Print Friendly and PDF

Esrar-ı Vakıf a


70





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün





Rumuz-u Enbiyâ-yı vâkıf esrâr olandan sor,
Enel-Hakk sırrını candan geçüp ber-dâr olandan sor.
  





Yürü var ehl-i tecridi alâik ehline sorma,
Anı cân u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.  





Gehi kahr-ü gehi lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yoğ olup hem var olandan sor.  





Dilâ bu Mantık’ut-tayrı fesâhat ehli anlamaz,
Bunu ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.  





Anadan doğma gözsüzler kemâhi görmez eşyâyı
Niyâzî vech-i dildârı ulül-ebsâr olandan sor.  





Rumuz-u Enbiyâ-yı vâkıf esrâr olandan sor,
Enel-Hakk sırrını candan geçüp ber-dâr olandan sor.  





Nebiler sırlarının işaretlerine vâkıf olandan sor,
Enel-Hakk sırrını candan geçüp asılmış olandan sor.  





Hazreti Ömer radiyallâhü anh buyurmuştur:





“Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Ebubekir-is-Sıddık radiyallâhü anh birbirleriyle sohbet ederlerken aralarında Arapça konuştukları halde,  sanki ben Arapça bilmiyormuşum gibi konuşulanları anlamazdım.  Bunun sebebi Hazreti Ebûbekir radiyallâhü anhın “Sıddıkiyyet” makâmında olması idi.   Hazreti Ömer radiyallâhü anh ve diğer sahâbe ise ancak Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürümesinden sonra Sıddıkiyyet makâmına vasıl oldular. Hazreti Ebûbekir’e Sıddıkiyyet makâmı Medine-i Münevvereye hicret etmek üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Mekke-i Mükerreme’den gizlice çıkıp kırda bir mağarada gizlendikleri sırada verildi.   Hazreti Ebûbekir’in çobanı her gün akşam sabah koyunlarını getirip sağar ve onlara ikram ederdi.   Birgün beklenen koyunlar gelmediğinden Ebûbekir’in kalbine korku düştüğünü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz keşfetti.   İşte bu sırada Tevbe sûresinin 49.   âyeti nâzil oldu:





اِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهَ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِى الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا فَاَنْزَلَ اللهَ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِىَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ





 Eğer siz ona yardım etmezseniz, biliyorsunuz ya, o küfredenler onu çıkardıkları sırada mağarada bulunan ikinin bir iken Allah Teâlâ ona yardım etmişti ki, o, arkadaşına: “Üzülme, çünkü Allah Teâlâ bizimle beraberdir!” diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona manevi güç ve huzur verdi, onu görmediğiniz ordularla destekledi ve küfredenlerin kelimesini en alçak etti. Allah'ın kelimesi ise en üstün olandır. Allah, güçlüdür, hikmet sahibidir.”   [1] İşte bu âyeti celîlenin nüzûlüyle Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından Ebûbekir-i Sıddık radiyallâhü anh hazretlerine Sıddıkiyyet makâmı telkin olundu. 





“Velâyet makâmı” (velilik makâmı) halk ile olduğu vakit halk ile Hak ile olduğu vakit Hakk ile olmaktır.   Sıddıkiyyet makâmı ise yalnız Hak ile olmak,  halk ile olmamaktır. 





“Kurbet makâmı” (yakınlık makâmı) ki,  Sıddıkiyyet makâmından daha âlâdır,  hem Hakk ile hem de halk ile olmaktır.





Ebû Yezid-i Bistâmî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz kurb makamına varınca kendisine: 





“Bize ne hediye getirdin” diye nida olundu. O da:





“Ey Şah hazinende olmayan dört şey getirdim: Yokluk, ihtiyaç, özür, günah” diye cevap verdi. Ebû Yezid dedi ki, böyle deyince, bana:





“Kapıdan gir, çünkü sen bize büyük bir hediye getirdin” denildi. içeri girince, bu makamda kendimden başkasını göremedim. Bunun sebebini sordum. Bana denildi ki:





“Bu herkesin makamı değil, bilakis o, vücutlarını yok eden ve varlıkta nişanı kalmayan ferdlerin makamıdır.”   





Ebû Yezid-i Bistâmî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz daha sonra da buyurmuştur:





“Ben otuz yıl Hak ile konuştum,  halk zannederdi ki,  ben anlarla konuşuyorum”. Bu da kendisinin Sıddıkiyyet makâmında bulunmasına bir delildir. Hazreti Ebûbekir radiyallâhü anh Kurbet makâmına Halifeliği zamanında nâil oldu. İşte Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz “Rumûz-u Enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor” demesi budur.   Bakınız meselâ iki tevhid ehli birbirleriyle tevhid üzerine muhabbet ederlerken avamdan (bu hususlara vâkıf olmayan bir kimse) biri gelse,  muhabbetlerine vâkıf olabilir mi ve onların konuştuklarını anlayabilir mi? Şayet dinleyen âlim olsun anlayamaz.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





 “Allah Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki onlar ne nebidir ne de şehiddirler. Ancak Allah Teâlâ katındaki derecelerinden dolayı kıyamet gününde nebiler ve şehidler onlara gıpta ederler. Onların kim olduğu sorusuna da;





“Onlar aralarında ne neseb ne de maddi bir bağ olmamasına rağmen birbirlerini Allah Teâlâ için sevenlerdir. Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki onların yüzleri nurludur ve onlar nûr üzeredirler. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldüğü zaman onlar üzülmezler” [2]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz;





“Avam halk ile tasavvuf ehli arasındaki fark nedir?.   Şeklinde bir soru ile karşılaşırsak,  şu cevabı veririz:”





“Avam halkın; yukarıda anlatılan altı erkâna imanları,  taklidi bir imandır.   Ama tasavvuf ehlinin imanı tahkikidir.   Tıbkı büyük âlimlerin; ilmi istidilali bir şekilde elde ettikleri gibi.”   [3]





“Şayet bize: - Taklidi iman nedir?   Denirse,  şu cevabı veririz:





“Taklidi iman şuna derler: Bu imanı; babasından,  mahalle imamından veya âlimlerin birinden öğrenmiş ve inanmış ola. Bu şekilde bir iman sahibi; neden o altı erkânı asılların aslı oldu bilmez yine bilmez ki; o altı erkâna iman; neden bir kurtuluş sebebidir veya inanmamak ebedi bir azaba sebeptir.  Şu misal,  taklidi iman sahibine göredir: Sokakta gezen biri,  bir cevher bulur.  Ama gel gör ki; nice dünya padişahları ve dünyayı bir uçtan bir uca zapt edenler ve her istediğini bulanlar,  o kimsenin bulduğu cevherden mahrumdur.  Çünkü o aramakla bulunmaz haddizatında o; öyle bir nura erişmiş ki,  onun yanında güneş,  gündüze kalan ay gibidir.  Ve öyle bir kimyayı bulmuş ki; bin yıllık küfür bakırına çalınsa o anda altın eder.  Ama hale bak ki; o adam bunu bilmez,   boncuk sanır.   İhtimal ki; günün birinde susayacak olursa; bir içim suya değişir… İşte,  taklidi imana sahip olanın misali…[4]





Yürü var ehl-i tecridi alâik ehline sorma,
Anı cân u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.  





Yürü var yalnız kalmış kişilerle olanlara sorma,
Onu cân ve cihânı terk edüp yer yurt sahibi olandan sor.  





Hallac-ı Mansûr’un “Enel-Hak” dediği kitaplarda yazılıdır.   Hâlbuki Mansûr kayıd ile bu sözü söyleyebilir mi? Mansûrun mazharından “Enel-Hakk” diyen Hakk değil midir? Bu sözün Mansûr’a isnâdı küfürdür.   Şimdi Mansûr sağ olsaydı ve kendisine de sorulsaydı,  “Enel-Hak” kim dedi,  o bilir ondan sor diyecektir. 





Tecrid ehlini (Allah Teâlâ’ya gönülden bağlananlar),  yani makâm sahibi bir kimseyi alâik ehli,  yani makâm görmeyen diğer kimseler bilebilir mi,  bilemezler.   Yine onu ancak makâm sahipleri bilir. 





Cân-u cihânı terki,  cânını ve cihânı terkeden bilir.   Cân ve cihânı terk etmeyi sen terk-i cân ve terk-i cihân edenden sor.  





Gehi kahr-ü gehi lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yoğ olup hem var olandan sor.  





Bazan kahr ve bazan lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yok olup hem var olandan sor.  





Fenâyı bilen (Fenâ makâmlarını gören) fenâ olup bekâ (bekâ makamlarını gören ) bulandır.  





Dilâ bu Mantık’ut-tayrı fesâhat ehli anlamaz,
Bunu ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.  





Ey dil, ey gönül bu kuşdilini güzel konuşanlar anlamaz,
Bunu ancak ya Attâr veya Tayyâr olandan sor.  





Bu kuş lisânını fesâhat ehli bile anlamaz,  onu sen Şeyh Attâr’dan sor.   Bu zatın “Mantık-ut tayr” adlı tevhide dair yazdığı bir kitâbı vardır.   İşte o kitabı Şeyh Attâr’dan sor sözü kinayeli (iki şeyden birini diğerinin yerine kullanma) bir sözdür.   Bir de Mantık-ut tayr kuş lisanı olarak itibar olunursa,  anı sen o uçandan,  yani kuş olandan sor.   Çünkü konuşulan sözler kuş lisanıdır,  anı ancak kuş olan bilir.  





Sufi mecaz anladı yâre mahabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitti hakikatim





Edirneli Emiri





Anadan doğma gözsüzler kemâhi[5] görmez eşyâyı
Niyâzî vech-i dildârı ulül-ebsâr olandan sor.  





Anadan doğma gözsüzler olduğu gibi (tam manasıyla) görmez eşyâyı
Niyâzî sevgili yüzünü görebilecek olandan sor.  





Bu ne gibidir? Meselâ,  anadan gözsüz olarak doğan biri çevresindeki eşyâyı görebilir mi? Meselâ,  şu kırmızıdır,  bu karadır,  bu filân renktedir diye sayar, ama bilmez.   Anları ancak gözleri gören bilir.   Bunun gibi gönül gözü kör olan sevgilisinin yüzünü görebilir mi,  göremez.   Onu ancak bâsiret sahibi (gönül gözü açık olan) olandan sor.  





Nitekim Hz. Muhyiddin-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyururlar ki "ehlü'n-nâr bi'n-nâr" Yani cehennem ehli orada ateş ile oynarlar, hiç çekinmezler. Öyle ya! Fâsıkın fıskı ona âlem olduktan sonra senin kötü görmekliğinin ona ne ziyanı var? Hakkın binbir isminden biri Mudili dir. Yani azdırıcıdır. Senin bütün ef’âlinden (işlerinden) her biri Allah Teâlâ’nın bir isminin meydana çıktığı yerdir. O, kendi oyununu kendi oynar. Âmâ olan buğdayı kor samanı görür.[6]














[1] Tevbe, 40





[2] Ebu Davud, Buyu’. 76; Ebu Davut Hz. Ömerden merfu olarak rivayet etmiştir. Bkz. İbn. Esir Camiu’l -Usul. VI/553





[3] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne,  ÜÇÜNCÜ SUAL VE CEVABI





[4] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne,  DÖRDÜNCÜ SUAL VE CEVABI





[5] Kemâhi: (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim olduğu gibi, tam manasıyla





[6] (Niyâzî-i Mısrî, 2003), s. 44


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar