Efendim Sen kerem sahibi güzel bir bahçemsin
42
يَا سَيِّدًا فَضْـلَهُ في النَّـاسِ كَلْـبَحْـرِ Yâ Seyyiden fazlehû fi’n-nâsi ke’l-bahr
وَ نَشْـرَهُ اَطْـيَـبُ مِنْ نَسَمَةِ السَّحَرِ Ve neşrehû etyabu
min-nesemeti’s-seheri
وَ مَنْ زَهَا خَدُّه ُ حُسْنًا
لَهُ وَ لَهُVe men zehâ hadduhu hüsnen lehu ve-lehu
قَدٌّ
اِذَا مَا مَسَّ يَحْكِي الغُصْنَ في÷ النَّضْرِ Kaddun izâ mâse
yahki’l-gusne fi’n-nadrı
وَ مَنْ اِذَا مَا بَدَى فَانُّورَ مِنْ وَجْهِهِ Ve
men izâ mâ beda fennûre min-vechihi
ضَوْأَ مِنَ الشَّمْسِ َاخْفَى طَــلْعَـةَ الْقَمَرِDav’e mine’ş-şemsi ahfâ tal’ate’l-kameri
وَ مَنْ عَلاَ قَـدْرُهُ في÷ الْخَـلْقِ مَرْتَــبَةًVe men alâ kadruhû fi’l-halki mertebeten
كَـالْـبَدْرِفَاقَ
جَمِيعَ اْلأَنجْــَمُ الزَّهَـرِ
Kel-bedri
fâka cemîa’l-encümü’z-zeheri
َانْتَ اِبْنُ شَمْسُ السِّوَاسِ لَمْ
يَكُنْ يُوجَدُ Ente ibn’ü Şemsü’s-Sivâsi
lemyekün yûcedu,
في÷ عَصْرِه÷
مِثْلُهُ في÷ الْـبَدْرِ
وَالْخَضَرِ Fî asrihi misluhû fi’l-bedri ve’l-hadari.
فَـَاَ نْتَ عُـنْقُودُ ذَاكَ
الْكَرَمِ يَا سَيِّدِى Feente unkûdü zâke’l-keremi
yâ Seyyidî,
نَاوِلْ لَنَا قَدْحًا مِنْ ذَالِكَ الْخَـمْرِ Navil lenâ kadhan min zâlike’l-hamri
اِشْتَــدَّ شَوْقىِ اِلىÚ الـنَّدْمَانِ ماَ كَأْسَكُمْ İştedde şevkî ilâ’n-nedmâni mâke’seküm
وَ
انْـهـَـلَّ دَمْعِىِ عَلىÚ
خَدِّىَ كَالْمَـطَرِ Ve’nhelle dem’î alâ haddiye
kelmatari
َانْشَدْتُ في÷ حُـبِّكُـمْ ذَا النَّظْمِ مُعْتَذِرًا Enşedtü fî hubbiküm zennazmi mu’tezirân
لَعَـلَّ
يَقْـبَلُ نَظْمٌ جآءَ بِالْعُـذْرِ Lealle yukbelu nazmün câe bi’l-uzri
يَا رَبِّ زِدْ فَضْلَهُ في÷
النّّاسِ مَا طَـلَعَـتْ Yârabbî zid fazlehu fi’n-nâsi mâ tal’at,
شَمْسٌ وَ مَا سَجَعَتْ وَرَقٌ عَلى الشَّجَرِ Şemsün vemâ seceat varakun ala’ş-şeceri.
مَدْحِى
ثَنـاَئِى لَهُ مِنْ خَالِصِ الْقَـلْبِ Medhî senâî lehû min
hâlisi’l-kalbi
وَ لَـيْسَ بِالْمَـدْحِ الْمِصِرِىِّ مِنْ خَطََرِVe leyse bi’l-medhi’l-
Mısrıyyi min hatari
يَا سَيِّدًا
فَضْـلَهُ في÷ النَّـاسِ
كَلْـبَحْـرِ
Yâ Seyyid, senin fazlın mahlûkata deniz gibidir
“Seyyid” esmâi hüsnâdandır. Her ne kadar bilinen Doksandokuz güzel
isimlerde yok ise de sayılan isimlerden ümmehattır, furuunda vardır(esas kaynak bir isim olup
usülen vardır).
Aşağıda gelen mısraların işareti ile burada
bahsedilen kişi Şemsi Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin (hyt:1597)
evlatlarından biri olduğudur. tarihi olaylar ve meşhur olan zevat incelenince
yeğeni Abd-ül’ehad Nurî Sivasî (hyt: 1651) kaddese’llâhü sırrahu’l-azizden bahsedildiği ihtimali yüksektir.. Şemsi
Sivasî babasının amcasıdır.
وَ نَشْـرَهُ
اَطْـيَـبُ مِنْ نَسَمَةِ السَّحَرِ
Ve ihsânın sabah rüzgârından daha
güzeldir,
Yani kalbe ferahlık hayat
verir.
وَ مَنْ زَهَا خَدُّه ُ حُسْنًا لَهُ وَ لَهُ
Bir kimseki O’nunla güzellik yüzünde parladı.
قَدٌّ اِذَا مَا
مَسَّ يَحْكِي الغُصْنَ في÷ النَّضْر
O’nun endamı güzelliğin pırıltıları
isabet ettiği vakit sarar
وَ مَنْ اِذَا مَا بَدَى فَانُّورَ مِنْ
وَجْهِهِ
Bir kimseki Onun yüzünün nuru ışık saçmaya başladığında
ضَوْأَ مِنَ
الشَّمْسِ َاخْفَى طَــلْعَـةَ الْقَمَرِ
Güneşin nûrundan ziya yayılınca ay’ın
ziyâsı kaybolduğu gibidir.
Âşıklarını
muhafaza eder demektir. Yani pervanelerin aldanıp ateşe düşmelerine mani olmak
için ziyasını daha açık eyler.
وَ مَنْ عَلاÚ
قَـدْرُهُ في÷ الْخَـلْقِ
مَرْتَــبَةً
Bir kimseki yaratılışta kıymeti ve
mertebesi üstün ve yüksektir.
İnsanlar
madenler gibidir.
Mayalarındaki haller ile insanlar derece değer kazanır. Abdullah radiyallâhü
anhdan rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu;
“Allah Tealâ, aranızda rızıkları böldüğü
gibi, ahlâklarınızı da aranızda bölmüştür, (ahlâklarınız birbirinizinkinden
farklıdır). Yine Allah Teâlâ, malı, sevdiğine ve sevmediğine verir. Fakat îmanı
ancak sevdiğine verir. Kim malı harcamakta cimrilik ederse, düşmanla
mücahededen kor-karsa ve gecenin uykusuzluk gibi, kendisine meşakkat
vermesinden korkarsa:
Lâ İlahe İllallah, Sübhanallah, Elhamdülillah,
Allahu Ekber, sözünü çok söylesin.
(Allah'dan başka hiç bir İlâh yoktur, Allah bütün
noksanlıklardan münezzehtir. Her türlü hamd ve övgü Allah'a mahsustur, Allah
her şeyden yücedir.)” [1]
كَـالْـبَدْرِ
فَاقَ جَمِيعَ اْلأَنجْــَمُ الزَّهَـرِ
Aynı bütün parlayan yıldızlardan üstün
ayın ondördündeki dolunay gibi
Yani ayın öndördü
gibi, diğerleri ise yıldızlar gibidir.
Arapça’da
hulk
veya huluk kelimesinin çoğuludur. “el-Hulku” ve “el- Huluku” kelimeleri lûgatta; seciye, tabiat, huy,
insanın iç ve dış dünyası gibi anlamlara gelmektedir. Çoğunlukla insanın fizik
yapısı için “halk”, manevi yapısı için ise, “hulk” kelimelerinin
kullanılmaktadır. Hulk, kelimesinin tabiat (huy) ve fıtrat manasında da
kullanılmaktadır. Huy ise ruhta meydana gelen tabii bir olay, bir başka
ifadeyle tabiata sonradan arız olan tabiatın gelişmiş ve tekâmül etmiş şekli
olarak manalandırılmaktadır. Ahlâkçılar bu nedenden dolayı “hulk”u iki kısımda
ele almışlardır. Bunlar:
a) Tabiî Huy : “İnsanın tabiatında,
fıtratında, yaratılışında gizli ve saklı olan ahlâktır.” Bu huy anlayışına göre
fert tarafından yapılan fakat iradenin doğrudan devreye girmediği bir durumda
davranışların ortaya çıkışıdır. Kızgın, aceleci, tembel vb.
b) Kazanılmış Huy: “Fiil ve davranışlar
şeklinde meydana gelip istikrar kazanarak, sırf görüşüp kaynaşmaya ve âdete
dayalı huydur.” Bu tip ahlâk kazanımının ferdî ve içtimaî yönden büyük
faydaları vardır.
Ahlakın Değişip Değişmeyeceği Problemi
[Düşünce tarihine baktığımızda bazı
filozoflar ahlakın değişebileceğini kabul ederlerken bazıları ise
değişmeyeceğini kabul etmişlerdir.
Fârâbî (870–950), İbn Miskeveyh (936–1030),
Ibn Sinâ (980–1037), Gazâlî (1058–1111), Birgivî (1523–1573) gibi İslam
düşünürleri ile Aristoteles (MÖ 384–322), I. Kant (1724–1804), J. Locke
(1632–1704), J. J. Rousseau (1712–1778),
J. H. Pestalozzi (1746–1827) gibi batı düşünürleri ahlakın eğitimle sonradan
değişebileceğini kabul etmişlerdir.
Buna karşılık, İslam dünyasında Yusuf Hâs Hacib (hyt. 470/1077), Sa’dî-i Sirâzî
(hyt. 691/1292), Nasreddin-i Tûsî (1201– 1274) ve Kâtip Çelebi (1609–1657);
batı dünyasında ise A. Schopenhauer (1788–1860), Lamarck (1713–1784) ve Ch.
Darwin (1809–1882) gibi düşünürler huyun doğuştan geldiğini, dolayısıyla
değişmeyeceğini savunmuşlardır.[2]
Değişebileceğini iddia edenlerden olan E.
İbrahim Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l azîz değişmeyeceğini iddia edenlerin görüşlerini
reddeder. “Bedeni siyah olan yıkanmakla
beyaz olmaz. Huy can altındadır, çıkmayınca değişmez.” diyenlerin bu
görüşlerinin din ile de örtüşmediğini ifade eder. Çünkü ona göre, “din; gadap, şehvet
ve riyanın kalpten tamamen yok edilip giderilmesini değil belki onları, akıl ve
kalbin tasarruf ve emri altında bulundurmasını emretmiştir. Bu ise mümkün,
müyesser ve tecrübe ile de sabittir.” [3] O, konu ile ilgili bir ayeti
“…Öfkesini yenenler
ve insanları af edenler…”[4] nakleder. E. İbrahim Hakkı’nın ayetle ilgili
degerlendirmesine göre
“gayz ve gadabını yenmekle aklını galip
getirenler övülmüş; gayz ve gazabı olmayanlar ise övülmemiştir. Çünkü insan bu
sıfatlar olmadan kâmil insan mertebesine kavuşamamıştır.”[5] Onun için öfke ve şehvetin tamamen
yok edilmesi değil, bilakis onların ıslah edilmesi durumunda insan ahlak
bakımından olgunlaşacaktır.
Kısaca, kâmil (olgun) bir insan olabilmek
için öfke ve şehvete gereksinim vardır, fakat onların ıslah edilmesi gerekir.
Bununla birlikte insanlar yaratılış itibariyle farklı yetenek ve özelliklere
sahiptir. Ayni şekilde onlar bazı şeyleri yapmada birbirlerine göre daha
eğilimli ve yatkındırlar. İste, doğuştan gelen bu farklı yetiye, potansiyel
eğilim diyebiliriz.
Psikolojinin tespitlerine göre bazı
çocuklarda doğuştan gelen liderlik vasfı mevcuttur. Çocuk, ileriki
yaslarında uygun ortam ve imkân bulunca bu potansiyel eğilim ve gücünü, pratik
hayata geçirebilmektedir. Doğuştan gelen bu potansiyel eğilimler, kişinin iyi ya da kötü huyu üzerinde yönlendirici bir rol
oynamaktadır.
“Arınan, muhakkak ki
mutluluğa ermiştir” [6] ayetinde belirtildiği gibi kişi
sonradan kendi çabasıyla arınabilir, huyunu iyi yönde değiştirebilir. Dolayısıyla
ahlakın değişebileceğini din de kabul etmektedir.
“Ahlakını düzelten bir gönül, ayna gibi saf
olup, her şeyi kendinde bulmuştur.” [7]
Sonuç olarak; kişinin kuvvet olarak yaratılıştan getirdiği
ahlaki eğilimleri kontrol edilemez, etkisinden kurtulunamaz ve değiştirilemez
değiller, aksine onlar değişebilir; iyi iken kötü, kötü iken de iyi hale gelebilirler. Fakat kişi kendi haline
bırakılır ve eğitilmezse, doğuştan getirdiği bu fıtrat ya da eğilimi onu kendi
yönüne çekebilir.] [8]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ''iki
dağın yer değiştirdiğine inanın, insanın huy değiştirdiğine inanmayın'' sözünde ki "huy"
kelimesi, "fıtrat" anlamında kullanılmıştır.
Niyâzî-i Mısrî’nin burada bahsetmek istediği
Allah Teâlâ’nın bazı kullarına karşı fıtrat yönünden bazı ihsanlarının
bulunabileceğini açıklamaktır. Bu ihsan Allah Teâlâ’nın adalet sıfatına ters
düşmez. Onun bilgisindeki ilmî derecenin sonsuzluğundan gelen bir ayrıcalığın
tecellisidir. Bu ise onun yaratıcı olmasının ve ilâh olmasının gereğidir.
َانْتَ اِبْنُ
شَمْسُ السِّوَاسِ لَمْ يَكُنْ يُوجَدُ
Sen benzeri bulunmaz Şemsi Sivasî’nin oğlusun
“Şemsi Sivasî’nin oğlusun” Şemsi Sivasî kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin (hyt:1597) yeğeni Abd-ül’ehad Nurî Sivasî (hyt: 1651)
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz.
Şemsi Sivasî babasının
amcasıdır. Ayrıca;
Abd-ül’ehad Nûrî
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendi’den sonra, Kadızâdelilere karşı mücedelede
ismi ön plana çıkan Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin de onun eser
ve şiirlerini okumuştur. Aşağıdaki şiirlerdeki benzerlik buna delil olarak
gösterilebilir:
Abd-ül’ehad Nûrî:
“es-Salâ gelsün gelen
meydân-ı ‘ışka es-salâ
Bâş u câna bakmayan
merdân-ı ‘ışka es-salâ
İbn-i Edhem gibi tâc u
tahtın terk eyleyüp
Kul olan gelsün berü
sultân-ı ‘ışka es-salâ.” [9]
Niyazî-i
Mısrî:
“es-Salâ her kim gelür bâzâr-ı ‘aşka
es-salâ
es-Salâ her kim yanarsa
nâr-ı ‘aşka es-salâ
İbn-i Edhem gibi tâc u
tahtın terk eyleyen
Soyunup ‘abdâl olan
hunkâr-ı ‘aşka es-salâ.” [10]
Yine
Abd-ül’ehad Nûrî’nin Hakk’a yürümesinden sonra Niyazî-i Mısrî gibi sûfilerin de
sürgüne gönderildiğini görüyoruz. [11]
Bu durum itibarıyla önce
Şemsi Sivasî Efendiyi daha sonra Abd-ül’ehad Nurî Sivasî efendileri
inceleceğiz.
ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz [12]
I.
HAYATI
XVI.
asrın ikinci yarısında olgun şahsiyeti yanında, bilhassa Menâkıb‑ı İmâm‑ı Azam, Menâkıb‑ı Çehâr‑yâr‑ı Güzîn, Gülsen-âbâd ve
Mevlid adlı eserleri ile şöhret yapmış olan Şemseddin Sivâsî hakkında,
kaynaklarda teferruâtlı bilgiye rastlanamamaktadır. Halvetiyye târikatının
Şemsiyye kolu müessisi olan Şemseddin Sivâsî ile âlâkalı olarak kaynaklarda yer
alan mâlûmât, nihâyette bir iki esere dayanmakta olup, geri kalanlar tekrardan
öte gidememektedir.
Tam
adı Ahmed Şemseddin Ebû’s-Senâ b. Muhammed Ebi’l-Berekât b. Ârif Hasan ez-Zîlî
es-Sivâsî’dir. Biraz esmer oluşu dolayısı ile Kara Şems diye şöhret
yaptıysa da bugün Sivas’ta Şems‑i Azîz adıyla anılmaktadır.
Babası
Ebû’l-Berekât Muhammed ez-Zîlî, Amasya’da Şeyh Habîb Karamânî halîfelerinden olan Hacı Hızır’ın halîfesidir. Horasan taraflarından 28 sofusuyla
Zile’ye gelmiş ve orada Hakk’a yürümüştür. Şemseddin Sivâsî dışında Muharrem, İbrâhim ve
İsmâil adlarında üç oğlu daha vardır.
Bunlardan Muharrem ve İbrâhim kendisinden büyüktür.
Ağabeylerinin, onun yetişmesinde büyük yardımı olmuştur. Muharrem Efendi 1000
(1591)’de vefât etmiştir.
Şemseddin
Sivâsî’nin diğer ağabeyi Ebu’l-Maânî İbrâhim Efendi, Şeyh Receb Efendi (Necmü’l-Hüdâ
müellifi)’nin babasıdır. Şemseddin Sivâsî ile beraber Zile’den Sivas’a hicret
etmiştir. Bir ara İstanbul’a gelerek burada müderrislik de yapmıştır. Şemseddin
Sivâsî’den sonra Sivas’ta Hasan Paşa (Meydan) câmiinde imâmette iken 1000
(1591/2) tarihi dolaylarında vefât etmiştir.
Mevlânâ
İsmâil, Ebu’l-Berekât’ın küçük oğludur. Şemseddin Sivâsî’den her bakımdan
istifâde etmiştir. Fıkıh ve Hadîs’te ileri idi. Mültekâ’ya hâşiye te’lif etmiştir. Vefâtına yakın senelerde
Sivas’ta müftülük yapmıştır.
Abdülmecîd
Sivâsî (v. 1049/1640) yeğeni olup (Muharem Efendi’nin oğlu), mürîdi ve
halîfesidir. Şeyhî mahlâsı ile şiirler söylemiştir. Dîvânı vardır. Aynı zamanda
velûd bir müelliftir. Hakk’a yürüdüğü yer İstanbul’dur.
Şeyh Abdü’l-ahad Nûrî (hyt. 1061/1651) Şemseddin Sivâsî’nin
kardeşi İsmâil Efendi’nin torunu olup, Sivâsiyye tarîkatı müessisidir.
Şeyh Receb Efendi ise ağabeyi İbrâhim Efendi’nin oğlu olup,
aynı zamanda dâmâdıdır. Arapça Necmü’l-Hüdâ
adlı eseri te’lif ederek, Şemseddin Sivâsî hakkında en değerli mâlûmâtı elde
etmemizi sağlamıştır. Şemseddin Sivâsî Hakk’a yürümesine yakın Receb Efendi’yi
vasî tayin etmişti. Şeyh Receb Efendi küçük yaşından itibâren, elli seneye
yakın bir müddet Şemseddin Sivâsî’nin hizmetinde bulunmuştur.
Şemseddin
Sivâsî’nin doğum târihi hakkında bir iki sene farkla çeşitli rakamlar ileri
sürülmekte ise de ekser kanâat, 926 (1520) üzerinde birleşmektedir.
Kaynakların
verdiği malûmâta göre doğrum yeri Tokat’ın Zile kasabasıdır. Bu yüzden
kendisine Zile’ye nisbet edilerek Zîlî de denilmektedir. Zile’de doğmasında
mukabil, hayatı Tokat ve bilhassa ömrünün sonuna kadar Sivas’ta geçmiştir.
İlk
tahsîline başlamadan önce babası tarafından 7 yaşında iken (1527) Amasya’ya
şeyhi Hızır Efendi’nin duâsına
mazhar olmak için götürüldü. Dönüşünü müteâkib Zile’de bulunan
âlimlerden, ilk tahsîline başladı. Bilâhare Tokat’a birâderleri Muharrem ve
İbrâhim Efendilerin yanına gönderildi. Orada zamanın âlimlerinden Arakiyeci‑zâde
Şemseddin Mahvî Efendi’nin derslerinden istifâde ederek, ilimde hayli mesâfe
katetti. Aklî ve naklî ilimlerde belli bir seviye elde etti.
Tahsîlini
ikmâli müteâkib 20 yaş civârında, İstanbul’a gelerek Sahn medreselerinden
birinde müderrislik vazîfesi yapmıştır. Bir müddet sonra istifâ ederek Şam’a gitti. Bir seneye yakın bir zaman sonra
hac farîzasını da edâ ederek, Zile’ye döndü ve vaaz ü nasîhate başladı. Bu
arada kendisinde sülûk isteği artması netîcesi Amasya’ya giderek Ezine
Pazarı’nda babasının şeyhi Hacı Hızır halîfelerinden
Muslihuddin Efendi’ye biât etti. Normal sıraya göre Tavr‑ı râbi’de önce mücâz,
sonra da müstahlef oldu. Şeyhi’nin vefâtı üzerine Tokat’a ve sonra Zile’ye
dönerek tedris faâliyetine devâm etti. Kısa bir müddet sonra Tokat’a Şeyh Mustafa Efendi’ye biat için geldiyse de Mustafa Efendi
yaşlılığı sebebiyle bunu kabul etmedi ve kendisine hayır duâda bulundu. Bu
arada Şemseddin Sivâsî’ye müjde vererek, şeyhi olacak zâtın 6 ay sonra Tokat’a
geleceğini söyledi. Bunun üzerine Şemsî, tekrar Zile’ye avdet etti. 6 ay sonra
hocası Arakiyeci‑zâde Şemseddin Mahvî Efendi, kendisine bir mektup göndererek
Şeyh Abdülmecîd Şirvânî (v. 972/1565)’nin Tokat’a geldiğini bildirdi. Bilâhare
Tokat’a gelen Şemsî, Abdülmecîd Şirvânî’ye intisâb etti.
Sülûk
sonunda şeyhi kendisini talebe irşâdına memûr kıldı. Hediyyetü’l-ihvân (55b)’da Abdülmecîd Şirvânî’ye;
“11
sene hizmeti yanında 50 sene kadar da seccâde‑i irşadda kāim oldu”
denilmektedir. Buna göre Şemseddin Sivâsî, 30 yaşları civârında (30-32) şeyhine
intisâb etmiş ve aşağı yukarı 35 yaşlarında da irşad vazîfesine başlayarak,
izin alıp Zile’ye gelmiş olmalıdır.
Sivas
vâlisi Hasan Paşa (v. 975/1567), Sivas’ta 1564’te inşâ ettirdiği Yeni câmi
(Meydan câmii) için şeyh ve vâiz aradığında kendisine Şemsî’yi tavsiye
etmişlerdi. Bunun üzerine Hasan Paşa tarafından Sivas’a dâvet edilen Şemseddin
Sivâsî, bu dâveti, Zile’deki yaşlı babasının ve Tokat’taki şeyhinin izni
dâhilinde ve ayrıca evlâd ü ıyâli ile talebelerini de yanına almak şartıyla
kabûl edeceğini bildirdi. Şartının kabûlü üzerine Sivas’a hicret etti. Bir
tekke binâ edip, câmide vaaz ü nasîhat ve tekkede de tâat, ibâdet ve riyâzet
ile meşgûl oldu.
Bir
ara Karahisar eşrâfının elçiler gönderip kasabalarına dâveti üzerine
oraya vaaz ü nasîhata gitti.
Kaynaklar
Şemseddin Sivâsî’nin hayatında üç kere hacca gittiğini ileri sürmektedir.
Bunlardan biri İstanbul’dan ayrılışını müteâkib vâkî olmuş olup sonuncusu ise
999 (1591)’da yapılmıştır. Bunlardan ikincisinin ne zaman olduğu hakkında herhangi
bir malûmâta tesâdüf edilememiştir. Bu sonuncu hac seferine eşrâfı, halîfeleri
de iştirâk etmişlerdi. Hattâ Sivas dışında bulunan halîfeleri de bu sefere
katılmışlardır.
Hayatının
sonlarına doğru Osmanlı Devleti’nin Avrupa hudutlarında mevcût hücûm ve
müslüman katliâmına karşı bir hareket lâzım geldiğini ileri sürmüş, sefer
hazırlıklarına girişmişti. Nitekim bu sıralarda Osmanlı Devleti’nde de Sultan
III. Mehmet (v. 1012/1603)’in emriyle aynı sebebe binâen Eğri seferi
hazırlıklarına başlanılmıştı. Şemseddin Sivâsî’nin (19 Safer 1005 / 11 Ekim
1596)’de fethedilen Eğri kalesi ve hemen arkasından (6 Rebîulevvel 1005 / 27
Ekim 1596) kazanılan Haçova meydan muhârebesi seferine katılıp katılmadığı
husûsu kesinlik kazanamamıştır.
Menâkıbnâmelerin
hemen hepsinde sefere katıldığı ve hattâ Haçova’da ordunun bozulması
sırasındaki üstün gayreti sâyesinde muhârebe seyrinin müslümanlar lehine
dönmesini sağladığı kaydedilmektedir. Hattâ târih kitaplarında Hoca Sadeddin
(v. 1008/1599)’e atfedilen gayret ve sözler, bu kitaplarda tamâmen Şemseddin
Sivâsî’ye isnâd olunmaktadır.
Menâkıbnâmeler
dışında çeşitli yerlerde mevcût bâzı kayıtlar, Şemseddin Sivâsî’nin ileri
denecek bir yaşta böyle bir sefere iştirâk ettiği fikrini kuvvetlendirecek
mâhiyettedir. Târih‑i Selânikî [13] de;
“(1004
Ramazan / 1596 Nisan) Ramazân‑ı Şerîf’in ilk
günlerinde Padişâh’ın emriyle Meydân‑ı Tîr sahrâsında istiskâ namazı kıldılar
ve sonunda Sivâsî vâiz Mevlânâ Şemseddin Efendi minbere çıkıp duâ yaptı”
denilmektedir. Bu kayıttan Şemseddin Sivâsî’nin Eğri seferine çıkış târihi olan
(24 Şevval 1004 / 21 Haziran 1596)’dan yaklaşık bir ay öncesinde İstanbul’da
bulunduğu anlaşılmaktadır (Necmü’l-Hüdâ
ve Hediyyetü’l-ihvân’ın verdiği
malûmât bu hususu tekrarlamaktadır).
Târih‑i Peçevî (II, 290)’de ise bu
hususla âlâkalı olarak;
“Akşemseddin
İstanbul fethinde Sultan Mehmed‑i evvel ile bulunmuşlar. Kara Şemseddin Sultan
Mehmed‑i sâlis ile Eğri’de bulunsalar aceb midir? Buyurdukların nakl iderler
idi.”
denilmektedir.
Öte yandan Eğri seferi için önemli kaynaklardan sayılan Feth‑i Bilâd‑ı Engürüs (Eğri) ’te Eğri seferine katılan
meşhûr zevât arasında;
“...
Kazasker efendiler ve kutb‑ı dâire‑i sâlik‑i tarîkat ve mürşid‑i râh‑ı hidâyet
şeyhu’ş-şuyûh Şeyh Şemseddin Sivâsî ve mefharu’ş-şuyûh Ayasofya şeyhi Mehmed
Efendi ve kudretü’s-sâlikîn Şeyh Hızır Dede ...”
şeklinde
zikredilmektedir.
Eğri
seferi dönüşünde sefer yorgunluğu ve kış şiddetinden biraz rahatsızlanmış ve
İstanbul’da bir müddet istirâhat etmişti. Dönüş için izin istediğinde Sultan
III. Mehmed Şemseddin Sivâsî’yi İstanbul’da alıkoymak murâd ettiyse de makûl
sebepler neticesinde Sivas’a dönmesine müsâade etti.
Şemseddin
Sivâsî, Sivas’a rücû ettikten kısa bir müddet sonra Hakk’a yürüdü. [14] Göçmeden önce defin,
cenâze, türbe, borçları vs. için Recep Efendi’yi vekil tayin etti.
Göçüş
yeri hakkında ittifak eden kaynaklar, Hakk’a yürüyüş târihi üzerinde birleşememektedirler.
Ancak kaynakların ekserisi, O’nun (1006 Rebîulevvel / ekim 1597)’de vefât etmiş
olduğu istikâmetindedir. Nitekim yürüyüşüne düşürülen târihler de bu seneyi
göstermektedir:
“İki
mısrâ ile Hâtîf vefâtına didi târîh
Ki her
mısrâı şeh-beyt‑i şi’r-i şâir oldı
Mekân u câyı cilvegâh‑ı
kurb‑ı lâhûtî
Tolındı
hayf Şems manâ‑yı dîdemden nihân oldı (1006)”
Recep
Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazına 60.000’e yakın cemâat katıldığı
rivâyet edilmektedir. Vaaz ve irşadda bulunduğu Meydan Câmii hazîresine
defnedildi. Merkadi, zamanımızda da önemli ziyâret-gâhlardandır.
Sırlanışından
üç sene sonra türbe inşâ edilmiştir. Türbeyi kimin yaptırdığı belli değildir.
Meydan câmii avlusunun kuzey tarafına düşmektedir. Kapısı doğu tarafında
bulunmaktadır. Kapının üzerinde sülüs (50 ×
“Şehr‑i
Sîvâs içre cânâ işbudur
Şeyh
Şemseddin kutbun meşhedi
Didi
Fevrî künbedi târîhini
Nûrla
olsun musaffâ merkadi (1009)”
Şemseddin
Sivâsî’nin aynı zamanda iyi bir âile reisi olduğu, erkek ve kız cem‘an 57 evlâd
ve her birinden de çok sayıda torun sâhibi bulunduğu ileri sürülür. Erkek
evlâdından birçoğu da seccâde‑nişîn olmuşlardı. Bunlardan büyük oğlu Mehmed
Efendi uzun yıllar kadılık yaptıktan sonra babasının yanına dönerek ondan feyz
ve el almıştır. Babasının yanında medfundur. Şemseddin Sivâsî’nin İstanbul’u
terk edişini müteâkib gittiği hac seferinden Zile’ye dönüşünde evlendiği söylenmektedir
(takrîben 20-25 yaşları arasında).
II.
ŞAHSİYYETİ, İTİKÂDI ve FİKİRLERİ
Şemseddin
Sivâsî’nin şahsiyeti hakkında malûmât veren kaynaklar, O’nun iyi huylu, güzel
yüzlü, ihsân sâhibi, ilim ve irfan ehli, herkese iyilik yapmayı seven bir şahıs
olduğunu belirtirler. Fakirleri doyurmayı, misâfirlere ikrâm etmeyi severdi.
Hiçbir zaman boş durmamış, günün her vaktinde halka bir şeyler vermek için
uğraşmıştır. Ölünceye kadar, gece gündüz tekkesinde zikr‑i şerîfe ara
vermemiştir.
Necmü’l-Hüdâ yazarı, Şemseddin
Sivâsî’nin meşrebi ve mezhebi hakkında şöyle söyler:
“Muhammed
(s.a.v.) meşrebinden, Hanefî mezhebinden, Halvetî tarîkatından idi.”
Aynı
zamanda kaynaklar O’nun özü sözü doğru, olduğu gibi görünen ve herkesin de
böyle olmasını isteyen bir şahsiyete sâhip olduğunu ileri sürerler.
Arapça
telîfâtından anladığımıza göre Arap gramer ve lisânına hayli vâkıftı.
Farsça’dan tercüme eserler meydana getirmesi, Farsça edat ve harfleri hakkında
kısa bir risâle telif etmesi ve ayrıca Ramazan gecelerinde Mesnevî‑yi Mânevî’yi mürîdânına okuyup
açıklama âdetinde oluşu, O’nun aynı zamanda gâyet iyi derecede Farsça bildiğini
göstermektedir.
Usûl‑ı
fıkıhta Muhtasarü’l-Menâr’a hâşiye
yazacak kadar iyi bir fıkıh malûmâtına sâhipti.
Eserlerinin
tetkîkinden de anlaşılacağı gibi ileri denecek seviyede Kur’ân‑ı Kerîm ve Hadîs
ilmine vukûfu vardı.
Selefe
tam tamına uyardı. Sağlam bir îtikâdî görüşü vardır. Râfizîler’e, Şiâ’ya ve
Bektâşîler’e karşı son derece sert çıkışlar yapmıştır. Ehl‑i sünnet ve’l-cemâat
inancına tâbî idi.
Şerîat
içi bir mutasavvıftır. Tasavvufî şahsiyeti çok kuvvetlidir. Marifet ve kemâlde,
kişinin, kâmil bir mürşid önünde diz çökerek seyr ve sülûkünu tamamlama yolunu
(usûlünü) benimsemiştir. Bunun yanı sıra ilim ve ahlâka verdiği önem, bizzat
eserlerinden anlaşılmaktadır.
Şemseddin
Sivâsî’nin şöhreti Sivas dışında Osmanlı hudutlarını da aşmış, ünü çok
yayılmıştır. Semerkand, Buhâra gibi ilim merkezlerinde de isminden bahsedilir
olmuştu. Hayatı boyunca herkesten hürmet, tâat ve muhabbet görmüştür. Zamanın
âlim ve şâirleri arasında iyi bir yeri vardı. Dört Osmanlı sultânı Kânûnî
Sultân Süleymân (hyt. 1566), II. Selim (hyt. 1574), III. Murat (hyt. 1595) ve III.
Mehmet (hyt. 1603) devirlerini idrâk etmiş, hepsinden de hürmet ve ilgi
görmüştür.
Kaynaklarda
Eğri seferi için İstanbul’a geldiğinde Azîz Mahmûd Hüdâî (hyt. 1628) tarafından
karşılandığı, Hüdâî’nin büyük bir hürmet ve muhabbet gösterdiği, elini öptüğü,
üç gün müddetle Hüdâî tekkesinde kalıp, bu esnâda İstanbul’un bütün ileri gelen
zevâtı tarafından ziyâret edildiği kaydedilmektedir. Buna ilâveten Sultân III.
Mehmed’in kendisi için Sinân Paşa köşkünde ziyâfet verdiği, ziyâfette
bulunanlar ve Şeyhülislâm Hoca Sadeddin (hyt. 1599) Efendi tarafından büyük bir
saygıya mazhar olduğu da belirtilmektedir.
III.
TARİKATI
Şemseddin
Sivâsî, Halvetiyye tarîkatının kollarından kendi adıyla anılan Şemsiyye
tarîkatının kurucusu olarak kabul edilir. Kaynaklarda Şemsiyye hakkında
belirli, açık ve fazla bir malûmâta rastlanamamaktadır.
Sivâsî
tarîkatı ise Şemsiyye’nin şubelerinden olup, silsilesi Şemseddin Sivâsî,
Abdülmecîd Sivâsî ve Abd-ül’ehad Nûri Sivâsî şeklindedir.
Şemseddin
Sivâsî’nin hayâtında 29 halîfe nasbettiği ileri sürülmektedir. Bunlardan Necmü’l-Hüdâ müellifi Receb Efendi, Hediyyetü’l-ihvân (40b)’ın
belirttiğine göre, “efdal hulefâsıdır.”
Şemseddin
Sivâsî, vefât ettikten sonra, yerine oğlu Pîr Mehmed Efendi iki sene müddetle
post-nişîn oldu. Ondan sonra da O’nun en yakınlarından biri olan Şeyh Receb Efendi seccâde‑nişîn oldu
IV.
ŞÂİRLİĞİ
Şiirlerinde
Şemsî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsî, bir dîvân teşkil edecek kadar şiir
nazmetmesine, manzûm eserler kaleme almasına ve Mevlid te’lif etmesine rağmen, birinci sınıf şâirler arasına
girememiş ve hattâ tezkirelerde adından dahi bahsedilmemiştir.
Her
şeye rağmen şiirleri ve manzûm eserleri tetkîk edildiğinde de görüleceği gibi,
şiirleri son derece vâzıh ve samîmi bir ifâdeye sâhiptir. Sâde bir üslûbu
vardır. Manzûmelerinde derinden gelen bir hissîlik hâkimdir. O’nun gâyesi, daha
çok halkı irşad olduğundan, ağdalı, sanatlı, girift ve mazmûnlarla dolu
mısrâlar yerine, kolay anlaşılır olmayı tercih etmiştir. Fakat bu kolay
anlaşılırlık yanında, son derece ârifâne ve sağlam bir üslûbu vardır. Bu sebeple
Arapça ve Farsça kelime ve terkipler kullanmakla beraber, umûmiyetle sâde bir
Türkçeyi diğerlerine yeğ tutmuştur. Şiirlerinde zaman zaman tasavvufî kelime ve
ıstılahlar yer almakta ve derinliğine işlenmektedir.
Onun
şiirlerinde mânâ, mısrâ veya beyit sınırları içinde kalmaz; aksine şiirlerinde
bütünlük göze çarpar. Şiirlerini yek‑âhenk tarzda söylemiştir. Vezin ve kâfiye
hususlarında da umûmiyetle muvaffak olmakla birlikte zaman zaman gerek vezin ve
gerekse kâfiyede zorlamalar göze çarpmaktadır. Gazel ilâhîleri ise daha akıcı
olup, çoğunda redifli kâfiyeyi tercih etmiştir. İşte bütün bunlar sebebiyledir
ki gazel‑ilâhîleri çok tutulmuş, dilden dile dolaşmış ve bir kısmı da
bestelenmiştir.
V.
ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ’NİN ESERLERİ
Bizzat kendisinin ve Necmü’l-Hüdâ müellifi Şeyh Receb Efendi’nin verdiği malûmâta göre 21 adet eseri
vardır. Yapılan kütüphane çalışmalarında birkaçı dışında geri kalanlar tesbit
edilebilmiştir.
Bu eserlerden on biri
manzûm diğerleri mensûrdur. Mensûr eserlerinden ikisi Arapça’dır. Bazı
kaynaklarda Şemseddin Sivâsî’ye âit 30 eserden bahsedilmekte ise de bu sayıda
esere tesâdüf edilememiştir.
1. Süleymânîye (Süleymân‑nâme):
2. İbret-nümâ (Terceme‑i
İlahi‑name‑i Attar):
3. Gülşen-âbâd
(Bahâru’s-sûfiyye):
4. Mevlid:
Aruz
vezninin Remel bahrinde Fâilâtün /
Fâilâtün / Fâilün kalıbıyla nazmedilmiştir. Yapılan nüsha
karşılaştırmalarından edilen netîceye göre, 1217 beyittir. Esere, bizzat
Şemsî’nin de belirttiği gibi Rebîu’l-evvel 988 (Nisan 1580)’de tamamlanmıştır.
Şemseddin Sivâsî Mevlid’i
telif edişini hülâsaten şu şekilde anlatmaktadır.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize hizmet
etmek maksadıyla kalbime mevlid yazmak fikri düştü. Çok sayıda mevlid yazılmış
olmakla birlikte bunlardaki zorluk ve ihtilâf beni menetmeye koyulduysa da
netîcede kalemi, kâğıdı ve kitapları elime aldım. O sırada;
‘Ey yazmayı çok arzu eden sana yardım edeyim mi?’
şeklinde bir ses geldi. Bu ses doğuların ve batıların efendisinin sesiydi.
Kalem ve kâğıtlar elimden
düştü. Kalbime harâret çöktü. Başımı önüme eğdim ve ağladım. Namaz kılıp, salât ü selâm getirdim. Yüzümü Allâh’a ve
Resûl’üne çevirip, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin istiğrak denizine
daldım, uyudum. Bu halde kendimi Makâm‑ı asgar’da ayakta duruyor gördüm. İlerde
bir cemâat vardı ki, onlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ve
ashâbı idiler. Onlardan biri bana teveccüh etti. Zannederim o kişi Hz. Ali kerreme’llâhü
veche idi. Kucağında kokular saçan bir çocuk vardı. Hz. Ali kerreme’llâhü
veche:
‘Bunu al. Sana Resûlullah verdi’, dedi. Sonra uyandım.
Kalbim nûr, hikmet ve ilimle dolu idi. Yazmaya başladım. Allâh Teâlâ bana
mevlid husûsunda daha önce kimseye açılmamış kapıları açtı. Çünkü insanlar
‘Peygamber’in mevlidi apaçıktır.’ diyorlar. Hâlbuki ben diyorum ki, O’nun
mevlidi hem zâhirî ve hem de mânevîdir. Bu husus başlangıçtan sona kadar hep
böyledir. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ‘Ümmetimden
bir topluluk, kıyâmet gününe kadar dâimâ hak üzere bulunacaklardır’ buyurmuştur.
Bu kişiler âlimler, sultânlar ve kadılardır...”
Şemsî Mevlid’i
çeşitli kereler tab edilmiştir. Ancak bu matbû nüshaların hiçbirisi de tam
değildir. Asıl nüshadan çok eksiktir. Matbû olan bu kısımlar herhalde mevlid ve
toplantılarda okunan yerlerdir.
5. Heşt‑Behişt:
6. Mir’âtü’l-ahlâk ve
mirkâtü’l-eşvâk:
7. Menâsik‑i hac:
8. Dîvân‑ı Şemsî (İlâhiyyât
ve Gazeliyyât):
9. Terceme‑i Kasîde‑i Bürde:
10. Şerh‑i Gazeliyyât‑ı
Sultân Murâd‑ı Sâlis:
11. Menâkıb‑ı İmâm‑ı Âzam:
a) Hallü
ma‘âkıdi’l-kavâ‘id:
b. Zübdetü’l-esrâr fi şerĥ‑i
muhtaŝari’l-menâr:
a) İrşâdü’l-avâm:
b) es-Safâyıh fî tercemeti’l-Levâyıh:
c) Menâzilü’l-ârifîn:
d) Menâkıb‑ı Çehâr‑yâr‑ı Güzîn:
e) ‘Umdetü’l-edîb fî’t-ta‘lim ve’t-te‘dib:
f) Dâiretü’l-usûl:
g) Emr‑i İlâhî ve hüccet‑i İlâhî:
h) Nakdü’l-hâtır: .] [15]
ABD-ÜL’EHAD
NÛRÎ SİVÂSİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L-AZİZ[16]
1-Doğumu, Ailesi ve
İsmi
Abd-ül’ehad
Nûrî Efendi kaynakların ortak ifâdesine göre Sivas’da doğdu. Doğum
târihi Vicdânfnin Tomar-ı Turuk-ı Aliyyesi’nde 1014/1605 Sefîne-i
Evliya’da 1013/1604 ve 1003/1594-95 diğer bütün kaynaklarda ise 1003/1594-95
olarak belirtilmektedir.
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi’nin babası, Kadı
Muslihiddin Mustafa Safâyî, Ebu’l-Berekât Muhammed Zîlî’nin dört oğlunun en
küçüğü ve Ahmed Şemseddin Sivâsî (hyt. 1006/1597) ‘nin kardeşi Mûltekâ Şârihi,
Sivas Müftüsü İsmail Efendi’nin oğludur. Annesi ise yine
Ebu’l-Berekât’in büyük oğlu Molla Cami’nin Kâfiyesini şerheden Muharrem
Efendi’nin kızı Safa Hatun’dur.
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi, doğum yerine nisbet
edilerek Sivasî diye tanınmış şiirlerinde Nûrî mahlasını kullandığı için bu
unvanla şöhret bulmuştur. Künyesi; Ebu’l-Mekârim, lakabı ise
Evhadü’d-Dîn’dir.
2-
Çocukluğu, Tahsili Ve Târikata intisabı
Doğum yeri ve ailevî durumu îtibâriyie iyi
bir şekilde yetişmesine hayli müsait bir ortam içinde bulunan Abd-ül’ehad Nûrî
Efendi çocukluk yıllarını Sivas’da geçirdi, ilk ilimleri tahsîle Kur’ân-ı
Kerîm, Sarf ve Nahv okuyarak burada başladı.
Daha Üç yaşlarında iken “Halvetiyye”nin “Şemsiyye”
kolu’nun kurucusu ve dedelerinin kardeşi olan Şemseddin Sivâsî onun ileride
büyük bir şahsiyet olacağını şu hâdise ile kerameten haber verdi:
Ömrünün son vakitlerinde, “Abd-ül’ehad’ı
bana getirin” buyurur, Müeyyed Çelebi’yi götürürler. Yine
“Abd-ül’ehad’ı getirin” der. Ömer Çelebi’yi
getirirler.
“Emânete hıyanet olmaz, Abd-ül’ehad’ı getirin” dediklerinde mecburen
Abd-ül’ehad’ı getirip eline verirler. Alıp bağrına basar. Bir saat kadar göğüslerine
bastırarak teveccüh ettikten sonra iade eder. Bir saat kadar yanındakilerle
cehrî zikirle meşgul olduktan sonra da ruhunu teslim eder.
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi, Şeyh Mehmed Nazmi Efendi’nin ifâdesi ile
“ himmet-i aliyye ve emânet-i azîzeyi
ihsandan sonra, yedi gün ve yedi gice yimeyüb ve içmeyüb, hayran ve sekrân” olur.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abd-ül’ehad
Nûrî Efendi’yi Sultan 3. Mehmed’in daveti üzerine İstanbul’a giden dayısı, hocası ve mürşidi Abd’ul’mecîd Sivasî
(hyt. 1049/1639) himayesine alır. Annesi Safa Hâtûn ve kardeşleri Abdüssamed
Efendi ve Kâmil Ağa ile birlikte İstanbul’a götürür.
Burada
devrin önde gelen ulemâsından zahirî ilimleri, dayısından ise zahirî ilimler
yanında bâtınî ilimleri tahsil eder. Daha küçük yaşlarda iken bu ilimlerde
temayüz eder ve henüz yirmi yaşlarına geldiğinde her kesimden insanın istifâde
ettiği yirmiyi aşkın eser meydana getirir.
3-
Seyr-ü Sülûkü
Abd-ül’ehad
Nûrî Efendi kendi dayısı ve Şemseddin Sivâsî hazretlerinin postnişîni Abd’ul’mecîd
Sivâsî’ye intisab etmiş ve seyr-ü sülûkünü büyük mücâhede, uzun riyâzât ve
halvetlerle tamamlamıştır. Tarîkat Pirleri olan Ömer Halvetî (hyt.
750/1349)’nin yolunda giderek dört yıl beş ay on günde peşpeşe kırk erbain
çıkardı. Bunun sebebini Abd’ul’mecîd Sivâsî Efendi
“Bizim
irşadımız zamanında Üsküdârî Mahmud Efendi ve Mehmed Paşa Asitânesinde İştibî
Emir Efendi ve Büyük Kadızâde ve Mustafa Paşa Asitânesinde Necmeddin Hasan
Efendi ve Adlî Efendi ve Tercüman zaviyesinde, Sultânû’İ-Müfessirin Ömer Efendi
ve bunlar emsali mürşid-i kâmil meşâyıh-ı vefire ve kesîre var idi. Amma,
Abdûlehad, sana bu kadar riyâzât ve mücâhedât ile testîkimize sebeb, bir
zamanda sen istanbul şehrinde ferd-i vâhid, murşid-ı kâmil olup, zamanında olan
şeyhler, cümle sana ser-efrû ve iltica ve müracaat edecekler. Pes, cümleye
tefevvuk, bu kadar sa’y-i beliğ itmeye muhtaç idi.” Şeklinde İfade etmiş ve icazetle taltîf
buyurmuştur.
4-
Midilli’ye Gönderilmesi
Abd-ül’ehad
Nûrî Efendi’nin tahsil ettiği ilimler ve hocaları hakkında kaynaklarda bilgi
mevcut değildir. Fakat çevresi, içinde bulunduğu muhit ve yazdığı eserler göz
önünde bulundurulduğu takdirde çok değerli ilim erbabından devrin zahirî
ilimlerini okuduğu anlaşılmaktadır.
Bâtınî ilimleri ikmâl edip irşâd icazetiyle
de taltîf olunduktan sonra Şeyhi ona “Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin işâret-i şerîfeleri ile Midilliye halîfe nasb ve tayin
olundunuz.” diyerek seccade,
asâ, ridâ, kemer verdi ve halkı irşad etmesi için Midilli’ye gönderdi. “An-karib,
İstanbul’a nakl olunursunuz” diyerek de keramet gösterdi.
Annesini yanına alıp Midilli’ye giden Şeyh Efendi orada Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış
olan camide va’z u irşâd görevine başladı. Sayesinde yetmiş kâfir müslüman
olmuş ve kendisine bîat edip tekmîli tarîkat etmişlerdir. Hazretin şöhreti kısa
zamanda Midilli Adası’nın her tarafına yayıldı ve halkın çoğu kendisine mürid
ve muhib oldu. Bu müridierinden
birisi olan Derya Beylerinden Bâli-zâde Hasan Bey şeyhi için bir cami ve zaviye
inşâ etti. Zaviyenin bütün giderlerini tekeffül ederek tamâmını şeyhine
havale etti. Abd-ül’ehad Nûrî Efendi’den sonra da onun hulefâsının tekkeyi
kullanmasını şart koydu.
5-
Mehmed Ağa Tekkesi’ne Şeyh Oluşu
Önceden beri Abd-ül’ehad Nûrî Efendiye muhib
olan Şeyhülîslam Yahya Efendi, Abd’ul’mecîd Sivâsîyi ziyaret ederek,
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi İstanbul’a davet etmesini Mehmed Ağa
Zâviyesi’ni kendisine vermek istediğini belirttiğinde, Abd’ul’mecîd Efendi “
sem’an ve tâaten “ diyerek Abdühehad Efendiye bir davetname gönderdi. Bu emre
imtisâlen hemen İstanbul’a gelen Nûrî Efendiyi Şeyhülislam’a gönderdi.
Şeyhülislam “ Abd-ül’ehad Çelebi, sana merhum Mehmed Ağa Zâviyesi’ni
tevcih itdik. Bir Şerîf zaviyedir.” dedi.
Şeyhinin huzuruna gelip durumu anlatan Nûrî Efendiye Şeyhi:
“Allah Teâlâ mübarek eylesün; Cezîre-i
Midilli’yi feth itdin, çok murde-dilleri ihya ittin. inşâallah İstanbul’da dahi
tâlibînden cemm-i gafir ve cem’-i kesîrin hayât-ı ebediyyesine bâis olursun.
Heman durma yerine bir hatîfe nasb idüb, valideni ve dervişlerinden murâd
idenle ri alub gelüb, zaviyende terbiyen fukara ile mukayyed ol” emrini verdi.
Hz. şeyh Midilli’de Alîmî Efendi isminde bir
kişiyi yerine halife tâyin ederek, annesi ve dervişlerinden bir kaç kişi ile
beraber Mehmed Ağa Zaviyesinde ikamet ve insanları 1033/1623 irşada başladı.
Nûrî Efendi’nin Midilli’den çağırılarak
kendisine tevdi edilen Mehmed Ağa Camii ve müştemilâtını Dârü’s-Saâde Ağası el-
Hâc Mehmed Ağa (hyt. 999-1590) kendi adına yaptırmıştır. Câmi’nin mi’mârı 1619
tarihinde kötü itikat töhmetiyle katlolunan Davut Ağa’dır.
Cami etrafında bir tekke, bir dârü’l-hadîs,
bir hamam, bir medrese, bir sebil, bir de kütüphanesi bulunmaktadır.
Dâru’l-Hadîsin bulunduğu yer bugün odun satış
yeri olarak kullanilmaktadır ve bazı duvarları mevcuttur.
Hamam, çifte hamamlardandır ve bugün faal
durumdadır. Kütüphane yeri Cami içinde parmaklıklarla ayrılmış
kısımdadır. Kitapları 1914’de Sultan Selim Kütüphanesine, 1920’de Murat Molla Kütüphânesi’ne
ve 1949’da Süleymâniye Kütüphânesi’ne nakledilmiştir.
6-Vaizliği
İstanbul’a döndükten sonra
sırasıyla Sultan Mehmed, Bâyezîd ve Ayasofya-i
Kebir Camilerinde vaizlik yaptı. Sultan Mehmed Câmii’ne vaiz tâyin olunuşu ile
ilgili olarak kaynaklarda (1035/1625-26)27, (1040/1630)28, (1041/1631)29 gibi
çeşitli tarihler verilmiştir. Sultan Bâyezîd Câmii’ne (1051/1641-42)30,
Ayasofya’da ise (1057/1647)31 târihlerinde vaiz olmuştur. Sefîne-i Evliya’da
Sultanahmed Camii’nde de vaizlik yaptığı ihtimali üzerinde durulmuştur.
7-
Vefatı
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi son
senelerinde ders ve va’zları bırakmış kendisini tamamen sâdık mürid ve
tâliblerini irşada adamış, yerine halîfelerinden Bülbülcü-zâde Abdülkerim
Efendi’yi va’z u irşâd için görevlendirmişfr.
1061 Muharremi’nin sonlarında (m. 1651 ) hastalanır. Valide Sultan,
Sultan 4. Mehmed, Vezîr-i A’zam, Şeyhülislâm ve diğer sevenlerinin gönderdiği
onbeş yirmi doktor ilaç vermek istediklerinde karşı çıkar. “Lokman-ı zaman”
diye meşhur olmuş olan Kazganî-zâde Süleyman Ağa’nın isrârı üzerine ise “ A
Süleyman Ağa, siz hod bizim ahvalimize vakitsiz. Biz davet olunduk ve muhtarız.
Mele-i a’lâ da bize muntazırlar. Biz hod huzûr-ı Rabbü’t-âlemîni ihtiyar itdik.
Teklif-i barid itmen “ diyerek reddeder ve son kelâmı da bu olur. Abdest ve iki rek”at
namazdan sonra hastalıklarının yedinci 1 Safer 1061 (4 Ocak 1651) cuma günü
ikindi vakti sonuna doğru teslim-i ruh eder.
Kendisini, Mehmed Ağa
Zaviyesi Câmii’nde imam olan Tatar Ali Efendi gusl etti. Gusl esnasındaki
ahvâlinden bahs ederken “ Her bâr ki Hz. Azîz’i tahvil murâd itsem, alimellâh
ve şehidallâh kendiler mütehavvil olup ve hîn-i guslde mübarek dîdelerin üç
kerre feth idüp, tebessüm buyurdular” demiştir. Sultan Mehmed
Câmii’nde Abd’ul’mecîd Sivâsî Efendi’nin oğlu Şeyh Abdülbâkî Efendinin kıldırdığı cenaze namazına kırk bin
civarında insan katılmıştır. Namazı müteakip eller üzerinde taşınarak Eyüb,
Nişanca’daki Şeyhi’nin kabri yanına defhedilmiştir.
Şeyh Efendi’nin vefatına altmış kadar târih düşürülmüşdür.
Halîfelerinden Şeyh Nazmî”nin düştüğü târih:
Hasretle Nazmî didim
tâıih-i fevtin anın
Abdûlehad Efendi olsun
mukîm-i cennefâ
Yine halîfelerinden Şeyh Feyzi Efendi’nin:
Feyziyâ târih-i fevtini
didim
Gitdi bezm-i cennete
Abdûlehad
Muhiblerinden Yusuf Ağa -zade Mustafa
Ağa kabri üzerine bir türbe inşâ etmiştir. Kaynaklardan ismini öğrenemediğimiz Abd’ul’mecîd
Sivâsî Efendi’nin kızı olan hanımı da aynı türbe içine defnedilmiştir.
Bazı
Menkıbeleri
Menkıbe
lügatte “bir zâtın fazl ü meziyetine delâlet eden fıkra” ma’nâsınadır.
Başta sahâbîler olmak üzere özellikle dînî şahsiyetler hakkında “Menâkıb-nâme”
adı verilen, ‘Tezkiretû’l-Evliya’ya benzer manzum ve mensur birçok
eser kaleme alınmıştır. Bazan aşırı sevgi ve bağlılıktan dolayı bazı şahısların
menkıbeleri fazla abartılmışsa da bu eserler anlattıkları kimselerin
şahsiyetlerini aksettirmede oldukça önemlidir.
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi
hakkında müstakil bir menâkıbnâmeye yoktur. O’nun hakkında başta halîfesi Şeyh Mehmed Nazmî Efendi’nin ‘Hediyyetû’l-İhvân’ı
olmak üzere diğer kaynaklarda bazı menkıbe ve kerametlerinden
bahsedilmektedir.
Bir gece iki kişi gelerek
Hz. Peygamberden selâm getirdiklerini, şu anda Ayasofya Câmîi’nde oturup
kendilerini davet ettiklerini söylerler. “ Sem’an ve tâaten” diyerek kalkar,
beraberce Ayasofya’ya gelirler. Her bir tarîkat erbabı bir kapıdan “Halvetiyye”
tarîkatı mensubları ise harem kapısından girip, mihrabın karşısındaki büyük
kapıdan girerler imiş. Abd-ül’ehad Efendi de bu kapıdan girip huzur-ı şerîfe
vardığında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona:
“ Oğul Abd-ül’ehad,
Tarîkat-ı Halvetiyye ashabının irşâd ve ıslâhını sana havale ettim. Üstadından
gördüğün gibi terbiye eyle “ dedikten sonra
“ Fatiha “ der. Evine dönüp eski hâli
ile meşgul olurken, o iki kişi tekrar gelip selâm verirler ve Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yeniden davet ettiğini söylerler. “Sem’an ve
tâaten “ diyerek tekrar Ayasofya Camii’ne gelirler. Bu defa Nakşbendiyye mensublarının
girdiği Erdebilî Tekkesi yanındaki kapıdan girerler. Huzûr-u Rasüİ’e
vardıklarında yine Oğul Abd-ül’ehad, Tarîkat-ı Nakşbendiyye dahî sana sipariş
olunmuştur. “ buyurup,” Fatiha” derler. Bu hal on sekiz defa tekrar eder. Her
bir seferinde ayrı tarîkatın mensublarını terbiye ile emr buyururlar.
Herbirinde ayrı bir kapıdan girer ve o kapıdan çıkar. Bundan sonra Anadolu ve
Rumeli meşâyıhı, dervişleri ile beraber gelirler ve Nuri efendiye bîat ederler.
1060 târihinde Rumeli
Hisârı’nda bazı dervişleriyle beraber bir eve yerleşirler. Bir kaç gün
kaldıktan sonra seccade üzerine dervişlerle oturup boğazdan gelen gemileri
seyrederken bir fakir “şeyen li’l-lâh” diyerek el açar. Abd-ül’ehad Nûrî
Efendi yanında para olmadığı için “fakîre birşeyler verin” buyurur. Fakir: “Azizim, evleyâullah toprağı altın ederler, ben de
sizden isterim” deyince. Şeyh Efendi “Bismillâhi’r-rahmânı’r-rahîm” deyip yerden bir
avuç toprak alır ve fakirin avucuna döker. Bunlar birkaç tane hâlis altın olur.
Bir tanesi fakirin elinden yere düşer. Onu da Kâdiriyye’den Kûlhânî Derviş Ali Dede alıp
koynuna koyar, teberrüken muhafaza eder. Sonra altını ne yaptığı sorulduğunda
ise: “Azizen yadigârıdır, canım gibi saklarım. Bu kadar zengin olmama sebeb de
o altındır.” der.
Bir pazar günü Süleymâniye
Camii’nde vaaz ederken kürsiye bir kâğıt konulur. Âdeti olduğu üzere vaazdan
sonra kâğıdı okurlar: “Size âlemin kutbu, gavs-ı a’zam” diyorlar.
Hakk Teâlâ’nın emri ile “kutb” olan kimse herşeye kadir imiş.
Eğer kutb iseniz, beni burada heman helak edin.” diye yazar. Bunun üzerine Nûrî Efendi:
Taassub kişiyi ne makama götürürmüş. Sübhânallâh! Biz bir âciz hakîriz. Halk
bizi kutb diye biliyor. Hakk Tealâ onları tasdik etsin. Lâkin, “kutb” olanlar “Yâ
tabi” deyip kadir olduğu şeyi yapar mı sanırsınız? Kutublara cefa edildikçe
onlar afv ile muamele ederler. O mertebelere de bu vesîle ile erişirler. Lâkin
evliyâullâh kabzası yerde bir kılıçtır. Bir adam kendini o kılıca vurursa
kabahat kılıcın mıdır, vuranın mıdır?” der. Bu arada cemaatten “Aman! Hay!”
diye camiyi inleten bir ses duyulur. Nûrî Efendi dışarı çıkarken yanına gelir
ve ağlayarak “Aman Sultânım! Hatâmı anladım. Afvınızı rica ederim” derse de “Cenâb-ı
Hakk kurtulmuşların îmânı ile ruhu teslim ettirsin” der Daha camiden
çıkmadan o kimse ruhunu teslim eder.
Abdülehad Nûrî Efendi’nin
hayatta İken Hz. Hızır ve Hz. llyas ile görüşmesi meşhurdur. Abdulmecid
Sivâsî Efendi’nin oğlu Nûrî Efendi’nin kayınbiraderi olan Şeyh Abdülbâkî Efendi bir gün Nûrî Efendi’yi ziyarete gider.
Kızkardeşi: “Birader Efendi, enişteniz şiddetli bir ağlama halinde. Sordum, hiç
cevap vermedi. Belki size söyler” der. Abdulehad Nûrî Efendi’nin yanına
vardığında bahsedildiği halde görür. Sebebini sorduğunda Şeyh Efendi : “Ekseriyetle
Hızır ile görüşürdük. Bizi lütuf ve cemâl ile terbiye ederlerdi. Bu gün İlyas
teşrif etti. Celâl ile terbiyeleri beni ağlattı” diye cevâp verir.
Şeyh Efendi’nin Ankaralı halîfesi Karabaş Mahmûd Efendi
anlatır:
“ Bu fakîri Ankara’ya
halîfe gönderdikten sonra, İstanbul’a davet etti. Bir müddet hizmetlerinde
bulundum. Sonra çocukları İstanbul’a nakl etmemi emretti. Bir avuç akçe verdi
ve “sayma, ömrünün sonuna kadar sana yeter” buyurdu. O akçelerle çocukları
İstanbul’a nakledip yedi sene harcadım, hiç azalmadı. Ama devamlı kalbimde
sayma arzusu var idi. Sonunda saydım beş yüz akça imiş Bir kaç gün sonra azaldı
ve bitti.”
9-Günlük Hayâtı
Tezkire ve menâkıb
kitapları ele aldıkları şahısların günlük hayatları hakkında bilgi vermeyi de
genellikle ihmâl etmemişlerdir. Abd-ül’ehad Nûrî Efendi’nin disiplinli ve
düzenli bir hayata sahip olduğu günlük hayat programından anlaşılmaktadır.
Günün her saatini ibâdet ve
tâatla geçirmeye çalışan Abd-ül’ehad Nûrî Efendi, özel günler hâricinde yatsı
namazını kıldıktan sonra kimse ile konuşmaz hemen ibadethanesine giderdi. Her
gece iki üç saat uyku uyur, sonra kalkar on iki rek’at teheccüd namazı kılardı.
Arkasından Tekke, Cami ve Dâru’l-Hadîs’de bulunanlara haber verilir her gece
cemaatla tesbih namazı kılınır, vakit müsait ise zikr-i cehrî yapılırdı.
Sabah namazından sonra
evrâd ile meşgul olur güneş doğduktan sonra altı rek’at işrâk namazı kılar ve
halvet-hânesine girerdi. Duhâ vaktinde buradan çıkar sekiz rek’at namaz
kıldıktan sonra mürîdânın sorularını cevaplar, ziyarete gelenler var ise
onlarla görüşürdü, öğle namazından sonra İkindiye kadar yine aynı şekilde devam
ederek, ikindi namazından sonra evde tefekkür, murakabe ve mütâlâa ile meşgul
olurdu.
Akşam namazından sonra altı
rek’at evvâbîn kılar, mürîdânla beraber yemek yerdi. Yüz adet Fâtihâ-i Şerîfe
okuduktan sonra yatsı namazını edâ etmek üzere dönerdi.
Nafile oruç tuttuğu
zamanlarda, eğer bir ziyaretçisi gelirse beraberce kahve içer ya da yemek yer,
daha sonra orucunu kaza ederdi.
Kahve üzerine uzun
tartışmaların yapıldığı o zamanda kendisi kahve içer, içenleri yasaklamazdı.
Vaaz günlerinde Câmi’e
giderken, dervişlerinden hazînedârları yanlarına üçer yüz akçe alarak Şeyhleri
ile beraber giderler rast geldikleri fakîrlere birer, bazan Hz. Şeyh’in emri
ile üçer, beşer, sekizer akçe verirlerdi. Aynı hal dönerken de vâki olurdu.
B-TARİKATİ
Abd-ül’ehad Nûrî Efendi “Halvetiyye”
târikatının “Şemsiyye” koluna mensub bir şahsiyettir.
EDEBÎ
ŞAHSİYETİ
Nûrî
Efendi ilmî ve tasavvufî eserlerinin yanışıra şiir ve ilâhîler de söylemiştir.
Aruzla söylediği şiirlerinde dîvân edebiyatı geleneğini sürdürmüştür. Hece ile
söylediği şiir ve ilâhîlerinde ise dili çok sâde ve anlaşılırdır. Adetâ Yunus
Emre’nin üslûbu görülür. İlâhîlerinin büyük çoğunluğu bestelenmiştir.
ESERLERİ
Abd-ül’ehad
Nûrî Efendi, yolunda gittiği mürşidieri ve devrin diğer meşayıhı gibi birçok
eser kaleme almış âlim bir şahsiyettir. Onun eserlerinin sayısını Bursalı
Mehmed Tahir Bey yirmisekiz, Hüseyin Vassaf yirmi, Brokelman ise on altı olarak verir.
Kütüphanelerden tesbit edebildiğimiz dokuz adet eserinden dört tanesini Arapça
olarak telif etmiştir.
A-
ARAPÇA ESERLERİ
1-Mir”âtü’l-Vücûd ve Mlrkâtü’ş-Şühûd: İlgili
bölümde incelenecektir.
2-Riyâzü’l-Ezkâr ve
Hıyâzü’l-Esrâr:
3-Hikmet-i Teârüd fi
Sûreti’d-Tenâkud:
4-Te’dîbü’l-Mütemerridîn: “Yüz cildi mütecaviz
kütüb-i mutebireden edillenin akvâsını ve akvâlin evlâsını cem ederek
meydana getirilen bu eser, bir mukaddime, üç bâb ve bir hatimeden oluşmaktadır.
Mukaddime; Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin anne ve babasının faziletleri ve onların müslüman olduklarına dâir,
birinci bâb; Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ebeveyninin
müslümanlıkları ve Hz. İbrahim’in dîni olan Haniflik üzere olduklarına delâlet
eden âyet ve hadisler, ikinci bâb; ebeveynin müslüman olmadıkları görüşüne
sahip olanların delillerine verilen cevaplar, üçüncü bâb; Nebevî nurun temiz
kimselerden yine temiz olan kimselere intikal ettiğine dâir, hatime ise Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin neseb-i şerîfi hakkındadır.
5-Risâletün fî
Tayyi’l-Mekân:
B-
TÜRKÇE ESERLERİ
1-Terceme-I
Te’dîbü’l-Mütemerridîn:
2-Risâletün
fî Hakkı Devrânı’s-Sûfiyye: Devran ve semanın İslâm’daki yeri ve caiz olduğuna dâir
küçük bir risaledir.
3-Terceme-i
Risâle-i fî Devrânıs-Sûfiyye:
4-Silsilenâne-i
Abd-ül’ehad Nûrî:
5-
Divân (-ı İlâhiyyât):
Kaynaklarda Abd-ül’ehad Nûrî Efendi’ye âit
olduğu kaydedilen fakat tesbit edilmeyen diğer eserleri şunlardır:
1-Şerh-i
Erbaîniyyât
2-Risâle-i
Beyân-ı Merâtib-i Ma’rifeti’r-Rahmân
3-Risâle-i
fi Şerh-i Kelâm-ı Emîrü’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib fi’l- Cevâb an Suâl Kümmeyl
fi’l- Hakîka,
4-Risâletü’l-İtriyye
fil-Hakîkati’l- Kaderiyye,
5-Hüccetü’l-Vidâd
ve Hüccetü’l- Fuâd,
6-Kassâmü’m-Mübtediîn,
7-Varidat
8-İsbâtü’l-llm
ve’ş-Şuûr fî Man Kâne min Ehli’l- Kubur
9-el-Adl
ve’l- Aksatü Beynet- Tefrît ve’l- İfrat
10-Inkâzüt-Tâlibîn
11-Risâletü’l
- Evliya ve Hayâti’l- Hızır ve llyâs
12-Risâletün
fî Nefî Mesâil Ahyâi li’l- Emvât
13-Risâletün
fî Cevâz-i Edâi’n-Nevâfii bi’l-Cemâati
14-Risâletün
fî Şerâit-i İsticâbeti’d-Duâ
15-Risâletün
fî Munabbetin’l-Abdi Lirabbihi
16-Risâletün
fî Hakîkat-ı Leyleti’l-Kadr
17-Risâletün
fî Şurût-ı Taleb-i İlmi’n-Nâfî
18-Risâletün
fî Mâ Arefnâke
19-Şerh-i
Kelimât-ı Kümmeyl İbn Ziyâd
20-Dürer-i Nûrî,
21-Risâletüt-Tâc
22-Sülük,
في÷
عَصْرِه÷ مِثْلُهُ في÷
الْـبَدْرِ وَالْخَضَرِ
Onun zamanında şehirlerde ve çöllerde dolunay vardır,
فََـاَ نْتَ
عُـنْقُودُ ذَاكَ الْكَرَمِ يَا سَيِّدِى
Ey Efendim Sen kerem sahibi güzel bir
bahçesin
نَاوِلْ لَنَا
قَدْحًا مِنْ ذَالِكَ الْخَـمْرِ
O aşk şarabından, bir bardak ihsan buyur.
اِشْتَــدَّ
شَوْقىِ اِلىٰ الـنَّدْمَانِ ماَ كَأْسَكُمْ
İçki arkadaşımla içilen şaraba arzum
ziyâde oldu
Sarhoşluk
üç kısımdır: Birinci sarhoşluk, ikinci
sarhoşluk, üçüncü sarhoşluktur.
Birinci
sarhoşluk “Tevhid-i Ef’al makâmı” ikinci sarhoşluk “Tevhid-i Sıfât makâmı”, üçüncü sarhoşluk “Tevhid-i Zât makâmı”
dır. Çünkü içki içenlere de içkiler üç
hal verir.
Birinci
halde bir az sarhoş olunca insan âlemi âfâkı (tüm çevresini) kaybeder. İşte birinci sarhoşlukta bulunan sâlik da
ef’ali Hakk’a havale edince (yaptığı işleri Hakk’ın uhdesine verince) bu âfâk
âlemini kaybeder.
İkinci
halde içki içen kişi bir miktar daha içince,
gözü görmez, kulağı işitmez, söz söyleyemez ve hiçbir şey yapmağa kudreti
olmaz. İkinci sarhoşlukta olan sâlikin
de sıfâtını Hakk’a havale edince,
görüşü, işitişi, söyleyişi,
dileyişi, bilişi kalmaz.
Üçüncü
halde, o içki içen daha da çok
içerse, kendinden geçer. Yine üçüncü sarhoşlukta bulunan bir sâlik
dahi Zâtı Hakk’a havale edince kendinden geçer,
onda bir şey kalmaz.
وَ انْـهـَـلَّ
دَمْعِىِ عَلىÚ
خَدِّىَ كَالْمَـطَرِ
Gözyaşım yanaklarıma yağmur gibi aktı
Gözyaşı
Duyguların
suyu diyebileceğimiz gözyaşı; ayrılık, hasret, yalnızlık, çaresizlik, sevinç
gibi duyguların oluşturduğu yoğunluğunun ifadesi olarak dışa yansır.
İnsanoğlunun tepkilerini ifadede özel bir yere sahip olan gözyaşının dini ve
tasavvufî hayatta da önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Kur‘an-ı Kerim’de
değişik yerlerde az gülmek, çok ağlamak tavsiye edilir. İnce ve hassas kalp
övülürken, kaba ve duygusuz kalp taşa benzetilerek yerilir. Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sık sık ağladığı ve ağlamayı teşvik ettiği,
sahabelerin de sık sık gözyaşı döktükleri bilinmektedir. Hz. Âdem aleyhisselâm, işlediği
zelleden dolayı yeryüzüne indirilince pişmanlık gözyaşlarıyla Allah Teâlâ’dan
af diler. Hz. Yakub aleyhisselâm,
Yusuf aleyhisselâm için
o kadar çok ağlar ki sonunda gözleri rahatsız olur. Hz. Davud aleyhisselâmın
günlerce ağladığı rivayet edilir.
Hassas
kalpliliğin ve devamlı mahzun olmanın bir bakıma düstur sayıldığı tasavvuf
düşüncesine mensup ilk zahid ve mutasavvıflar arasında çok ağlama sebebiyle
meşhur olmuş kimseler vardır. Gerçek âlemde yaşanan sıkıntıların ifadesi olan
gözyaşı; şairin muhayyilesinde göz pınarlarından dökülen tuzlu ve ılık bir su
olmaktan çıkıp zihinde görsel ve işitsel çağrışımlara yol açan bir estetik bir
objeye dönüşür.
Sevgili için dökülen yaşlar
bu dünyada çilenin ifadesi olsa da, ahirette bunun mükâfatı alınacaktır.
Gözlerinden seller akıtan âşık, ahirette buna karşılık bulamayınca
gözyaşlarıyla adeta mahşer alanını sele verecektir. Çünkü dünyadayken çektiği
sıkıntılara ve halkın kınamalarına aldırmayan âşığın yegâne gayesi Hakk’ın
rızasını kazanmaktır.
Âşık, aşkı uğruna dünyasından vazgeçmiş; akıl sahiplerinin
değer verdiği şeylere yüz çevirmiştir. Istırabından dolayı durmadan ah edip ağlayan
âşığın halini anlamayanlar onu kınarlar. Bu sebeple âşık, melâmet mülkünün
sultanı sayar. Çünkü onun şimşek gibi çakan ahı, altın taç; inci gibi
gözyaşları da fildişi bir tahttır. Gözyaşı, âşığı maddi âlemin kesafetinden bir
taht gibi kaldırıp yükseltir. “Biyolojik “ben”den yükseğe kalkarak manevî “ben”in
daha yüksek bir mertebesine ulaşmak, gündelik ömrü yücelikten geçen yola ve
ebediyetin saltanatına hazırlamaktadır…”[17]
َانْشَدْتُ في÷
حُـبِّكُـمْ ذَا النَّظْمِ مُعْتَذِرًا
O nun sevgisinden bu özrümü beyan eden
medhiyeyi yaptım
لَعَـلَّ
يَقْـبَلُ نَظْمٌ جآءَ بِالْعُـذْرِ
Umarım ki benim kusuruma bakmıyarak bu
şiîrimi kabul eder,
Onun medhinden
âcizim, demektir.
يَا رَبِّ زِدْ فَضْلَهُ
في÷ النّّاسِ مَا
طَـلَعَـتْ
Yâ Rabbî, nasıl güneşin doğuşu gibi insanlar içinde
fazlını üzerime çoğalt
شَمْسٌ وَ مَا
سَجَعَتْ وَرَقٌ عَلىÚ
الشَّجَرِ
Ve ağaçlar üzerine yaprakları bir intizam içinde
çoğalttığın gibi.
Onun
da benim üzerimde ikrâmını arttır.
مَدْحِى
ثَنـاَئِى لَهُ مِنْ خَالِصِ الْقَـلْبِ
Anın medhini temiz bir kalbe yaptım.
وَ لَـيْسَ بِالْمَـدْحِ الْمِصِرِىِّ مِنْ خَطََرِ
Mısrî’ye medhinden dolayı kabahat olmaz.
Seven ve sevilen
arasında suç ve özür kalktığı gibi edeb bile aranmaz. Sevişmede asıl olan
birleşmektir. Birleşmek ile aradaki bütün ayrılıklar kalkar. Vahdetin olduğu
yerde sonsuz huzur zuhur eder. Artık suç, kabahat, özür ve edep aranmaz.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bir mektubu
"Ey
Köprülü-zâde!
Mısrî'yi
tağlît [18] için kütüb-i evliyayı zabt
u halel[19] ile doldurdun. Bugün
bâb-ı ferasete bir mikdâr baktım. Tamâm mütâlâa ve müşâkele ve mümâsele ile
doldurup, Hasan Efendi ile göndermişsin.
Ey Köprülü-zâde!
Bâb-ı
ferasetin bir nev'i vardır. Onu ehlu'llâh yazmamışlardır. Odur ki, nûr'i
ferasetle bir- şeye arif ve muttali' olsa, onu izhâr etmekte mahzur var mıdır,
yok mudur? Olduğu surette zarar kendisine midir, dostlarına mıdır, yâhûd
düşmanlarına mıdır? Zarar kendisine ise, velev ba'de-zamân[20] ise, onun izhârını terk
eder. Kendüye "Câhil imiş, eşek imiş, ahmak imiş." derler. İzhâr
etmez, ikinci kendüye izhâr etmekte nefi var, lâkin dervişlerine zarar var; bu
dahivelev ba'de-zamân ise de, terk-i tağyir ve ta'yîbi kabul eder.
Üçüncü
odur ki, izhârında kendisine nefi vardır; dostlarına dahi. Yâhûd nef ve zarar
mücerred düşmanlarına olur; arif onu izhâr etmekte iki veçhe nazırdır: Kâmil
olan, düşmana gelen zararı kayırmaz, izhâr eder. Amma ekmel olan arif de,
dosta gelecek zararı nice kayırırsa, düşmâna gelecek zararı dahi öyle kayırır.
Zirâ düşmân kalıcak, arif terakkiden kâfir. Dost ile düşmân iki ayak gibidir.
Düşman giderse bir ayak ile kalır. Bir ayak ile hod menzile varılmaz. Bu hâli
her arife Allâhu azîmü'ş-şân vermemiştir. Her peygamber bir kemâl ile fahr
eylemiştir. Mısrî Efendi dahi düşmanlarıyla fahr eyler. Onsekiz sene habsde
olduğuna fahr u şükr eyler.
İlâhî,
sen şol fazl u minen[21] sahibisin ki, hadd ü
pâyânın yoktur. Cem’i cevahir ü araza ve ecnâs-ı enva-ı efrada
şumûlü bir katresine noksan getirmez. Cümle usâtın [22] cürmünü bir katresi mahv
eder. Ben şumûl ü hıtâb sahibiyim ki, cürmüme hadd ü pâyân yoktur. Beniafv eyle bi-nihâye fazlın ile. Hâl ehline
ma'lûmdur. Ma'zûr ola.
Ve's-selâmu
alâ meni'ttebea'l-hüdâ .
Hâdimü'l'fukarâ
Muhammed-i
Misrî.[23]
[1]
A. Fikri YAVUZ, İmam Buhari’nin Derlediği Ahlak Hadisleri (Edeb-ül Müfred),
Sönmez Neşriyat: 1/289-290.
[2]
bkz: Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi,
s. 64–66.
[3]
E. Ibrahim Hakkı, Marifetname, s.
451.
[4]
Âl-i İmran, 134
[5]
E. Ibrahim Hakkı, Marifetname, s.
451.
[6]
A’lâ, 14; bkz: Maide,
105; R’ad, 11.
[7]
E. Ibrahim Hakkı, Marifetnâme,
s. 219.
[8]
[9] A. Nûrî, Dîvân, vr. 18b.
[10]
(ERDOĞAN, 1998), s. 298.
[11]
(BAZ, 2004), s. 47
[12] (AKSOY, Sivas) Makalesinden özet alıntı yapılmıştır.
[13]
Mustafa Selânikî, Târih‑i Selânikî,
Yazma kısım (Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Revan Köşkü, 1138), vr. 151a.
[14]
Şemseddin Sivâsî’nin son sözü; “Şüphesiz ben sadece Hak dîne boyun eğip yüzümü,
gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan
değilim.” (En‘am sûresi, 79) âyeti oldu.
[15]
(AKSOY, Sivas)
[16]
(YILMAZ, 1993), s. 12-46
[17]
(SELÇUK, Yıl:9 Sayı: 25 Güz 2005, s.233-246)
[18]
Taglit: (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. Karıştırma
[19]
Halel: Bozukluk. Eksiklik. Başkası tarafından verilen zarar. İki
şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
[20]
Bir zaman sonra
[21]
Minen: (Minnet. C.) Minnetler.
[22]
Usat: (Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. Günahkârlar.
[23]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar