahisleri bırakalım. Size sormak istediğim bir şey var, izninizle sorayım. Efendim, ben kendimi mümin saymam, pek yetişmedim dinî ko­nularda, ancak yaş ilerleyince, malum insan bu bahislere merak sarıyor. Cahilliğimi bağışlayınız, fakat şirk konusu­na aklımı taktım. Benim bildiğim şirk, Allah’a eş koş­maktır, yani putlara tapmaktır. Fakat geçenlerde biri, bir­kaç türlü şirk vardır, dedi. Utandığımdan ona sorama­dım. Acaba bizleri şirk konusunda aydınlatır mısınız?





—          Tabii efendim, dedi Mısrî, Allah’ın selamı üzerine ol­sun Peygamber’imiz Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Adem oğlunda bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu za­man bütün ceset iyi olur, o bozulduğu zaman bütün ce­set de bozulur; o kalptir.” Kalbin bozukluğu şirktir. Evet, anlamı Allah’a eş koşmaktır ve dört türlü olur. Hamdol­sun, Yüce Allah dört şirkin karşısına, onu yok eden dört tevhit ile, kulunu esenlik evine çağırır. Birinci şirk sizin söylediğiniz, müşriklerin yaptığı gibi putlara tapmaktır. Bunun karşısındaki tevhit: “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” ayetidir, La ilahe illallah!..





—          İşte ben bu kadarını biliyorum, dedi Kâzım Efendi.





—          Efendim, ikinci şirk; fiiller şirkidir ki, yani fiili, hare­keti, davranışı kuldan bilmek, Allah’tan bilmemektir. Bu­nun karşısındaki tevhit ise; Allah’ın Hud aleyhisselamdan naklen söylediği: “Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koy­mamış olsun.” ayetidir.





Kâsım da dahil misafirlerin hepsi bir:





—          Yaa, demek böyle! dediler.





Süleyman içinden şaşıyordu: “Bu koskoca adamlar bunları nasıl bilmez?” diye.





—          Üçüncü şirk, dedi Mısrî, sıfatlar şirkidir; kula izafi, görece değil mutlak olarak kemal nispet ederek olur... Bu üçüncü şirke karşılık olarak birlemesi; Cenabıhakk’ın: “Hamt âlemlerin Rabb’ine mahsustur.” ayetidir. Bu gö­rüşte olan şöyle der: “Her güzel şey, O’nun güzel yüzü­nün aksidir. Belki her güzelin güzelliği odur.” Dördüncü şirk ise Gerçek Varlık’ta şirktir ki; buna karşılık olarak tevhid de; Kassas suresindeki: “O’nun yüzünden başka her şey helak olacaktır.” ayetidir. Bu birleme ile, Hakk’ın varlı­ğı ile halkın varlığı birbirinden ayrılır. Tevhid’in bu dört mertebesinden her biri, kendi miktarınca sahibini selamet evine sokar. Aksi hâlde, kalp bu dört şirkten ne kadar bo­zulursa insan da o derece bozulur ve o kişi azaba çarptı­rılır.





Mısrî, onu dikkatle dinleyenlerin yüzüne baktı. Sanki her biri, bir ayrı şirkten azap çekmekteydi; alınlar kırış­mış, gözler gölgelenmişti. Havada bir gerginlik vardı. Bu­nun üzerine Mısrî, bu şirk türlerinin daha ziyade kimlerde bulunduğunu anlattı:





—          Fiiller şirki daha çok çarşı pazar ehlinde, sıfatlar şir­ki ileri gelenlerde, özellikle bilginlerde, zat şirki ise genel­likle mevki sahiplerinde, bilhassa şeyhlerde bulunur!





—          Aman ağam, ayağını denk bas, dedi Kâsım.





Mısrî, tebessüm etti, onlar gülüştüler, biraz önce geri­len hava düzeldi; Mısrî’den hiç olmazsa bir şiirini okuma­sını rica ettiler.





***





Bu kez, Süleyman’ın da aşağıda bulunmasından ötü­rü Melekşan inmedi “hoş geldiniz”e, Mihriban Hanım, to­runuyla yalnız geldi... Torun, delikanlılık çağına yaklaş­mış, tıpkı anasına benzeyen bir güzel çocuktu. Mihriban Hanım:





—          Mehmet çocuğum, dedi, geçen sefer geldiğinde, Mehmet Zihni babasını ziyarete gitmişti, onun için sana gösterememiştim. Bak işte Melekşan’ın oğlu bu. Ne de yakışıklı değil mi? Annesine benziyor değil mi? Öp am­canın elini Mehmet Zihni!





Mısrî aradaki benzerliği tabii ki farketmişti, ama hiç sarsılmadı. Çocuğu sevip okşadıktan sonra, Mihriban Hanım’a:





—          Teyzeciğim, dedi, umarım Melekşan Hanım afiyet­tedir.





—          Afiyette afiyette şükür de, kendisini dine pek kaptır­dı. Beş vakit namazına beş vakit daha katıyor sanki, mü­temadiyen Kur’an okuyor, ramazanlarda hatimler indiri­yor. Bana göre bu kadarı fazla! Bir evleniverseydi, Meh­met Zihnime de ben bakar, ona yük etmezdim.





Kâsım lafa karıştı.





—          Biliyor musun senin şeyhliğini bekleyenlerden biri de Melekşan? Tetkik etmiş; Halvetiliğin ona uygun bir ta­rikat olduğunu söylüyor ve Mehmet ağam şeyh olursa ona mürit olacağım diyor. Sen pek kıymet vermezsin kı­za ama, o seni, çocukluğumuzdan beri çok sever, mek­tuplarını sanki benden daha sabırsız bekler.





Mısrî, bu ani itiraf karşısında şaşırdı. “Yoksa o da bana mı...” diye geçti aklından, sonra bu ihtimali derhâl kov­du kafasından ve suratına budala bir tebessüm takıp:





—          Hiç kıymet vermez olur muyum tabii veririm, o da bir kardeşim sayılır, dedi.





—          Şimdi söyle bakayım bana Mehmet, diyordu Mihriban Hanım, hiç hanımlar tarikata girerler mi? Tehlikeli ol­maz mı onlar için?





—          Tabii ki girerler efendim, dedi, Mısrî, Kuranı Kerim’de birçok yerde erkekle kadına beraber hitap vardır, iki cinsi eşit kabul eder kitabımız. Bir erkek Allah yolun­da ne kadar ilerleyebilirse, kadın da o kadar ilerleyebilir. İbn Arabî’nin pek çok kadın müridi varmış. O, kadınların “Kutup” dahi olabileceklerini söyler. Yani bir tarikata gir­mesi tehlikeli değildir, pek münasiptir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapçası var mıdır?





—          Olmaz olur mu? Ağabeysinin bütün hocaları ona da ders verdiler, Farsçası da pek ileridir.





Mısrî, annesinin ve ablalarının Mihriban Hanıma ve Melekşan’a yolladıkları çok ağır işlemeli örtüleri Mihriban Hanıma verdi. Şeyh Ağa’sı da; çok eski, el yazması kıy­metli bir Kuran yollamıştı Kâsım’a.





***





Dönüş yolunda Mısrî, kalbi hiç titremeden, Melekşan’ın sadece Kâsım’ın kardeşi olması dolayısıyla, kendi­sinin de gerçekten kardeşi sayılabileceğini düşündü. “Eğer,” dedi kendi kendine, “sahiden müridim olursa ne güzel olur! Bak Allah’ın işine beni önce ona âşık etti, sonra da manevi terbiyesini bana verecek! Güzel Al­lah’ım ne hoş, ne anlamlı işlerin var senin.”





İkisi de Elmalı’yı çok özlemişti; hele Mısrî, şeyhini dü­şündükçe içi yanıyordu, yakan bir hasreti vardı, tıpkı mürşit aramak için yollara düştüğü zamanki gibi. Dört arkadaşını, tekkeye gelip gidenleri, dergâhı, ormanlı da­ğı, vadiden akan suyu, Rüzgâr’ı, değirmeni, hatta un çu­vallarını sırtında taşımayı bile... Ve bilhassa halveti özle­mişti. Süleyman’da bir de anne, kardeş özlemi vardı. Vel­hasıl, gelişlerinden daha çabuk döndükleri hâlde, yol on­lara uzun geldi. Mısrî şeyhine pek kıymetli ve çok eski bir el yazması Kur’an-ı Kerim, dört arkadaşına ve şeyhin öbür oğlu Mehmet’e de, İbn Arabi’nin yine eski el yazma­sı beş ayrı risalesini götürüyordu. Bunlar arasında Füsus ile Risale-i Ahadiyet de bulunuyordu. Atını satmakla ka­zandığı bütün parasını bu kitaplara vermişti.





Yollar, kervanlar, kervansaraylar, yollar... Nihayet Mısrî’nin dilinden mısralar döküldü:





Dost illerinin menzili key âli göründü
Derd-i dile derman olan Elmalı göründü





—          Bu şiir uzar, dedi Süleyman.





—          Uzayacak tabii, dedi Mısrî.





Ramazan arifesinden bir gün önce Elmalıya vardılar. Dergâhta sevinçle karşılandılar. Şeyh Ümmî Sinan, ikisini de alılarından öptü, dört erle ve Süleyman’ın kardeşi ile sarmaş dolaş oldular. Hepsi çok beğendi Mısrî’nin hedi­yelerini. Süleyman da cicili bicili ayna, tarak, çeşitli keh­ribar ve akik tespihler almıştı babasına, dört gönül erine ve kardeşine... Armağanlar dağıldıktan sonra, Süleyman, ana hasretini dindirmek için doğru hareme koştu.





Ümmî Sinan, Mısrî’ye:





—          İyi ki döndün evladım, dedi, ben de ramazanın bi­rinci günü camide, orucun faziletleri konusunda yapıla­cak konuşmayı bu dört erimden hangisine versem diye düşünüyordum. Artık sen yap, bizim seni özlediğimiz gi­bi cami cemaati de özlemiştir, sen yap konuşmayı, dedi.





—          Emredersiniz efendim, dedi Mısrî.





—          Şimdi anlat bakalım bize, nerelere gittiniz, kimlerle görüştünüz, neler yaptınız, tek tek anlat.





Mısrî uzun uzun anlattı, söz “Olan Şeyhi İbrahim Efendiye geldi.





—          Onu ne ziyaret etmek, ne de Süleyman’a ziyaret et­tirmek istedim, dedi Mısrî, bu yüzden Süleyman bana küstü, ben de o sırada küslüğünü geçirmek için size da­nışmayı teklif ettim.





—          Evet, dedi Sinan Ümmî, onun hakkında bazı sözler benim de kulağıma gelmişti, pek doğru, pek iyi yapmış­sın evladım. Ben, Süleyman’la konuşurum.





***





Ramazan ve oruç üzerine güzel bir konuşma hazırla­mıştı Mısrî. Camiye giderken şeyhinin elini öpmek üzere yanına uğradı, dört arkadaşı Sinan Ümmî’yle beraberdi, dedi ki:





—          Dört arkadaşın da seninle beraber gidip vaazını dinleyecek... Ha aklımdayken (yanında duran somunu Mısrî’ye uzattı) Vaazdan sonra, caminin avlusunda, çeş­me başında oturup, yersin afiyetle.





Mısrî, derin bir hayrete düştü. Ramazan günü, hem de orucun faziletleri konusunda bir vaaz verdikten sonra, çeşmenin başında ekmek yemek de ne oluyordu?.. Fa­kat bu soruyu kafasından attı, o bir müritti ve çok sevdi­ği şeyhi ne derse onu yapmak mecburiyetindeydi; boşu­na dememişler eskiler: “Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önün­de uçuşan bir sonbahar yaprağıdır.” diye. Mısrî’nin bu yola girerken ilk öğrendiği şey de, bir müridin; şeyhinin elinde ancak ölü yıkayıcısının elindeki ceset gibi olması lazım geldiği idi: “Emredersiniz sultanım!” dedi.





Mısrî, somunu heybesinin gözüne attı, dört arkadaşıy­la birlikte camiye doğru ağır ağır yürüdü. Ne Mısrî, onla­ra bir şey sordu, ne de onlar konuştular...





Vaaz gerçekten çok güzeldi. Mısrî’nin kalplere işleyen ağır, kalın, ahenkli sesi, söylediklerini büsbütün güzelleş­tiriyordu. Onu dikkatle dinlediler, bazıları ağladı.





Sonunda cemaat dağılmaya başladı. Mısrî hızla yürü­yüp önlerine geçti, doğru avludaki çeşmenin başına gidip yere bağdaş kurup oturdu, heybesinden çıkardığı somu­nu elindeki bir tas suya katık ederek yemeye başladı. Dört arkadaşı onu takip etmiş, Mısrî’ye pek uzak olma­yan yerlerde durmuş bekliyordu... Ne olacağı hakkında düşünmüyordu Mısrî, donmuş gibiydi, yalnız eli ve ağzı, tamamıyla hissiz birer makine gibi çalışıyordu. Bazıları onu görmeden geçtiler. Derken bir delikanlının feryadı işitildi:





—          Bize vaaz veren dervişe bakın, ekmek yiyooor!





—          Kim?





—          Nerede?





—          Ne demek?





Sesler birbirine karıştı, adamlar birbirine karıştı, büyük bir kalabalık çevirdi Mısrî’nin çevresini; yaşlıca bir softa:





—          Arkadaşlar bunu dövüp öldürmek helaldir! diye çığ­lık atıp Mısrî’nin üzerine yürüdü. O elini kaldırırken çev­resindeki adamlar Mısrî’ye yumruklan indirmeye başladı­lar. Kendilerine göre, Yaradan’a sığınıp acımasızca vuru­yorlardı. O anda, dört arkadaşı, adamları hızla yararak Mısrî’nin yanma geldi. Onu dertop edip, kalabalığa tek­meler savurarak aralarından geçirdiler, hızla camiden çı­kıp, beşi birden dergâha doğru koşmaya başladı... Kala­balık bir süre onları kovaladı, ama içlerinden biri:





—          Sinan Ümmî hatırına durun, diye bağırdı.





Adamlar birer ikişer durdular, adam devam etti:





—          Şeyhi ona en güzel cezayı verecektir, bize düşmez artık onu kovalamak, dedi...





Bazıları mırın kırın ettiler, söylendiler, ama oruç da baş­larına vurmuştu zaten, geri yürüyüp evlerine, dükkânları­na doğru dağıldılar...





Mısrî yediği yumruklardan, yokuş yukarı koşmaktan bitap düşmüştü; Askerî, ciddi bir yüzle:





—          Doğru sultanımızın yanma, dedi.





Mısrînin yanağından kan sızıyor, bütün vücudu ağrı­yordu. Beşi birden kapının yanma sıralandı ve teslim işa­reti olarak; ayak mühürleyip, niyâz hâlinde durup bekledi. Sinan Ümmî’nin yanında, kasabadan birkaç kişi vardı. Onlarla konuşmaya devam etti bir süre, nihayet kapıda bekleyenlere döndü; Mısrî’yi baştan ayağa süzdü:





—          Demek Ramazan günü, ekmek yemek, ha! diye gürledi, sonra öbür müritlerine hitaben, yine gürleyip de­di ki, bilerek oruç bozmanın cezası altmış gündür, atın bunu hücresine, altmış gün oruç tutacak, yediği ekmek onun bütün iftarlarına karşı gelir, yiyecek bir şey verilme­yecek ve sesi yumuşadı, ölmesini bekleyeceğiz!





Beşi birden bağır basıp geri geri çıktı odadan.





Mısrî, arkadaşlan ile helalleşip, yeri toprak, kendisi ta­buttan biraz daha büyük olan karanlık hücreye girdi, ar­kasından kapı kapandı. Mısrî bu hücrede birçok kez hal­vet çıkarmıştı, her zamanki düşmanlarını yine gördü; şeytan ve adam kılığında kendi nefsinin bütün kötü huy­ları; ona sırıtarak bakıyorlardı. Şeytan dedi ki onlara:





—          Derviş olduğundan dolayı buna altmış günlük ceza yeter mi sizce?





—          Altmış günde ölmeye hiç niyetimiz yok! diye cevap verdi öbürleri.





Mısrî, kendi kendine: “Ölmeye hiç niyetimiz yok! De­mek böyle, göreceğiz, inşallah göreceğiz.” dedi.





Sonra, cebinden mendilini çıkarıp yanağından akan kanın üzerine sıkıca bastırdı bir süre, kan durunca men­dili çekip yine cebine koydu ve sızlayan vücudu ile ken­dini yere atıp secdeye vardı:





—          Sana hamdolsun Yarabb’im, bu sefer öldüğümü bana göster, fakir sırrına ulaştır Yarabb’im!





Ve kalkıp secdeden, sırtını duvara dayayıp zikrine baş­ladı.





***





Elmalı’da halk arasında Sinan Ümmî’nin Mısrî’ye ver­diği ceza konuşuluyordu. Bir kısmı onaylıyor, diğer bir kısmı, Mısrî’nin camideki vaazlarına hayran olanlar ise: “İftarsız olması doğru değildir, günah zavallıya, ölecek karşılarında ekmek yiyen Mısrî cezasını bulmuş, adamla­rın içleri ferahlamıştı! Yalnız birkaç kişi: “Aslında bu iş, şeyh ile mürit arasında bir cilvedir ki, bizim aklımız er­mez.” diyordu. Tekkede Ümmî Sinan ve dervişlerle sık sık görüşen, gönlünü onlara kaptırmış bir hoca dedi ki yal­nız: “Burada ne ceza vardır, ne de azarlama... Şeyh Haz­retleri ceza vermemiştir ve Mısrî, bu hâli bir ceza kabul etmemiştir. Bu, onun yetişmesi için ortaya konan, sonu inşallah hayırlı olacak bir çeşit İlahî oyundur.”





Arkadaşları dervişlerin de içleri rahattı. “Mısrî, her za­man kırk günü az bulmaz mıydı? İşte bu kez altmış gün­lük bir izin çıktı.” diye düşünüyorlardı.





Elmalı için bile soğuk geçen kış günleri başlamıştı. Donduran rüzgârın esip haykırdığı bir gece Süleyman babasına, Mısrî’ye bir battaniye verip veremeyeceğini sordu. Sinan Ümmî, kısa bir süre düşündükten sonra: “Onun gönül ateşi yeterlidir, battaniyeye lüzum yoktur.” dedi.





***





Karlar eriyip, bahar yüzünü göstermeye başladıktan birkaç gün sonra altmış gün dolmuştu. Sinan Ümmî, ya­nına dört müridi ve arkasına diğer dervişlerini alıp hücre­nin kapısına hızla yürüdü, yavaşça tıkırdattı kapıyı, içeri seslendi:





—          Mehmet Mısrî nasılsın?





İçerden oldukça cılız ve fakat kararlı bir ses cevap verdi:





—          Sağlığınıza duacıyım şeyhim!





—          Bakıyorum daha ölmemişsin, sana bir kırk gün da­ha halvet Mehmet Mısrî!





Dört er, bu sefer gerçekten şaşırmıştı, ancak hiçbiri fi­kir yürütmeye cesaret edemedi. Sessizce dağıldılar...





Elmalı halkı da şaşırmıştı, bu işe... Bir kısım halk: “Gördünüz mü oruç bozmak ne biçim bir günahmış?” diye ürperip konuşuyor, Mısrî’ye hayran olanlar: “Şeyhle mürit arasındaki bu cilve ne zaman son bulacak?” diye merak ediyordu. Dergâha gönlünü kaptırmış olan hoca da: “Demek Mısrî’nin sınavı bunca güçlüymüş!” diye düşünüyor, fakat bu düşüncesini kimseye söylemiyordu, ancak tekkede diğer müritlerle konuşuyordu.





O kırk gün içinde; Kütahyalı Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihüddin, Derviş Ahmet ve Çavdaroğlu Müfti Derviş, sanki birbirleriyle yarışırcasına, birbiri ardından “Bir”le “Bir” oldular... Başlarına gelen harikulade olaydan sonra, büyüklenmediler, büyük bir alçak gönüllülükle hâllerini kabullendiler. Kimi herkesten kaçıp yalnız başına kalma­yı seçti, kimi daha çok ortalıkta salındı, fakat hepsi gün­lük ibadetlerine muntazam devam etti... Kimin ne, nasıl, ne şekilde gördüğüne dair aralarında bile konuşmadılar; heyecanlarını içlerinde sakladılar, gözlerine türlü renkli ışıltılar düştü. Artık hepsi de Mısrî’nin nefsinin bir an ön­ce ölmesini ve sınavının son bulmasını istiyordu. Şurada yüz gün dolmaya kaç gün kalmıştı; gün sayıyorlardı... Fakat hiçbirinin aklından Mısrî’nin ölmüş olabileceği geç­miyordu. Telaşlanan Süleyman’dı ama onun da dili var­mıyordu öleblieceğini söylemeye. Bazı bazı sessizce gi­dip Mısrî’nin hücre kapısından içeriyi dinlemeye çalışıyor, fakat tek bir ses işitmiyor, daha ziyade telaşlanıyordu.





Gelenek olarak esmasını ve sülukünü tamamlamış bulunan dört gönül erine hilafet ve icazet töreni yapılma­sı gerekiyordu; fakat Sinan Ümmî bu konuda hiç konuş­muyordu, onlardan biri bile, konuyu Şeyhine açmaya ce­saret edemiyordu. Bekliyorlardı.





Dergâhtaki bütün dervişler, Elmalıda halk bekliyordu. ***





Nihayet Mısrî’nin yüzüncü günü doldu.





Elmalı halkından merak edip yüz günü sayanlar, tek­keyi doldurdular...





O gün, akşam namazından sonra Sinan Ümmî doğru Mısrî’nin hücresine yürüdü, arkasında dört er, Süleyman, bütün dervişler ve en arkadan merak eden Elmalılılar... Koridor doldu taştı. Hücreden hiç ses gelmiyordu. Sinan Ümmî kapıyı aralayıp içeri seslendi:





—          Mehmet Mısrî nasılsın?





İçerden ses gelmedi. Ümmî Sinan tekrar sordu, içer­den ses gelmedi, üçüncü kez tekrar sordu, içerden “Hû” ile karışık, hafif bir inleme sesi duyuldu. Herkes derin bir nefes aldı.





Sinan Ümmî, kapıyı yavaşça açtı; yürüdü, arkasından dört er onu takip etti. Mısrî kıbleye doğru, yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Sinan Ümmî başta, onu tutup yerden kaldırdılar, Mısrî’nin gözleri kapalıydı. Sinan Ümmî bir ko­luna, diğerine Askerî girdi, yürütmeye çalıştılar. Mısrî yürüyemiyordu. Şeyhi, sert bir sesle:





—          Yürü evladım Mehmet Mısrî, dedi, ölmeden önce öldün şükür, yürü!





Mısrî’nin bacaklarında bir hareket oldu, sıkı sıkı tutu­yorlardı kolundan Sinan ümmi ve Askerî onu hafifçe sü­rükler gibi yürütüyorlardı. Mısrî onlara uymaya çalıştı. Ağır ağır çıktılar kapıdan. Genç adamın saçları ve sakal­ları pamuk gibi olmuş, ağarmıştı; avurtları o kadar içeri çökmüştü ki, sağ yanağındaki büyük et beni, âdeta kü­çülmüş görünüyordu. Başta Süleyman, birçok derviş ve halktan bazıları ağlıyordu. Kafile Sinan Ümmî’nin selam­lıktaki odasına yönelmişti. Mısrî’yi sedirin üstüne oturtup etrafını yastıklarla beslediler, onun gözleri açılır gibiydi, Sinan Ümmî:





—          Ne bekliyorsunuz, su getirin, dedi.





İlk gün yalnız su içebildi Mısrî, ertesi gün yoğurtlu çor­baya başladılar, daha ertesi gün yoğurtlu çorbanın içine biraz ekmek içi doğradılar, üç gün sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısrî halvete girdikten sonra, Ümmî Sinan, kırk koyun aldırarak onları besiye çekmiş­ti. Dördüncü gün bu koyunlardan biri kesilerek ona ke­bap oldu; böylece onu ete başlatmış oldular. Sonraki günler geriye kalan otuz dokuz koyun bir bir kesildi, baş­ta Mısrî olmak üzere herkes kebap yedi. Böylece haftalar geçti, Mısrî kendini adamakıllı topladı. Âdet gereği kim­se ona halvet hâllerini sormadı; ancak Sinan Ümmî ile yalnız ve baş başa konuştular uzun bir süre. Mısrî, gü­lümseyerek çıktı şeyhinin odasından.





***





Bir cuma günü, Mısrî ve dört arkadaşının hilafet ve icazet töreni, dervişlerin ve halkın önünde yapıldı. Gele­nek gereği, hepsinin başlarına siyah Halveti tacını Sinan Ümmî tekbirlerle geçirdi ve destarlarını sardı. Ancak Mısrî’nin tacında, Kadiri tarikatındaki sülukünden dolayı Kadirilik sembolü olan, iç içe geçmiş üç halkadan olu­şan bir kırmızı gül bulunuyordu. Tarikat adabına göre böyle saadet tacı giyen kimsenin, kötü görülmüş on iki sıfatı terk etmiş olması gerekirdi. Bu on iki sıfat: cehalet, isyan, nefsin arzuları, hırs ve tamahkârlık, dünya sevgisi, arzu ve heves, kibir, birine eziyet ve zarar vermek, cimri­lik, Allah’ın kazasına teslim olmamak ve gaflet idi... Bir salikin saadet tacına layık olması için, tevhidi dilinden ve kalbinden bırakmaması ve O Sevgiliye ulaşmak için yol bulmaya gayret etmesi gerekirdi. Bu beş gönül eri, ger­çek bir sadakat ve doğrulukla çalışmış, çabalamış ve taç­larını hak etmişlerdi.





Ve hepsinin ayrı bir manevi anlamı olan diğer hediye­leri de yine Sinan Ümmî tarafından verildi: hırka, bel ku­şağı, tespih, alem, asa ve seccade... Kalabalık tekbir ge­tirdi, sonra coşup Mısrî’den bir vaaz istediler, ısrar ettiler. Nihayet Mısrî öne çıkıp:





—          Sizlere son vaazım bir şiir olsun, dedi ve okudu:





Uyan gözünü aç durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a





Her geceye kâim ol her gündüze sâim ol
Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a





Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a





Sağlığı gâniment bil her sâati nimet bil
Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allah’a





Ömrünü hiçe satma kendini oda atma
Her şâm u seher yatma yalvar güzel Allah’a





Her vakt-i seherde bin lutfı gelir Allah’ın
O vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah’a





Allah’ın adın yâd et cân ile dili şâd et
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah’a





Dervişler ve halktan bazıları: “Dediğin gibi yapacağız.”, “Seni unutmayacağız.” “Yolun açık olsun” diye bağırdı­lar... Tekrar tekbir getirdiler ve yavaş yavaş dağıldılar.





Beşine de yol görünmüştü. Hepsi bir tarafa dağılıp ir­şat vazifelerine başlayacaktı. Mısrî’nin payına tekrar Uşak düşmüştü. Şeyhi: “Hele bir git Uşak a, sonra bakalım Al­lah ne gösterecek!” demişti... Mısrî çıktıktan sonra, Ümmî Sinan içini çekip yanında bulunan dervişlerine de­di ki: “Aslında bu umman bu kaba sığmaz.”





Elmalı’nın yol aynmına kadar beşi birlikte gitti. Sonra Mısrî onlardan ayrılıp Uşak taraflarından geçecek bir ker­vana katılmak üzere yürümeye başladı. Artık çok yaşlan­mış olan Rüzgâr’ı tekkede bırakmış, onun boynuna sarı­lıp vedalaşmıştı.





10





Mısrî yine yürüyordu, bu kez o kadar neşeli değildi... Omuzunda irşat sorumluluğu, gönlünde ayrıldıklarının özlemi, ağzında buruk bir tat ve midesinde bir kavuran burkuştu; yürüyordu... üzün yıllardan beri içindeki bütün şiirleri ezbere bildiği, kendisine Derviş Ağa’sının armağa­nı olan Yunus Divanını, Süleyman’a hediye etmişti. Şim­di heybesinde yine birkaç parça çamaşır, şiir defteri, Uşaktaki pirdaşı Şeyh Mehmet Efendiye armağan bir­kaç risale ile bir kehribar tespih, Gül Ahmet Dervişe gül gül tıraşlanmış bir akik tespih ve birkaç günlük azık bu­lunuyordu.





Denizli’ye bağlı Serinhisar Köyünde misafir kaldı, köy­lüler onu çok iyi karşılamışlardı, muhtar:





—          Kervanın geçmesine daha bir iki gün var şeyhim, lütfet burada kal, bize vaaz et, nasihat ver, din konusun­da müşkillerimiz, sorularımız var, bize yardım et, dedi.





İlk defa biri ona, “şeyhim” diye hitap ediyordu; Mısrî’nin içinde hafif utançla karışık bir sevinç dalgalandı; “İnşal­lah ömrüm boyu, bu hitaba layık olurum.” diye düşün­dü.





Bütün sorular şeriata dairdi. Hepsini cevapladı Mısrî, sonra onlara içinde nasihat olan birkaç şiirini okudu, peş peşe. Köylüler pek memnun kaldılar.





Mısrî her zaman yaptığı gibi:





—          Bunları evde çoluk çocuğunuza da anlatın. Hanım­lar cahil olursa, hakları sizde kalır, sonra yarın hesaba çe­kilirsiniz, demeyi unutmadı.





—          Sen de bu şiirlerini bize yazıver de; çoban Halil oku­ma yazma bilir, o arada sırada bize okur, dedi muhtar.





Şiir defterinden kopardığı birkaç sayfaya okuduğu şi­irleri yazdı Mısrî. Muhtar onları alıp saygıyla katladı ve Kur’an-ı Kerim içine koyup sakladı.





Ertesi gün kervan gelip ulaştı... Kervanbaşı, üzülerek burada yolcu almak âdetinde olmadığını, boş devesinin bulunmadığını söylediyse de Mısrî: “Ziyanı yok, ben yü­rürüm.” dedi, fakat bir devenin üstündeki gençten biri, devesinden inip: “Şeyhim sen yürürken bana hayvana binmek yaraşmaz.” deyip, âdeta zorlayarak Mısrî yi kendi devesine bindirdi: “Az sonra zaten bir kervansarayda ko­naklayacağız, bazı yolcular orada ayrılacaklar, develer boşalacak.” demeyi de ihmal etmedi, Mısrî’nin içi rahat etsin diye...





***





Uşak’ta Şeyh Mehmet, dokuz yıldır zaman zaman sev­giyle hatırladığı Mısrî’yi başında tacı ile karşısında görün­ce pek sevindi; ona sarıldı:





—          Pirdaş olduk Mısrî’ın, pirdaş! Az zaman değil, de­mek dokuz yıl hizmet ettin Şeyhimize!





—          Daha da edebilirdim, hayatımdan memnundum, dedi Mısrî.





—          Mürşitlik sorumluluğu, ha?!





—          O da var tabii de, asıl şeyhimden ve dört yoldaşım dervişten, ayrılmak zor geldi!





—          Alışırsın, alışırsın ayrılığa, artık kimler gelecek, kim­ler geçecek hayatından, dedi.





Mısrî’nin geldiğini duyan Gül Ahmet Derviş, izinsiz dal­dı içeri. Bir an sonra yaptığının farkında oldu, kızarıp özür diledi Şeyh Mehmet’ten, sonra Mısrî’ye sarılıp şeyhliğini kutladı.





—          Güllerin de tam budanma mevsimi, dedi, gülümse­yerek.





Mısrî de gülümsedi:





—          Budarız kuzum Gül Ahmet, budarız, dedi.





Mısrî, bir süre misafirlik ettikten sonra tekkede, Uşak’ın kenar mahallelerinden birindeki camide fakir halka vaaz verip nasihat etmeye başladı. Bir bekleyiş içindeydi, çün­kü şeyhi: “Hele bir git bakalım, sonra bakalım Allah ne gösterecek.” demişti. Onun bu sözünden Mısrî, başka bir şehre gideceğine dair bir ima sezmişti.





Bu arada İstanbul’da ağalar saltanatı çökmüş, fakat devlet düzeni de tamamen bozulmuştu. Genç sultan naibesi Tarhan Valide Sultan, devleti emanet edebileceği sadrazam aramakla meşguldü. Bir taraftan Girit'i İtalyan­ların elinden alma savaşı devam ediyordu. Tarhan Valide Sultan, birkaç sadrazam denedi fakat hiçbirinden umut ettiği sonucu alamadı. Gizli müşavirleri ile görüşmeye 4devam ediyordu, daha çok âlim ve sanatkâr olan bu mü­şavirlerin etkisiyle saltanat naibesi, Köprülü Mehmet Pa­şa ile görüşmeye razı oldu. Fakat Köprülünün bazı şart­ları vardı, Osmanlı tarihinde bir kişinin sadrazam olabil­mek için sultanlara şart koştuğu görülmemişti. Bu du­rum Tarhan Sultanı şaşırttıysa da, bir bakıma da Köprülü’ye güven duydurdu.





Ve sonunda, Tarhan Sultan, Köprülü’nün istediği mut­lak salahiyetleri ona vererek saltanat naibeliğinden çekil­di. Yıl, 1656 idi. Bu tarih Mısrî’nin tacını giyip, mürşit ol­duğu yıldı. Osmanlı tarihinde, yirmi yedi yıl sürecek olan Köprülüler Devri, bu tarihten itibaren başlamış oldu. IV Mehmet ise on dört yaşını sekiz ay geçe; reşit ilan edildi.





***





Mısrî, Uşak’tan Şeyh Ağasına ve Kâsım’a mektup ya­zarak, mürşit olduğunu ve geçici olarak Uşak’ta bulundu­ğunu haber vermiş, adresini yazmıştı. Şeyh Ağasından





hemen cevap geldi; annesinin vefat ettiğini söylüyor, üzüntülerini bildiriyor, ne kadar sakin ve rahat gittiğinden bahsediyor, sonra da: “Şimdilik gelmene lüzum yok, bü­tün dinî vecibeleri ve vasiyeti yerine getirildi.” diyordu. Mısrî, tahmin ettiğinden de fazla hüzünlendi, annesi için Yasin okurken ağladı.





Kâsım’ın mektubu çok daha geç geldi; bittabi Köprülü’den överek bahsediyor ve Mısrî’yi çok ilgilendireceği için ilk önemli icraatını anlatıyordu: “Köprülü Paşanın sadrazam olduğunun yedinci cuma günü, Fatih Camii’nde cuma namazı sırasında müezzinler Nat-ı Şerif okurlarken, büyük bir grup Kadızadeli camiyi basarak Nat-ı Şerif’in makamla okunmasına itiraz etmişler, onla­ra kulak asmayıp devam eden müezzinleri dövmek iste­mişler, cemaatten müdahaleler olmuş, insanlar birbirine girmiş, neredeyse kan dökülecek bir kavga yaşanmış, daha sonra hızlarını alamayan Kadızadeliler tekkelere hü­cum etmişler, tekkeleri yıkmışlar, yollarda rastladıkları şeyh ve dervişleri dövmüşler ve güya imana davet etmiş­ler. Velhasıl bir kıyamettir kopmuş, daha sonra silahlana­rak Fatih Camiinde toplanmaya başlamışlar. İşte olayı haber alan Köprülü Mehmet Paşa derhâl duruma el koy­du ve bunların başını çeken Üstüvani Mehmet Efendi, Türk Ahmet ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a sürdü. Şimdi­lik tekkeler, şeyhler ve dervişler nefes almış görünmek­te."





Haber üzerine Mısrî biraz rahatladıysa da, hâlâ Vanî Efendinin delikanlı padişah üzerindeki etkisinden korku­yordu. Çünkü gönlü bu konuda hiç rahat değildi.





***





O günlerde, Afyonkarahisar sancağına bağlı Çal kaza­sından bir heyet tekkeye gelerek; Mehmet Efendi’den kendilerine dinî konuları öğretecek, halka vaaz ve nasihat edecek bir din adamını tavsiye etmesini istediler. Meh­met Efendi, Mısrî’yi tavsiye etti. Mısrî de, Mehmet Efendi’nin ricasını kırmayarak gelen heyetle beraber, Çal’a doğru yola koyuldu. Gerçi orada şeyhlik söz konusu de­ğildi, ama Mısrî hiç gocunmadı, onun için önemli olan, bir şekilde halka hizmet idi. Çal’da zevkle, şevkle yeni gö­revine başladı, şehrin ileri gelenleri ona bir ev vermişlerdi, rahatı yerindeydi. Ancak zaman geçtikçe Mısrî, Çal halkı­nın dinî konulardan ziyade dünya konularıyla ilgilendikle­rini, para pul kazanmak dururken gidip vaaz dinlemeyi is­temediklerini anladı. Kasabanın dinine bağlı, tasavvufa meraklı bir halkı yoktu; dinî konuları da hiç merak etmi­yorlar, öğrenmek istemiyorlardı. Ayrıca Mısrî aleyhine, adeta Mısrî’ye işittirecek tarzda ileri geri konuşmaya baş­lamışlardı, bilhassa: “Bizim kendi adamlarımız daha iyidir, ne vardı sanki taa Uşaklardan adam getirecek.”, “Haydi getirdiler bari bizimkilerden daha bilgili olsaydı.” diye söy­leniyorlardı. Mısrî bir süre, “Ya sabır” çekerek duymazdan geldi onları; fakat vaaz ettiği cami giderek boşalıyor, genç adam bazen birkaç yaşlı kişiye konuşmak zorunda kalı­yordu; onlar da bol bol uyukluyorlardı. Nihayet kendileri­ni getiren adamlardan birkaçını ziyaret ederek durumu anlattı ve Uşak’a dönmek için izin istedi.





***





Uşak’a dönüp, Şeyh Mehmet Efendiye Çal’ı anlattı:





— Şeyhim, dedi, çok sabretmeye çalıştım ama olma­dı, aslında ben ayrılmadım oradan, onlar beni kovdular.





—          Sen gittikten sonra bir rüya gördüm, orada çok sı­kılacağını anladım ama iş işten geçmiş, gitmiştin bir ke­re. Senin bugünlerde dönmeni bekliyordum zaten. Sıkıl­dın lâkin sana da bir tecrübe oldu bu vazife, demek Al­lah böyle nasip etmiş.





—          Acaba bu Allah’ın bir sınavı mıydı? Bunu orada çok düşündüm.





—          Bence O, senin birtakım irfandan yoksun dinsiz adamları da tanımanı istedi. Dedim ya bir tecrübe kazan­manı istedi. Tabii burada senin alacağın tavır önemliydi, çok sabrettim diyorsun, bu iyi bir şey, sabrımızla da de­neniriz biliyorsun. O adamlar da, kendilerine verilen bir fırsatı değerlendirmemiş oldular, onlar da sınandılar ve geçemediler imtihanı. Güzel Allah’ım bir tek olayla kaç kişiyi dener, görüyor musun? Hep böyledir.





—          Evet, dedi Mısrî, gönlü hiç rahat değildi; acaba bek­lenilen sabrı tam gösterememiş, erken mi ayrılmıştı ora­dan?.. Yoksa O’nu öfkelendirmiş miydi? Zaman zaman Allah’ı kendisini terk etti gibi hissediyor, çok tedirgin olu­yordu. Oysa iyi bilirdi ki; O Sevgili, asla bir kulunu terk etmez. Fakat gönlü kanıyor, konuşup duruyordu: “O Sevgili bir kuş değil ki uçup da kaçtı desem, ama yansı­ması kuştadır. O Sevgili bir çiçek değil ki, soldu desem, ama yansıması çiçektedir. O Sevgili bir insan değil ki, sı­kıldı bıraktı desem, ama yansıması insandadır.” Böyle terk edilmiş hissederek kendini, içini bir çöle döndürdü Mısrî ve her adımda sanki kumlara bata çıka yürümeye çalıştı. Eski camisinde vaaza devam etti, tekkede devran­lara katıldı. Fakat hiçbirinde bir tat bulamadı. Bu sefer korkmaya başladı. Artık onun için hüzünlü demek yeter­li değildi, Mısrî sırf hüzün olmuştu. Ve bir gün hâlini Şeyh Mehmet’e anlatıp: “Bu hâlin çaresi halvettir, izin ver ba­na, burada senin tekkende halvete gireyim.” dedi.





Kırk gün sonra Mısrî, yıkanıp temizlenmiş, zayıflığı yok olmuş, vecdle dışarı çıktı. Halvet boyunca Allah’ının onu terk etmediğini, yine bir imtihandan geçirdiğini anlamış, zikirleriyle gönlünü arındırmıştı. “Herkesin bir devası, ila­cı vardır, benimki halvet.” diyordu pirdaşına...





Birkaç gün sonra bu kez Kütahya’dan bir heyet geldi Şeyh Mehmet’e. Onlar da Kütahya’da tekkenişin olabile­cek bir şeyh istiyorlardı. “İstediğinizin âlâsı var burada. Bizim tekkede misafirimizdir kendisi, ismi Mısrî Efendi, belki şiirlerinden tanırsınız onu, Niyâzî mahlası da kulla­nır.” Hayır tanımıyorlardı fakat: “Şeyh Mehmet tavsiye et­tiğine göre, mutlaka o da yetişmiş iyi bir şeyhtir.” diye düşünüyorlardı.





Böylece Mısrî’nin Kütahya serüveni başladı...





Mısrî’yi yerleştirdikleri Halveti tekkesiyle, o zamana kadar daha sülukünü tamamlamamış Bahşızade Ahmet Efendi isimli bir zat ilgileniyormuş. Mısrî bu zattan pek hoşlandı, onu hemen ilk müridi olarak eğitimine aldı. Tekkenin açıldığını işiten Kütahyalılardan bir kısım, bi­rer ikişer mürit olmaya başladılar. Mısrî’yi çok bilgili ve bilhassa çok etkili buluyorlardı. Artık tekkede sohbetler, zikir ve devran başlamış, kaç yıldır cansız olan dergâh, birden canlanmıştı. Mısrî gelenlere tarikat adabını, düze­nini telkin ediyor, irşatla uğraşıyor, gelenleri aydınlatıyor­du; mürit olsunlar olmasınlar tekkeye devam edenler, dikkat ve kıskançlık çekecek kadar fazlalaşmıştı.





Bir zaman sonra, sünnet ehli geçinen bazı kimseler aralarında konuşmaya başladılar. Bu Mısrî Efendi ne ya­pıyordu? Neredeyse bütün Kütahya’yı tekkeye doldura­caktı... Bu zat, niçin padişah emrine itaat etmez, sünnet ehline uymaz; sesli zikir ve devran yaptırırdı. Fısıldaşarak konuşanların sesleri gittikçe yükseldi: “Tekke de ney­miş?” diyorlardı. “Kapatılsa; yerine mektep medrese açıl­sa, vaiz yetişse, hoca yetişse çok daha hayırlı olur.” diyor­lardı... “Bu adam büyücü müdür nedir, herkesi etkisine alıverdi!” diyorlardı. Kütahya’da bir kısım halk arasında tam anlamıyla Kadızade zihniyeti baş göstermeye başla­mıştı. Nihayet, “Mısrî Efendinin katli vaciptir”e vardırdılar işi... Bütün bu söylentiler Mısrî’nin kulağına geliyor, fakat aldırmıyordu, kendini tam anlamıyla müritlerine adamıştı... Bir süre daha geçti, derken Mısrî pek sevgili mürşidi Şeyh Sinan Ümmî’nin vefat haberini Kütahya’da bir yılı doldurmak üzeriydi, fakat artık o buralara sığamazdı, acısı o kadar büyüktü. Kahrolmuş, matemlere girmişti. Gidip pirdaşı ile dertleşmek, acısını paylaşmak istiyor­du... Buna şiddetle ihtiyacı vardı. Ve bir gün Mısrî, yerine Bahşızade Ahmet Efendi’yi halife olarak bırakıp Kütah­ya’yı terk etti...





Uşak’a dönüş yolunda, şeyhinin ölümü üzerine şiir ya­zıp, tarih düşürdü. Bu şiirle acısını haykırmak, biraz fe­rahlık verdi ona.





Şeyh Mehmet Efendi de çok üzüntülüydü, fakat Mısrî’nin perişan hâlini görünce biraz toparlanmak gereğini hissetti ve ona: “Allah’ın takdirine bu kadar acı fazla, hiç olmazsa bizlere fazla, çünkü bu kadar acı, bir anlamda O’na karşı gelmek oluyor.” dedi. Zaten Mısrî de aynı şeyleri düşünmüş fakat duygularına hâkim olamamıştı... Karşılıklı oturup bol bol Şeyh Ümmî Sinan’dan söz açtılar, birbirlerine onunla ilgili anılarını anlattılar, onun sözlerini tekrarladılar, bir anlamda onu tekrar tekrar yaşattılar. Ya­şattılar, acılarına merhem yaptılar.





***•





Mısrî’nin irşat görevi ile Uşak’a geldiğinden beri beş yıl geçmişti... Gönlünde Bursa özlemi uyanmıştı. O şeyhini ilk kez rüyasında Bursa’da görmüştü. Bursa’da dostlar, arkadaşlar bırakmıştı. Gidip Bursa’ya yerleşmeye karar verdi. Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi haya­tında bazı değişiklikler yapmış; bazı semavi sırlar ona açık edilmişti. Bir çeşit sarhoşluk yaşıyordu, devamlı idi bu hâl. Çok yıllar sonra Mısrî son eseri “İrfan Sofrala­rında, bu durumu şöyle anlatmıştı: “... Bir gün kulların çokluğunu, fakat abidlerin azlığını, zahidlerin nadir olduğunu, çoğunluğu fasıkların ve kâfirlerin oluşturduğunu düşünüyor ve kendi kendime bunun hikmetini anlamaya çalışıyordum. Ve bana göre onların Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu ve Allah’ın rahmanürrahim olduğunu dü­şünüyordum. Bunun sırrının Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatların birinde: ‘Bu dün­ya sırrıdır’ ötekinde de: ‘Bu ahiretin sırrıdır’ yazılmıştı. Ka­pının hemen ardında güzel yüzlü bir delikanlı vardı, bana dedi ki: ‘Sana dünya ve ahiret sırları açıldı, üzerindeki in­sani elbiseyi çıkar at, tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerinden kurtulacaksın, ‘Çıkardım ve kapı­dan içeri girdim. Bana nurani bir elbise giydirildi. Bir de baktım ki; ilmim ve anlayışım, kulağım gözüm, bütün iç ve dış duygularım, başka bir ilme, başka bir anlayışa, gö­ze ve yeteneklere değişti.’”





***





Ve bir gün Mısrî, Şeyh Mehmet’ten izin alıp tekkedeki dervişlerle vedalaşıp Bursa’ya doğru yola düştü. Yanında kendisine bağlı iki arkadaşı daha vardı.





11





Aradan on dört yıl geçmiş, Bursa daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmişti sanki. Mısrî, arkadaşları Hasan ve Yusuf’u ucuzca bir hana yerleştirip kendisi Veled-i Enbi­ya Mahallesi’nde, Sebbağ Ali Dedenin evine gitti. Biraz tedirgindi ama çok sıcak ve sevgiyle karşılaşınca içi rahat etti. Ali Dede bir hayli yaşlanmıştı. Fakat zekâsı ve aklı pek yerindeydi:





— Sana, dedi Mısrî’ye, hemen bahçemin içinde bir halvethane inşa ettireceğim. İrşat görevini burada sür­dür, sonra inşallah hayırlısı ile güzel bir tekke yaptırırız.





—          İki müridim benimle beraber geldi, onları hana yer­leştirdim.





—          Canım han da ne oluyormuş! Senin müridin benim misafirim demektir.





—          Hayır dedem, dedi Mısrî, onları sana yük edemem. Belki yarın onları kabul edecek bir Halveti tekkesi bulu­ruz, geçici olarak orada kalırlar. Zaten sanatları var, Hasan kalaycıdır, Yusuf da ayakkabıcı. Burada çalışacaklar elbet, inşallah evlenip barklanıp birer de ev sahibi olurlar.





—          Evlenip barklanmak dedin de, senden ne haber, daha niyetin yok mu evlenmeye?





—          Daha zamanı değil Ali Dede’nin, elbet bir gün olacak.





Geçici bir tekke bulamadılar, bir Şeyh: “Başkalarının müridi benim tekkemde kalamaz! Ha, gezip dolaşıyor olsalar, Tanrı misafiridirler, alırım. Fakat kendi şeyhleri başlarındayken olmaz.” dedi. İster istemez, müritler han­da kalmaya devam ettiler. Mısrî, bir zaman onlarla bera­ber çarşı pazar dolaşıp onlara, kalay ve ayakkabı ustala­rının yanında birer iş buldu. Ve dedi ki: “Alacağınız para şimdilik geçimlerinizi temin eder, sonra inşallah kendi dükkânlarınızı açarsınız.” Ve ikisine kendi mahallelerin birinde, iki odalı bir ev tutup birkaç aylık kirasını kendi cebinden ödedi. Artık içi rahat etmişti. Bu arada Sebbağ Ali Dede’nin bahçesindeki inşaat tamamlanıyordu. Basit dört duvarda biri büyük, öteki küçük iki odadan ibaret bir yerdi. İç ve dış beyaz badanasını Mısrî yaptı. Artık gö­nül rahatlığı ile mürşitlik vazifesine başlayabilirdi! Başladı da, ancak Bursa’da da yuvalanmış olan Kadızadeli zihni­yetten, ilk ciddi uyarısını da aldı. Birtakım vaizler ona mektup yazarak; eğer Bursa’da ve hayatta kalmak isti­yorsa, derhâl zikirli ve devranlı Halveti tarikatını terketmesini, bunu kürsüde ilan etmesini, Halveti tarikatını kötü­lemesini söylüyor ve padişahın, Vanî Efendi’nin, şeyhülis­lamın da mutasavvıflar aleyhinde olduklarını hatırlatıyor­lardı. Sebbağ Ali Dedeye okuttu mektubu; yaşlı adam okuduktan sonra bir hayli düşündü. Sonra:





—          Ne yapacaksın? diye sordu Mısrî’ye. Mısrî, hafifçe gülümsedi:





—          Bildiklerinden kalmasınlar, dedi, onların padişahı, Vanî Efendileri, şeyhülislamları varsa, benim de Allah’ım var!.. Mektuplarına cevap verip tarikatımı terk etmeyece­ğimi onlara bildireceğim. Benim yapacağım iş bu kadar!.. Yalnız aklımın almadığı bir şey var; padişahımız IV. Meh­met, bildiğimiz kadarla Şeyh Karabaş Velînin müridi ol­muştur, yani bizzat kendisi Halvetidir. Bu hâlde nasıl, ne­den bir yasaklama getirir? Evet gerçekten anlamıyorum...





Sebbağ Ali Dede içini çekti:





—          Fakat hocası, müneccim ve cinci Vanî Efendi’dir. Bunu da akıldan çıkarmamak lazım.





—          Evet, doğru ya...





Mısrî, Şeyh Ağasına ve Kâsım’a da birer mektup ya­zıp. Artık Bursa’ya yerleştiğini söyledi, adresi verdi ve: “Birtakım veled-i zinalar, bana engel olmaya çalışıyorlar, onların anaları ile babaları durumunda olan padişahımız­la Vanî Efendinin etkisi Bursa’da iyice hissediliyor. Ku­zum bu konuda ne biliyorsanız bana yazın.” dedi.





Mısrî’nin öfkeli olduğunu bilirlerdi de, ağzından ilk de­fa böyle ağır bir küfür duymaları, iki dostunu da pek şa­şırttı. Alelacele cevap verip onu sakinleştirmeye çalıştılar.





Kâsım: “Ağam şeyhlik sana ne yapmış, o ne küfür öy­le, hayırdır inşallah!” diye başlamış, devam ediyordu: “Bilesin ki, Vanî’nin etkisiyle, padişahın yasağının gelme­si yakındır. İş, bir de Şeyhülislam Minkârizade’den fetva almaya kalır ki, o da üzerindeki baskı neticesi fetvayı ve­rir sanırım. Yoksa şeyhülislamın tasavvuf aleyhinde ol­madığını biliyorum. İki gözüm ağam, kendini bu denli üzme; sen her zaman bana demez misin ki olacak olur, tasa eden tasasında boğulur, olacak olacaktır, bakalım devran ne gösterecek, Allah’ın takdirine karşı koyacak hâlimiz yok ya!..





Sana biraz Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’dan bahsede­yim. Biliyorsun Köprülü Mehmet Paşanın oğlu, sadece yirmi altı yaşında fakat çok iyi yetişmiş; İstanbul Medresesi’nin yüksek kısmından mezun olmuş... Başa geçti­ğinden beri bir buçuk yılını Osmanlı’nın iç işleri ile uğraş­mak ve İstanbul ile Edirne’de devletin merkezî işlerini kavramakla geçirdi. Akıllı ve aklıselim sahibi biri. Onun komutan olduğu Almanya Savaşı’ınız çok şükür zaferle sona erdi. Düşün ki bütün Avrupa Almanlara yardım edi­yordu. Yapılan antlaşmaya göre fethettiğimiz bütün kale­ler bizde kaldı. Almanya bir de sembolik anlamda iki yüz altın harp tazminatı verdi. Fakat Venediklilerden bir türlü tamamını alamadığımız Girit hâlâ kanayan bir yara! De­niyor ki Fazıl Ahmet Paşa, merkez işlerini tamamıyla Ve­zir Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya bırakacak, kendisi dış sorunlarla uğraşacak, bu arada Girit’i de alacak. Mer­zifonlu, Köprülü’nün manevi oğlu, Fazıl Ahmet Paşanın manevi kardeşi. Evet havada Girit Savaşı’nı sonuçlandır­ma kokusu var. Allah sonumuzu iyi etsin...





Benim için mutluluk vesilesi haberi sona bıraktım: Bir kızım oldu!.. Eh Ahmet oğlandan sonra kızı bekliyorduk doğrusu, ismini Ayşe Nazlı koyduk. Annem oğlanla haşır neşir, kıza pek yüz verdiği yok, onun kıskanmasını engel­lemek istiyormuş. Haa, bak unutuyordum, Melekşan: Mehmet Ağa’m ne zaman beni mürit yapacak?’ diye so­ruyor... Bir vakit bulduğum zaman Bursa’ya ziyaretine gelmek istiyorum. Seni Allah’a emanet eder, mübarek el­lerinden öperim.”





Şeyh Ağa’sı da, daha çok “sabırdan” bahis açmış, Mısrî’nin küfrünü, onu öfkelendirmemeye çalışarak kına­mıştı. “Bir şeyhe hiç yakışmaz; hele senin gibi yüksek bir mürşide.” diyor, Kadızadeli zihniyetin Malatya’da da ta­raftarlar bulduğunu anlatıyordu.





Mısrî, onlara bazı şeyleri müşterek yazdı: “Küfür ettim, küfrümü sahipleniyorum. İcabında daha beterlerini de ederim; çünkü çoktan beri endişesini taşıdığım bir şey, Vanî’nin padişahı fena hâlde etkilemesi artık açık açık or­taya çıktı. Ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Kendimi tam anlamıyla köşeye sıkışmış hissediyorum. Unutmamak gerekir ki, bir kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız, üzerinize atlar, sizi tırmalar. Ben küfür etmişim, çok mu? Şeyhimi yollarda ararken, bir gece toprağın üstüne yüzükoyun ya­tıp toprağı yumruklamıştım deli gibi, çünkü o zaman da kendimi köşeye sıkışmış kabul ediyordum, Allah’a sesle­niyordum, sesleniyordum; gönlüme O’ndan bir cevap doğmuyordu. Sonra söylediğim şeylerin idrakine varınca ve elimin acısından kendime geldim, günlerce el, parmak yaraları ile uğraştım. Eskiden böyle olduğum zamanlarda ekseri kırk günlük halvete girerdim; iyileşmiş bir hâlde çı­kardım. Şu sıralar böyle kırk günlük halveti yapacak bir lüksüm yok, çevremde birçok mürit, Ulu Cami’de beni dinlemek isteyen halk ve cuma akşamları yaptığımız zikir, devran var. Fakat o küfürden sonraki sarsıntım için, Al­lah’la tam anlamıyla baş başa kalabilmek, O'nun rızasını alabilmek için; Şehreküstü Camii yakınındaki hücrelerin birinde, sadece üç günlük bir halvet yapabildim. Yetme­di, ama ne yapayım çevrem dolu, işlerim çok fazla."





Mısrî, Kâsım’ın mektubuna ilave yapmış, yeni doğan kızı için dualar etmiş ve: “Melekşan Hanım’ın hâlâ müri­dim olmayı istemesi, beni memnun etti. Aşağıya virdini, yani her gün çekmesi lazım gelen zikri ve okuması lazım gelen duaları yazıyorum. Bir cuma sabahı, gusül abdestinden sonra iki rekât şükür namazı kılarak virdini yap­maya başlasın, sonra devam etsin. Şükür namazı bir ke­reye mahsustur. Ancak dilinden tevhidi eksik etmesin. Bana hâllerini ve özellikle gördüğü rüyaları yazıp anlat­ması lazım.” demişti.





***





Bursa’da Kadızade zihniyetinde olanların Mısrî’nin aleyhindeki propagandaları, sanki Mısrî’nin tanınıp sevil­mesi için sebep oluyordu. Kısa zamanda müritleri arttı, sevenleri çoğaldı. Onların isteği üzerine cuma akşamları Şeker Hoca Mahallesi Camii’nde ayin yapmaya başladı. Ney eşliğinde yapılan devran, halka rahmet oluyordu, Ulu Cami’de ise vaaz veriyor, halka nasihat ediyordu, üç günlük halvetinden sonra gıdasını adamakıllı azaltmış; günde bir iki tas tuzsuz arpa çorbasıyla karnını doyuru­yordu. Bu arada fakir fukaraya istediği gibi yardım ede­memesi canını sıkıyordu. Mısır’dan dönerken, “Belki ile­ride lazım olur, bir sanatım olsun.” diye öğrendiği mum yapma işine başladı. Mum yapıyor ve onları müritlerine sattırıyordu. Gelen paranın çok azını kendine ayırıp geri kalanını fakir fukaraya dağıtıyordu. Bursa’daki “Miskinler Mahallesi”ni iki haftada bir muntazam ziyaret ediyor, ora­daki cüzzamlı hastalara sepet sepet meyve götürüyordu.





Kadızadeliler’in olumsuz propagandaları, halkın onu tanıyıp sevmesine neden olmuş, fakat bir yandan da bu kadar sevilmesi düşmanlarını artırmıştı. Bazen sokaklarda büyüklerin kışkırttığı çocuklar arkasına takılıyor: “Tahta tepenler, düdük çalanlar!” diye bağırıyorlar, bazen de taş atıyorlardı... Mısrî, böyle çok sevilmekle nefret edilmek arasında bir yerlerde, bildiğinden ve yaptıklarından şaş­madan yürümeye devam ediyordu.





***





Bir gün tenha bir sokakta mumlarını satan dervişine, iri yarı bir vaiz hücum etti. Elindeki bütün mumları çekip kopararak aldı, yere attı hepsini, üstlerine çıkıp tepindi, bir taraftan bağırıyordu:





—          Git o imansız şeyhine söyle, sana buralarda onun yaptığı mumları sattırmam.





ufak tefek dervişçik arkasına bakmadan kaçtı... Mısrî olayı soğukkanlı karşıladı:





—          Olacak böyle şeyler, giden mum olsun, sana bir şey yapmadığı için Allah’a şükrederim. Bir daha o sokağa üçünüz beşiniz bir arada gidin bakalım.





Nihayet çıkacağı söylenen ferman çıkmış, Vanî Efendi’nin etkileri, IV. Mehmet’in emri, Şeyhülislam Minkârızade Efendi’nin onaylaması ile sesli zikir, devran ve sema yasaklanmıştı. Bu yasaktan sadece Halvetiler değil, Mev­levi ve Kadiriler de çok rahatsızdı. Mısrî’nin üzerindeki baskılar artmıştı. O, yolunda yürümeye devam ediyordu.





***





Sebbağ Ali Dede, çok ağır hastalanmıştı, gidecek gibi görünüyordu. Bir gün Mısrî’yi çağırttı, onunla yalnız kal­mak istedi, sonra kesik kesik konuştu:





—          Mürşitliğin oldu... müritlerin de... sevenlerin de ço­ğaldı... Bir yudum su ver yavrum...





Mısrî onun suyunu içirirken gözyaşları, yanaklarından akıyordu. Dede gördü, gülümsemeye çalıştı:





—          Kaç zamandır... güzel Allah’ıma yalvarıyordum... artık beni yanına alması için... beni sen yıka... Asıl diye­ceğim... senin de artık Peygamber’imiz... Efendi’mizin... sünnetine... uyma zamanın geldi... Evlen!.. Müridin... Hacı... Mustafa’nın...





Sonra gülümsedi Sebbağ Ali Dede, son gülümsemesiydi, tebessümü yüzünde kaldı.





Bütün vazifeler bittikten sonra, Dede’nin oğulları ile mezarlıktan dönerken biri, Mısrî’ye:





—          O gün babam sana ne söyleyecekmiş? Söyleyebil­di mi? diye sordu.





—          Valla, dedi Mısrî, kendisini benim yıkamamı söyle­di, bir de..





—          Bir de?





—          Evlen, dedi ve müridin Hacı Mustafa’nın derken, gitti güzel dedem.





—          Haa, galiba biliyorum meseleyi, bir gün annemle babam konuşurken kulağıma çalınmıştı. Hacı Musta­fa’nın Gülsüm diye bir kızı varmış; pek hanım bir kız di­yordu annem, babam da yapalım şu işi, dedi, sonra be­nim odada olduğumu fark edip sustular.





—          İyi de, dedi Mısrî. Şimdi ben bunu Mustafa’ya nasıl anlatayım, yani... Şey... Mahcup olurum, beceremem söylemeyi.





—          Sen o işi bana bırak şeyhim, dedi adam, ben Mus­tafa’ya açarım, o da eve danışır, uygun bulurlarsa Musta­fa gelip sana söyler, olur biter bu iş de, lâkin şeyhim sen evlenmek ister miydin, senin için uygun mu, sen ne di­yorsun?





—          Peygamber’in sünneti, elbet evlenecektim de... Bilmiyorum vakti zamanı geldi mi?





—          Şeyhim, Allah, babama ölüm yatağında bunu söy­lettiğine göre vardır bir hikmeti derim.





—          Bilmem ki, vardır bir hikmeti de... Neyse sen bir ko­nuş Mustafa ile de. Ha babanın vasiyeti olduğunu söyle, unutma... Beni, kız peşinde koşar sanmasınlar!





***





Her şey su akar gibi çarçabuk oldu bitti, meğer Ali De­de fikrini, onlara daha önceden söylemiş, olurlarını al­mışmış. Mısrî’ye Şeker Hoca Mahallesi’nde; içinde mut­fağı ve akar suyu olan, iki odalı bir ev bulundu.





Mısrî, gerdek odasında, pek şaşkın ve elleri titreyerek Gülsüm un duvağını açtı, kumral güzeliydi kız... İlk anda hoşlandı ondan.





Ertesi sabah, namaz sonrası Mısrî dualarını okurken Gülsüm yatağı kaldırdı, onu yüklüğün içine koyup gün­düz oturacakları minderleri serdi yere. Dışarı çıktı. Yarım saat sonra, elinde pırıl pırıl bir bakır tepsiyle geldi, büyük­çe bir kâse mercimek çorbası yapmıştı; ekmeği katık edip yerlerken, Mısrî, “Allah’ım güzel Allah’ım galiba ev­lenmek o kadar kötü değilmiş!” diye düşünüyordu... Derken Gülsüm konuştu:





—          Şeyhim, dedi kocasına, müsaaden varsa sana bir şeyler söyleyip rızanı almak istiyorum.





—          Buyur, dedi Mısrî.





—          Bilmem Mustafa ağabeyim sana söyledi mi, ben çalışırım, yani gergef işleri yapıp kadınlar pazarına sat­maya götürürüm, biz kadınlardan orada vergi de almaz­lar, kazandığımız kendimize kalır... Bu işe devam etmek isterim, çünkü eve bir katkım olsun isterim.





Mısrî bir hayli düşündü. Gülsüm un böyle açık açık, rahat konuşması hoşuna gitmişti; lâkin karısının kadınlar pazarında bir şeyler satması mutlak vaiz karılarının göz­lerinden kaçmayacak, olmadık dedikodular çıkaracaklar­dı. Kendisine her bir şeyi diyebilir, yüzüne de tükürebilirlerdi, ama doğrusu bu; karısının da dedikodulara karış­masını istemezdi. Bir yandan da Gülsüm’ün gönlünü kır­mak istemiyordu... Nihayet içini çekip karısına açık açık söyledi endişesini.





—          Yaa, bak ben düşünememiştim bunu, dedi Gül­süm, pekâlâ ben gitmem, eğer müsaaden olursa işlerimi ağabeyime veririm, o, bir arkadaşım var ki Ayşe’dir ismi, senden onunla arkadaşlığımı devam ettirmek izni de al­mak istiyordum, işte ağabeyim onun kocasına verir, be­nim yerime Ayşe satar pazarda, parasını bana getirir eğer sen görüşmemizde bir mahzur görmüyorsan. Onun ko­cası Ali Efendi de senin müridin değil mi ama Mustafa ağabeyimle sık sık gelirlermiş tekkeye belki tanırsın.





Evet, Mısrî, Hacı Mustafa’nın arkadaşı Ali’yi tanıyordu.





—          O Ayşe Hatunla görüşebilirsin, dedi Mısrî, bence bir mahzuru yoktur. O sana gelir, sen de ona gidebilirsin, yal­nız bu gidiş gelişlerden benim haberim olsun. Öteki işe gelince, çok istiyorsan, dediğin gibi yaptırabilirsin, fakat o buraya gelecekse doğrudan ona vermek yerine niçin ağabeyini, Ali’yi işe karıştırıyorsun?





—          Hani Ayşe buradan çıkınca elinde bohça olmasın istedim de...





—          Canım elinde zembille gelir, elinde zembille çıkar. O böyle halledilir de, bir mesele var, ben senin paranla ge­çinmek istemem, kazandığın kendine olur, canın ne is­terse alırsın. Zaten İslamiyet de böyle emreder; evi ge­çindirmek kocanın görevidir; kadın malını isteği gibi kul­lanır. Hem sana söylemediler mi, ben mum yapar, sattı­rırım.





—          Kazancını fakirlere verirsin diye işitmiştim.





—          Bir kısmını kendi geçimime ayırırım. Şimdi evli barklı olunca daha çok mum yaparım zaten, merak et­me evi geçindirecek parayı ben bulurum.





—          Sen nasıl istersen şeyhim, dedi Gülsüm.





Mısrî karısını güzel olduğu kadar akıllı da bulmuş, Gül­süm de ondan memnun kalmıştı. Çünkü “Ya çalışmama rıza göstermezse!” diye günlerden beri içi içini yiyordu. Bir şey üretmek, kendi kazancını sağlamak ona güven veriyor, boş geçen günlerini dolduruyordu.





***





Mısrî Ulu Cami’deki kısa vaazlarına devam ediyordu. Bir gün içine, o günkü vaazına Kadızadeli zihniyetindekilerin de gelip olay çıkartacakları doğmuştu. Diğer bazı vaazlarında padişah fermanını kınadığı hâlde o gün bun­dan vazgeçti. Kimsenin bir laf edemeyeceği bir konuşma düşündü.





O gün minberde önce Fatiha suresinin kısa bir tefsiri­ni yaptıktan sonra, o kalın etkili sesiyle şöyle nasihat etti:





—          O Yüceler Yücesi Allah, doğrudur. Onun doğru yo­lu vardır. Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamberimiz Efendi’miz de doğrudur, çünkü o, Allah’ın doğru yolunu izler. Sizler de Müslümanlar olarak her ikisini takip edin: doğru bilen, doğru gören, doğru giden, doğru yapan olu­nuz. Adınız sanınız “doğru olsun”, tıpkı, Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamberimiz Efendi’mize takılan “emin” lakabı gibi.





Bakara suresi 10. ayette şöyle der: “Ve onlar için ya­lancılık etmiş olmaları yüzünden acıklı bir azap vardır.” Sizler yalan söyleyen olmayın, sizler bu yüzden azap çe­ken olmayın! Eğer hayrı istiyorsanız, önceden, inanıp teslim olmasını öğreniniz. İnanmanın gerçek yolu; akıl­dan ve gönülden geçer; bazen biri, bazen diğeri önden gelir. Fakat önce inanıp sonra teslim olunuz. Şöyle bir dört yanınıza bakınız, hayrınıza olandan gayrı ne göre­ceksiniz, ki, sizin şer bildiğinizde bile... Şöyle bir dört ya­nınıza bakınız, doğru olandan gayrı ne var, ki sizin yanlış gördüklerinizin içinde de. Bırakın kendinizi Yaradan’ımıza, teslim olun, sizi güzel huylarınızla bilsinler. Yüceler Yücesi Mevla, sizin kalbinizi en iyi görendir. Bil ki ey kar­deşim; güzellik, kalıbında değil, kalbinde olandır. Siz o güzelliği gösterip nurunu dağıtın. Birbirinize el uzatın, birbirinizin derdini, sıkıntısını bilip bu sıkıntılara, bu dert­lere çareler bulun. Ve her zaman Müslüman kardeşlerini­ze yardıma hazır olun.





Sizler için lazım olan, nefislerinizi tam arıtmak, onun bütün kötü huylarından kurtulmaktır. Bu kötü huyları çok konuştuk sizinle, bir daha hatırlatmama gerek yok. Bunu başardığınız zaman gönlünüzün aksi, gözünüze vurur, her şeyi sevgi ve iyilik bakışı ile görürsünüz ve dilinizin söylediği, gözünüzün anlattığı ile bir olur da, siz başkala­rı arasında hayırlı bilinirsiniz... (durdu, geniş bir nefes al­dı, devam etti) Vesvese veren şeytana uymayınız. O sade­ce aldatandır. O, doğru söz etmez... Cenabıhak, yalanı is­temez, başkasını aldattıklarını sananları sevmez. Aslında başkasını aldattığını sanan, sadece kendisini aldatmış olur, çünkü aldatmak, Güzel Allah’ı inkâr etmektir. Ey kardeş bil ki; doğru olmak, doğruyu söylemek O’nun emrini yerine getirmektir yalnız. Yalanda olmak, O’ndan ayrılıkta olmaktır ki sizin için en korkulacak, kaçınılacak şey, O’ndan ayrılıkta olmaktır. Hiç unutmayın ki Cenabıhak, sizi sizden iyi bilendir. O, sizi, O, kalplerinizi görür. Ve sizin için yalnız hayrı ister, O, hayrı ve şerri yaratandır.





Kıyametin ne zaman kopacağı bilinmez, hemen şimdi de kopabilir, bir sene sonra, yahut &in sene sonra da ko­pabilir. İşte siz o vakte kadar O’nun doğru yolunu seçmiş, doğruyu bulmuş, teslim olmuşsanız, işte o günde ger­çekten hayırla örtülü olursunuz. Yasin suresi, elli beş ve elli altıda, şöyle söyler Yaradan: “O gün cennet halkı bir ) uğraş içinde eğlenip ferahlamaktadır. Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde koltuklar üzerinde yaslanmışlardır.” Şimdi sizler, “o gün”e ve o günü Yaradan’a şükredip teslim olu­nuz. Her an Yüce Mevla ile olunuz, çünkü o, her an sizinledir.





Cümlenizi Yüceler Yücesi Allah’ı Teâla’ya emanet ederim.





Birtakım adamların niyet; Mısrî’nin vaazı sırasında, söylediği bir şeyden, bir kelimeden olay çıkarıp onu tar­taklamak ve Ulu Cami’den ayağını kesmekti... Fakat hiç­biri, onun ağzından çıkan bir kelime için bile “yanlış” di­yemedi, olay çıkaramadı, hatta birbirlerine söylemeseler bile kalplerinde Mısrî’nin güzel konuştuğunu tasdik etti­ler. Birkaçı, önceki niyetinden utandı.





***





Bir akşam vakti, yatsıdan sonra Mısrîlerin kapısı çalındı. Gelen Kâsım’dı ve onun kahkahaları arasında, birbir­lerine sarıldılar.





—          Kaç zamandır bekliyordum seni, dedi Mısrî, hoş geldin sefalar getirdin adamım.





—          Ağam benim, çok özledim seni...





Mısrî, onu kolundan tutup içeri soktu; kapının ağzında “destur” diye bağırdı karısına, Gülsüm’e biraz vakit ver­dikten sonra, yürüyüp odaya girdiler. Gülsüm yoktu.





—          Dur, dedi Mısrî, Gülsüm içeri geçmiş demek ki, ge­lip sana bir hoş geldin desin de sonra oturup konuşalım.





Gülsüm geldi; ayakta Kâsım’a, hoş geldin dedikten ve karısının, çocuklarının, annesinin, kız kardeşinin hatırla­rını sorduktan, hepsine, “İyi, selamlan var” cevabını al­dıktan sonra, iki arkadaşı baş başa bırakıp mutfağa Kâsım’a çorba yapmaya gitti.





İki köşe minderine, karşılıklı oturdular:





—          Ee adamım, ne var ne yok? diye sordu Mısrî.





—          Önce senden özür dilemeye geldim, aslında kaba­hatli değilim, padişah emrini yerine getirdim o kadar, fa­kat sana anlatmaya mecburum.





—          Hayırdır inşallah?





—          Senin açından baktığımızda pek hayır değildir ağam, çünkü padişah, yasak fermanını bana yazdırdı. Ben aslında biliyorsun gerilerde bir kâtiptim, göze çarp­mak istemedim hem de hat çalışmalarımı engellemesin istedim. Mesele şu; kim, nasıl, ne şekilde bilmiyorum ama, Vanî’ye, seninle dost olduğumu bildirmiş. O da pe­şime adamlar takmış. Hiç farkında değildim ben, her neyse adamlar beni sorup soruşturmuşlar, takip etmişler ve tarikatlarla hiçbir ilişkimin olmadığını görüp anlatmış­lar Vanî’ye. O da beni sorguya çekti; hem senin arkada­şın olup, hem de nasıl Halveti olmadığımı sordu. Ben de arkadaşlığımızın ta Malatya’da sıbyan mektebinde başla­dığını falan anlattım. “Nasıl oluyor da onun tarikatına gir­medin?” diye sordu.





—          Bunu Mısrî de merak eder deseydin!..





—          İkimizin ayrı taraflara yöneldiğimizi, çocuk yaştan beri senin dine, benim hatta düşkünlüğümüzü, ama bu değişik yönelişlerin bizim samimi arkadaşlığımızı bozma­dığını anlattım. Bu sefer, bu kavgada hangi tarafı tuttu­ğumu sordu. Benim sadece basit bir mümin olduğumu, kavganın beni aştığını, kimseyi tutmadığımı söyledim. Bilmem padişaha ne anlattı, o da: “Buraya gelsin, ferma­nımı ona yazdıracağım.” demiş. Bu, Vanî’nin de pek ho­şuna gitmiş ki, benimle dertleşir gibi oldu, yahut seni gammazladı; bana senin bir risaleni gösterdi. Orada adama basbayağı küfür etmişsin; hani cahilsin, cahilin de cahilisin falan demişsin...





—          Bir adamın ne olduğunu söylemek ona küfür değil­dir, sadece bir tespittir!





Kâsım tekrar kahkahayı patlattı:





—          Tamam ağam öyledir! Velhasıl beni padişahın kar­şısına çıkardı, yakından bakınca pek yakışıklı bir adam.





—          Adamın kalıbına değil, yaptığı işlere bak!





—          Evet, işte bana yazdırdı o emri. Emin o!, canım çe­kiliyor sandım, fakat kaç yılın ustasıyım, ne elim titredi ne bir harfi çirkin yazdım. Sonra, alıp tetkik etti çünkü, ba­na da: “Yazın güzelmiş, kendi beğendiğin hatları da ge­tir, bir bakayım.” dedi.





—          Alsınlar yasaklarını başlarına çalsınlar! İşte Mev­la’mın izni ile Bursa’da ben, Eşrefzade Şeyh Şerafettin ve yine Halveti Şeyhi Muhyiddin Efendi bildiğimiz gibi zikir ve devrana devam ediyoruz. Ee, sen götürdün mü hatla­rını ona?





—          Hayır, çünkü maksadım yine kendimi unutturmak.





—          O Vanî köpeği oradayken sen zor unutturursun kendini!





—          Ha bak köpek dedin de, sana üzüntülü bir haberim daha var, Kiraz öldü, artık çok ihtiyarlamıştı.





—          Yaa, vah vah! Ama sizin evde iyi yaşadı şükür. Be­nimle kalsaydı bu kadar da yaşamazdı. Ne de güzel bir altın toptu ya...





—          Öyleydi... Şimdi ağam çok merak ettiğim bir şey var. Kuzum Allahını seversen, bu iki cemaat, yani tarikat­çılarla şeriatçılar neden birbirleri ile anlaşamazlar. Bu ta­rih boyu böyle gitmiş çünkü, ta Gazali’den bu yana.





—          Bak adamım, şeriat takımı; hakikat takımının ilmi­ni bilmediğinden, onlarınkini şeriata aykırı sayar ve haki­kat ehline karşı koyar. Tam kemale ermişler bir yana, ha­kikat takımı da şeriatı, hakikate aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmez. Fakat yükseklere çıkıp ku­lelerde oturan arifler, orta yol ehlidirler. Bu iki ilmin bir tek ilim olduğunu, iki tarafın da gözlerinde bulunan has­talık perdesinden ötürü, iki ilim gibi göründüğünü bilir­ler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler. İki tarafın ben­zerliklerini açıklayarak, anlaşmazlıklarını çözerek, iki ilim ehlinin arasını bulmaya çalışırlar.





—          Peki sen bu ara buluculardan olmaz mısın ağam?





—          Olmak imkânı bulduğum zaman elbet oluyorum. Bilir misin adamım, bu iş Allah’ın hikmeti ve kudreti icabı böyle olmuştur; iki tarafın arasında bir berzah vardır san­ki. Biri, öbür tarafa geçemez. Bu engel iki taraf ehilleri­nin vehmidir aslında. Bundan dolayı, biri diğerine karışa­rak onun özelliğini bozamaz. Bilir misin ayeti, Rahman suresi on dokuz, yirmide olmalı, şöyle der: “Salmıştır iki denizi; buluşup kucaklaşıyorlar, bir ayırıcı var aralarında, kendi sınırlarını aşmıyorlar.” Evet, böyle der; yani tatlı su­yu ve acı denizi salıverdi, bunlar karşılaşıyorlar, yaklaşı­yorlar, yüzeyleri birbirine temas ediyor, fakat aralarında birbirlerine geçmelerine mâni olacak bir görünmeyen engel var.





—          Acaba var mı böyle bir deniz dünyada?





—          Var olması lazımdır, şimdi biz bilmiyoruz ama, elbet bir gün onu da keşfederler. Her neyse işte bu iki ilim bir­biri ile karışacak, birleşecek gibi olur, fakat aralarındaki berzah ile ayrılırlar. Ve böylece hâlleri birbirine tecavüz et­mez. Ta ki birinin hükmü diğerini yenerek iki dünyanın dengesi bozulmaya, çünkü bu engel iki cihanın imarı için kurulmuştur, Allah’ın hikmeti icabı.





—          Açıklayamadığınız şeyleri, “Allah’ın hikmeti.” der, kapatırsınız.





—          Öyle, dedi Mısrî, ondan beklenmeyecek bir boyun eğişle. Ne demiş melekler O’na: “Bize bildirdiğin kadarı­nı bilebiliriz ancak.” Evet bizler de öyle, bize bildirdiği ka­darını bilebiliriz.





Kâsım içini çekti:





—          Öyle olmalı, dedi, yalnız siz mürşitlerin keşifleri fa­lan vardır diye bilirim.





—          İşte dedik ya, bize bildirdiği kadar. Herkese de her şeyi bildirir diye bir şey yok tabii. Neyse bırakalım bunları; hazır gelmişken benim bir vaazıma, bir de zikrimize katıl bari, ama yok, vaaza gel de, zikre katılma. Çook Vanî ca­susu vardır çevremde. İnanmazsın ama, zikre bile katılırlar, istemem senin müzevirlemelerini... Bari Bursa’nın çarşıla­rını gez gör, ben anlamam ya, çok güzeldir, derler. Mücev­her, inci falan da ucuza satılırmış, onu da bilmem, doku­maları, ipek, kadife falan hepsi pek güzelmiş, Gülsüm de öyle söyler... Şöyle bir gez, İstanbul’a hediye falan götü­rürsün.





—          Ha, dedi Kâsım, ayağa kalktı, hediye dedin de ak­lıma geldi. Bizimkiler, Gülsüm Hanıma hediye gönderdi­ler...





Kâsım sözünü bitirmeden oda kapısı tıkırdadı; Mısrî gitti açtı. Bir yufka açma tahtası ile, pırıl pırıl ovulmuş, üzerinde bir büyük, kalayı parlayan kâse, iki kaşık ve ev­de açılmış yufkalar olan bir tepsi ile döndü. Küçük ayak­lı tahtayı yere koydu, üzerine örtüsünü örttü ve tepsiyi yerleştirdi.





Kâsım:





—          Bu ne zahmet yenge, karnım toktu, ama yine de sağ olasın, dedi kapıya doğru, ama demin görünen Gül­süm un şimdi niye kaçtığını anlamamıştı. Fakat belli ki sadece selamlaşmaya izin vardı!





—          Estağfurullah, afiyet olsun, diye Gülsüm’ün sesi duyuldu.





Kâsım, zembilinden çıkardığı bir kutuyu Mısrî’ye verdi:





—          Efendim, şöyle söylediler; birtakım evlenme hedi­yesiymiş, öbürü de bebek! Rüya gördüm, oğlan olacak diyor Melekşan.





—          Oğlan olacak, diye tasdik etti Mısrî, lâkin bu hedi­ye faslı hoşuma gitmedi. Yahu aramızda böyle şeyler olur mu, evlendin, çocuğun olacak diye hediye mediye... Aramızda bırak bunları adamım, bırak, başkalarına yap sen onları.





—          Bak vallahi ben akıl etmedim, ben de anlamam bu işlerden, fakat dedim ya, kadın kısmı, onlar yolladılar. Ha bu da sana Melekşan’ın mektubu. Galiba rüyalarını yaz­mış yine.





—          Çook ilgi çekici rüyaları var, gönlü çok açık, temiz ve saf maşallah, dedi Mısrî, bilir misin, diye ilave etti, İbn Arabî: “Erkeklerin ulaştığı bütün manevi derecelere ka­dınlar da ulaşabilir, kutbun derecesi buna dahildir.” der.





—          Haydi hayırlısı, dedi Kâsım, iyi ki kız kardeşin tari­katta mı diye sormadı Vanî!





Bir kahkaha daha attı Kâsım, Mısrî de gülümsedi:





—          Haydi otur artık, karnımızı doyuralım, dedi.





Kâsım birkaç kaşık çorba içtikten sonra, derin derin içini çekti, sesi çok üzüntülüydü:





—          Her şey sanki bir çöküşün başlangıcında ağam. Koskoca imparatorluk ağır ağır gidiyor; ekonomik ba­kımdan öyle, iç ve dış politika açısından öyle. Bu durum­da tabii ki din kendini kurtarıp aradan sıyrılamaz! Toplu­mun bütün kurumlan hep beraber çöker, birbirlerini etki­lerler çünkü, din de kendini kurtaramaz elbet... Fazıl Ah­met Paşa, hâlâ Girit’te, Kandiye önünde muhasara altı ay, yirmi bir gün devam etti. Bu süre içinde sekiz bin as­ker şehit oldu, çok da masraf yapıldı, düşüremediler ka­leyi!.. Eski günlerde olsa böyle mi olurdu? Kış geldi ye­tişti, paşa muhasarayı kaldırdı, fakat bu arada kendisin­den beklenir harika bir iş yaptı biliyor musun? Kandiye’nin karşısında yer altında bir şehir yaptırdı, bütün or­du böylece sığınakta geçirdi kışı. Görüyor musun, tarih­te ilk defa, bütün ordu yer altına sokularak kış geçiriliyor.





—          Çaresizlik insana neler yaptırıyor Allah’ın yardımıy­la! Sen bu adama çok güveniyordun, güvendiğin kadar varmış. Zor olacak ama Allah ona nasip edecek Girit’in alınmasını, tasalanma.





—          İnşallah! Biliyor musun Girit Seferi açılalı yirmi bir yıl oldu, adanın tamamı bir türlü alınamadı! Oysa bu Osmanlı, nereleri, nereleri çok daha kolay fethedip, gelip gelip Kandiye önünde durdu! Fazıl Ahmet Paşa’dan bek­lenen, o altı ay içinde kalenin düşürülmesiydi.





—          Bütün Avrupa Kandiye’ye yardım ediyor demiştin mektubunda.





—          Orası öyle, bütün Avrupa Kandiye için birleşti; tek yürek, tek yumruk oldu. Kandiye’ye para, asker, gıda yar­dımı yapılıyor.





—          Dediğin gibi, bir çöküş başlangıcı içinde bulunmasaydık, Avrupa’nın yardımları da bize vız gelirdi, alırdık kaleyi, neyse... Adamım, mesele nedir biliyor musun, Osmanlı’nın o güzel dünyasının varisçileri, kendilerine o güzel dünyayı hediye eden atalarına hiç mi hiç layık de­ğiller. Şimdi nerede o güzel dünya, nerede o güzel adam­lar? İşte diyorum ki, bütün bu gidişat halka anlatılmalı, bildirilmeli... Eğer halk bilinçli olarak kıpırdarsa, bu çö­küş önlenebilir...





—          Gözünü seveyim ağam, sen bunları sakın vaazların­da söyleme, yoksa devletin gözü sana çevrilir...





—          Çevrildiği kadar çevrildi be adamım, daha ne yapa­caklar?





—          Sen risalelerinde kâfi derecede yapıyorsun uyarma­larını, bir de vaaz kürsüsüne taşıma. Ne olursun, benim hatırım için!





Mısrî birden parladı:





—          Adamım! Adamım! Benim bir İlahî görevim de, ait olduğum memleketime, milletime yardım etmektir. Nasıl hatırını koyarsın önüme... (sesi düştü, kırıldı) Senin hatı­rın benim için çok değerlidir, böyle şeyler için harcama onu! Beni de düşünme, her şey olacağına varır, bunu unutma... Haydi haydi, soğuttun çorbanı, iç bakayım be­nim adamım.





* ***





İstanbul’dan gelen armağanlar; biri minik zümrütlerle süslü altın kolye ve bilezik, diğeri üç renk kızıl, yeşil, sarı ince altın zincirlerle örülmüş kolye ve bilezikti... Gülsüm onları o kadar sevdi ki; özenle işleyip de kullanmaya ve satmaya kıyamadığı üç ipek yatak takımını, yine pek za­rif işlenmiş bir ipek bohçaya sararak, Kâsım’ın evindeki üç hanıma yolladı.





Kâsım Bursa’da yalnız iki gün kalabilmiş, üçüncü gün İstanbul yoluna düşmüştü. İki eski arkadaşın ayrılıkları hüzünlü oldu. Mısrî, hayatına, çocukluğundan kalan taze bir bahar dalı gibi giriveren Kâsım’a: “Çok az kaldın.” di­ye sitemde bulunurken Kâsım, ağasının vaazlarında Osmanlı’ya çatmasından ötürü bir hayli tedirgin, âdeta ya­ralıydı: “Yine geleceğim ağam, elbet geleceğim ağam, fakat bana söz ver hiç olmazsa daha temkinli konuş, ne olursun.” diyordu.





İki olay üst üste geldi; Mısrî’nin Ali’si doğdu ve Mısrî, Uşak’taki pirdaşı, Şeyh Mehmet Efendi’nin vefat haberini aldı. O kadar üzüldü, hüzünlendi ki, oğlunun doğuşuna sevinemedi bile.





Şeyh Mehmet Efendi için güzel bir şiir yazıp tarih dü­şürdü. O hüzünle Ali’nin doğduğu günle ilgili bir tarih dü­şüremedi. Oysa Mısrî çok güzel tarih düşürürdü, eskiden beri meraklıydı rakamları harflerle ifade etmeye. Bir ina­nışa göre; her harfin bir sayı değeri vardı, ebcetle bir mü­him olayın şiirle tarihi düşürülebileceği gibi, cifır hesabı denilen bir usulle de yazılı eserlerde, harflerin rakam de­ğeri hesaplanarak ileriye ait birtakım keşiflerde bulunmak mümkündü. Mısrî hem ebcede hem de cifire meraklıydı. Bir şiirinde de, bunlara olan ilgisini şöyle belirtmişti:





“Esma-i İlahîyede bi-had hünerim var
Her dem de semâuat-ı hurûfa seferim var
Âlimlere ebcet hâcesi olmak olur ar
Alçak görünen ebcede âlî nazarım var”





Bu inanışı benimseyen Hurufilik Osmanlı’da hoş kar­şılanmamış, bazı Hurufı şeyhleri öldürülerek Hurufilik ya­saklanmıştı.





Mısrî, kendi cifır hesaplarına dayanarak bazı keşiflerde bulunuyordu ve vaazları sırasında vecd içinde bunları kürsüden herkese anlatıyordu. Bilhassa Osmanlı’nın ge­leceği hakkında çok karamsar hükümleri vardı... İdareci­ler tarafından gözden kaçmayan bu hâl, Mısrî’nin kara­lanmasına neden oluyordu. Bilhassa Osmanlı’nm aleyhi­ne konuşmaları, geleceği hakkında kötümser sözleri, ta saraya kadar ihbar ediliyordu. Evet, Mısrî her şeyin far­kındaydı, ama o da inatçıydı, hâli tavrını değiştirmeye, konuşmalarında dikkatli olmaya hiç niyeti yoktu, çünkü bunu, Kâsım’a da söylediği gibi, bir İlahî görev kabul et­mişti. Aslında yine İlahî olan uzun, çok uzun bir sarhoş­luğun içinde yaşıyordu epey zamandan beri.





Dervişleriyle özel sohbetlerinde, ne politikadan ne de Osmanlı’nın çöküş ihtimalinden bahsederdi. Bu sohbetler sonrası, eğer halktan kimseler de dinlemeye gelmişlerse onlara hitaben ağzından politik sözler kaçırdığı olurdu...





O gün sohbeti bir hatırası ile açtı:





—          Epey zaman önce, bir akşamüstü, kıbleye karşı oturmuş; “Fakirlik tamamlandığı zaman, o Allah’tır.” sö­zünü içimden tartışıyordum. O an Allah’tan bir ilham gel­di ve mânâ apaçık belirdi. O, bana gösterdi ki; O’ndan başka hiç kimse ve hiçbir şeyin ne açıkta, ne gizlide içte bir varlığı vardır. Sadece “var” zannedilir. Bir arif için vü­cutta yoksulluk tamam olmayınca yani vücudu atmadık­ça perdesiz, doğrudan Hakk’ın yüzüne bakması, O’nu görmesi imkânsızdır. Kuranda Kıyamet suresi, yirmi ikiyirmi üçte, şöyle buyrulur: “Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabb’ine doğru bakan.” İşte onlar, Cenabıhakk’ın yüzü­nü seyredenlerdir.





İnsan varlığını yok bilip, “vardır” zannından kurtulmaz­sa Allah’ın göklere ve yerlere teklif ettiği, onların kabul et­mediği, fakat âdemoğlunun kabul ettiği vücut emanetini ödeyemez.





Kimin ki, gözlerinin önündeki perde kalındır, bu yüz­den Hakk’ın olan vücudu kendine mal eder. Çünkü fakr yani yoksulluk; Allah’tan başka her kimseden ve her şey­den varlığı alıp yok etmektir. Vücut kalkınca Hak görü­nür. Sorarsan: “Vücut görünüşte ve gerçekte Allah’ınsa, o hâlde ârif kim? O’na bakan kim, O’nu gören kim? De­rim ki: Vücut birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebe­de seven, bir mertebede sevilendir. Bir mertebede gül olur, bir mertebede bülbül... Sonra bir şiirinden bir beyit okudu:





Âlemlerin nakşını hep hayal gördüm/ Ol hayal içre bir Cemal gördüm.





Dervişler, derin düşüncelere dalarken, tekkeden içeri halktan birkaç kişi, onların ardından birkaç kişi daha gel­di, bağır basıp selam verdikten sonra, herkes bir yerlere ilişti:





—          Hoş geldiniz, dedi Mısrî, hayır ola?





—          Şeyhim, dedi biri, deminden beri aramızda tartışıp duruyoruz anlaşamadık. Sen geçenlerde yüzün kara ol­ması hakkında bizlere bir şeyler anlatmıştın, demek ki anlamamışız, bir zahmet bir daha anlatır mısın?





Mısrî düşündü; “Allah Allah, bu, dervişlerime açtığım konu ile ilgili. Adamlar tam zamanında geldiler, fakat ara­larında Vanî’nin casusları var, tanımıyorum, lâkin hissedi­yorum. Evet hissediyorum... Ne olurlarsa olsunlar korka­cak değilim ya! Ben doğru bildiğimi söylerim, söyleyece­ğim de...” Adamlara bakıp hafifçe gülümsedi:





—          Bizler de şimdi bununla ilgili şeyler konuşuyorduk. Eveet, yüzün siyah olması, fakr yani yoksulluk demektir, aynı zamanda yokluğu da siyah denir. Yani dünya ve ahiret yoktur, siyahtır. Bunların varlığı yoktur. Çünkü varlık, vücut tektir, o da Allah’tır. Yaratılmışlara varlık hükmet­mek mecazidir.





—          Ama, dedi adamın biri, hadis diyor ki: “Nefsini bi­len Rabb’ini bilir.”





Mısrî, kızmakla kızmamak arasında tereddüt etti fakat sesini iyice yumuşattı, tane tane konuştu:





—          Çok iyi söyledin, bu söz gerçi Hazreti Ali’nin sözü­dür diyen de vardır, her neyse... İşte bu söz de tastamam aynı anlama geliyor. Çünkü insan nefsinin vücudu olma­dığını bilirse; kendisinde bulunan vücudun, varlığın Al­lah’a ait olduğunu anlar. Yani efendim; kendisinin aslı iti­barıyla Rab, görünüş itibarıyla nefis olduğunu bilir, anla­şıldı mı?





Adam, ne kadar, “anlaşıldı” diye başını salladıysa da, Mısrî, onun dışarı çıkar çıkmaz; önüne gelene, “Mısrî Rab’lığını ilan ediyor! A Müslümanlar, şuna bir, dur diyen çıkmayacak mı? Sesini kesen olmayacak mı?” diye ko­nuşacağını biliyordu. Kâsım’ın hayali görünür gibi oldu: “Ağam çeneni kapa, yahut adamların istediği gibi konuş, azıcık siyaset yap be şeyhim!” dedi. Mısrî’nin iç sesi Kâsım’a karşı yumuşadı: “ Adamım,” dedi, “adamım bil­mez misin ben siyaset yapan din adamı değilim? Yapma­yı da çok ayıp kabul ederim. Bir başka kişi olmak da hiç elimden gelmez. Varsın bu veled-i şeytan, istediği gibi konuşsun.” Kâsım güldü, Mısrî içini çekti: “Yunusum,” dedi, “Yunusum senin, elinden dert çektiğin bir molla Kâsım mıydı?”





Tekrar soruyu sorana baktı:





—          Fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı atmaktır. İşte bu, yüzün kara olmasıdır. Vücut kalkınca Hak görünür ve hiç kaybolmaz, dedi.





Artık Mısrî’nin arkasına yalnız çocuklar değil, delikanlı­lar ve koca koca adamlar da takılıyorlardı. Alçak sesle fa­kat Mısrî’nin duyacağı gibi ağır küfürler savuruyorlardı; çocuklar hâlâ taş atıyorlardı ardınca...





Bunun karşısında sevenleri çoğalıyor, müritler artık tekkeye sığmaz oluyordu. Çoktan beri yeni bir tekke yap­mak için ısrar eden, Nilüfer Çayı üzerine de bir köprü yaptırmış olan hayırsever tüccar Abdal Çelebiye izin ver­di Mısrî. Ancak devlet adamları dahil birçok kişinin para verme teklifini kabul etmedi. Ancak Fazıl Ahmet Paşanın Kardeşinin teklifini geri çevirmedi. Onu da, yeni yapılan tekkenin yanında küçük bir medrese inşaatına başlattı. Yeni tekke inşaatı devam ediyordu. Artık bu kadar haka­ret gördüğü mahallede oturması da gereksizdi. Yeni tek­kenin yakınında bir ev bulundu, Mısrîler oraya taşındılar. Kâsım’a ve Şeyh Ağasına yazdığı mektuplarda: “Bu ma­hallede fitnelere gömüldüm, yeni tekkenin inşaatına ya­kın bir ev bulduk, oraya taşınıyoruz.” diye yazmış ve yeni adresi vermişti.





***





Tarih; 1670’ti, Mısrî elli iki yaşındaydı. Yeni tekke ta­mamlandı ve Mısrî’nin kızı Fatma doğdu. O yıl, Osmanlı büyük bayram yaşadı; çünkü Fazıl Ahmet Paşa komuta­sındaki ordu, bir yıl daha kışı yer altı şehrinde geçirdik­ten sonra Girit’in Kandiye’sini düşürmeyi başarmıştı. Gi­rit artık bir iki önemsiz kale hariç Osmanlıya aitti.





***





Gülsüm bir kız doğurmaktan memnundu. Fatma’nın kendisine Ali’den daha çok yâr olmasını bekliyordu. Ona bildiği her şeyi öğretecekti. Ali üç yaşında, uslu bir ço­cuktu. Babasının yüzünü az görmesine rağmen, ona çok bağlıydı... Fakat Mısrî’nin çocuklarla meşgul olacak hiç vakti yoktu. O İlahî sarhoşluğunu yaşarken, kendini dervişlerine, şiirlerine ve yazdığı risalelerine adamış gö­rünüyordu. Yine de karısının isteği üzerine kızının doğu­muna tarih düşürdü. Fakat o günlerde Mısrî kendisini, belki daha doğrusu, bir insanın macerasını anlatan şiiri­ni yazmıştı:





Ezelden nârına aşkın yana geldim, cihân içre
Akıttım nice dem yaşlar gözümden, dolu kan içre





Hakk’ıla bî-nişân iken kamu canlara can iken
Düşürdü bl-mekân iken beni kevn ü mekân içre





Nice geldim nice gittim nice doğdum nice öldüm
Nice’çıldım nice soldum şu gül gibi cihân içre





Bulut olup göğe ağdım matar olup yeri yağdım
Güneş olup gehî doğdum zemin ü âsumân içre





Nebât olup nice devrân, nice demde olup hayvân
Geyürdi suret-i insân bana devr-i zamân içre





Çü inşân suretin buldum, Hakk’a hamd u senâ kıldım
Fenâ ender fenâ oldum bekâ-yı câvidân içre





Erişti marifet nûru gönül oldu Hakk’un turu
Niyâzî duydu çün sırrı gümân gitdi ayân içre





Mısrî’nin pek çok şiiri bestelenmişti. On yedinci asrın büyük bestecileri Itri, Dede Efendi, Hafız Post tarafından bestelendiği gibi, kendi müritleri Bursa Ulu Camii ve Mısrî Tekkesi Zakirbaşısı Karaoğlan Mustafa, İstanbullu Ali Efendi, ayrıca yine Ulu Camii Başmüezzini Ak Hâşiye Mustafa gibi şahıslar tarafından ve birçok amatör besteci tarafından da besteleniyordu. Velhasıl yeni bir şiirin yazıl­masını özlemle bekleyen besteciler vardı. Bu şiirler âde­ta yazılırken besteleniyordu.





Fakat son zamanlarda Mısrî’nin gönülden arzusu; İmam Buseyri’nin üçüncü asırda Hazreti Peygambere yazdığı övgü, İslam âleminde ünlenmiş Kaside-i Bür’e’sinin beyitlerine beşer mısra ekleyerek tesbî etmek ve her beyitin başında onun ismini geçirmekti. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın bu işi beceremiyordu. Bir gün bir dervi­şi ile konuşurken, bu derdinden bahsetti. Son derece bil­gili ve saf bir kalbi olan derviş:





—          Şeyhim, dedi, sahibinden, Allah’ın elçisinden izin aldın mı?





Hayır, bunu akıl edememişti Mısrî. O gece, dualar edip istihareye yattı. Rüyasında, kırlık bir yerdeydi. Yürümeye başladı ve yeşillikler arasında bir çeşme gördü. Hazreti Peygamber orada abdest alıyordu. Mısrî yaklaştı, durup bekledi. Peygamber işini bitirince ona doğru hamle yapıp önce elini, sonra gülümseyen yüzünü öptü. Peygamber, onun da kendisinin abdest aldığı çeşmeden abdest al­fasını istedi ve sonra sırtını okşayıp ona başarılar diledi.





Mısrî içinde bir sevinçle uyandı. O gece sabaha kadar otuz yedi beyti tesbî etti, ertesi gün kırk ve on gün içinde bütün kasideyi tesbî etmiş bulunuyordu.





O günlerde Mısrî’yi şaşırtan bir şey oldu. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa onu Edirne’ye davet etmişti... Mısrî şa­şırdı ama memnun da oldu. İlk defa yüksek bir devlet adamı ile temasa geçecek; bazı şikâyetlerini, bilhassa zi­kir ve devran yasağı ile ilgili olanları zamanın büyüklerine anlatabilecekti. Tabii karşı ihtimal de vardı; Mısrî’nin pa­dişah emrini dinlemeyip zikre ve devrana devam etmesi, Bursa’daki vaazlarında Osmanlı aleyhine konuşmaları sadrazamın kulağına mutlaka gitmişti, sadrazamın onu uyarmak ve azarlamak için bu daveti yaptığı da düşünü­lebilirdi. Nitekim düşündü de Mısrî, fakat gönlünde hiç­bir kara haber veya ürkme belirtisi yoktu. Mısrî, yanında tekkenin zakirbaşısı Karaoğlan Mustafa ve birkaç önemli dervişi ile birlikte Edirne’ye gitti.





Edime; I. Ahmet ve IV. Mehmet başta olmak üzere, ba­zı padişahların orada oturmayı tercih ettikleri ve bundan dolayı ikinci bir başkentmiş gibi gelişmiş, güzelleşmiş, zenginleşmiş, tabiat bakımından çok zengin bir şehirdi. II. Osman ve IV. Mehmet’in tercih sebepleri, Balkanlar’da tertip ettikleri av eğlenceleri idi. Özellikle IV. Mehmet, ava aşın derecede tutkundu ve Edirne’yi tam anlamıyla dev­let merkezi hâline getirmiş, Venedik ve Leh seferleri ba­hanesiyle burada kaldığı gibi, birçok elçiyi de burada ka­bul etmişti. Ayrıca oğullarının sünneti ve kızının on sekiz gün süren düğünü de burada yapılmıştı. Edirne’de bir­kaç saray vardı. IV. Mehmet, Tunca, Hünkâr ve Edirne Sarayı gibi isimlerle anılan Saray-ı Cedid’de oturmayı ter­cih ediyordu. Bu saray şehrin dışında, Tunca Nehri’nin batısındaki geniş düzlüklere kurulmuştu. IV. Mehmet bu sarayda yenilikler yaptırmış; bahçeleri daha bir güzelleş­tirmiş, bu bahçeleri kasırlarla süslemişti. Şehirde ayrıca Mimar Sinan’ın en güzel eserleri bulunuyordu. Başta Se­limiye Camii olmak üzere, Taşlık, Defterdar, Şeyhi Çelebi Camileri birer sanat abidesiydi.





Edirne aynı zamanda bir medreseler, hanlar, hamam­lar, çarşılar, bedestenler şehriydi. Birçok vezir ve paşa ko­nağı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nınki bir saray­dı âdeta. Fazıl Ahmet Paşa; Mısrî ve beraberindekileri bu­rada kabul etti.





Fazıl Ahmet Paşa, mavi gözlü, kumral, uzun boylu, za­yıf ve pek sevimli bir adamdı; kısa bir sakalı vardı. Mısrî onu, zayıflığı hariç, Kâsım’a benzetti.





İlk gün karşılıklı iltifatlar, Mısrî’nin kendi şiirlerini oku­ması ve saray sazlarının Mısrî’nin bestelerini çalmasıyla geçti... Ertesi gün Fazıl Ahmet Paşa, küçük misafir gru­buna rehber tayin ederek, onların birkaç gün şehri gez­melerini; önemli cami, medrese ve tekkeleri ziyaret et­melerini temin etti... Bir on gün böyle geçtikten sonra, sıra çarşı pazara geldi. Mısrî bu noktada gruptan ayrıla­rak, buradaki Beylerbeyi Camiine komşu; Şeyh Mestçizade İbrahim Efendinin Halveti tekkesine geri döndü.





Niyeti İbrahim Efendi ile dertleşmek ve kaç gündür pek özlediği zikir ve devrana katılmaktı; fakat o:





—          Biz, zikir ve devran padişah emri ile yasaklanınca, o işe son verdik şeyhim, dedi, gerçi pek göz önünde bulun­mayan bir Kadiri tekkesi sesli zikre devam ediyor, ama biz çok göz önündeyiz. Padişah Hazretleri yanı başımızda, bu işi yapamazdık, diye âdeta özür diledi Mısrî’den.





Bu beklemediği durum Mısrî’nin canını sıkmış, onu bi­raz da öfkelendirmişti. Böylece dertleşemedi İbrahim Efendi ile. O zikir yapılan Kadiri tekkesinin adresini aldı ve oraya gitti...





Şehrin varoşlarında bulunan basit, sade, mütevazı bir tekke idi. Şeyhî Mehmet Efendi, Mısrî’yi büyük bir saygı ve sevgi ile karşıladı. Onun eserlerinin tekkede sık sık ça­lındığını söyledi ve Mısrî’nin tacındaki iç içe geçmiş üç halka ile sembolize edilen Kadiri Gülünün hikâyesini sor­du. Böylece laf lafı açtı, ta Mısırlara gitti. Mısrî, Şeyhuniye Medresesini, İkinci Şeyhi Mehmet Efendi’yi bu Meh­met Efendiye anlattı. Bazen o kadar detaylara girdi ki, Kiraz’ın bile adı geçti... Böyle güzel bir sohbetten sonra, zikir meclisi yapıldı. Mısrî doya doya zikretti, Bir’le bir oldu. Vecd içinde ayrıldı oradan.





Böylece Mısrî, Edirne’de serbest kaldıkları zamanlar, yanına dervişlerini de alıp hep bu tekkeyi ziyaret etmeye koştu...





Bir cuma günü de Pehlivanlar Tekkesine gitti; bol bol güreş seyredip daha eski günlere döndü. Gözleri yaşara­rak o zamanın Derviş Ağa’sını düşündü ve o gece Şeyh Ağa’sına uzun bir mektup yazıp; Pehlivanlar Tekkesini ve bol; “abe”li “te be”li konuşmalar işitip kendisini nasıl an­dığını anlattı. Ah bir daha görüşmeleri keşke mümkün olsaydı!.. Fakat ikisinin de işleri, o kadar kendi özel arzu­larını aşmıştı ki... “Hani bir gün İstanbul’da, Kâsım’ın evinde buluşuversek.” diye yazdı içi yana yana. Bu mek­tupta ne bir politik havadis, ne yasaklananların şikâyeti vardı. Sadece koyu koyu özlemdi her bir cümlesi.





Bu arada Edirne Sarayı’nda Polonya Seferinin hazır­lıkları vardı. Daha halka ismi belli edilmese de, bir yere sefer olacağı halk tarafından da biliniyordu. Sultan IV. Mehmet hâlâ İstanbul’daydı... Seferin başında o da bulu­nacaktı.





Nihayet Mısrî, bir akşam Fazıl Ahmet Paşa ile baş ba­şa kaldı. Ona bütün içtenliği ile; yasaktan ne kadar rahat­sız olduklarını, oysa tekkelerin insanların eğitim ve öğre­timinde nasıl faydalı olduğunu, ayrıca tasavvufun, İslam dininin huzurlu, güler yüzü olduğunu, bu yasakları baha­ne eden bir kısım halkın nasıl kendisini hedef hâline ge­tirdiğini anlattı.





Fazıl Ahmet Paşa, başını sallayarak onu dinliyordu. Mısrî devamla, Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana, ta­savvuf erbabının daima devletin yanında olduğunu mi­saller vererek anlattı. Vanî’nin sultan üzerindeki tek taraf­lı ağır etkisinden şikâyetçi olduğunu söyledi.





Fazıl Ahmet Paşa bir süre sustu. Sonra:





—          Biliyor musunuz şeyhim, dedi, bu sizin anlattıkları­nızı ben de biliyorum, fakat sadarete geldiğimden beri devletin bu tarafı ile hiç uğraşmadım. Biliyorsunuz dış si­yaset ve savaş benim ilgilendiğim birinci hususlar. Dev­letin iç siyasetini daha ziyade Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya bıraktım. Fakat bu konularda onunla da hiç ko­nuşmadık. Mesele sadece sultanımızın tasarruflarında. Şöyle bir şey geliyor aklıma, buradan İstanbul’a gidin, orada Ayasofya’da bir vaaz verin şeyhim, bana anlattıkla­rınızı orada bir bir anlatın, ben sultanımızın gelip sizi din­lemesini temin edeyim. Ancak bunu yapabilirim. Artık ondan sonrası size kalmış.





Mısrî, Fazıl Ahmet Paşa’nın da en az kendisi kadar açık ve samimi konuştuğunu gördü, içi rahat etti. Evet artık bundan sonrası ona kalıyordu. Mısrî, Allah’a sığındı.





Mısrî ve beraberindekiler Edirne’de kırk gün kaldılar ve kırkıncı gün Fazıl Ahmet Paşa’dan İstanbul’a gitmek üze­re izin istediler. Paşa, onları karşıladığı gibi, sevimli yü­zünde gülümsemelerle, saygılı ve sevgi dolu yolcu etti.





***





Mısrî Ayasofya’daki vaazı için önce öfkeli bir konuşma yapmayı düşünmüştü, ancak son anda bundan vazgeç­ti, gönlü razı olmamıştı. Kendini Allah’ına bıraktı. Minbe­rin üstünde Mısrî, ortasındaki Kadiri Gülüyle siyah tacı ve siyah hırkası ile yakışıklı ve heybetli görünüyordu. Tam önündeki safta sultan, yanında Vanî Efendi, etrafında sa­ray mensupları, bu saraylılar arasında da Kâsım oturu­yordu. Geriye kalan kısmı halk baştan başa doldurmuş­tu. Herkes sessiz bir saygı içinde bekliyordu.





Mısrî, bir Bismillah çekip başladı. Edirne’de Fazıl Ah­met Paşaya anlattıklarını daha tesirli bir şekilde kısaca özetledi, sonra yapılan dedikodular, atılan iftiralarla, bu­gün tekkelerin nasıl boynu bükük hâle geldiğinden yine kısaca bahsetti ve o an gönlünden doğan şiiri, o tesirli, o ahenkli sesiyle okudu:





Gir sema’a zikir ile gel yana yana hû deyu
İr safa-yı aşk-ı Hakka yana yana hû deyu





Hep erenler hû ile kaldırdılar can perdesin
Açtılar gözlerin andan yana yana hû deyu





Gördüler hû kaplamış hep on sekiz bin âlemi
Feyz alırlar cümle hû’dan yana yana hû deyu





Zât-ı Hakk’ı buldular buluştular bu hû ile
Dost göründü her taraftan yana yana hû deyu





Ey Niyâzî gönlüne âşıklar hikmeti dolar
“Küntü kenz”in haznesinden yana yana hû deyu





Mısrî konuşmasına Hucurat suresinin on ikinci ayeti ile başladı:





“Ey iman edenler! ‘Zan’dan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casus gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz, ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan korkun. Hiç kuşkusuz Allah tövbele­ri çok kabul eden, rahmeti sonsuz olandır.”





Ayeti yüksek, en gür sesiyle okuyan Mısrî, bir durdu, karşısındakileri gözden geçirdi, sultanın yüzünde çok ha­fif bir huzursuzluk hissetti. Vanî ise öfkeyle bakıyordu. Sa­ray mensuplarının hemen hepsinin yüzünde padişahta sezdiği tedirginlik derece derece vardı. Mısrî daha alçak sesle konuşmasına devam etti:





— Ey iman edenler, bilin ki güneş nereye baksa, kar­şısında aydınlık görür. Şüphesiz güneşin gördüğü aydın­lık, karşısına düşeni nura gark eden yalnız ve dahi yalnız kendi nurudur. Lâkin karanlığın karşısında aydınlık ol­maz. Karanlık; karşısında bulunan herkesi ve her şeyi ka­ranlık görür. Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan da yalnız ve yalnız kendi karanlığıdır şüphesiz.





Güneş, kendine kıyasen bütün âlemin nurdan ibaret olduğunu sanır. Karanlık ise yine kendisine kıyasen önü­ne çıkan her kimsenin ve her şeyin kara olduğunu zan­neder.





Şimdi güneş gerçekten arif olan, Allah’ın birliğine ina­nan mümin misalidir. Bu kişi zaten tevhidinin, imanının: “Hiçbir şey yoktur ki O’nu överek tespih etmesin; fakat siz onların tespihlerini farkedemezsiniz.” İsra suresinin kırk dördüncü ayetinin de söylediği gibi; yalnız ve yalnız kendi tevhidinin, imanının aksini, nurunu görür. Oysa as­lında insanın ve eşyanın bir kısmında cehalet, küfür ve is­yan zulmeti vardır. Lâkin o inanmış kişinin bakışının ışığı, herkesi ve her şeyi sarar da, o hepsinde sadece ışık gö­rür. Cümleye iyi zan besler. Bu sıfat ancak insanı kema­le, olgunluğa eriştiren, bir kâmil yol göstericinin, bir mürşidin terbiyesi altında, nefis tasfiyesi, gönül arındır­ması ile mümkün olur.





Karanlık ise cehalet ile kalbi kararmış cahille beraber olur. Bu adam her insanda ve eşyada bir eksiklik görür; herkeste bir ayıp arar. Cahil nereye baksa cehaletinin ve ayıbının karanlığı, gördüğü şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak noksan ve ayıp görür. Za­vallı bilmez ki o kendi ayıp ve noksanıdır; oradan kendi kendine aksetmiştir.





O hâlde ey Allah yoluna sülük eden talip! Sana bahşe­dilen bu yolda iç mücadeleni sürdür ki, ruhunun güneşi battığı yerden doğsun; tutulduğu yerden açılıp parlasın; gönlünün âlemleri nurlansın. Gül yüzün aydınlansın ve ışık senin yüzünden, karşında bulunanlara aksetsin, tü­münü parlatsın. Karşında bulunanlar senin ilim ve irfanı­nın ışığından faydalansın, senin cisminin gölgesinde hu­zur bulsun.





Ey kendi ruhlarının karanlığında çırpınanlar! Siz Mev­la’nın nuru ile aydınlanmış bu kişiye ne yapabilirsiniz? Siz ne kadar zavallısınız ki, Cenabıhakk’ın ışığına savaş aç­maktasınız! Siz karanlığın içinde boğulurken zanlarla çır­pınmakta, kararmış dillerinizle Allah’ın nurunun gıybetini yapmaktasınız!





Siz, ölmüş kardeşinizin etini yemektesiniz.





***





Cemaatin çoğunluğu ağlamaktaydı...





IV. Mehmet doğruldu, kalktı; saray mensupları hep bir­den kalktılar, cemaat kalktı. Sultanın güzel ela gözlerin­den iki damla yaş, yağız çehresine süzüldü, öylece duran bir an baktı Mısrîye, sonra arka safta duran Kâsım’a başıyla işaret edip yanına çağırdı. Yanına yaklaşan ve ko­caman mavi gözlerinde sorular titreşen kâtibine, herke­sin duyacağı gibi yüksek sesle:





—          Hemen şimdi Hazret’e söyleyiniz, fermanımı alma­dan ayrılmasın camiden!





Döndü, yürüdü. Yanındakiler onu saygılı bir sessizlik için takip ettiler.





Kâsım, Mısrî’ye doğru yürüdü, elbet o işitmişti padişa­hın buyruğunu, Kâsım sadece:





—          Bekle ağam, dedi, öyle sanırım ki yasağın kalktığı­nı söyleyen fermanla az sonra burada olurum, bekle, ce­maat beklesin.





Mısrî başını eğdi, sonra gözlerini yukarı kaldırıp hamd etti.





Sultan ve arkasındakiler çıkmışlardı camiden.





Mısrî gönlünden geçen şiirini yüksek sesle okumaya başladı:





Dönmek ister gönlüm cümle sivâdan
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Geçmek ister gönlüm mülk-i fenadan
Geçelim âşıklar Mevla derdiyle





Derde düşen âşık netsin cihanı
Dert ehlinin daim yanmakta cânı
Döner arzulayıp vasl-ı Cânânı
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle





Ay u gün yıldızlar nüh felekler
Arşın etrafında saf saf melekler
Meydan-ı aşkında cevlan ederler
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle





Tan eyleme zâhid benim hâlime
Dahi eyleme hergiz bu devrânıma
Dermânı devrânda buldum cânıma
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle





Baş açıp girerim aşk meydânına
Mansûr olurum “ene’l-Hak” dârına
Yanmakta Nîyâzî şevkin nârına
Yanalım âşıklar Mevla derdiyle





Cemaat öyle kendiliğinden halkalar tertip edip, “Hu” çekip, “Allah Allah” deyip, ağır ağır dönmeye başladı. “Al­lah Allah” sesleri sanki göklere yükseliyor, oradan dönüp gelip dönenlerin gönlüne aksediyordu.





Biraz sonra elinde fermanla dönen Kâsım, bu İlahî manzarayı, yüreği titreyerek seyretti ve hayatında ilk defa, çok sevindiği bir olayda kahkaha atmak yerine ağladı.





***





Daha sonra Mısrî’ye: “Beni bile ağlattınız.” diye takıldı. Kâsım’ın tahmin ettiği gibi, devran ve sesli zikir yasağını kaldırmıştı sultan...





***





O sıralarda İstanbul’da veba salgını başlamış, birçok kişi vefat etmişti. Artık sesli zikre ve devrana çatamayan ve bundan dolayı büyük öfke ve Mısrî’ye kin duyan Vanî Efendiye ise yeni bir konu çıkmıştı; geçmiş gitmiş velile­rin türbelerini ziyaret eden, onlardan medet uman halka çok fena çatıyor, onlara beddua ediyordu. Verdiği bütün vaazlarında, işte bu ziyaretlerin, halka veba getirdiğini, çok canlar aldığını, daha da alacağını bağıra bağıra söy­lüyordu. Halk bu vaazlardan çok ürkmüştü, neredeyse Eyüp Sultan Hazretleri’ni bile ziyaretten vazgeçecek hâle gelmişlerdi. Fakat asıl olan Babaeski’de oldu; halkın pek çok sevdiği her zaman, memleketin her tarafından Müs­lüman Hristiyan akın akın ziyaretçileri olan Kambur Ba­ba Türbesi, sarayın fermanı ile yıkılıp yerle bir edildi. Bu konu hakkında Mısrî’ye fikrini soran Kâsım’a, Mısrî:





—          Elbet ölmüş gitmiş canlardan medet ummak doğ4fu değildir, istenecek şeyler sadece ve sadece Allah’tan istenir, evliya türbelerine bez bağlayarak değil. Ancak ve­lileri ziyaret edip orada ruhlarına Fatiha, Yasin okumak, hatta onların ruhu için kurban kesmek pek güzel olur, dedi ve ilave etti, ölmüşten değil, diriden medet umulur.





Bu gelişinde de Mısrî, bir akşam vakti, Kâsım’la bera­ber Ahmet’i evinde ziyaret etti.





***





Bursa’daki ihvanlar, dostlar, Mısrî’nin vaazı dolayısıyla hünkarın yasağı kaldırdığını çoktan işitmişlerdi... Hepsi, onu âdeta bayram ederek karşıladı. Her şey yolunda gö­rünüyordu. Ancak Vanî’nin adamları hep tetikteydi; Mısrî’nin gerek Ulu Cami’deki bütün vaazları gerekse tekkesinde dervişlerine ve halka yaptığı konuşmaları, nasihat­leri, ince bir dikkatle inceleniyor, şeriata aykırı gibi görü­nen her kelimesine yüz daha katarak Vanî Efendiye jurnalleniyordu.





Mısrî bunları bildiği hâlde, genel tavrında ve konuşma­larında herhangi bir kısıtlamaya, tedbire gerek duymu­yordu. Vaazlarında vecd içinde yine cifir hesaplarına gö­re, Osmanlı’nın karanlık bulduğu geleceğinden haberler veriyor, memlekette, bilhassa devlette yapılan israfları, ça­lıp çırpmaları, rüşvetleri ve haksız kayırmaları olduğu gibi anlatıyor; bu arada vahdet sırlarından dem vuruyordu... Fakat halkı en çok rahatsız eden, son zamanlarda velayet-i şeriyye açısından Hazreti Hasan ve Hüseyin’in peygam­berliklerini iddia ediyor olmasıydı. Vanî Efendi vasıtasıyla bütün bu sözler, padişaha ve sadrazama naklediliyordu...





Mısrî, Bursa’da öldürülmekle tehdit ediliyordu.





1672 yılında IV. Mehmet ve Sadrazam Fazıl Ahmet Pa­şa, Polonya üzerine Sefer-i Humayün için Edirne’den ha­reket etmişlerdi. Kumanda Fazıl Ahmet Paşa’da idi...





Tuna üzerine beş yüz elli altı metre uzunluğunda ve ye­di metre genişliğinde bir köprü kurularak, ordu Moldova’ya geçti. Kamaniçe Kalesi dokuz günlük bir muhasa­radan sonra fethedildi. İki ay dayanacağı hesap edilen kalenin dokuz günde düşmesi Varşova’da ciddi bir panik doğurdu. Sonbaharda Podolya ve Galiçya işgal edildi. Daha sonra Polonya’nın en büyük şehirlerinden Lwow fethedildi.





Ordu kuzeybatıya doğru ilerleyerek Lublin şehrini, San ve Vistül ırmaklarının doğusunda kalan bölgeleri fethetti. Varşova’ya yüz kilometre kadar kalmıştı ki Polonya barış istedi. Osmanlı askerî harekâtı durdurdu. Podolya’nın Bucaş kasabasında dört maddelik bir antlaşma yapıldı. Podolya Osmanlfda ve Galiçya Polonya’da kaldı.





Sefer altı ay sürmüştü. Padişah, Edirne’ye, av eğlence­lerine döndü.





***





Mısrî’nin durumu ciddi olarak çok sıkışmıştı. Gene ar­kasına çocuklar, gençler takılıyor, gene taşlar atılıyor, gene küfürler ediliyordu. Ölüm tehditleri de ciddi görü­nüyordu. Eski mahallede olanlar daha fazlasıyla tekrar edilmeye başlamıştı. Sultanlarının öldürülüvermesinden korkan dervişler, tedbir alıp geceleri onu beklemeye baş­ladılar. Mısrî bu tedbirlere de gerek görmüyordu, ama dervişlerinin ısrarlarına dayanamamıştı. Artık sokakta yü­rürken de yalnız bırakılmıyor, dervişleri çevresini çeviri­yordu...





Böyle akşamların birinde Mısrî ölümle karşı karşıya geldi. Enine boyuna bir adam, nara atarak ve hızla koşa­rak arkasından geldi, dervişlerini savurup dört bir yana, elindeki hançeri Mısrî’ye saplayacakken, ona dönen Mısrî’nin ateş gibi yanan gözlerini gördü. O anda kolu ya­nına düştü, o sırada dervişler onu kıskıvrak yakalamışlar­dı bile. Biri:





—          Şeyhim, dedi, bu herifi böylece elinde hançeri ile hemen zaptiyeye teslim edelim.





—          Durun bakalım evlatlarım, dedi Mısrî, genç adama dönüp sakin ve tatlı bir sesle, neden beni öldürecektin oğlum? diye sordu.





Genç adam önce ses çıkarmadı, birkaç dakika sonra, öge eğdiği başını kaldırdı, yine de Mısrî’nin gözlerine bakmamaya çalışarak:





—          Çünkü sen din ve devlet düşmanısın, dedi.





—          Nereden biliyorsun? Hiç vaazlarımı dinledin mi, yo­lun bizim tekkeye düştü mü?





—          Hayır ben dinlemedim, ama öyle söylediler. • \





—          Hiçbir Allah dostu, din düşmanı olabilir mi?





—          Sen Hazreti Muhammed’i atıp yerine Hüseyin’le Hasan’ı geçirmişsin!





—          Hiçbir Allah dostu, Allah’ın âlemlere rahmet olarak yarattığı Peygamber’i atıp yerine birini geçirebilir mi, Kur’an’ı inkâr edebilir mi?





—          Yapamaz elbet ama sen yapmışsın işte...





Dervişlerden bir diğeri:





—          Şeyhim, dedi, bu katille daha fazla konuşmayalım, götürelim zaptiyeye...





O zaman adam, Mısrî’nin ateş gibi gözlerine bir kez daha bakmaya cesaret etti, kendi gözleri ile yalvararak. Mısrî:





—          Durun bakalım, dedi dervişlerine, adama döndü. Hiç daha önce adam öldürdün mü, böyle bir şey yapma­ya kalktın mı?





—          Hayır.





—          Sen benim yerimde olsan, seni ne yapardın?





Genç adam önüne baktı, duyulur duyulmaz bir sesle:





—          Zaptiyeye teslim ederdim, dedi.





—          Sen doğru bir adama benziyorsun, dedi Mısrî, doğ­ru bir adamsın ama başkalarının sözlerine inanıp katil olacaktın neredeyse. Adam öldürmek en büyük günah­lardan bir tanesidir oğlum. Seni bu günaha sokacaklar­mış neredeyse... Bu söylediklerimi iyi düşün, bir daha başkasının lafı ile de, kendi öfken yüzünden de adam öl­dürmeye kalkma. Haydi şimdi git, seni bağışladım.





Dervişleri bu geniş hoşgörü karşısında yutkundular, fakat şeyhlerine bir şey söylemeye cesaret edemediler..





Genç adam, işittiklerine inanamamış gibi bir daha baktı Mısrî’nin yüzüne. O sadece başını salladı, eliyle so­kağı göstererek “haydi buyur” gibilerden bir hareket yap­tı. Adam bir an duraladı, sonra elindeki hançeri yavaşça Mısrî’nin ayakları dibine bıraktı. Ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı. Mısrî eğilip yerdeki hançeri alıp bak­tı, sonra yanındakine uzattı ve ağır ağır yürüyerek içini çekti:





—          Şu hâle bakın! Devleti eleştiriyorum, çünkü onun geleceği için yüreğim titremekte. Bu gidişe son verin yoksa batacağız diye uyarıyorum, ama devlet düşmanı oluyorum!.. Hazreti Peygamber’in dünya değiştirmesi ile beraber, şeriat getiren nübüvvet kesin olarak mühürlen­miş, bitmiştir. Elbet bunu biliyoruz, aksini iddia etmiyo­ruz; fakat bir şekilde elçilik, Hazreti Hasan ve Hazreti Hü­seyin’de devam edegelmiştir, bunun için Kuranda delil­ler buldum diyorum, gelin konuşalım, siz de kanıtlarınızı getirin diyorum. Ben yanılıyorsam gelin düzeltin diyo­rum. Bir kimse karşıma çıkıp da senin delilini şöyle çü­rütebilirim, diyemiyor ama arkamdan katil yolluyor. Şu dünyanın işlerine bakın. Cahil adam, kanmış tabii... Ço­cuklar, bu adam tekkeye falan uğrarsa sakın kötü yüz göstermeyin, gelsin dinlesin bizi. Ne öğrenirse kârı olur.





—          Peki efendim, emrettiğiniz gibi yaparız, dedi derviş­lerin içinde en sevdiği derviş. Ama sanırım, Allah koru­sun, sizi öldürtmek için, birkaç adam daha deneyebilir­ler. Demek ki tehditleri kuru sıkı değilmiş. Şeyhim, ne olur bizim hatırımız için bir süre evinizde dinlenin, pek dı­şarı çıkmayın, bizler de tedbirlerimizi daha sıkılayıp sizi nöbetle bekleyelim. Baksanıza, adam iki çelme takıp iki itip kakıp bizleri de savuruverdi. Boş bulunmuşuz.





—          Eh, dedi Mısrî, pehlivan yapılı bir adamdı!





***





“Mısrî Hazretleri, kendini öldürecek adamı, bağışla­mış.” Bu sözü, sevenler söylediler, tekrarladılar, söylediler ve söz Bursa’ya dalga dalga dağıldı. Böylece çevresinde yeni bir sevgi halkası oluşurken, düşmanları da arttı...





Mısrî evden pek çıkamamaktan, vaazını bırakmaktan ve dervişlerinin sıkı koruyuculuğundan bıkıp usanmıştı. Ne şiir ne de risalelerini yazabiliyordu, garip bir sıkıntı içi­ne düşmüştü. O, çocukluğundan beri özgür bir adamdı, içinden geldiği gibi hareket etmişti, şimdi bu hâl ona, bir çeşit hapis gibi geliyordu...





Nihayet yanma iki dervişini alıp Edirne’ye gitmeye ka­rar verdi. Sarayın ikinci bir Polonya Seferi hazırlığı içinde olduğunu bilmiyordu.





***





Edirne eski bildik Edirne idi ama saray o saray değil­di. Geçen defa o kadar izzet-ikramla ağırlandıkları saray, bu kez onlara kapılarını kapatmıştı! Oysa Mısrî, Kâsım’a pek benzettiği güler yüzlü Fazıl Ahmet Paşayı görme ihtiyacındaydı; zikir ve devran yasağının kalkması epey miktar Mısrî yüzünden olmuşsa da, ona bir tertibi hazır­layan Paşanın da çorbada önemli miktarda tuzu vardı.





Sadrazama teşekkür edip dua etmek istemişti; bir de kendisini eve hapsettiren Bursa’daki çılgınlığı ona aktar­mak istiyordu. Ola ki, bir tedbir gösterirdi. Fakat saraya kabul edilmediler, Polonya Seferi göstermelik bir sebep­ti. Aslında Mısrînin aşırı konuşmaları Vanî Efendinin casusları vasıtasıyla Fazıl Ahmet Paşanın kulağına da geli­yor ve sadrazam, Mısrî’nin Hazreti Hasan ile Hüseyin’in peygamberliklerini nasıl Kur’an-ı Kerim’le uyuşturabildiğini ciddi olarak anlamıyordu.





Mısrî ve iki dervişi bir süre bir handa kalıp Edirne’nin camilerini, tekkelerini gezdiler; artık izin çıktığı için Hal­veti dergâhında da zikir ve devran yapıldığı hâlde, Mısrî, geçen gelişinde kendisine kucak açmış olan Kadiri dergâhında, dervişleri ile zikre katılmayı tercih etti. Fakat Edirne’de oturdukça ve padişahın ona göre pek gereksiz av eğlenceleri, bunun için yapılan masraflar, memlekette onca fakir fukara varken, sarayın şaşaalı yaşantısı, yük­sek memurlar ve bazı paşaların rüşvet aldığı, devlette çe­şitli yolsuzluklara bulaşıldığına dair dedikodular öfkesini artırıyordu.





Bir gün, aşağı yukarı hep gittiği Kadiri tekkesine, bir­kaç derviş ve hoca gelerek kendisinin ertesi gün Edirne Ulu Camii’nde vaaz vermesini istediler. Mısrî kabul etti, fakat misafirler gitmeden ona bazı sorular sormak isti­yorlardı. Mısrî:





—          Buyurun sorun, dedi.





Genççe bir cami imamı:





—          Efendim, Hak Teala yalnız ariflerin yüzünde mi zu­hur eder? diye sordu.





—          Oğlum, dedi Mısrî, İbn Arabî’ye göre; O’nun Zatı’ı işiten gören bir varlık yahut varlıklar grubuyla sınırlana­maz. O, işiten gören, elleri olan varlıkların hepsinde te­celli eder; belirir... Yüce Allah, külli, yani bütün bir öz ola­rak var olan her şeyin Zat’ıdır. Biz de İbn Arabî takipçisi olarak deriz ki; evrende mutlak anlamda çirkinlik yoktur, kâinatta var olan her şey güzeldir, çirkinlik görecelidir. Çünkü bütün varlıklarda Cenabıhakk’ın isim ve sıfatlan yansır. Yine bir çünkü, Yaradan, her şeyi kendinden ya­ratmıştır. Kâinatı yaratmak isteyince, isim ve sıfatlarını açığa çıkartmış, maddeye tenezzül etmiştir.





Bir derviş, biraz da hayretle sordu:





—          O zaman varlığın şekilsiz hâli Allah’tır?!





—          Evet öyledir, buna gayb-ı mutlak mertebesi denir ve bunun ne olduğunu da Kendisinden başka kimse bil­mez.





Halktan bir mümin genç:





—          Şeyhim, dedi, ben izninizle başka bir şey soraca­ğım. Bir inanmış kişi, hiçbir yere bağlı olmadan, kendi kendine her gün Allah’ın güzel isimlerini zikretse, oruçlar tutup halvetlere girse, yolda sayılabilir mi?





—          Hayır sayılmaz, mutlak surette bir mürşide bağlan­ması gerekir.





—          Efendim, tarikatla şeriat birbiri ile mukayese edilse, en belirgin ayrılıkları ne olur?





—          Şeriat işin dış görünüşüdür, hakikatin mecazıdır... Şimdi örnek olarak cevizi ele alalım. Cevizin kabuğu şe­riattır, içi yani meyvesi ise hakikattir. Cevizin içine ulaş­mak isteyen kimse, mutlak kabukla muamelesini yapar, yani onu kırar ve meyvesini elde eder. Yunus Emre’nin ünlü: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu” beytini bilirsiniz elbet. İş­te burada erik şeriatı, üzüm tarikatı, meyve de hakikati temsil eder. Erik şeriata benzer, çünkü dışı yenir, iç çekir­deği yenmez; üzüm tarikata benzer, hem yenir hem de birçok nimet ondan yapılır, yalnız az ve küçük de olsa çe­kirdeği olduğu için temizliğe muhtaçtır. Ceviz ise sırf ha­kikattir, çünkü içinde yaramaz bir şey yoktur, hepsi yenir.





O zamana kadar hiç konuşmamış olan bir derviş:





—          Şeyhim, dedi, o şiir daima anlamakta güçlük çek­tiğim bir şiirdir. Keşke onu bir şerh etseydiniz, benim gi­bi pek çok kişi size minnettar olurdu.





—          Evet, dedi Mısrî, benim de aklımdan geçiyor, inşal­lah o şiir için bir şerh yazacağım. Başka soruları olanlar da vardı. Mısrî, hepsini cevap­landırdı. Onlar gittikten sonra Mısrî de tekkeden çıkıp kaldıkları hana gitti. Aklında ertesi gün vereceği vaaz var­dı. Edirne’de biriktirdiği öfkenin tümünü, cemaate aktar­mak istiyordu, fakat gönlü tedirgindi. Bir süre sonra vaz­geçti öyle konuşmaktan; İslamiyetin güzel ahlakına teş­vik eden, güzel ahlaka özendirici bir vaaz vermeye karar verdi. Gönlü de rahatladı...





Fakat, Ulu Cami’de yine üzerine bir hâl geldi, gönül sanki uçtu gitti, eleştirici zekâ kavradı onu ve öfke... Böylece kendi yaptığı cifir hesaplarına göre Osmanlının ka­ranlık sonundan bahsetmeye başladı. Devlette devlet adamı bulunmadığından, yüksek makamların soygun­cuların ve budalaların elinde kaldığından, yapılan israflar­dan, alman rüşvetlerden söz açtı.





Pek kalabalık cemaat onu dinliyor, adamlar başlarını sallayarak onu tasdik ediyorlardı. Sanki o anda Mısrî; “Kalkın ey cemaat, saraya yürüyelim.” dese, herkes ayaklanıverecekti. Öyle gergin bir hava oluşmuştu cami­nin içinde.





Tam da savaş öncesi bu sözler, saray açısından çok rahatsız ediciydi. Cemaatten yavaşça ayrılan birkaç muh­bir, soluğu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın yanında aldı.





Bu tarafta vaazını bitirmiş fakat bazı kimselerle konuş­makta olan Mısrî’ye gönlü geri gelmişti ve çok rahatsızdı. Mısrî sorulan sorulara cevap verirken, sıkıntısının sebebi­ni bulmaya çalıştı. Bu sıkıntı, iğneli ve münasebetsiz bir sorudan ziyade, dışarıdan gelecek bir müdahaleye bağ­lıydı. Büyük bir tevekkül içinde Mısrî, beklemeye başladı.





Çok da fazla beklemedi, bir anda caminin içini bir ye­niçeri ağasının emrindeki askerler dolduruverdi.





Mısrî, Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle, sada­ret çavuşlarından Azbî Çavuşun gözetiminde, Rodos’a kale hapsine gönderiliyordu, orada kalacağı süre belli değildi...





Kendisiyle gelmek isteyen dervişlerine Mısrî, Bursa’daki en sevdiği halifesi Şenikzade Mehmet Efendi’yi tekke­sine vekil tayin ettiğini söyledi. Onların haberi götürmek için Bursa’ya geri dönmeleri gerekiyordu. “Cümle derviş­lerime ve Mustafa Derviş’e, o kime aktaracağını bilir, selamımı götürün.” dedi.





Böylece Mısrî büyük bir soğukkanlılık ve vakarla Azbî Çavuşa teslim oldu.





12





Deniz seyahati sakin geçti; Mısrî, Azbî Çavuş’la ve ken­disini merak eden yolculardan bir kısmı ile bol bol soh­bet etti. İnsan hakkında, İslamiyet ve Osmanlı hakkında bol bol konuştu, Osmanlının, kendisinin yetişemediği parlak devirlerinden bahis açtı. Öfkeden ziyade hüzün vardı konuşmalarında. İstek üzerine bazı şiirlerini okudu onlara. Bir hasta kadını, nefesi ile iyileştirdi. Birçok deniz tutana okudu, onlar da iyileştiler. Bir gün fırtına oldu, gü­neş sabahtan beri yüzünü göstermemiş, kara kara bulut­lar gökyüzüne kümelenmişti. Şiddetli bir fırtına oluyor, zorlu dalgalar vapuru fena hâlde sallıyordu. Yolcular kor­kulu, kaptan endişeli idi... Onun sohbetinde bulunan ve hemen hiç konuşmayan bir adam Mısrî’nin yanına gele­rek fırtınayı durdurmasını rica etti. Mısrî:





—          Şimdiye kadar hiç fırtına durdurmadın, ama senin hatırın için, (havaya doğru elini sallayarak) haydi dur ey mübarek, dedi...





On, on beş dakika sonra bulutlar dağılmaya, güneş yüzünü göstermeye başladı, sular duruldu... Bir saat sonra gökyüzü yine masmaviydi. Adam gelip:





—          Allah senden razı olsun, dedi.





Mısrî gülümsedi:





—          Ben yapmadım senin hatırın yaptı, diye cevap verdi.





—          O hâlde doğru bir kanala rica etmişim efendim, de­di adam.





—          Her mürşit her zaman doğru bir kanal değildir oğ­lum, dedi. Biz cümlemiz O’na bağlıyız, canı isterse gemi­yi batırır, istemezse böyle kurtarır. Ölüm vaktimizi yalnız O bilir, duaların kabul olunup olunmayacağını da. O ne güzel bir Allah’tır ki, bu kez senin yüzüne baktı, saf ve te­miz gönlünün ricasını geri çevirmedi. Yoksa benim elim­de bir şey yok, ben sadece senin hatırın için fırtına dur­sun diye O’nun rızasını istedim. Hiçbir mürşidin elinde bir şey yoktur, velev ki Yüce Mevla istemesin, her şey olur, yalnız Rabb’im “Ol” deyince.





***





Azbî Çavuş, gözetimde bulunan bir görevliden ziyade, bir mürit gibi ona hizmet ediyordu. Mısri’yi, onun ayak bileklerine hemen bukağı taktıran kale komutanına tes­lim ettikten sonra Edirne’ye dönmesi gerekiyordu, ama Edirne’ye istifasını gönderdi ve artık mürşidi olan Mısrî’ye hizmet etmeye adadı kendini...





Kısa bir süre sonra kale komutanı, Mısrî’nin ziyaretçi­lerine kapısını açtı. Aynı zamanda Rodos'a sürülmüş fa­kat adada dolaşması serbest bırakılmış Kırım Hanı Selim Giray başta olmak üzere, pek çok ziyaretçisi oluyordu Mısrî’nin. O, sanki ayak bileklerinde bukağı olan bir kale­bent sürgün değil, kendi tekkesinde kendi postuna otur­muş bir mürşit idi. Onun şöhretini duyan Hristiyanlar da ziyaretine geliyorlardı. Mısrî bütün ziyaretçilerini gönül hoşluğu ile karşılıyor, onlarla uzun uzun sohbet ediyordu.





Selim Giray Han, Mısrî’ye her gün on iki çeşitli bir ye­mek tepsisi göndermeye başlamıştı. Mısrî bu yemeği sa­dece iki çeşide indirtti, kendisine gelen yemeğin büyük kısmını zaten Azbî Çavuş’a ayırıyordu. Sohbetlerin dışın­da sadece namaz, niyaz ve zikirle meşgul oluyordu; ne şiir ne de nesir yazıyordu. Arada sırada yanında olan mecmuasına hatıralarını kaydediyordu, ama bu mecmuayı daha ziyade karışık cifır hesapları için kullanıyor­du. Bir süre sonra kale komutanı, ayağındaki bukağıları çıkarttırmış, bir bakıma onu rahatlatmıştı, lâkin Mısrî’nin bu rahatlığa da pek aldırdığı yoktu.





***





Bir gün Selim Giray Han gelip:





—          Şeyhim, dedi, beni kendi hanlığım sürgüne gön­derdi, ancak şimdi, Osmanlı beni, İkinci Polonya Seferi için çağırıyor, yine Kırım Hanı sıfatıyla gideceğim.





—          Demek zaman zaman, Osmanlı da adamın kıymet­lisini tanıyor, dedi Mısrî ve gülümseyerek, git oğlum, de­di, seferiniz kutlu olsun, zaferle döneceksiniz inşallah.





Mısrî, Selim Giray Han’ı gülümseyerek yolcu etti lâkin burada kendisini anlayan birkaç kişiden biri olan dostu­nun gitmesinden hüzünlenmişti. “Keşke Osmanlı’nın tahtına bu Tatar hanları otursaydı.” diye düşündü. Polon­ya Savaşının yine zaferle neticeleneceğini gönül biliyor­du, ama Mısrî bu zaferi küçümsüyordu. Onca bu, fakir fukara bir adamın bir gün için kuzu budu yiyip sevinme­si gibi bir şeydi!.. Buna rağmen zafer için dua etti.





***





Aslında Polonya; Almanya ve papanın yardım vaatleri­ne güvenmiş ve kış içinde Başkomutan Sobiesky, Lublin ve Lwow’u Osmanlı’dan geri almıştı. Çünkü, kasım ayın­da Osmanlı ordusu, Hacıoğlupazarı’nda kışlağa girmişti. Vaatlerle heyecanlanan Sobiesky, bu yüzden ortalığı pek boş bulmuştu.





Haziran ayında ordu padişah ve sadrazamla birlikte, Hacıoğlupazarı’ndan hareket etti. Ukrayna ve Podolya’ya girildi, ümduğu yardımlar gelmeyince de Başkomutan Sobiesky, barış istedi. Podolya ile Ukrayna arasında Bug İrmağı üzerinde Ladyzyn’de otuz iki gün kalan sultan, ba­rış esasları kararlaştırılınca Edirne’ye döndü. Yıl 1674’tü.





Antlaşmaya göre; Hotin, Podolya, Lwow, Ukrayna Osmanlı’da; Galiçya ile Lublin Polonya’da kalıyordu. 1676’da yapılan bu antlaşma ile, iki devlet arasında yedi yıllık bir barış sağlanmış olacaktı...





Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa öldü, yerine sadrazam ola­rak Merzifonlu Kara Mustafa Paşa atandı. Fazıl Ahmet Paşa’nın kırk bir yaşında ansızın vefatı, sarayda pek çok kimseyi mateme boğmuştu.





***





Mısrî de, onu bu sürgüne yollayan Fazıl Ahmet Paşa’yı çoktan bağışladığı için, Osmanlı’nın hayrına gördüğü bu adamın böyle genç yaşta ölmesine üzüldü, onun için uzun uzun dua etti...





Rodos’a geleli sekiz buçuk ayı bulmuştu. Mısrî, Kâsım’dan ilk mektubunu aldı. Acılı bir mektuptu, acı haber veriyordu. Hiçbir sağlık meselesi olmayan Derviş Ağası, bir gece yatağında sessizce gitmişti... İşte bu acı çok fazla geldi Mısrî’ye. Şeyhi Sinan Ümmî’nin kaybını bir kez daha yaşadı, mateme büründü. Kâğıdı kalemi eline alıp onun vefatına tarih düşürdü, ona hasretini, sevgisini dile getirdi, ne büyük bir terbiyeci olduğunu söyledi.





Artık sihir bozulmuş, Mısrî kalemi kâğıdı eline almıştı ve belki matemine deva olur diye, Şeyh Ağasının da pek sevdiği, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” mısrası ile başlayan şiirini, “Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre” ismiyle şerh etti, onun ruhuna hediye etti.





Rodos’a gelişinin dokuzuncu ayında gemi, Mısrî’nin affını ve geriye çağrılma emrini getirdi. Aynı gemi ile ve Azbî Çavuş’la birlikte İstanbul’a, orada hiç eğlenmeden Bursa’ya geri döndü.





Affı ve dönüş haberi, ondan evvel gitmişti Bursa’ya. Başta kendisine vekil bıraktığı Şenikzade Mehmet Efendi olmak üzere, bütün dervişleri ve büyük bir sevenler gru­bu onu karşıladı. Doğru tekkeye gidildi, herkes Bursa’da Mısrî’ye karşı birikmiş olan kinin artık bittiğini söylüyor­du, düşmanları sevenlerinden olmamıştı ama, artık Mısrî davası gütmüyorlardı...





Ancak geç vakit evine dönen Mısrî, karısının saçlarını okşadı, alnından öptü; oğluyla kızını birer dizine oturtup, onları sevdi okşadı, ikisiyle de ayrı ayrı konuştu. Kocası­nın rahat ve neşeli hâlinden cesaret alan Gülsüm, yine de çekinerek tüy gibi ince, zarif ellerini onun sakallarında gezdirdi:





—          Şeyhim, dedi, ne olur, çocukların için hiç olmazsa, daha tedbirli olamaz mısın artık? Hiç politika yapmadan, devlet adamlarına çatmadan, vahdet sırlarını açmadan, sadece zahir din konularında vaaz ve nasihat edemez mi­sin?.. Bana ve çocuklarına acımaz mısın? Senin yokluğu­na dayanmak hepimiz için zor oldu.





—          Mustafa ağabeyin sizlerle meşgul olmadı mı?..





—          Oldu, olmaz olur mu! Ama elbet senin yerin başka.





Mısrî yumuşak bir sesle:





—          Bak Gülsüm Hanım, dedi, Allah nasıl isterse öyle olur. Edirne’de o konuşmayı yaptığım zaman, yemin billah olsun ki, o sözleri sarf etmeye hiç niyetim yoktu. Fa­kat bana bir şeyler oldu, ne oldu ben de bilemem... Bu­nu da unutma ki, benim ağzımdan konuşan O’dur.





—          Hiç olmazsa bana bir söz versen ya da yemin et­sen, bilmem ki...





Mısrî ciddileşti:





—          Gülsüm Hanım, benim gibi Cenab-ı Hakk’ın kaderi­ne, kazasına boyun eğmiş biri için, bir dünyevi konuda söz vermek, yemin etmek yakışır mı? O nasıl isterse öy­le olur. Sen tasa çekme, görelim bakalım Allah neyler. Yok mu bir sıcak çorban?





Gülsüm yer sofrasını hazırlarken, gözyaşlarını içine akıttı.





Mısrî, mum yapma işine de tekrar başladı. Fakat ilk zi­yareti Miskinler Mahallesine oldu, yine eskisi gibi onlara sepet sepet meyve götürdü. Bu sepetleri mahallenin sı­nırına kadar gelen dervişleri taşıyorlardı. Şeyhleri, onları daha içeri sokmuyordu.





***





Havalar ısınmış güzelleşmişti, dervişleri ve fakir fukara ile arada sırada yaptıkları kır sohbetlerinin, eğlencelerinin vakti gelmişti. Mısrî bu kır gezilerine özellikle fakir fukara­yı davet ediyor, onların midelerini ve gönüllerini odun ateşinde çevrilen kuzular, bir, bazen birkaç kazan pişen pilavlar ve sohbetleriyle hoş ediyordu. Bu kez esnaftan kişiler de karıştı Uludağ eteklerinde yapılacak olan kır gezmesine...





Sabah namazından sonra yola çıkıldı. Malzemeyi ve kazanları, üzerinde oturup yatacakları kilimleri, kurulacak çadırları eşekler taşıyordu... Mısrî’ye her zamanki gibi at teklifi yapıldı, o da her zamanki gibi reddetti. “Sizlerle be­raber yürümek daha güzel.” dedi.





Uzaktan bir bulut halesi içinde Uludağ görünüyordu. Çiçek, özellikle hanımeli kokusu ile sarılmışlardı... Papat­ya, gelincik, sarı çiçek tarlalarından geçip tırmanmaya başladılar. Şimdi daha çok kekik kokusu vardı; bir kısmı, dönüşte evlerine götürmek için kekik topluyordu... Ka­ranlık ulu ormanlarla kaplı dağın yamacında bir süre mo­la verdiler. Buradan, Bursa yeşil bir fon içinde, yüze ya­kın beyaz minaresi, bir o kadar kubbesi, kırmızı damlı ev­leri ve dev gibi ceviz ağaçlarının, çınarların, selvilerin ara­larından kıvrıla kıvrıla akan Nilüfer Çayı ile bir çocuk ma­salından fırlamışçasına güzel görünüyordu.





Tekrar yürümeye başlayınca epey zengin bir esnaf olan, zenginliğinden de gizli gizli pek gurur duyan, adı “pinti’ye çıkmış Burnu Büyük Kemal Efendi, Mısrî’nin ya­nına gelip onunla yürümeye başladı ve sordu:





—          Şeyhim, Yüce Allah’a daha yakın olmak isterim, ama işimi gücümü bırakıp derviş de olamam, ancak na­mazımı kılabiliyorum. Başka ne yapabilirim?





—          Yüce Allah’a yakın olmak istemen, hayırlı bir arzu­dur Kemal Efendi. Ancak derviş olmak için iş güç bırak­mak gerekmez, bunu bilmen lazım.





—          Bilirim de efendim, benim işim büyüktür, çevirme­si kolay değildir, öyle herkese güvenemem, hırsız riyakâr çoğaldı zamanımızda. Yani efendim oğullarım büyüme­den kimselere emanet edemem işimi... Dervişlikten baş­ka ne yapabilirim acaba?





—          Yaa. peki, o hâlde şunu kesin olarak söyleyebili­rim; Allah a yakınlaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi alçak gönüllülüktür. Uzaklaştırıcı sebeplerin en kötüleri ise ki­bir ve şöhrettir. Bir de şöyle bir Kutsi Hadis vardır, der ki: “Benim velilerim, benim kubbelerimin altındadır, onları benden başka kimse bilemez.” Bunu biraz açalım; yani Allah Teala’nın örtüsü ile ayıp kubbelerinin altında gizli olan velileri kimse bilemez. Sen onu ayıplı görürsün, ama o bir velidir! Bizler birçok kimseye, pek düşünme­den ve emin bile olmadan; zındık, asi, riyakâr, hırsız yaf­talarını çok kolay yapıştırabiliriz, ama bu kişiler yaptıkla­rından ötürü kalplerinde bulunan derin üzüntü, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında iyi zan besle­me, herkese alçak gönüllü davranma gibi sebeplerden biri, birkaçı ile Allah’a yakınlaşmış olabilirler... Bizler bile­meyiz, onun için kim olursa olsun, ne şekilde olursa ol­sun, onun karşısında bir gurura kapılmadan, “Ben sen­den daha iyiyim, şuyum buyum...” demeden, böyle bir şeyi içinden bile geçirmeden, hakkında iyi zan besleme­liyiz. Ve hayır yapmalıyız, bol bol hayır; örneğin çeşmeler, köprüler, sıbyan okulları, mescitler yaptırmalıyız... Anla­dın mı Kemal Efendi?





Kemal Efendi suçlanmıştı, başını önüne eğdi:





—          Anladım şeyhim, dedi ve izin alarak uzaklaştı yanın­dan...





Vakit öğleni bulmuştu, Mısrî, dervişlerine:





—          Daha fazla tırmanmayalım, dedi, şuralarda bir akar su bulup yerleşelim.





Öğlen namazında Mısrî imamlık yaptı. Kuzular cema­atten uzak bir yerlerde kesildi, fazlalıkları toprağa gömül­dü, ateşler yakıldı. Kuzular ateş üzerinde dönmeye, ka­zanlarda pilav suyu kaynamaya başladı. Bazı evli derviş­ler, hanımlarına börek, dolma falan yaptırmışlardı, onlar çıktı ortaya. Acıkan birçok kişi bunlardan nasiplendi.





Yemekler yenip akşam namazı da kılındıktan sonra yatsıya kadar ney, bendir ve kudüm eşliğinde zikir yapıl­dı. Yatsıdan sonra ise bir büyük ateşin karşısına çepeçev­re oturdular... Herkes konuşmak istiyor fakat kimse lafı açmaya cesaret edemiyordu.





Nihayet Kasap Zikrettin Efendi:





—          Şeyhim, dedi, zamanımız pek kötü oldu, kıyamet mi yaklaşıyor nedir... İnsanlarımız işi gücü bırakıp boş laflara dalmayı iş edindiler. Kahveler adam almıyor, birbirlerine gidip gelmeler pek sıklaştı. Bu kadar konuşup, dertleşe­cek ne bulurlar bilmem. Sanırım hep boş lakırtı, sanki koskoca Osmanlı Devleti’nin işlerini bunlar halledecek!..





Mısrî, hafifçe tebessüm etti:





—          Zikrettin Efendi, dedi, bir adam sebebi bilinmeyen, teşhis dolayısıyla tedavi yapılamayan bir hastalığa yaka­lanınca akıl öğreten çok olur, âdettir. Osmanlıyı dillerine düşürmeleri onun yakalandığı hastalıktandır. Bu hastalık iyileşir de iyileşmeyebilir de, hemen Cenabıhak yüzümü­ze baksın... Birbirine gidip gelme deyince, şunu bilelim ki; Yaradan, bütün insanları tek bir nefisten yaratmıştır. Bundan dolayı birbirine gidip gelmeler, aralarındaki sev­giyi artırır. Sevmek ise sevaptır. Çünkü Allah, insanları sevgisinden, sevgi ile yaratmıştır. Bu yüzden Allah için sevmek gerekir... Evet Allah için sevmek, bazen de yine Allah için kızmak gerekir. Lâkin bu kızma, fevkalade ince bir husustur, kıl gibi, kıldan da ince bir nokta... Emin ol­madan açık açık görüp bilmeden bu yapılamaz.





Berber çırağı sordu:





—          Yani neden emin olmadan efendim?





—          Eğer bir adamın küfre, şirke, Allah’a isyana battığı­nı, dediğim gibi açık açık bilirseniz, kanıtları gözlerinizle görmüşseniz, ona kızabilir, yüzüne karşı öfkelenebilirsi­niz; kimin için?





—          Allah için şeyhim.





—          Evet... Sabahleyin Kemal Efendiye de söyledim, yoksa insanlar için kötü zan beslemek olmaz; kötü zan, sadece sahibini kötüye götürür. Bütün bunlara dikkat et­mek lazım gelir.





Gençten bir ayakkabıcı çırağı:





—          Şeyhim, dedi, söz arasında geçer; ihlaslı adam de­nir, hani ben de kullanmışımdır belki, fakat ayıptır söyle­mesi ihlas nedir bilmiyorum, bir açıklar mısınız?





Mısrî derîn bir nefes aldı, ayakkabıcı çırağının temiz, saf yüzüne bakıp tebessüm etti:





—          Oğlum, dedi, halk “ihlas”ı genellikle içtenlik anla­mında kullanır, temizlik, saflık anlamında kullanır, yanlış değil... Çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, ri­yanın zıddı olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas; Allah’ın rı­zasını gözetme, sözün öze, özün söze uyması, riyakâr ve ikiyüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti Mevlâna: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Burada en önemli nokta, yaptığımız her işi, Allah’ın rıza­sını kazanmak için yapıyor olmamızdır. Eğer bunu içten­likle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, oldu­ğumuz gibi görünürüz... Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılan iş ve hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar. Fakat ahirette Allah’ın yüzüne bakabil­mek tamamıyla O’nun kullarına olan sevgisinin bir neti­cesidir, O’nun lütfudur... Kutsi Hadis’te: “Onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.” der, böyledir.





—          Sağ olun, anladım ama bir de şeyhim, dedi ayak­kabıcı çırağı, siz bilirsiniz bu sülük, salik nedir yani derviş salik mi oluyor?





—          Epey meraklısın sen, aferin Arif, böyle aklına gele­ni hep sor, sormak daima faydalıdır. Evet, sülük; bir ma­nevi yola girmek demektir, yani Allah’a ulaşmak için, ah­lakını, nefsini temizleme yolu. Manevi yola, gönül yolu da diyebiliriz. İşte salik; kalbi bu yola düşen kimseye denir. Salikin yaptığına seyr-ü sülük da denir. Sülük; parça ru­hun, Bütün’e ulaşmasıdır da denebilir. Söyle bakalım parça ruh nedir? Bütün nedir?





—          Sanırım şeyhim, şey... Burada Bütün, Allah oluyor, o hâlde parça ruh da insan...





—          Tamam, anlamışsın, arada sırada tekkeye de uğra­şana sen Arif. Şunu da hiç unutma ki, aslında, şu evren­de aklına gelen her varlık, bir şekilde seyr-ü sülük yap­maktadır. Kendi çapında kemale yani olgunluğa doğru hareket halindedir.





Kâmil Efendi söze karıştı:





—          Herhâlde peygamberler sülük yapmazlar.





—          Hayır, peygamberler de süluke tabidirler, dedi Mısrî ve sordu:





—          Başka suali olan var mı?





Artık gelen bütün sorular şeriatla ilgiliydi. Gece kapan­mak üzereyken, orta yaşlı fakat güçlü kuvvetli ve küçük bir bakkal sahibi olan sol gözü kör Selim Efendi, hanı­mından bahis açtı:





—          Şeyhim, dedi, benim bir derdim var. Burada kim­seyi ilgilendirmez, ama sizi bulmuşken anlatayım iste­dim... İlk eşimin vefatından sonra, kız kardeşlerim bana bir hanım buldular. Hem yaşı genç hem de pek güzel bir hanım, ama kendi isteği ile vardı bana. Uzaktan göster­mişler beni, bir gün de peçeli falan bakkalıma gelip zey­tin almış, bunlardan haberim yok. Meyse lafı uzatmaya­yım, bu hanımla evlendik, fakat o kendi güzelliği ile çok böbürlenen biri, güzellikten başka önem verdiği bir şey yok... Beni de çirkin bulduğu için olsa gerek, sürekli ba­şıma takaza oluyor. Beni tek gözlü olduğum için küçüm­süyor, burnumu eğri buluyor, saçlarımın dökülmeye baş­ladığını söylüyor, yani bir gün geçmiyor ki yeni bir kusu­rumu bulmasın... Fena hâlde bunaldım, derdimi de kim­selere açamıyorum, şimdi size danışmak istedim, gön­lüm hiç elvermiyor ama acaba onu boşasam mı?





—          Yaa, dedi Mısrî, sen de Selim Efendi çarelerin en zorlusunu bulmuşsun! Boşanmak çare değil, onunla gü­zel güzel konuşman lazım önce. Hele boşanmaya gön­lün de el vermiyorsa, ayrılık düşüncesini at kafandan. Onunla konuş ve anlat ki; güzellik ve kuvvet geçici şey­lerdir. Şunu bilsin; güzellik de, kuvvet gibi her insanda vardır, çocukluktan yirmi yaşlarına kadar, Allah’ın bu ba­ğışı her insanda giderek artar (durdu, derin bir nefes alıp boşalttı, devam etti) ve sonra da giderek eksilmeye baş­lar. Hatta kuvvet ömür ortalarına kadar artar ve sonra ek­silmeye başlar. Şöyle bakınca sende güzellik var, fakat gücün kuvvetin daha çok yerinde. Söylediğin üzre güzel olan eşinin, gücü kuvveti sana denk değildir, yani senin de ondan üstün tarafın var, bunu böylece bil, eşine onu küçümsemeden bu gerçeği hatırlat. Evet ne diyordum, yeter ki insan, bu güzellik ve gücün Allah’ın kendisine vermiş olduğu emanetler olduğunun idrakine varsın ve bütün şeyler gibi tekrar O’na döneceğini bilsin. Ve güzel­liği ile de gücü ile de asla böbürlenmesin. Zira insanın kendisinde bulunan emanet ve ariyetlerle başkalarına kibretmesi (gülümsedi); ahmaklıktır!.. İnsanlarda daha bunlara benzer hâller çoktur, her güzelin, daima daha güzeli, her güçlünün efendim her akıllının daha güçlüsü ve akıllısı vardır, bulunur... Bunları eşine, güzel güzel an­lat; böbürlenmenin, kibrin, bunlarla başkalarına takaza etmenin, Allah önünde günah olduğunu söyle, (tekrar nefes aldı ve boşalttı ve adamların yüzlerine dikkatle ba­karak) Şimdi söyleyin bana, dedi, bu anlattıklarım doğru mu, eksiği var mı?





Hemen hepsi, hep birden:





—          Doğrudur, eksiği yoktur, dedi.





—          Anlattıklarım doğrudur fakat eksiği vardır, dedi Mısrî, çünkü her insanda, hem de hiç geçmeyen yani gi­derek eksilmeyen fakat arttıkça artan bir güzellik bulu­nur, bulunması gerektir.





Dervişleri anlamışlardı, yüzlerinde hafif tebessümler uçuştu, öbürleri boş boş baktılar. Mısrî:





—          Hem de Allah’ın izni ile bizim yapabileceğimiz bir güzellik (adamların gözlerine baktı tek tek, bu gözler boştu, umutsuzca tebessüm etti). İç güzelliğinden bah­sediyorum, dedi.





Adamlar rahatladılar birden:





—          Haklısın şeyhim, dediler, biz düşünemedik.





—          Sen de düşünemedin mi Selim Efendi?





—          Aklımdan geçti şeyhim ama ya yanlışsa diye, sesi­mi çıkaramadım.





—          Benimle konuşurken içinizden ve aklınızdan geçe­ni, edep dairesinde söyleyin, seslendirin onu, dedi, an­laştık mı?





—          Anlaştık, dediler.





—          Eveet Selim Efendi, aslında eşine ilk söyleyeceğin bu olmalı. Maddi güzellik geçicidir, geçici olmayan tek gü­zellik ve hatta güç, yalnız; iç güzelliği ve iç kuvvetidir. Ge­çici yüz güzelliği ile övünmek, işte bu yüzden budalaların işidir. Haydi bakalım şimdi ateşi dinlendirelim, yavaş ya­vaş yatıp uyuyalım. Sabah namazında görüşürüz inşallah.





Mısrî’nin hemen yatıp uyumayacağını, ibadet edeceği­ni biliyorlardı dervişleri, ama o “dinlendirelim” dediği için, ateşi söndürdüler.





Ertesi günü, ikindiden sonra, dudaklarında ilahiler, ağır ağır indiler dağdan... Herkes mutluydu, Selim Efendi bile. ***





Mısrî, Rodos sürgününden önce yaptığı gibi, yine tek­kesinde adam yetiştirmeye çalışıyor, yine Olu Cami’de vaazlar veriyor, nasihat ediyordu... Fakat yaptığı halvetle­rin etkisiyle giderek cezbesi artmaya başladı, yine cifir hesaplarına döndü; yine Hazreti Hasan ile Hüseyin’in el­çiliklerinden bahsetmeye, yine devlet büyüklerine çatma­ya başladı. Kürsüde halkın anlayamayacağı, çözüp sonu­ca varamayacağı sözler söylüyordu. O kaybolmuş olan Mısrî düşmanlığı, yeniden baş gösterdi. Vanî Efendinin adamları zaten hiç boş durmuyor, Mısrî’nin her yaptığını saraya jurnalliyorlardı. Hatta onun Miskinler Mahallesine ziyaretlerini bile: “Cüzzamlıları da ayaklandırmak istiyor.” diye ihbar etmişlerdi.





Vanî Efendinin en büyük isteği; Mısrî’yi tekrar sürgüne yollamak, böylece sesini kesmekti. Haberleri, Padişah IV. Mehmet’e ulaştırıyordu. Sultanın inanmadığı bir tek cüzzamlıları ayaklandırma meselesiydi:





—          Hoca, dedi, senin adamların da meseleyi abartıyor­lar; cüzzamlılar ayaklansa ne olur, ayaklanmasa ne olur!.. O kaderin sillesini yemiş zavallı adamları, elbet Mısrî, merhametinden ziyaret ediyordur, kimsenin yüzlerine bakmadığı, onlardan bucak bucak kaçtığı bir zamanda, Mısrî, gönüllerini hoş ediyor demek ki... Söyle adamları­na böyle saçma sapan ihbarlardan kaçınsınlar, yoksa hepsini sürerim.





“Başüstüne Sultanım” dediyse de hocası, daha akla yakın olan ihbarları, ona nakletmeye devam etti.





***





Mısrî, bir gün de sadece özel sohbetlerinde konuştu­ğu bir şeyi kürsüden, halka söyleyiverdi. Kırım Hanlarını övdükten sonra:





—          Osmanlı’nın tahtına onlar daha çok yakışırdı; bizim saltanata da yeni, taze bir kan aşılaması olurdu, dedi.





Bu sözler, onun düşmanlarının arayıp da bulamadıkla­rı bir şeydi.





Böylece Mısrî durmadan halkı şaşırtırken, düşmanla­rının ekmeğine yağ sürüyor, onları sevindiriyordu. Bu arada onun çok içten duyduğu Hazreti İsa sevgisini şiir­lerinde belirtmesi ve yaptığı Osmanlı aleyhtarlığı Avru­pa’da da tanınmasına vesile olmuş, birçok şiiri Almanca ve Fransızcaya çevrilmişti.





O günlerde, Kâsım’dan bir mektup aldı: ‘Ağam,” di­yordu Kâsım, “Bursa’da bir kısım halkın söyledikleri, pa­dişahın ağzında gezermiş, güya sen Kırım’ın Tatar hanla­rını, bizim Osmanlı sultanlarına tercih edermişsin! İnanı­lacak gibi değil! Oysa biliyorsun sultan da Halvetidir ve ramazanlarda hep senin ilahilerini dinler, yani sana karşı bir sevgisi vardır, fakat şimdi iki husustan öfkeliymiş. Bir de yine cifir hesaplarına dönmüşsün. Bu kez Hazreti Hasan’la Hüseyin’in peygamberliklerini daha şiddetle iddia edermişsin. Yapma ağam, kendin bütün bunlara inansan bile içinde kalsın, elaleme söyleme. Senin söylediklerini saraya nakledecek kim bilir kaç casus vardır orada! Unutma ki, ağzından çıkan her söz, İstanbul’dan işitiliyor.”





Mısrî, Kâsım’ın mektubuna, bir şiirinden, bir beyitle cevap verdi:





Halk içre bir âyineyim, herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür





13





Yine de Vanî Efendi’den gelen şikâyetler değil, bizzat Bursa Kadısı Ak Mahmut Efendinin durumu resmen devletin merkezine bildirmesi sultan üzerinde etki bırak­tı. Bu kez Mısrî, Limni Adasına sürüldü, altmış bir yaşın­daydı.





Tekkeden alıp, yine ayak bileklerine bukağıları takıp apar topar götürdüler.





Mısrî ancak, Şenikzade Mehmet Efendiyi kendisine vekil tayin edecek ve karısının ağabeysi Mustafa ile evine selam yolla&p, ondan kız kardeşine ve çocuklara göz ku­lak olmasını isteyecek vakti bulabildi. Bir de arada sırada hatıralarını ve fikirlerini yazdığı, türlü cifir hesapları yaptı­ğı Mecmua adlı eseri ile bazı risalelerini ve bazı kıymetli kitaplarını yanına aldı. Dervişleri de onunla birlikte git­mek istedilerse de Mısrî müsaade etmedi.





Gemiye giden yol boyunca öfkesi arttı. Yalnız, padişa­ha, Vanî Efendiye, Bursa kadısına değil, pek çok kimse­ye, pek çok şeye kızıyordu. Nihayetinde o. kendi fikirleri­ni söylemişti. Kendi fikirlerini söylemenin bir suç olma­ması gerekirdi, çünkü Mısrî rastgele bir adam değil; Al­lah’ın yoluna erişmiş, Bir’le tekrar tekrar bir olmuş bir şeyh, bir bilgindi. Bilge idi. Sözlerinin dinlenmesi, değer­lendirilmesi lazım gelirdi. Padişahın adamları ise ne yapı­yor, onu bilmem hangi adaya sürgüne gönderiyordu!





Böyle düşünüyor, hemen hiç konuşmuyor, pek az yiyip içiyor, yahut oruç tutuyordu...





Onu yarı vecd hâlinde gemiye bindirdiler. Üç günden beri ağzına bir lokma koymamış, bir damla su içmemiş­ti. Ve gemide öfkesi taştı; yanında getirdiği birçok kıy­metli kitabı, kendi risalelerini parçalayıp yırtıp dalgalara attı. Yol boyu oruç tuttu, o çok sevdiği denize bile bak­madı, zikirle meşgul oldu. Sonra yavaş yavaş öfkesi din­di, sanki halvete girmişçesine yumuşadı, rahatladı. Eğer Allah istemese, böyle bir şey başına gelmeyecekti elbet. Ve Mısrî, ne zaman Allah’ın takdirine karşı gelmişti ki, bu sefer gelsin! Yolculuğun sonuna doğru, herkesle ahbap olmuş, onlara vaazlar vermiş, nasihat etmişti. Birçok yol­cu derdine dermanı onda buldu, çevresi sevgi ve saygıy­la kuşatıldı...





***





Limni kalesindeki yarı karanlık taş odasında halvete girdi... Halvetten çıktıktan sonra tam rahatlamıştı, yine insanlarla konuşmak, kaynaşmak, yine onları “doğru yol”a çekmek arzusu içini doldurmuştu. Bir şekilde bura­ya, adadaki Müslüman ve Hristiyanlar için görevli geldiği inanandaydı. Kale muhafızlarının başı olan komutan­dan, adadan isteyenlerin kendisini ziyaret etmeleri için müsaade vermesini istedi. Komutan, bir hayli düşünüp Mısrî’yi küçültücü bakışlarla süzdükten sonra kabul etti.





Önce pek ziyaretçisi olmadı, fakat giderek taş odası gelenlerle doldu taştı.





Bir zaman sonra manevi yolunda yoldaşı, fakat hiç ta­nışmadıkları İstanbul’dan Şeyh Karabaş-ı Veli de Limni Adası’na sürgün edildi. Yalnız o, kalebent değildi; kendi tuttuğu bir evde kalıyordu. Mısrî’nin odasının ziyaretçile­re açık olduğunu duyunca, oğlu Mustafa ve dervişi Üskü­darlı Nasuhi ile ona okuması için, kendi risalelerinden birkaçı ile İbn Arabî’nin “Fûsus-ül Hikem”ini gönderdi; fakat kendisi ziyaretine gelmedi... Bu ince ayrıntıya dik­kat eden Mısrî, misafirlerine alaka gösterdi, onlara itibar etti. Ancak gönderilen kitapları önemsemezmiş gibi bir tavır takındı. Aslında Karabaş-ı Velinin kendisine karşı bir Osmanlı casusu olduğundan da şüpheleniyordu. Bu şüphesini Mecmuasına kaydetti, fakat oğluna bir şey söylemedi. O günden sonra Mustafa onun devamlı ziya­retçilerinden oldu. Bir bakıma Karabaş-ı Veli’nin oğlu, manevi yolda babası tarafından değil, fakat Mısrî tarafın­dan şekillendirilmeye başladı. Ve bir gün Karabaş-ı Veli de onun ziyaretine geldi, aynı yolun yolcusu olan iki mür­şit, tasavvufi bahislere dalıp, ahbap oldular.





Bu arada Mısrî, Hazreti Peygamber’in: “Olmuş olanda hayır vardır.” sözünü düşünerek, “Zaar Limni’de Halvetiye yoluna ihtiyaç vardır.” diye, bir gün “Bismillah” çekip, kendisini ziyarete gelen Müslüman ve Hristiyan ziyaretçi­lere, Halvetiliği anlatmaya başladı.





***





Ancak, çabalarına rağmen. Hristiyanları kendi tarafına çevirememiş olan ada kadısı; bir sürgün mürşidin bu ka­dar alaka çekmesi ve Mısrî’nin onlara tarikat ve hakikat dersleri vermesini kaldıramıyordu, gidip ada emiri ile gö­rüştü.





Emir Hüsamettin de bir siyasi mahkûma karşı göste­rilen ilgiden rahatsızdı. Kadının sızlanması ona iyi geldi.





—          Muhterem Kadı Efendi, dedi, ben bu adamın bir si­yasi mahkûm olduğunu biliyorum, o kadar. Fakat Bursa’da ne yapmış, hangi suçu işlemiştir bilmiyorum, an­cak orada yakınlarım var, isterseniz yazıp sorayım, öğre­nelim. Eğer tehlikeli ise elbet komutan ile görüşüp şu zi­yaretçi iznini kaldırabiliriz.





—          Emirim efendim, dedi kadı, hatta şimdiden şu izni kaldırsak, sonra Bursa’dan gelecek mektubu beklesek olmaz mı? Tehlikeli olmasa zaten ta buralara sürülmezdi.





Her şeye rağmen adaletli biri idi Emir Hüsamettin:





—          Bursa’dan gelecek haberi bekleyelim merak etme­yin, ben mektubu yarın kalkacak olan gemiye yetiştiri­rim, dedi.





Kadı gittikten sonra da meseleyi düşünmeye devam eden emir, onun ziyaretçilerinden birkaç kişi ile konuş­maya karar verdi...





Aldığı cevaplar hep Mısrî lehine idi, bu pirifâni; onlara İslamiyetin temiz yollarını açıklıyor, Halvetilik dersleri ile dinimizin gülümseyen, ferah ve derin yüzünü öğretiyor­du; birkaç Hristiyan şimdiden Müslüman olmaya karar vermişti.





Emir içi rahatlayarak Bursa’dan gelecek mektuba pek de aldırmayacağını düşündü; o ki Hristiyanları Müslü­man edecekti bu adam! İçinden kadının Mısrı’yi kıskan­dığı geçti, kıs kıs güldü...





***





Beş ay sonra Bursa’dan mektup geldi; Mısrî’nin şehir­de dedikodulara sebep olan bütün vaazları anlatılmış, pek çok vaizin öfkeli sözleri nakledildikten sonra, Mısrî’ye karşı olan iki şeyhin isimleri de verilmişti; biri Sivasîzadelerden Muhammed Nazmi, diğeri ise Halvetilerden Selami idi.





Hele hele bir Halveti şeyhinin de ona karşı olması epey düşündürdü emiri. Yine kendisine yakın bazı ziyaretçiler ile konuştu, şeyhin ağzını aramalarını Hazreti Hasan ve Hüseyin konusunu açmalarını falan söyledi... Cevaplar yine olumlu idi ve adada Hristiyanlar birer ikişer Müslü­man olmaya devam ediyordu. Bir gece uykusu kaçtı; bir tarafta kadı, bir tarafta ada halkının bu kadar sevdiği Mısrî... Doğrusu bu halkın öfkesini çekmek istemiyordu, hele burada işlenmiş hiçbir suçu yokken ziyaretçileri me­netmek için bir sebep bulamıyordu. Yani kendisini Kadı Efendi’nin kıskançlığı mı yönetecekti? Kadı ile konuştu ve Bursa’daki tanıdıklarının Mısrî hakkında pek bir şey bilmediklerini, bir suç olmayınca da ziyaretçileri yasakla­yamayacağını söyledi. Lâkin Mısrî hakkında ziyaretçileriler nezdinde sürdürdüğü ilgisini hiç kesmedi, daima on­dan haberler aldı.





Öte yanda Mısrî, emirin bu sorgulamalarından haber­dar olmuş, onu padişahın yönettiğini düşünerek emir­den de memnun kalmamıştı. Zaman zaman kendi başına geçirdiği hâller içinde, emire de kızıyordu. Bu İlahî hâller­de iken, Emir Hüsamettin ve başka kızdıklarının gelip gö­rünmelerini Mısrî de pek anlayamıyordu; bunlar ne türlü hâller idi ki, onu dünya meseleleri ile böylesine ilgili kılı­yorlardı! Velhasıl kendisini melekût âleminde de bulsa, bir küçücük yanı ile dünya içindeydi. Ve bu küçük yan, zaman zaman pek önemli oluyor, onun Mecmuasını cifir hesapları bazen de küfürlerle doldurmasına sebep oluyordu. Ancak ziyaretçiler yanında son derece temkin­liydi; o, buraya Halvetiliği öğretmeye gelmişti ve sadece bu verilen görevi yapacaktı. Kendi doğru bildiği fakat ka­bul görmeyen değişik inançlarının veya Osmanlıya söv­menin burada yeri yoktu. Ha belki daha sonra! Hele bir yıllar geçedursundu...





Yıllar geçedurdu; Mısrî Limni Adası’nda yeni müritler kazandı ki, biri Hristiyanlıktan dönme idi. Onlardan pek çoğunu Müslüman etmişti, ama içlerinden sadece birini mürit olmaya layık görmüştü. Manevi yönden hayatın­dan memnun idi, fakat zaman zaman kale muhafızları, emir ve kadı başta olmak üzere ada idarecilerine karşı duyduğu şüphe ve öfke onu yıpratıyordu; buhranlı gece­lerinin sabahları, yüzü gözü şiş kalkıyordu... Bir ara kale muhafızlarının kendisini zehirleyeceklerini düşündü; ara­da sırada ikram ettikleri kebap, kestane, haşlanmış mısır gibi yiyeceklerden kaçınmaya başladı. Ama yiyeceklerini reddettiği adamlar, gece onun boğazından, midesine yı­lan kaydırabilirlerdi! Geçirdiği ve ulaştığı manevi hâllerin ağırlığında, ara ara bunları da hayal ediyor ve Mecmua’sına notlar alıp duruyordu. Hayatından endişe edi­yordu, tam da adadaki manevi görevinin daha başlangıcındayken olmaması gerekendi bu! Yedi kat göklere uçtuğu, fakat bazen de yedi kat yerin dibine gömüldüğü hâllerdi bunlar ve vücudu; yüzü gözü kızararak, şişerek, bitkinleşerek, olmadık yerlerinde sivilceler çıkartarak tep­ki veriyordu.





İki yıl geçmişti...





Bir gün Mısrî, İstanbul’dan gelen bir emirle serbest bı­rakıldı...





Fakat o, Bursa’daki dervişlerini, ailesini pek özlemesi­ne rağmen, Halvetiliğin güzel tohumlarını ektiği, taze müritler kazandığı, İslamiyetin rahmet ışıklarını saçtığı Limni Adasından ayrılmadı. Buradaki görevini tamamla­mak, hiç olmazsa arkasında bir, birkaç kâmil halife bırak­mak arzusundaydı. Eğer Bursa’daki dervişleri de onu öz­lemişlerse, artık korkmadan buraya ziyaretine gelebilir­lerdi. Kaleden İskele Camii’ne taşındı, orada minberin al­tında bulunan küçük odada halvete girdi. Ömrü boyun­ca yaptığı kırk günlük halvetlerinin kırkıncısıydı bu.





Buradaki müritleri ona bir tekke hazırlamayı düşünü­yorlardı. Bu kırk günlük halvet onlara fırsat yaratmıştı. Alelacele İskele Camii yakınlarında yer arandı; nihayet Yalı Caddesi üzerinde bir binada namazgâhı, çilehanesi ve tevhidhanesi ile tekke hazırlandı.





Mısrî için hoş bir sürprizdi bu. Yeni tekkesinde canla başla çalışmaya başladı. Burada da tıpkı Bursa’daki gibi dervişlerini yetiştiriyor, gelen ziyaretçileriyle sohbet top­lantısını yapıyor, bazen onlarla deniz boyu ağır ağır yürür­ken, Bursa’daki kır toplantılarında olduğu gibi halktan kimselerin sorularına cevaplar veriyordu. Ney ve kudüm eşliğinde zikir ve devran meclisleri de başlamıştı.





***





O, Bursa’daki dervişlerini bekliyordu, ama ilk ziyaretçi­leri Kâsım’la kardeşi Melekşan oldu... Melekşan, şeyhinin yanında peçesini kaldırdı; yaşlanmıştı, ince ve mahzun yüzünde kırışıklar peyda olmuş, rengi solup sararmıştı... fakat lacivert gözleri ateş içindeydi, şeyhiyle özel konuşmak istediği için ağabeysinin dışarı çıkmasını istedi. Melekşan’la şeyhi halvet oldular, hayatlarında ilk defa yalnız kalmışlardı. Yaşlı kadının anlattıklarını dinleyen Mısrî, onun gönül hayatının zenginliği karşısında şaşkına dön­dü. Bekliyordu ama bu kadarını değil! Nefis mertebeleri­ni aşmakta şeyhliği gereği, mektuplarla ona yardımcı ol­muştu bittabi; Melekşan da bütün nefis mertebelerini aş­mıştı, manevi yolunda fevkalade bir ilerlemeydi bu! Artık onun çok ileri bir derviş olduğunun idrakine vardı.





—          Seni kendime halife yapmak isterim, dedi ona.





Fakat yaşlı kadın bu görevi almak istemedi:





—          Efendim, dedi, bu, zamanımızda görülmemiş bir şeydir. Halifeliği taşıyabilirim, ama halkın kuşkulu fakat bilhassa kötü tepkilerini kaldıramam. Benim mürit yetiş­tirmeme engel olurlar, türlü çirkin sözler söylerler ve emi­nim iftiralar atarlar. Sizin hakkınızda söylenenleri bir dü­şünün, siz hamdolsun kanırabiliyorsunuz, ama ben bu konuda zayıf olduğumu biliyorum. Bırakın bir isimsiz derviş olarak kalayım; Allah’ımın rızasının meyvelerini, öbür hayatımda toplayayım. Bu dünya hayatında bana halifelik vermeniz demek, beni bağışlayın ama, birtakım sureti insan, içi hayvan olanların önüne atmanız olur ki, eminim bunu siz de istemezsiniz.





Mısrî, uzun uzun düşündü; yuvadan bir kuş uçurmuş­tu ama o, kendi başına kalmak istemiyordu. Melekşan’a hak verdi:





—          Bilir misin Melekşan Hanım, dedi. İbn Arabî’nin ilk on beş dervişinin, on dördü kadındı, içlerinde halifelik verdikleri de oldu... Ama haklısın, zamanımız bunu kaldı­ramaz. Sen çalışmalarına devam et, eskiden olduğu gibi arada sırada bana yaz, durumunu anlat. Sana tavsiyele­rim olacaktır.





—          Emirleriniz başüstüne, dedi yaşlı kadın, peçesini örttü.





Mısrî, kapı önünde bekleyen Kâsım’la birkaç dervişini içeri aldı. Bir zamanlar, kendisi hiç farkında olmadan Mısrî’nin Allah aşkına basamak olan bu kadın, şimdi ken­disi Allah aşkı ile yanmaktaydı. Mısrî’nin içine, kendisinin de ona, bir erkek olarak basamak olduğu doğdu, fakat bunun üzerinde durmadı. Yuvadan uçan fakat şeyhinden ayrılmak istemeyen Melekşan namına pek memnundu. Erkekleri içeri alırken bunun için Allah’a hamd etti.





Melekşan, gruptan uzak bir köşeye çekilip peçesinin altından gözlüklerini taktı ve Mısrî’nin kitaplığından seçti­ği bir risaleyi okumaya daldı. Erkekler, dış politika konu­şuyorlardı.





Mısrî:





—          Hele bir anlat iki gözüm kardeşim, demişti Kâsım’a, bizim burada bir şeylerden haberimiz yok, Osmanlı ne yapmaktadır. Yalnız Köprülü’nün öbür oğlu Mustafa Pa­şaya vezir payesi verildiğini işittim, bu hayırlı olmuş. Al­manya’ya da savaş açmışız, ne diyorsun?





Dervişler yanlarında olduğu için, Kâsım da Mısrî’ye; ‘’şeyhim” diye hitap etti:





—          Şeyhim, dedi, Mustafa Paşanın vezir olması hayır­lıdır. Ancak hâlen sarayın en güçlü adamı Sadrazam ve Başkumandan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır ki, aklı­nı Almanya’ya fena takmıştır. O, ordunun hâlâ cennetmekân Kanuni zamanındaki kadar kuvvetli olduğunu ummaktadır. Gerçi üzün İbrahim Paşa’nın. Güney Slovakya’yı baştan başa işgal etmesi, pek fevkalade olmuş­tur, ama Macar milliyetçisi ve Almanya düşmanı Tökeli İmre’ye, ‘‘Orta Macar Kralı” unvanı verilmesi Viyana’da büyük telaşa sebep oldu. Aslında Almanya, Osmanlı ile bir savaş istememekte. Bunu çeşitli yazışmalarından ve tavırlarından anlamak mümkünken Kara Mustafa Paşa’nın, divanı ve padişahı ikna ederek Almanya’ya savaş açması, bence ve birçoklarınca büyük hatadır. Me yap­mak ister sadrazam, yoksa ikinci bir Viyana Kuşatması mı, bilmiyoruz.





—          Eğer böyle bir niyeti varsa son derece tehlikelidir, dedi Mısrî.





—          Niyeti şimdilik bilinmiyor. Sultan Mehmet iki şehza­desi ile birlikte Edirne’den kalkıp Belgrat’a geçti, lâkin bu sadece bir Almanya-Osmanlı savaşı olacağa benzemi­yor. Daha şimdiden Fransa, Ren üzerindeki bütün kuv­vetlerini çekip Almanya’nın emrine vereceğini bildirmiş, ayrıca bir de tümen yollayacakmış. Polonya ve Venedik’in boş duracakları sanılmıyor, onlar da gelecek bizim üstümüze, ne de olsa bizden alacakları intikam vardır. Endişemiz şudur ki, bu bir Almanya-Osmanlı savaşından ziyade; bir Hristiyan-Müslüman, bir Haçlı-Hilal, bir Avrupa-Asya savaşına dönecek ve çok uzayacak.





Mısrî başı önünde, yerdeki kilimin nakışlarına dalmış gibiydi. Birden başını kaldırdı, içini çekti, Kâsım’ın gözle­rinin içine bakıp:





—          Hemen Allah hakkımızda hayırlısını yazsın, dedi ve esefle başını salladı. Galiba yazmayacak!.. Yine de dua edelim, çünkü O buyurur ki: “Allah bir topluma perişan­lık dileyince de artık onu geri çevirecek güç yoktur. Ve onlar için Allah dışında koruyucu ve dost da olmaz.” Evet yapmamız lazım gelen dua etmektir... Araf suresinde de: “Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır, süreleri do­lunca ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçerler.” buyu­ruyor. Evet dua ecf&im... (içini çekti) Tarhan Valide Sultan’ı hastadır diye işittim.





—          Öyle maalesef... Valide Sultan, ta Köprülü Mehmet Paşa zamanından beri politikadan elini eteğini çekmesi­ne rağmen, onun oğlu üzerinde mutlak hayırlı tesirleri, nasihatleri, uyarıları vardır. O giderse padişah pek yalnız kalır. Evet şeyhim, kendimizi aldatmaya gerek yok; Osmanlı her bakımdan duaya muhtaçtır...





İçine düştükleri ağır, ezici, hüzün dolu havadan yine Kâsım çıkardı onları. Saraya, şehzadelere dair komik anı­larını anlattı, kendi meşhur kahkahasını attı, Mısrîyi ve dervişleri tebessümlere boğdu.





Melekşan’la Kâsım, tekkede pişen kuru fasulyeli pilav ile karın doyurduktan sonra gemiye döndüler. Ertesi sa­bah erkenden de gemi, İstanbul’a yelken açtı.





***





Mısrî’nin günleri birbirine benzer görünen, fakat hepsi ayrı bir, birkaç mânâda geçip duruyordu. Günler aylara dönüyor, aylar yılları getiriyordu. Çok seyrek de olsa Karabaş-ı Veli ile buluşup denize yakın bir yerde bir çınar ağa­cının altında sohbete dalıyorlardı. Birkaç kere de beraber­ce hamama gittiler... Aslında Karabaş-ı Veli’nin yetiştir­mesi olan, Mudurnu, Sunnullah Tekkesi mürşidi Üskü­darlı Nasuhi Efendi, buraya kendi şeyhini ziyarete gel­mişti, fakat Mısrî’ye de hizmetlerde bulundu; iki şeyhin birden dualarını aldı... Ayrıca iki şeyhe de para yardımında bulundu ki, gerek Karabaş-ı Velinin gerekse Mısrî’nin böyle bir yardıma çok ihtiyaçları vardı.





Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kuşatmadan sadece altı gün önce padişahı haberdar etmiş; IV. Mehmet de, Sadaret Vekili Vezir İbrahim Pa­şa’ya: “Bu haberi önceden bilseydim, rıza göstermez­dim.” demişti...





Viyana Kuşatması; 1683 yılında bozgunla neticelen­di. Oğluna her bakımdan yardımcı olan Tarhan Valide Sultan; bozgundan birkaç ay önce ölmüştü. İstanbul halkı: “Devletin büyük direği gitti!” diye ağıtlar yaktı... Birleşik haçlı ordusu ile savaş devam ediyordu; Alman­lar Budin’i kuşattılar...





***





Kâsım ve Melekşan’dan sonra, Mısrî’nin misafirleri, Bursa’dan birkaç dervişle, kardeşi Ahmet ve kayınbirade­ri Mustafa oldu. Gelenler, onu tahmin ettiklerinden daha güçlü ve neşeli buldular, etrafında bir sevgi halesi vardı. Yerli halk, birçok ada Venediklilerin işgaline uğradığı hâlde, Limni’ye dokunulmamasını Mısrî’nin bereketine, yüksek manevi derecesine bağlamaktaydılar. Gerçi, ada kilisesinin papazı, Hristiyanlara Mısrî ziyaretini yasakla­mıştı ama, onlardan da bu yasağa uymayanlar oluyordu. Dervişlerden biri: “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan insanlar gibi, su bulmaya tekkeye koşuyorlar.” diyordu...





Mısrî, Ahmet ve Mustafa’nın ziyaretlerinden çok mem­nun kalmıştı. Kardeşine:





—          Çocukken seninle pek arkadaşlık edemedik lâkin, ikimiz de bir kardeşimizin olduğunu hiç unutmadık... Se­ninkileri bilmem ama benim dualarımda hep var oldun, dedi.





—          Ben de senin için dua ederim ağabey, dedi. Doğru, çocukken pek beraber olamadık, ben babamın oğlu idim, sen de sanki Koca Derviş’in. Sonra Kâsım vardı se­nin sırdaşın; bazen ikinizi kıskandığım olurdu, ama ben babamın elini bir türlü bırakamadım, sen de o ele hiç yaklaşmadın!





Mısrî, hafifçe tebessüm etti:





—          Niye yaklaşmadım o ele bilir misin? dedi. Çünkü babam tercihini yapmış, oğulları arasında seni seçmişti! Mesela bana okuma yazma derslerini Şeyh Ağama ver­dirdi, beni ona teslim etti, lâkin seni kendisi okuttu, seni kendisi teslim aldı. Ben de seni kıskandım sanırım, ba­bamla ilişkini... Fakat onun bu tercihine saygı gösterdim, ikinizin aksına girmeye çalışmadım.





—          Ben zayıftım ağabey, dedi Ahmet, senin gibi kişilik sahibi, kendi başıma buyruk değildim; babamın bana il­gisi daha çok merhametindendi sanıyorum. Kim bilir... Fakat ne yazık ki, ikimiz de onun istediği gibi müritleri ol­madık.





—          Bütün bunlar nasip meselesi kardeşim, dedi Mısrî, annem ve ablalarımız iyi Nakşi’ydiler.





—          Ablalarımız hâlâ öyledirler, evvelki yıl ziyaretlerine gitmiştim.





—          Aferin sana, benim isteyip de yapamadığım şeyi yapmışsın. Gerçi pek arada sırada mektuplaşıyoruz ama... Nasıllar?





—          İyiler şükür, çoluk çocuk, torun tosun işte yuvarla­nıp gidiyorlar. Tekkemiz hâlâ hizmete devamda... Yalnız senin hakkındaki dedikodulardan ve en son buraya sü­rülmenden haberdar olmuşlar, tek dertleri sensin gibi geldi bana.





—          Onlara yazmalıyım, dedi Mısrî sonra kayınbiraderi­ne dönüp, eh Mustafa Derviş, hanede işler nasıl gitmek­te?.. diye sordu.





Mustafa önüne baktı, içini çekti:





—          Şeyhim, dedi, üzücü bir haberim var; Fatma Kız, Hakk’ın rahmetine kavuştu, ince hastalık dedi hekim.





—          Yaa! dedi Mısrî, kalakaldı bir süre, konuşamadı. Gözlerinden iki damla yaş düştü. Pek de tanımak imkânı­nı bulamadığı bu küçük kızı sevmişti aslında. Allah rahmet eylesin, dualarını yaparım, siz de gerekeni yapmışsınızdır zaten.





—          Pek tabii şeyhim.





Mısrî, içini çekti:





—          Annem de ince hastalıktan gitmişti, dedi, annesi nasıl?





—          O, o kadar üzüldü, dertlendi ki, annem biraz bizim­le yaşasın diye eve aldı. Hâlen bizdedir, daha iyidir. Fakat Ali, çok iyidir, Ali sizin yolunuzda çok sıkı çalışarak yürü­yor. Şu yaşında herkes tarafından sevilip sayılıyor... Artık genç bir adam oldu, maşallah.





—          Maşallah, dedi Mısrî... Onu emin ellere emanet et­miştik.





Dervişler, Fatma’nın vefat haberi karşısında suspus ol­muşlardı. Mısrî, onlarla konuşmaya başladı, konu değiş­ti. Dervişler Mısrî’yi çok özlediklerini, şeyhlerinin artık dönmesini istediklerini söylüyorlardı.





—          Zamanı gelince, dedi Mısrî, vakti saati dolunca el­bette gelirim.





Sonra sohbete devam etti...





Böylece Bursa’daki dervişleri, bazı sevenleri akın akın şeyhlerini ziyarete gelmeye başladılar. Hiçbir gemi gelmi­yordu ki içinden Mısrî’ye ziyaretçi çıkmasın! Adadaki mü­ritleri ise Mısrî’nin bu kadar sevilmesinden memnunlardı, ama az buçuk da onu, eski müritlerinden kıskanmaya başlamışlardı. Onlar, Mısrî’nin Bursa’ya dönmesini hiç is­temiyorlardı.





1686’da Budin düştü ve Lorraine dukası, Macaris­tan’ın önemli bir kısmını işgal etti. Türk askerinin mo­rali son derece bozuktu. Müttefik düşman ordusu Mohaç’a çekildi. Sadrazam Sarı Süleyman Paşa Mohaç’a geldi, ancak yirmi bin şehit verince savaş meydanını terk etti.





Mohaç Muharebesi, Hristiyan âlemi ve Almanya için büyük faydalar sağlamıştı, ama sultan için büyük felaket­lere zemin hazırladı. IV. Mehmet, üzüntüsünden üç gün yemek yiyemedi. Avrupa’daki bu kayıplardan, İstanbul halkı da son derece huzursuzdu, ayrıca padişahın İstan­bul yerine Edirne’de oturması da İstanbul halkının huzur­suzluğunu ve öfkesini artırıyordu.





Sadrazam ve Başkumandan Aynacı Sarı Süleyman Pa­şa zalim ve yetersizdi. Orduda disiplin tamamıyla bozul­muştu. Askerler isyan edip Süleyman Paşayı linç etmek istediler, ama olacağı haber alan paşa, İstanbul’a kaçıp, 1687’de istifa etti. Ordu düzeni giderek daha çok bozu­luyordu, asker ayaklandı. Birtakım küçük rütbeli yeniçeri subaylarının kurduğu cuntanın emriyle padişahı tahttan indirmek; Köprülü Mehmet Paşa’dan önceki zamanlarda olduğu gibi, devlete tahakküm edip milleti soymak isti­yordu. Savaş bu orduyu hiç ilgilendirmiyordu.





Vezir Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa ise sultana ve iki oğluna cephe almış durumdaydı. 1687 kışında Padişah IV. Mehmet’i tahtından indirdi. Meşru veliaht, sultanın büyük oğlu Mustafa idi. Fakat Fazıl Mustafa Paşa, IV. Mehmet’in hayattaki iki kardeşinden büyüğü Şehzade Süleyman’ı, “III. Süleyman” olarak tahta geçirdi. Böylece Osmanlı hanedanının veraset kuralını bozmuş oldu. Sa­rayda muhalifleri vardı, fakat paşanın korkusundan ses çıkaramıyorlardı.





1688 yazında Osmanlı’nın Almanya cephesi çöktü. Al­manlar, Belgrat yakınlarına kadar sarktı. İstonli iyi savu­nulmasına rağmen düştü. İstonli’den sonra Belgrat Ka­lesi de Almanların eline geçti.





Polonya ve Rusya cephelerinde ise zafer Osmanlı’nın oldu. Venedik, Mora ile yetindi. Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefeşe, on dört ay Venediklilere karşı koyduktan sonra, teslim oldu...





Bu haberleri alan Mısrî, garip duygular içindeydi, Osmanlı’nın gittikçe çökeceği kendisine malum olmuş, sonra düşünüp araştırmış ve bu konuda vaazlar vererek sultanı, sadrazamları uyarmak, bir şekilde devleti sars­mak istemişti... Ama iyi niyetinin karşılığında iki kez, ayaklarında bukağılarla sürgüne gönderilmişti. IV. Meh­met’ten hoşlanmıyordu, onun düşmesine memnun ol­muştu; III. Süleyman’dan da pek umudu yoktu. Şimdi, kendi sözlerinin bir anlamda doğrulanmasına zayıf bir sevinç duymakla beraber, üzüntü içindeydi. Keşke bilmeseydi... Keşke söylemeseydi ve Osmanlı bu hâllere düşmeseydi! Göğsünde bir yerlerde gönlü üşüyordu, büzü­şüp kalmıştı... Kendisine yabancı olan bir iç sıkıntısı gön­lünü tutsak almıştı sanki ve dayanabilmek pek zordu. Bu hâlin ilacı belki de sohbetti. Bursa’dan gelen ve burada­ki dervişlerine ve de halktan kendisini sevenlerden bir gruba, yatsı namazından sonra:





—          Sorun, dedi, şimdi sormak vaktidir! Aklınıza gelen­leri hiç çekinmeden sorun.





Halktan biri:





—          Efendim, dedi, Allah bir, din bir olduğu hâlde zahir ilim bilginleri ile tarikat ilminin yahut sizin tabirinizle gönül ilminin bilginleri pek geçinemiyorlar. Acaba nedendir?





—          Bu konulan çok konuştuk ama yine de sana bunu, bahar ve kış örnekleriyle anlatayım; o da mevsim diğeri de mevsim bakarsan ve aslında kış, baharın bütün eser­lerini, efendim bahçelerini, çiçeklerini, meyvelerini gör­meye âşıktır, onlara hasret doludur. Lâkin Yüce Allah tarafından, kışın tabiatı, bahara zıt olduğu için onu göre­mez ve anlayamaz. Zira çiçekler soğuğu gördükleri za­man başını eğer, iyice saklanır. Ve soğuğun gittiğinden tam emin olmadan başlarını çıkarmazlar. İşte zahir ilim bilginleri ile gönül ilminin bilginleri de böyledir. Çünkü zahir ilim bilginleri; birtakım davalardan, varlıktan, göste­rişten, kavgadan kurtulamaz. Çünkü ilimlerini ancak bunlarla göstereceklerini sanırlar. Ama diğer sınıf bilgin­ler, o kadar alçak gönüllüdürler ki; varlığı, dolayısıyla gös­terişi, kavgayı terk etmişlerdir. Onların bu terk edişleri ile birlikte, gönüllerinin bahçeleri bilgi çiçeklerini verir, kalp­lerine türlü şeyler doğar. Bunlardan çeşitli ilim ve gözlem çıkarırlar ve bunların bir kısmını açıklar, bir kısmını kendi özel bilgileri olarak gönüllerinde tutarlar. İşte bu açıkla­dıkları ve sakladıkları onların tekâmülüne yardımcı olur... İşte bu gönül ilminin bilginleri kazaen zahir ilim bilginle­ri ile, gösteriş ve kavgada karşılaşsalar, onların fikirlerin­den biri bunların gönüllerine düşse; kış, bahar çiçekleri­ni gidermek için ne yaparsa onu yapar, kalplerine soğuk rüzgârlar eser. İşte bu yüzden bu iki sınıf bilgin anlaşa­maz, çünkü kış ve bahar misalidir.





—          Bu benzetmeden zahir ilim bilginleri asık suratlı, gönül ilminin bilginleri neşeli ve güler yüzlüdürler diye bir anlam çıkarabilir miyiz?





—          Evet mümkün, dedi Mısrî.





Limni’deki dervişlerden biri söz aldı:





—          Şeyhim, dedi, “Cennet sıkıntılar, kötülükler ve dert­lerle süslenmiştir.” diye bir söz işittim. Bu ne demek olu­yor?..





—          Evladım, bu sözde şu hakikate işaret ediliyor; bir kâmilin yani bir erenin adı uzaktan işitilir ve onunla bu­luşmak istenir. Fakat bu kişi, o zatın yakınına geldiği za­man, onu düşmanlarla çevrili bulur. Öyle ki her düşma­nın elinde, ötekine benzemeyen bir mızrak vardır. Bu mızrakları o ereni görmeye gelenlere atarlar, o kâmil hakkında iftiralar ederler, o kişinin ziyaretini engellemeye kalkarlar. Bu, Âdem Aleyhisselam’dan bugüne kadar böyle gelmiştir. Gerçekte kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, yetenekli olmayan kimseleri kemal sahibinin yanına sokmamak için bir anlamda vazifeli bekçilerdir. İşte o eren böylece dertler, sıkıntılar, kötülüklerle çevril­miş bulunur. Onun yanma ancak mânâda güçlü olanlar girebilir. Nitekim o kâmil de bilgi cennetine ve kendisine uygun ihvanla toplanma zevkine; düşmanlarının verdik­leri ıstıraplara, hasetçilerin sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir. Çünkü ariflerin meclisi cennet gibidir. Bir hatıramı nakledeyim. Büyüklerden bi­ri Belgrat’tan Bursa’ya bizi ziyarete gelmişti. Önce bu fa­kirin hasetçilerinin, düşmanlarının çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat, cuma gecesi toplanan ihvanı görüp onların vecd ile birtakım İlahî hâller ile zikretmelerini gö­rünce ağlamaya başladı ve bana şöyle dedi: “Bırak diğer­leri istedikleri kadar hainlik etsinler o kişilerin ezalarına sabret, çünkü bu nur onların üflemesiyle sönmez, bilakis artar. “Sonra Allah Teala’nın Saf suresinde buyurduğunu, söyledi: “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, kâfirler istemese de, nurunu muhakkak tamamlayacaktır.” Ve ilave etti: “Bu insanların, buranın çevresindeki dert, sıkıntı ve kötülüğü yarıp buraya girme ye kudretleri olmadığından, hasetleri ve düşmanlıkları artmaktadır. Bilmezler ki onların hasetleri ne kadar artsa bu nur da o kadar artar. Dostum sakın senin hakkındaki davranışlarına üzülme.” İşte cennetin, sıkıntı ve kötülük­le süslenmesine bir örnektir bu.





Sevenlerinden biri sordu:





—          Şeyhim, Kehf suresi, yirmi üçüncü ayette: “Hiç bir şey için, ‘Ben bunu yarın kesinlikle yapacağım, deme.” deniyor. Açıklar mısınız?





—          Onu takip eden ayette de; nasıl söyleneceğini gös­terir, şöyle: ‘“Allah dilerse’ şeklinde söyleyebilirsin.” De­mek ki yapan eden biz değil, yalnız ve yalnız O Sevgili’dir, O’dur. Önemli olan varlıkta tasarruf edenin, yani ken­disinde kullanma hakkı bulunanın kim olduğunu bilmek­tir. Biliniz ve unutmayınız ki; bütün fiiller Hakk’ındır. Enfal suresi on yedinci ayete dikkatinizi çekerim, orada bu­yurur ki: “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.”... Fakat ne yazık ki, kulun suretinde Hak’tan başka bir mu­tasarrıf olmadığını kul bilmediği yahut unuttuğu için; kendisinin iradesi olduğunu, Hak’tan ayrı bir vücudu ol­duğunu sanır. Mesela varlığı Allah’tan olan sanatçı, ken­dini bir varlık zannetse, gaflet hâlinde kendisini “yapan” zanneder. Bu kötü zan gafletten ileri gelir... (durdu, derin bir nefes aldı, sanki, devam etsem mi, gibi düşündü ve devam etti) Lâkin kendisini Hak bilerek, fiili ve seçimi kendisine dayandırsa, bu kötü değildir. Çünkü fiil, suret­ten çıkmıştır. Çünkü o fiili o surette ve o mertebede gö­rünen Hak yapmıştır.





Yine sevenlerinden bir delikanlı sordu:





—          Efendim, Allah izin verirse, ilim tahsil etmek istiyo­rum; fakat zahir ilmiyle, bâtın ilminden hangisini seçece­ğimi bilmiyorum, siz ne tavsiye edersiniz?





—          Ben ikisini birden öğrenmeye çalıştım oğlum ve bundan da hiç pişman olmadım. Sana pek kısaca ikisini de anlatayım, Allah’ın izni ile sen karar ver. Nasıl su ne­caseti, pisliği, çeri çöpü temizlerse zahir ilmi; kalbi, üze­rine çöken cehalet kirlerinden arındırır. Ve de kuyumcu nasıl ateşte altını diğer karışımlardan ayırırsa, bâtın ilmi, ben gönül ilmi derim, evet gönül ilmi de öylece nefsi, ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Anladın mı?





—          Evet efendim; biri şekilde, öbürü gönülde.





—          Ben, doğum yerim olan Malatya’da iken ilk ilim ta­lebinde bulunduğum sırada kalbimde sufilerin yollarını bilme arzusu vardı. Çocukken, ancak bir Nakşi şeyhi olan babam mecbur ettiği için onların meclislerine katı­lırdım, ama sohbetleri bereketiyle günden güne arzum çoğaldı ve mecburiyetten değil, gönül arzumla gider ol­dum. Ve nihayet, iki gözüm bir Halveti şeyhine biat ettim. Sonra şeyhim Malatya’dan İstanbul’a geçince ortada kal­dım. Neyse uzun hikâye, bunu bırakalım. Sen şimdi gön­lünü dinle, gönlünden ne geliyorsa onu yap.





—          Efendim şimdi sizi dinleyince benim de gönlümden iki ilmi birden yapmak geldi. Acaba becerebilir miyim?





—          Bu, gönül arzunun şiddetine bağlı, şiddeti fazlaysa becerebilirsin. Şunu unutma, elde edeceğin her hayır, mutlak doğru bir çaba sonucudur. O Sevgili’nin düzenin­de hiçbir şey bedava değildir. Kur’an-ı Kerim’de belirtildi­ği gibi; Hazreti Meryem doğum sancısı çekerken karnı acıkmış, işittiği ses; ona ağacı sallamasını söylemiş. Yani ona bile, dikkatinizi çekerim, Kur’an’da övülen tek kadın Hazreti Meryem’dir, evet, o bile doğum sancısı çekerken karnını doyurmak için bir uğraş vermiş, yoksa gökten zembille ona hurma inmemiş!.. Velhasıl oğlum, eğer iki ilim sana nasip edilmişse Allah gönlüne şiddetli bir arzu koyar, sen de yaparsın.





—          Demek nasip meselesi.





—          Evet tabii, ama senin de çaba sarf etmen gerekir.





Yeni dervişlerinden biri de sorulanlardan cesaret alıp:





—          Şeyhim, dedi, Vahdet-i Vücut fikrini pekiyi anlaya­mıyorum, bir kere daha açıklar mısınız?





Mısrî bir düşündü; hemen bütün konuşmalarında, şi­irlerinde ve düz yazılarında bu fikrin bütün akisleri mev­cuttu, lâkin belki hepsine isim koymamıştı. Ve yine vecd içinde konuşmaya başladı:





—          Vahdet-i Vücut yani Vücut Birliği; inandığım (sesi biraz yükseldi) iman ettiğim bu hakikat şunu der: İçinde on sekiz bin âlemi barındıran şu koskoca âlemde yalnız bir tek Vücut ve O Vücut’un bir Tek hakikati vardır; o Yü­ce Allah’ın vücudu ve hakikatidir. On sekiz bin âlemin as­lı ve esası O Bir’dir... “Ya biz insanlar, çokluk ne oluyor?” dersen, derim ki; onların hepsi birbirine görünür ve gö­rünmez bağlarla bağlanmış O’nun tecellilerinden ibaret­tir. Yaradan’ın varlığının sebebi, önü ve dahi sonu yoktur. O’nun eşi ve benzeri yoktur, O, hiçbir şeyle mukayese edilemeyen Tek’tir. Ve o Tek’ten başka hiçbir varlık yok­tur. “Bizim de varlığımız var.” demek (sesi tekrar yüksel­di) yalnız insanlara mahsus bir budala zandır... Tek varlık olduğuna dair bir delil olarak da; Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamber’imiz Efendi’mizin şu sözü gösterilir, de­miştir ki: “Allah vardır, Onunla beraber hiçbir şey yok­tur.” İşte varlığı aşktan gayri bir şey olmayan Allah’ın, kendisini bildirmek ve sıfatlarını göstermek istemesi, ya­ni tecellileri aşkla başlamıştır; yarattıkları ise aşk ile, aşk için yaratılmışlardır. Evet özeti şu; Hak’tan başka varlık yoktur ve Hak’tan başka şeyler izafidir, görecedir. O koca şair Yunus Emre’ye göre; Tanrı görünen olduğu hâlde, kendisini Hak’tan gayri her şeyle gizlemiştir.





Ve sohbet, böylece uzayıp gitti... Ta sabah namazına kadar.





***





Mısrî, derviş yetiştirmeye, Hristiyanları Müslüman yap­maya, Limni halkının sevgisini kazanmaya devam ediyor, aylar yılları kovalıyordu. Kâsım’dan bir mektup aldı; ön­ce yazısının her zamanki gibi özenli olmadığına dikkat et­ti. Kâsım diyordu ki: “ Sana havadis vermek için yazıyo­rum, fakat ne anlatacağım, hiç şevkim ve hevesim yok. Seninle konuşma ihtiyacında olmasam zaten yazmaz­dım... Bilmem biliyor musun padişahımız III. Süleyman, Sultan İbrahim’in büyük oğlu. Fazıl Mustafa Paşa, III. Sü­leyman ile kardeşi Şehzade Ahmet’in Edirne-İstanbul se­yahatlerinde onlara muhafızlık etmiş, ikisini de yakından tanıyıp sevmiş ve bu yüzden III. Süleyman’ın tahta çık­masında fevkalade etkili olmuştur. Fazıl Mustafa Paşaya bir hâl olmazsa, bundan sonra da padişah olarak, II. Ah­met olarak, Sultan Süleyman’ın kardeşi Şehzade Ahmet gelecektir. Aslında kendisi tahta çıksaydı, yani Fazıl Mus­tafa Paşa tahta çıksaydı, bana göre Osmanlı için daha hayırlı olurdu. Gerçi sarayda giderek IV. Mehmet yahut büyük oğlu Mustafa’yı tahta çıkarmak isteyenler artıyor, lâkin Fazıl Mustafa Paşa korkusundan bir şey yapamıyor­lar. Bu yüzden saray çalkalanmakta... Fakat doğrusunu istersen, bu entrikalar, dedikodular artık beni hiç ilgilendirmiyor çünkü koca devlet çoktan yokuş aşağı inmeye başladı. Benim yegâne arzum; saraydan ayrılıp evimin hat çalıştığım odasına sığınmak, bu odanın güzel ve sa­kin havasında ömrümü tamamlamak. Yetmişe basıyoruz farkında mısın? Fakat benim hattat olduğumu sultana duyurmuşlar. Kendisi ve kardeşi de hattattırlar. Sultanın hocası Tokatlı Ahmet, hattatlar arasında sevilip sayılan bir kişidir. İşte sultanın ondan sülüs ve nesih diplomaları varmış. Kendisi benim hatlarımı görmek istedi, sarayda tuttuğum bazı levhalarımı arz ettim. Bana iltifatlar etti. Sağ olsun da, onun bu ilgisi yüzünden, maalesef daha kâtipliğime devam etmek mecburiyeti hasıl oldu. Sulta­nın çevresinden biri olarak artık kâh Edirne’de, kâh İs­tanbul’da yaşıyorum onunla beraber.





Sadrazamlar değişip durmakta. Köprülü Mehmet Paşa’nın damadı Sadrazam Siyavuş Paşaya ve yüz elli ada­mına ihtilalci askerler kıydılar ki çok becerikli olmamasına rağmen, bu muameleye asla layık değildi. Gece, sarayını basmışlar. İhtilal cuntası daha çok canlar alacaktır, eğer Köprülü gibi bir adam sadrazam olmazsa. Sarayda Fazıl Ahmet Paşa’nın sadrazam olmasını isteyen pek az kişi var; diğerleri, o gelirse çıkarları elden gidecek diye çok korktukları bu birinci sınıf teşkilatçı zata karşı çıkıyorlar.





Evet, saray ve İstanbul bu kadar perişan durumda iken, Macaristan’da kan gövdeyi götürüyor. General Caraffa, eyalet merkezi Eğri’yi, vire ile aldı. Diyorlar ki, Bey­lerbeyi Osman Paşa’nın şehit düşmesi üzerine böyle vire ile kalenin kendiliğinden teslim olması, şehirde çok fazla Müslüman’ın bulunmasındandır. İşte böylece Müslüman nüfus selametle Eğri’den ayrılmış. Fakat yine diyorlar ki Almanlar şehirdeki kırk bir camiyi ve çok fazla bulunan bütün Osmanlı bayındırlık eserlerini yerle bir etmişler... Bu arada Mora’yı fetheden Morosini, Venedik cumhur­başkanı seçilmiş. Dalmaçya’nın hemen tamamı Venedik­lilerin eline geçmiş... Evet Avrupa’daki geniş toprakları­mız bir bir düşmekte, ne kalıyor ki Osmanlı’ya!.. Sen va­azlarında Osmanlı’nın karanlık geleceğine işaret ederken herhalde şu durumları kastediyordun... Fakat hani nere­de dualarımızın bereketi, kabul olması? Evet, “Bir üm­metin zamanı geldiği vakit...” böyle şeyler oluyor işte ve ben artık şu ileri yaşımda, bütün bu haberlerden uzak kalmak, çok uzak kalmak; tek cümle, tek kelime bile işit­mek istemiyorum. Sen ağam, hâlâ ilgileniyor musun?”





Mısrî, Kâsım’ın neşeli mizacının çözülmesini, kendini karamsarlığa kaptırmasını anlıyordu: “Ama ben hâlâ ilgile­niyorum.” diye düşündü. O anda bir perde açıldı sanki ve Osmanlı’nın sadece batıda değil fakat doğuda da çok top­rak kaybedeceğini, bütün Arap dünyasının elden çıkacağı­nı gördü. Kendine geldiği zaman, ona Osmanlı’nın sonu­nu gösteren Allah’a hamd etti; ağzı kurumuş, midesine kö­tü bir sancı saplanmıştı, âdeta kendisine teselli verircesi­ne, “Ama bu çok sonra, çok sonra!” diye düşündü. Fakat, Osmanlı tükendikten sonra, bu halk ne olacaktı?.. Sadece Anadolu mu kalacaktı Türklere? Bundan bile emin olamadı. O gece seccade üzerinde sabah namazına ka­dar oturdu; O Sevgili’sinin Türklere merhamet etmesini diledi. Bir ara uyku ile uyanıklık arası bir hâlde Allah’ın ar­tık kendisini çağırdığını kuvvetle hissetti. Sabah namazı­nı kıldıktan sonra, içinden seller sular gibi gelen kelime­leri kâğıda döktü:





Hudâ da’vet eder elhamdülillah
Bu can Hakk’a gider elhamdülillah
Hakikat şehrine çün nhlet oldu
Gönül durmaz iver elhamdülillah
Yakın geldi tulu’â şems-i ruhum
Bugün günüm doğar elhamdülillah
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah
Şahâdet mansıbıdır âli mansıp
Bize veriliser elhamdülillah
Gözüktü ma’nî yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah
Biliştik bunda hem ihsanlar etti
Nasibimiz kadar elhamdülillah
He gam giderse dünyâdan
Niyâzî Visâline erer elhamdülillah





Yazdıktan sonra şiirini okuyan Mısrî’nin gönlüne, daha biraz vakti olduğu doğdu, fakat o yazdıklarının tatlı heye­canına kapılmıştı, gönlüne doğanın üzerinde durmadı... Ancak o gün Limni’de, öleceğini anladı ve defnedileceği yeri keşfetti; toprağı Baltacı Mehmet Paşanın kabrinin hemen yanındaydı... Birkaç halife ve dervişine şiiri oku­yup o yeri gösterdi: “Fakat tam da zamanı belli değil,” dedi, “ama yakında elhamdülillah.”





1688 yılında Osmanlı’nın Almanya cephesi tamamıy­la çöktü. Doç Morosini’nin Ağrıboz’u alma teşebbüsü ise geri püskürtüldü, lâkin Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefşe, düşmana on dört ay kahramanca karşı koy­duktan sonra, yetmiş sekiz topu için, artık atacak gülle kalmayınca teslim oldu... Doç Morosini, birkaç kez do­nanmasını Anadolu kıyılarına gönderip Osmanlıya göz­dağı vermek istediyse de, bütün çabaları Osmanlılar ta­rafından şiddetle kırıldı...





Sultan III. Süleyman hasta idi.





Son bir ümit olarak Almanlarla meydan savaşı yapıl­maya karar verildi. Ancak Başkomutan Arap Recep Paşa son derece yetersizdi. Meydan savaşı 1689’da kaybedil­di. Almanlar Sırbistan’ı aldılar, Vidin’i de düşürerek Bul­garistan’a girdiler, Üsküp’e, Makedonya’ya ve Arnavutluk’a yaklaşmaya başladılar. Venedikliler durdurulmuş, Lehliler ve Rusya devamlı şekilde bozulmuştu. Ama Al­manları durduracak hiçbir kuvvet yok gibi görünüyordu.





Edirne’de saltanat şurası, oy birliği ile tek çarenin Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşanın sadrazam ve başko­mutan yapılması olduğunu padişaha arz etti.





Fazıl Mustafa Paşa, Sakız muhafızı idi, 1689 sonbaha­rında Edirne’ye çağrılarak sadrazam yapıldı...





Mısrî, Limni’de pek çok derviş ve birkaç kâmil halife yetiştirmişti, artık Bursa’ya dönebileceğini düşünüyordu. Fakat zaman zaman da aklına burada gömüleceği geli­yor tam bir karara varamıyordu. Bir zaman sonra Kâsım’dan bir mektup aldı. Zarf hayli kabarıktı, Mısrî me­rakla açtı, içinden arkadaşının mektubu ile, Sadrazam Fazıl Mustafa Paşanın resmî tebliği çıktı. Sadrazam, artık onun Bursa’ya, tekkesinin başına dönmesini istiyordu. Bu bir emirden ziyade bir rica idi ve çok içten bir üslup­la yazılmıştı... Ve Mısrî’nin dönme niyetini perçinledi. Kâsım ise kendisini toparlamıştı, mektubunda umut do­luydu, Fazıl Mustafa Paşa’dan bahsediyor: “Ağam,” di­yordu, “benim ve koca Osmanlı’nın artık tek umudu ye­ni sadrazamımızdır. Fakat o, kendi ordusunun ağırlıkları­nı, savaş meydanında, düşmandan alınmış ganimet gibi yağmalayan bu rezil askerlerle savaşamayacağını, fakat onları düzene sokmak için de elinde sadece bir tanecik kış bulunduğunu da biliyor. Bunun için vallahi geceleri uyumadan, gündüzleri istirahat etmeden devlet ve ordu­yu düzene sokmaya çalışıyor. Ve bütün bu işlerinin ara­sında, biliyorsun saraydaki namım ‘Hazreti Mısrî’nin arkadaşıdır, beni çağırtıp şu içinde bulunduğumuz zor za­manlarda insanlarımızın kuvvetli mürşitlere ihtiyacı oldu­ğundan bahsederek, sana gönderilmek üzere ekteki teb­ligatı yazdırdı. Onun teşkilatçı dehasından bahsedilirdi de bu kadarını tahmin etmemiştim... Söylediklerini ya­zarken gözlerim doldu. Bunu benden beklemezsin, ama onun yanında da kahkahayla gülecek hâlim yoktu ya!.. Biliyorsun ben gülme zamanında da gülerim, ağlayacak olduğum zamanlarda da. Allah bana kahkaha bahşet­miş, ne yapalım! Artık dönüyorsun değil mi iki gözümün nuru ağam?”





***





Fazıl Mustafa Paşa, Temmuz 1690’da ordusuyla Edir­ne’den ayrıldı. Tuna ince donanmasının amirali Hüseyin Paşa, otuz dört kadırga ile Belgrat’a ilerlerken, o da üç günde Edirne’den Şehirköyü’ne gelerek, bu kaleyi Al­ınanlardan aldı. Alman İmparatorluğu, ordusu yenilmiş olarak geri çekildi. Paşa ilerleyerek; Musapaşa kalesini, Niş’i, Semendire’yi, Vidin, Orşova ve Fethülislam’ı aldı. Kuzeye doğru yürümeye devam etti... Dokuz katlı, yüz on altı kuleli, kat kat surlu Belgrat kalesini yedi günde dü­şürdü. Beş bin kadar şehit verildi, Almanların on beş bin civarında kaybı oldu, üç yüz doksan altı Alman topu, Tu­na üzerinde on iki harp gemisi ele geçirildi, binlerce Al­man esir düştü. Böylece Belgrat’ta 188 yıllık, yeni bir Osmanlı dönemi başladı... Vardar’dan Drava’ya kadar olan altmış bin kilometre karelik toprak geri alındı. Düşman, Bosna ve Bulgaristan’dan tamamen çıkarıldı. Sırbistan’ın tamamı geri alındı. Sırplar Almanlarla iş birliği yapmışlar­dı. Fazıl Mustafa Paşa, Sırpları bağışladı; bedava tohum­luk, hayvan ve kıtlık olan bölgelere tahıl dağıttı. Sırplar bir asır Osmanlı aleyhine düşünemeyecek kadar mem­nun edildiler.





Zafer haberi üzerine hasta padişah Edirne’den İstan­bul’a geldi. Köprülüzade İstanbul’da büyük törenlerle karşılandı. Sarayda III. Süleyman, sırtındaki hırkayı çıka­rıp Fazıl Mustafa Paşaya giydirdi ve ağlayarak dua etti.





Böylece Niş, Vidin, Semendire ve Belgrat Fatihi, gele­cek yıl Macaristan’ı geri almak üzere hazırlığa başladı... Almanlarda korku arttı; Budapeşte’den sonra Viyana’daki kale de tamir edildi.





***





Mısrî dönmeye karar vermiş olmasına rağmen, ölümü bekleyerek, gidişi bir hayli geciktirdi... Sonra da: “Ben bilmiyorum Allah biliyor, hele bir Bursa’ya varalım baka­lım!” dedi.





Bursa’ya varışıyla bir büyük törenin içine düştü. Hali­feleri, dervişleri ve halk tarafından; davul, kudüm eşliğin­de kendi ilahileriyle tevhid ve tekbir sesleriyle karşılandı. Onu bir tahtırevana bindirdiler, iki yanında sevenleri göz­yaşları ve neşe ile yürüyorlardı...





Bursa’da ünlü hoca Ahmet Gazzi, Mısrî hakkında pek çok olumsuz söz işittiğinden, öğrencilerine Mısrî’nin ge­lişiyle ilgilenmemelerini tembih etmişti.





O gün Ulu Cami’de her zamanki gibi dersine başladı. Biraz sonra Mısrî’yi getirenlerin tevhit, zikir, ilahi seslerini duyunca bir süre durup bekledi, sonra sanki Hak tarafın­dan dışarıya doğru çekildi ve caminin önüne çıktı. İşte orada, tahtırevanın üzerinde Mısrî bütün görkemi ile oturuyordu. Ahmet Gazzi, ne yaptığını pek de bilemeden ona doğru yürümeye başladı... Mısrî, tam yanından geçerken ona gülümseyerek içten bir selam verdi ve Ahmet Gazzi de ilerleyip onun elini öptü, tahtırevanın yanında yürüme­ye başladı. “Onun heybetine kapıldım.” diye geçti içinden ve bundan dolayı ne kadar memnun olduğunu düşündü; Mısrî artık onun da şeyhi olmalıydı... Mısrî’nin ise ona bunca içten selam vermesi, ileride Ahmet Gazzi’nin Mısrîye’nin büyük bir mürşidi olacağını hissetmesi miydi?...





Onun dönmüş olmasından dolayı duyulan sevinç, ak­şamdan sabaha devam etti. Tekke dolup dolup boşaldı ve Mısrî, ellerini, yüzünü öpenlerin çokluğundan, oğlu Ali ile kucaklaşabilmek için birkaç saat beklemek zorunda kaldı. Ali, ona annesinin evde kendisini beklediğini söy­ledi. Sabah namazından sonra Ali ile birlikte eve döndük­leri zaman, Gülsüm’ü hiç uyumamış, hâlâ bekler buldu­lar. Zaten zayıf olan Gülsüm iyice süzülmüş, kızının kay­bı yüzüne çizgiler çekmişti, mahzundu ama kocasının on beş yıl sonra nihayet eve dönüşünün memnuniyeti, göz­lerine parıltılar hâlinde düşmüştü. Onun elini öptü, Mısrî de karısına sarılıp alnından öptü. Sabah çorbasında, söz Fatma’dan açılınca Mısrî:





—          Onun yeri şimdi cennette meleklerle birdir, dedi. Çocuğun kaybı ana baba için çok zorlu bir imtihandır, Al­lah’ın hayırlı bir imtihanıdır, sen sabrınla bu sınavdan geçmişsin Gülsüm. Ayrıca beni de on beş yıl, umudunu kesmeden beklemen, benim her hâlime gösterdiğin sa­bır için de Allah senden razı olsun. Razıdır... Ali’yi geliş­miş buldum, hocaları ondan çok memnundurlar, Ali’nin bu başarısı yalnız kendinden değil, bir anne olarak onu çok iyi yetiştirmiş olmandandır... Ben çocuklarımla hiç meşgul olamadım, bu biraz da sana olan güvenimdendir Gülsüm.





Kocasının sözleri, Gülsüm’ün yüreğini ısıttı:





—          Yüce Allah’ın doğru yolundan ayrılmamaya çalışı­yorum şeyhim, dedi, hemen O, kabul etsin. Evine hoş geldin, sefalar getirdin.





***





O sıralarda Bursa’da, Yunus Emre’nin kabrinin yeri konuşuluyordu. Elbet konuşanların hepsi de bu kabrin Bursa’da bulunmasını temenni ediyordu... Mısrî’ye de sordular, o:





—          Yunus Emre’nin kabri yalnızca gönüllerdedir, ona dünya yüzünde somut bir yer aramayın. O bir aşk, o bir mânâ eriydi; hep gönüllerde yaşadı ve gönüllerde kaldı, dedi, ama başka bir Yunus’un, Aşık Yunusun kabrini sizlere gösterebilirim, kalkın yürüyelim...





Mısrî ve yanındakiler yürüyerek Şiblî Mahallesine geldi­ler. Oradaki Sa’diye tarikatının Kara Abdürrezzak Dergâhını buldular, Şeyhi ile selamlaşıp hoşbeş ettikten sonra





Mısrî, yanındakilere mescidin batısında bulunan üç me­zardan birini işaret ederek:





—          İşte burası Makam-ı Âşık Yunus’tur; biz dualarımızı her iki Yunus için de burada yapalım, dedi.





Orada iki Yunus için dua edilmesi, sonradan halk ara­sında: “Yunus Emre burada yatmaktadır.” şekline girdi ve de söz, yürüdü gitti...





Tekke o kadar kalabalık oluyordu ki, Mısrî her zaman­ki vazifesini geciktirdi, Miskinler Mahallesini ancak bir ay sonra ziyaret edebildi... Bir şekilde işitilmişti onun Bursa’ya döndüğü, cüzzamlı dostları da bekliyorlardı... Mısrî’yi, onun bir ilahisini söyleyerek karşıladılar.





Halk Mısrî’nin yine Ulu Cami’de muntazam vaaz ver­mesini istiyordu. Fakat Mısrî öyle düzenli bir şekilde de­ğil de arada sırada vaaz vereceğini söyledi. Bir gün Ali:





—          Şeyh babam, dedi, camide yapacağın vaazda, ne­den Allah’ın doğru yolundan bahsetmezsin, sence zama­nımız insanlarının buna ihtiyacı yok mudur?





Oğlunun bu ilgisine ve kendisine fikir vermesine biraz şaşırdı Mısrî, fakat çok da hoşlandı ve ilk vaazında; doğ­ru yoldan bahsetti:





—          Abdullah İbn-i Mesud’un şöyle söylediği rivayet edilmiştir, dedi yine kendisini dinleyen kalabalığın yüzle­rine bakarak: “Resulullah, kuma bir çizgi çizdi ve bize, bu Allah’ın yoludur." dedi, sonra sağına soluna birtakım eğ­ri büğrü çizgiler çizdi ve dedi ki: “Bunlar da yollardır, fa­kat bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş, insanı ça­ğırır...” Ve okudu: “İşte benim doğru yolum budur, buna tabii olun. Muhakkak sizin davranışlarınız, tutumlarınız çeşitlidir. Kiminiz ilimle hareket eder ve cennete gider. Kiminiz cehalet ve nefis arzularıyla karanlığa koşar da ce­henneme gider.





Bakara suresinde şöyle buyrulur: “Herkesin uyduğu bir yönü vardır. Hayır işlerine koşunuz. Nerede olursanız, Allah, hepinizi toplu olarak bir araya getirecektir”





Şimdi bilin ki insan hareket ve çalışmalarının çeşitli oluşu, insanların dört ayrı merhalede bulunuşlarından dolayıdır. Bunlar, hayvanlar âlemi, yırtıcılar âlemi, şeytan­lar âlemi ve melekler âlemidir. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi başlar ki; bu “hayvanlar âlemi’dir. Bu âlem onu yemeye içmeye, helal ya da haram birleşmeye sevk eder. İnsan orada sebat eder; imana ve imanın ge­rektirdiği tutum ve davranışlara dönmezse, onda dünya sevgisi üstün gelir. Dünyadan her istediğini de pek tabii elde edemez ve sonuçta “yırtıcılar âlemi”ne girer... Kibir, kin, haset, intikam ve belki katil ile vasıflanır ve o insanın iç âlemi yırtıcı hayvanlara döner. Eğer bundan imana ve gereken tutum ve davranışlara dönemezse; mevki hırsı öne çıkar, muradına ancak hileler ile ulaşır ve sonunda devler ve şeytanlar âlemine girer. Hile, aldatma, yalan, gıybet ve iftira ile İblis gibi, halk arasına fitneler düşür­mek gibi huylarla vasıflanır. Orada kalırsa, “aşağıların en aşağısında kalmış ve insanların en sapkını olmuştur...” Ama mutluluğa ulaşıp melekler âlemine dönerse ki; bu âlem zikir, tevhit, tövbe istiğfar âlemidir... O kişi, herkes­le iyi geçinir ve güzel ahlaklı olur, güzel ahlak insanın ol­gunluğudur, işte o, bununla meleklerden üstün olur. Çünkü böyle insanlar oraya; hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âlemlerinden mücadele ederek geçip, ibadet, iyi tutum ve davranışlarla yükselmişlerdir. Fatır suresinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Güzel söz O’na çıkar, salih amel O’na yükselir.”





Şimdi, şu gördüğümüz yahut görmediğimiz insanla­rın her biri, mertebelerin birindedir; hayvanlar âlemin­den, melekler âlemine kadar. Bazıları ise, merhaleden merhaleye seferini tamamladıktan sonra, daimi olarak bir hâlden diğer hâle geçmek üzere bulunur. Şimdi ey in­sanlar bakın görün, nefsiniz bu otlakların hangisinde ot­lamaktadır?.. (durdu, cemaati süzdü ve ahenkli sesini bi­raz yükselterek devam etti) Eğer insan isen, nefsini, ça­lışmalarını; hayvanların, yırtıcıların ve İblis’in gittiği yön­den çevir, doğru yolu bul, Yüce Allah’a koşman, yolların en yükseği olsun. Çünkü Allah’a giden yollar, yaratılmış­ların nefes sayısı kadar çoktur. Önce nefsini tanı, onun tabiatını, huyunu suyunu, eksikliklerini tespit et, sonra mücadeleni ver. Eksiğini gediğini kapa, hayvanın, yırtıcı­nın, İblis’in eğri yollarından ayrıl; güzel huylarınla doğru yola eriş... unutma doğru yol, Allah’ın yoludur, çünkü O, doğru yol üzeredir. Şunu da unutma, nefsi bilmeye çalış­mak; insanı, Allah’ı ve gayelerin en yükseği olan tevhid mertebelerini bilmeye götürür... Yüce Allah, cümlemize bunu nasip etsin, âmin.





Mısrî vaazını böylece bitirip kürsüden yere indikten sonra çevresini bir kalabalık sardı. Onu tekrar Ulu Cami’de gördüklerinden ne kadar memnun olduklarını an­latıyorlardı. Nasıl da özlemişlerdi içten konuşmalarını... O sırada genç bir adam, kalabalığı yarıp Mısrî’nin tam önüne geldi:





—          Efendim siz, dedi, Allah’ın insanların yüzünde, gö­zünde veya eşyada görünebileceğini söylermişsiniz. Ben göremiyorum, nasıl oluyor, söyler misiniz?





—          Yavrum, dedi Mısrî, etrafına gönül gözüyle bakma­yı bilirsen, gerçekten her yüzde, gerçekten her gözde ve gerçekten her şeyde, O Erişilmez Olan’ı görürsün.





—          Gönül gözüyle bakmak nasıl oluyor?





—          Önce nefsinin temizlenmesi lazım, o kadar ki insa­na ve her şeye daima sevgi gözü ile bakacaksın; gönlün­de sevgiden, sevecenlikten gayri bir şey bulunmayacak. Yani tam bir gönül eri olacaksın.





—          Fakat bu çok zor!..





—          Ben de O’nu görebilmenin kolay olduğunu söyle­medim...





—          Nefsimi nasıl temizleyeceğim?





—          Bir mürşit eli öperek, onun verdiği virdi yaparak, zikrederek ve çalışarak, daima çalışarak ve sevmeyi Öğ­renip severek.





Delikanlı, sağ elini bağrına basıp sessizce uzaklaştı. Mısrî’nin etrafında birkaç kişi sinirlendi ve şeyhlerine ya­ranmak hevesiyle çocuğu küçümsedi. Biri dedi ki:





—          Sizi nasıl da saçma sapan sorularla rahatsız ediyor­lar! Bu gibi gençleri camiye sokmamak lazım.





—          Beni rahatsız etmedi, bu bir, dedi Mısrî, sorusu çok güzeldi, herkesin aklına takılıp da ürkekliğinden yahut kendisini bilir göstermek için soramadığını sordu, aferin ona, bu iki. Bir şeyler öğrenmek için sormak gerek. Ve bilir misiniz kişi, son nefesine kadar öğrenmelidir, yani düşünüp soru sormayı bilmelidir.





Bu sefer:





—          Haklısınız efendim, dediler.





***





Haziran 1691’de Fazıl Mustafa Paşa, İkinci Almanya Seferi için Edirne’den ayrıldı. Hastalığı gittikçe ağırlaşan Padişah III. Süleyman bu tarihten sekiz gün sonra vefat etti... Fazıl Mustafa Paşa, giderken bütün devlet adamla­rını âdeta tehdit ederek; Sultan Süleyman’dan sonra, kardeşi Ahmet’in, II. Ahmet olarak tahta geçirilmesini is­temişti. Oysa bu devlet adamlarının mühim bir kısmı, IV. Mehmet’i tekrar veya onun büyük oğlu Şehzade Musta­fa’yı tahta çıkarmak istiyorlardı. Ancak Fazıl Mustafa Pa­şa, çalışmaları ve Almanlara karşı kazandığı zaferlerle bü­yük bir kahramandı, ondan çekiniyorlardı. Mecburen Şehzade Ahmet’i, II. Ahmet olarak kabul ettiler.





Almanlar çok iyi hazırlanarak ve çok yardım alarak kı­şı geçirmişlerdi. Fakat bir yıl önceki bozgun ve Köprülü isminden dolayı tereddütte idiler... Sefer eden Osmanlı ordusuna Macar Kralı Tökeli de katılmıştı, Kırım Hanı ise orduya katılmak üzere yoldaydı...





Düşmanın dikkatli tutumu, temkini Osmanlı kurmaylarını, yedi saatlik mesafede olan Kırımlılar gelmeden ta­arruza kışkırttı... İkindi vakti iki tarafın top atışlarıyla mey­dan muharebesi başladı. Almanlar iyi savaşmalarına rağ­men, birkaç saat içinde saflarını çözerek geri çekilmeye başladılar. Fazıl Mustafa Paşa, kesin neticeyi almak için kılıcını çekip ön safa geldi ve o anda bir kurşun alnına isabet etti. Çevresindekilerin, başkomutanın şahadetini âdeta orduya duyurmak için feryadı üzerine Türk safları bozuldu. Durumun değiştiğini gören Alman komutanı tümenlerini toparlayıp taarruza geçti.





Böylece çok fazla zayiat veren Almanlar, az şehit veren Osmanlılardan muharebe meydanını aldılar...





***





Bir gece evvel Mısrî bu olayı işaret eden rüyayı gör­müş; fakat en yakınlarına bile anlatmamıştı, huzursuz­du... Yalnız savaş hakkında konuşan dervişlerine:





—          Savaş elbet kanlı, gürültülü, karmaşık bir olaydır; fakat aynı zamanda çok ince ve küçüktür. Bazen atılan bir kurşun bile koskoca muharebenin kaderini değiştire­bilir. Dua edelim hemen Hak Teala yardımcımız olsun, dedi.





O gece toplu dua yapıldı, ama zaten olan olmuştu...





Çok daha sonra haber Bursa’ya ulaşınca, dervişler “tek kurşun’un mânâsını anladılar ve şeyhlerinin kera­metine bir kere daha tanık oldular.





Kâsım gönderdiği mektupta Fazıl Mustafa Paşa için kan ağlıyordu...





Mısrî, cevabi mektubunda onu teselli ediyor ve paşa­nın öbür dünyadaki yerinin ne kadar güzel olduğunu an­latıyordu. Mısrî mektubu bitirip imzaladıktan sonra imza­nın altına birkaç satır daha ilave etti, dedi ki:





“Atalarımız zamanında cennetmekân padişahlarımız, savaşa giderken yanlarına hocalarını, şeyhlerini, bazı der­vişleri alırlardı. Bilirsin IV. Murat bile, Bağdat Savaşı’nda yanında şeyhülislamı bulundurmuştu. Osmanlı mülkü böyle böyle genişledi; İslamiyetin bayrağı böyle böyle, elin illerinde dalgalandı. Almanlarla hesabımız bitmemiş­tir, yeni bir savaşta sultanımız neden bizim gibilerden yar­dım ummaz? Bunu kendisine söyle, benim yazdığımı söyle, eğer mümkün olursa...”





***





II. Ahmet; Mevlevi, yazar, bestekâr, şair ve ağabeyi gi­bi hattattı, güzel yazıya meraklıydı. Sarayda Kâsım’ı âde­ta ağabeyinden kalan bir yadigâr gibi benimsemişti. Ek­seri fermanlarını ona yazdırıyor, bazen yanına çağırtıp hat, hattatlık üzerine konuşturuyor, bazen de, Kâsım’ın hatlarını inceliyor, kendisininkileri de ona gösteriyordu.





Mısrî’nin mektubunu alan Kâsım, arkadaşının teklifi üzerine uzun uzun düşündükten sonra, padişaha söyle­meye karar verdi. Yine onun yanına çağrıldığı bir akşa­müstü, müsaade alıp II. Ahmet’e Mısrî’den ve mektubun­dan bahsetti.





—          Şehzadeliğim sırasında Mısrî Efendiyi işitmiştim, dedi sultan, hatırladığıma göre büyük bir mürşit imiş, fa­kat Osmanlı’yı pek sevmezmiş. Şimdi bu teklifi neden yapar acaba?





Kâsım, edep dışına çıkmadan, sakin sakin Mısrî’yi sa­vundu ve onun niyetinin iyi olduğuna dair inancını kısa­ca anlattı. Sultan:





—          Kendisine yaz, dedi sultan, bize atalarımız efendile­rimizin güzel âdetlerini hatırlatmışlardır, memnun ol­duk... Sefer mukadder olunca, onu hatırlayacağız... Kaç yaşındadır kendisi?





—          Aynı gün doğmuşuz efendim, yetmiş dördündedir.





—          Aynı gün ha, yoksa bu dostluk çocukluktan mı baş­ladı?





—          Evet efendim.





—          Pekâlâ, benim için Mısrî Efendinin sevdiğin bir mısrasını yahut beytini güzel yazınla yaz bakalım. Göre­lim bu sevgini nasıl ifade edeceksin?





Kâsım, padişahla konuşmasını kısaca anlatan bir mektuptan sonra Mısrî’nin bir beyti üzerinde çalışırken, sultan da, Mısrî’nin teklifinden, Sadrazam Çalık Ali Paşa’ya bahsetti. Sadrazam yüksek ahlaklı, değerli bir yö­neticiydi, fakat Mısrî’nin teklifine sultan kadar hoşgörülü bakmadı:





—          Müsaade buyurulursa sultanım, dedi, bu zat pek büyük bir mürşit olabilir, ama aynı zamanda Osmanlı düşmanıdır. Bir keresinde bir vaazında Kırım hanlarını övmüş ve Osmanlı tahtına onların daha layık olduğunu söylemiştir. Gerçi çok yıllar önce sürgüne gönderildi, on yıldan fazla Limni’de kaldı, bilmem ki şimdi ona güvene­bilir miyiz?..





—          Yaa, dedi padişah ve konuyu değiştirdi.





1691 sonbaharında savaş devam etmişti. Kral Sobiesky Komaniçe önünde, Kahraman Paşaya, Almanlar Lippa önünde Tameşvar Beylerbeyi Topal Hüseyin Paşa’ya yenildiler... Alman imparatoru, Türkçeyi iyi bilen Kont Marsingli’yi barış için padişaha gönderdi. Bu zat Edirne ve İstanbul’da II. Ahmet tarafından kabul edildi. Fakat müzakerelerden bir sonuç çıkmadı... 1692’nin so­nunda Kırımlılar, Galiçya ve daha kuzeyini ve bu arada Lwow şehrini tahrip ettiler.





Venedik-Malta-Papalık-Floransa donanması Amiral Morosini’nin komutasında Girit’e gelip Hanya’yı kırk bir gün kuşattıktan sonra, dört bin asker kaybedip 1691 ya­zında çekildi.





Dalmaçya tarafından Venedik; Hırvatistan tarafından Alman orduları Bosna’ya girdilerse de, geri püskürtüldü­ler.





Sadrazam Çalık Ali Paşa, ancak bir yıl bir gün sadaret yükünü çekebilmiş ve istifa etmişti. Yerine yine yüksek karakterli bir zat olan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ye­tiştirmesi Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa getirildi...





1693’te Edirne’de Bıyıklı Mustafa Paşa, Erdel’i geri al­mak için hazırlık yapıyordu. Sultan II. Ahmet de Edir­ne’deydi.





***





Savaş hazırlıklan Bursa’da işitilmeye başlayınca, Mısrî içinden gelen ani bir kararla, “Bu sefere katılmalıyız.” di­ye düşündü. Son zamanlarda gönül, hep seferin yakın olduğundan bahsetmişti. Mısrî, Gülsüm ve Ali ile vedala­şırken; gönlünün bahsettiği seferin, işte bu Erdel Seferi olduğunu düşünüyordu. Aklı öyle hükmetmiş ve artık gönül susmuştu.





Mısrî Bursa’nm dışında, kaplıca civarında Bademlibahçe’de çadır kurarak: “Düşman ile savaşta sevap ka­zanmak isteyen benimle gelsin.” diye ilan etti ve günler geçtikçe, başta Ahmet Gazzi olmak üzere, çevresine üç yüze yakın mürit toplandı.





Ancak haber saraya tez ulaştı, Sadrazam Bıyıklı Mus­tafa Paşa; Mısrî’nin özellikle üç yüze yakın adamıyla, Edirne’ye doğru yürüyüşe geçme hazırlığında bulunma­sından son derece rahatsız oldu. Onun bir sözü ile kitle­leri harekete geçirebileceğinden hiç kuşkusu yoktu. Ve bu sözün Osmanlı hanedanı aleyhine olacağını tahmin ediyordu. İsyan çıkarıp padişahı devirebilirlerdi. Tam da sefer hazırlığı içindeyken böyle bir iç isyanla uğraşmanın hiç zamanı değildi. Bu işin engellenmesini, Şeyh Bedret­tin isyanını hatırlatarak, bizzat padişahtan rica etti.





Ve Mısrî, Kâsım’ın el yazısı ile padişahtan bir mektup aldı. Sultan II. Ahmet, selamından sonra, Mısrî’nin sefer hazırlığı içinde olduğunu işittiğini: “Sefere katılmanızdansa halvetinizde dua ile meşgul olmanız daha hayırlı­dır.” diyor, onun yerinden ayrılmasına izin vermediğini söylüyor ve zafer kazanmaları için yalnızca dua etmesini istiyordu. Mısrî bu mektuba fena hâlde öfkelendi. Gönül: “Sefer!” demişken, bir “sultancık” mı onu engelleyecek­ti? Çevresine daha çok adam istedi, gelenlerle üç yüz ol­dular. Bundan sonra Mısrî’nin öfkesi azaldı ve oturup sul­tana cevap mektubunu yazabildi:





“Padişah’ım,” diyordu, “olmayacak şeye ferman kes­mek akıllı işi değildir. Bir yıldıza doğmasın diye ferman versen doğmaz mı, yahut ağrısı tutmuş kadına, ‘Doğur­ma’ desen de doğursa padişaha asi olur mu? Padişahım ben seni esirgerim, benim sana kötülük yapmam söz ko­nusu değildir. Yalnız senin hayrını isterim. Ancak senin düşmanların, beni sana yanlış bildirirler.





Bunu bil ki; peygamberlerde ve evliyada yalan ve aykırı işler olmaz, dalkavukluk hiç olmaz. Bizim sana kötülüğü­müz dokunmaz. Dediğime güven... Çevrendeki binlerini görevden al yahut idam et, demem. Çünkü bu, senin hiz­metine layık değildir. Biz ancak genel olarak, adaletle dav­ran, diye nasihat ederiz. Kabul edersen senin gücün artar; aziz olursun. Kabul etmez isen, zararı kendin çekersin.





Sonuç olarak seni peygamberlere muhalif olmaktan menederim. Nasihati kabul edersen tahtında kalırsın. Nasihatim budur. Bu mektubu kendi şeyhine gösterme ve onun görüşlerine uyma. İlle göstereceksen şeyhülisla­ma ve ulemaya göster, onların görüşlerine uy!





Seni Yüce Huda’ya emanet ederim!”





Mısrî, üç yüz yoldaşı ile, bir sabah namazından sonra Edirne’ye hareket etti...





Uzun yürüyüş, molalarla Tekfur Dağı’na kadar sürdü. Orada, sultanın gönderdiği Silahşor Beşir Ağa ve adam­larını, kendilerini bekler buldular. Padişah, Mısrî için bir araba, dervişlere para yollamış ve geri dönmelerini iste­mişti. Buralara kadar gelen Mısrî, “sultancığın” arzusuna uyacak değildi!.. Arabayı ve dervişlere gönderilen parayı reddetti, yanındakilere:





—          Yeteri kadar dinlendik, kalkın yürüyelim, dedi.





***





Silahşor Beşir Ağanın Mısrî ile buluşması, Edirne’de heyecana ve dedikodulara sebep olmuştu. Birtakım sö­zü dinlenir adamlar halka: “İşte Mısrî Hazretleri geliyor, gelişinde hayır vardır, çünkü o padişaha iş başında bulu­nan bütün hainleri tek tek bildirecek.” diyorlardı.





Halkın heyecanı Edime Sarayına aksedince, bu sefer Mısrî’yi yolda karşılamaya Mirahor Dilaver Ağa ile Kâsım gönderildi...





Yetmiş beş yaşına yaklaşan Kasım atın üzerinde dim­dik duruyordu. Ta uzaktan cemaatin sabah namazını kıl­dığını görüp, beklediler. Namaz bitti, ilerlediler... Kâsım, Mısrî’yi seçince atından indi, Dilaver Ağa’ya da inmesini söyledi. Yürüyerek yaklaştılar Mısrî’ye; o ise Kâsım’ı gör­düğüne bir an sevinmesine rağmen, yine aksileşti ve:





—          Ne o, dedi, bizi seferimizden alıkoymaya padişah bizzat gelecek galiba, baksana önce dalkavuklarını gön­dermiş!





Kâsım, onu duymamış gibi kollarını açarak yaklaştı ve Mısrî’ye sarıldı. Mısrî önce mukavemet etti, kolları iki yanında sallandı ve sonra dayanamayıp o da sıkı sıkı sa­rıldı Kâsım’a.





Dilaver Ağa, biraz ötede onları seyrediyordu, bütün dervişler onları seyrediyordu. Nihayet Mısrî dervişlerine dönüp Kâsım’ı tanıttı:





—          Altmış sekiz yıllık yoldaşımdır, kan kardeşim, sırda­şımdır Kâsım Efendi. Bizi yolumuzdan döndürmek için onu yollamışlar üstümüze.





—          Etme ağam, dedi Kâsım usulca, etme. Ben sana yalvarmaya geldim. Yıllar önce bana, hatırını ortaya koy­ma demiştin, işte günü geldi, hatırımı da, kafamı da, gönlümü de ortaya koyuyorum. Gel vazgeç seferden; dervişlerini topla, geri dönün. Edirne’de halk ayaklan­mak üzere, bu mu istediğin? Zaman, düşmana sefer za­manıdır, şimdi padişaha asi olmanın vakti değil... Gel gir­me Edirne’ye. Geri dön, bir kez olsun kafanın dikine git­me, beni dinle.





—          Dinlemesem ne olur Kâsım? Keser misin benimle dostluğu?





—          Hayır, elbette hayır, sen beni dayaktan kurtardığın günden beri dostumsun Mehmet Ağa’m, bu dostluğu kesemem. Velakin yine seni sürgüne yollamalarından korkarım, yoksa bu mu istediğin?





Birden duraladı Mısrî, yavaşça:





—          Bilir misin, dedi ölüm yerim Limni’dir, toprağım ha­zır orada beni beklemektedir, Baltacı Mehmet Paşanın yanı başında. Ama önce sefere, seferim var Kâsım, beni engelleme! (bir durdu, sonra sertçe tekrar etti) Beni en­gelleme!





—          Bağışla, sana her şeyimi koydum ortaya diyorum. Bir damlacık da mı kıymetim yoktur gözünde? Yapma ağam, yapma!





Mısrî birden sakinleşti, Kâsım’ın kolundan tutup:





—          Şöyle yürüyelim, dedi, sonra Dilaver Ağa’nın yüzü­ne bile bakmadan, eliyle onu işaret edip dervişlerine hi­tap etti:





—          Efendi, misafirimizdir, ikramda bulunun.





Ağır ağır yürüyüp gruplardan uzaklaştılar, Mısrî hâlâ Kâsım’ın kolunu tutuyordu. Bir kaya parçasına rastlayınca:





—          Otur, dedi ona, kendisi de yanına oturdu.





Bir süre hiç konuşmadılar, sonra Kâsım:





—          Sultanımız, dedi, senin hakkında şefkatlidir ve iyi düşünmektedir, o mektubuna rağmen. Adamın yaptığı­na, “akıl işi değil” demişsin, “seni menederim” demişsin, mektubu bana okuttu. Her neyse, o hâlâ sefer için senin duanı alma arzusunda. Tek isteği var, senin adamlarını toplayıp geri dönmen, o kadar.





Mısrî sanki arkadaşının söylediklerini hiç işitmemiş gibi:





—          Bilir misin, dedi, kime, neye bir ders almak arzusuy­la bakarsan, onu yaratılmış olduğu maksada doğru yolcu bulursun. Aslında yalnız kendine, çevrene baksan da öy­le; herkesin, her şeyin gideceği bir yer vardır, gideceği bir menzil vardır, ta ki o menzil onun son menzili ola, orada Hakk’ın rahmetine kavuşa... İşte o, kendi menzilidir. Fakat oradan da geçip giderse bil ki bir başka konağa doğru yol almaktadır. O Sevgili’nin düzeni böyle işte...





—          Fakat Mehmet Ağa’m, bu iş tam anlamıyla senin elinde. Eğer istersen şimdi dervişlerini toplayıp dönüş yoluna geçebilirsin.





—          Evet, belki öyle görünüyor... Fakat hiçbir şey benim elimde değil (eliyle gökyüzünü işaret etti) O Sevgili bilir... Hem yarın bir iki dedikodu yüzünden hünkârın gazaba gelmeyeceği ne mâlum! Kafasına eser sürer beni Limni’ye. O zaman işte kendi menzilime kavuşmuş olurum...





Kâsım’ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı:





—          Toprağım orada diyorsun, dedi.





—          İşte böyle olduğu için, şu Limni Seferi’nden önce, son görevimi yapıp, küffar üzerine gitmek isterim, (göz­lerinden iki damla yaş düştü, sesi yalvardı) Bana yapma etme, deme adamım, deme... Adamım! Hatırım için de­me! Umarım Yüce Allah, bana önce düşman seferini yazmıştır... Yazmıştır ki, son zamanlarda gönül hep; “Se­fere doğru!” dedi.





Kâsım ses çıkarmadı, gözyaşları yanaklarından süzü­lüyordu. Çocukluklarından beri ilk defa görüyordu Mısrî, onun ağladığını.





Birden Kâsım gözyaşları arasında gülümseyip:





—          Var mısın bir güreşe, kim kazanırsa, ha?





Mısrî’nin gözyaşları tekrar düştü yanaklarına:





—          Artık güreşi aşmadık mı biz adamım, kıymetlim! dedi.





***





Aynı dakikalarda, Bozoklu Mustafa Paşa, sultanın hu­zuruna çıkmıştı:





—          Padişahım, dedi, eğer bu meczup adam buraya ge­lirse tam bir fitne çıkacaktır. Kalabalıklar toplanmaya başladı bile, onun bir sözü ile bu halk saraya doğru ha­rekete geçer. Vallahi kendi başım umurumda değildir, ben yalnız sizi düşünürüm, çıkmamız lazım gelen seferi düşünürüm.





—          Çocukluktan dostu Kâsım Efendi’yi yolladık. O herhâlde meseleyi halledecektir.





—          Onun gözü dost most görmez padişahım. Emrini­zi dinlememekle bir kere size asi olmuştur, sonuna kadar gitmezse, başını alacağınızı bilir... Bu yüzden sonuna ka­dar gitmek isteyecektir, kendi kafasına karşı, sizin kafanız vardır artık... Başka bir şey düşünemez.





Sultan II. Ahmet ses çıkarmadı, başını önüne eğip uzun uzun düşündü sonra içini çekti, nefesini boşalttı ve:





—          Allah ikimizi de affetsin, dedi, bir büyük mürşide bunu yapmak istemezdim; eğer Edirne’ye kadar gelirse, derdest edip Limni’ye yollayın. Ancak Edirne’ye gelirse...





Bozoklu Mustafa Paşa, derin bir nefes alıp rahatladı.





***





Kâsım kayanın üzerinden kalktı, usulca:





—          Öyleyse git seferine, dedi, git!





Mısrî de kalktı, birbirlerine sarıldılar, bir süre öyle kal­dılar. Sonra Kâsım çözüldü, arkasını döndü yürümeye başladı. Mısrî onu, atının yanma kadar yolcu etti, Dilaver Ağa da gelmişti. İkisi de atlarına atlayıp dörtnala sürdü­ler Edirne’ye doğru...





Mısrî uzun uzun baktı onların arkasından... Neden sonra yoldaşlarına dönüp:





—          Haydi, dedi, öğlen namazından önce varalım Seli­miye Camiine.





***





Edirne halkı, Mısrî ve dervişlerini şehrin varoşlarında tekbirler, salavatlar ve tevhitlerle karşıladı, hep beraber Selimiye Camiine doğru yürümeye başladılar... Caminin içi ve dışı, cami civarındaki bütün sokaklar dolmuştu. Sanki bütün Edirne oradaydı. Daima Mısrî’nin yanında duran Ahmet Gazzi’den başka dervişler girememişlerdi içeri... Mısrî caminin içinde, mihrabın yanına çöküp ya­nındakilere:





—          Önce namaz kılarız sonra kısa bir vaazdan sonra padişahın yanma varıp sefere doğru yola koyuluruz, di­yordu.





O sırada padişahın, Limni’ye sürgün fermanı ile Edir­ne Kaymakamı Osman Paşa, arkasında yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri ile kalabalığın arasından yavaş yavaş sıyrılarak girdi, Mısrî’nin önüne kadar gelip dedi ki:





—          Haydi şeyhim, Padişah’ımız Efendimiz sizi bekler, dedi.





Mısrî yerinden kıpırdamadı:





—          İnşallah namazdan sonra varırız, dedi.





Ama kaymakamın arkasındaki yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri birden yaklaştı ve Mısrî’yi koltuklayıp hızla halkın arasından geçirdiler ve arabaya bindirdiler. Mısrî böylece, arabanın yanında bekleyen Mirahor Dilaver Ağa’ya teslim edilmiş oldu. Araba hızla hareket etti; der­vişler ve halk koşarak, yürüyerek onu takip ediyordu. Hepsi şaşkınlık içindeydi. Hepsi bir kere daha Mısrî’nin nur kaplamış yüzünü görmek istiyordu.





Derdest edilip götürülürken çok öfkelenen Mısrî’nin öfkesi, yavaş yavaş geçmekteydi; işte Limni yolu görünü­yordu, işte toprağı ona kucak açmış bekliyordu...





Mezarlıktan geçerlerken, bir kabrin başında dua et­mekte olan Şeyh Ali Gülşenî ve dervişi Hasan Gülşenî ile karşılaştılar. Kalabalıktan birilerine sorup ne olduğunu öğrenen şeyh, yanındaki dervişine:





—          Koş evladım, dedi, o mübareğin arabasına yetiş, önüne yatıp durdur ve nazırını celalden, cemale çevir.





Hasan Gülşenî koştu, denileni yaptı; Mısrî pencereden başını çıkarınca; hâlâ yerde yatmakta olan derviş:





—          Hazretim, dedi, Şeyhim Ali Gülşenî ve ben fakir ri­ca ederiz; nazarınızı öfkeden çekip güzelliğe çevirin, Allah aşkına.





Mısrî meseleyi anladı ve hafifçe tebessüm edip araba­dan aşağıya atladı; yeniçeri bölüğü tetikte bekliyordu, Dilaver Ağa huzursuz olmuştu, fakat Mısrî’nin yüzündeki te­bessüm onu, olumsuz bir emir vermekten alıkoydu.





Şeyh Mısrî:





—          Evladım, dedi, bizim öfkemiz devam etseydi, Edir­ne’nin altı üstüne gelirdi.





Ve, bir mezar taşının baş tarafını sağ koluyla hafifçe kavrayıp sarstı, o anda Edirne sallandı, orada bulunan herkes sallandı. Kısacık bir depremdi, fakat hepsi çok korkmuştu... Mısrî, Hasan Gülşenî’ye dönüp:





—          Evladım kalk artık yerden, sen yüksek makamlara sezâsın, dedi.





Genç derviş kalktı, Mısrî’nin elini öptü ve o günden son­ra Hasan Gülşenî’nin ismi Hasan Sezâî Gülşenî kaldı...





***





Mısrî, kıyı yolu ile şehirden çıkarılıp; Boğaz Hisarı’nda Kaptan Paşaya teslim edildi ve ayak bileklerine bukağı takıldı... Ahmet Gazzi, onunla Limni’ye gelmek istediyse de Mısrî:





—          Var git Ahmet Efendi, buradaki dervişanı da al, Bursa’daki tekkemde, onların terbiyesi ile meşgul ol. Oğlum Ali ve dervişanım sana Allah’ın emanetidir, cümlesine benden selam söyle. Ha Ali’nin zahirî ilim tarafı zayıftır, ona o yönden de hocalık et, dedi.





Onunla gelmek isteyen dervişlerinden on kadarını ya­nına aldı, diğer bekleyen dervişlerine ve oraya kadar ta­kip edip gelmiş halktan kişilere:





—          Sizler de Allah’a emanet olun, hepinizi O Sevgili’me ısmarlar ve vasiyetimi yapmak dilerim. Orada ölecek olursam, ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyo­rum. Bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum, dedi yüksek sesle ve gemiye doğru yürüdü.





Arkasından feryatlar duyuldu... Az sonra bütün feryat­lar tekbire dönüştü...





***





Mısrî’nin Limni’deki tekkesi Şeyh Mahmut Efendi’nin yönetiminde yürüyordu...





Mısrî tekkeye uğramadı, kimseyle görüşmedi... Ada­daki son bir yılını, İskele Camii minberinin altındaki kü­çük odada; yemeden içmeden kesilmiş bir hâlde, en önemli eseri olan “İrfan Sofraları”nı yazarak ve sadece ibadet ederek geçirdi...





Ve 1694’ün 16 Martı Çarşamba günü, miladi tarihe göre yetmiş altı, hicri tarihe göre yetmiş sekiz yaşında, kuşluk vakti, seccadesinin üzerinde, elinde tespihi, dilin­de zikri, sefer etti; Hakka yürüdü.





12 Nisan 2003 Tanaşa/ Bandırma
12 Ekim 2003 Ankara





Kaynak: Emine IŞINSU,  Bukağı, Niyâzi-i Mısrî Hayatı, 1. Baskı: Nisan 2006 ANKARA





(Not: Niyâzi-i Mısrî kaddesallâhu sırrahü’l âli Efendimizin Limni’deki kabri hakkında devletimiz acilen yapılması gerekeni yapmalıdır. Eğer bu hizmet gecikirse Anadolu’nun parçalanacağı hakkında işaretler vardır. Turgut Özal döneminde teşebbüsler oldu. Fakat akim kaldı. Mondorosta Osmanlının yıkılışının Limnide imzalanması, Niyâzî-i Mısrî’ye devlet eliyle yapılan hatanın sonucu idi. Şimdi devletimiz bu hususu düzeltmelidir. Hazretin kabrini aşikâr kılmak o kadar zor değildir.)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar