Ezeli ve Ebedi
87
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Eyâ Deccâl Hakk’ın takdîri bil hergiz bozulmaz,
Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz.
Ne denlü sâ’y edersen et sonunda hep hebâdır,
Çamurdur havzının içi bulandıkça durulmaz.
Gönül durulmadıkça âlem-i gaybin şumûsı,
İçini eylemez aydın karagusu sürülmez.
Ne denli gayriyi ağlatsa bir kimse anı da,
Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.
Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda,
Alan veren odur, kendisi mahfîdir görülmez.
Niâm zâhir durur gözlülere, âmâya mahfî,
Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz
“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam deme hiç,
Hakk’ın sırrı emîn olmayana bil kim denilmez.
Eyâ[1] Deccâl Hakk’ın takdîri bil hergiz bozulmaz,
Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz.
Ayık ol Deccâl Hakk’ın takdîri bil asla bozulmaz,
Ezel levhasındaki yazı silinmez hem yıkanmaz.
İmâm Alî kerremâ’llâhü vecheye Antakya ehli
sultânum sana şu kadar altın virelüm fe-ebev ( فابــو )deki be ( ب )yı bir nokta ziyâde it fe 'etev ( فاتـو ) eyle dimişler [2]
“Ey ahmaklar ben degül dünyânun halkı cem' olsa Allâhun tertîbini bozamazlar varun ol fikirden fârığ olun” dimiş. [3]
“Takdîr tedbirle bozulmaz” denir. Takdîr şudur: Her fiilin icâdına bağlı olan, yani her işin meydana getirilip yapılmasına sebep Allah Teâlâ’nın kudretidir.
İkinci beyitte geçen “Ezel levhi” ise “Kazâ” demektir. Kazâ, Allah Teâlâ’nın en önce malumatla tecellîsine “Kazâ” denilir. Sonra bu âlemde herkes için kazâda olan fiilerin icâdına sebeb olan Allah Teâlâ’nın kudretine “Kader” denilir. İşte bu kazâ ve kader ne bozulur, ne silinir.
Ne denlü sâ’y edersen et sonunda hep hebâdır,
Çamurdur havzının içi bulandıkça durulmaz.
Ne denli gayret edersen et sonunda hep boşunadır,
Çamurdur havzının içi bulandıkça durulmaz.
Çünkü kazâ ve kader hakkında senin havuzun (içindeki suların) bulanıktır, bu sebepten kazâ ve kaderi bilemezsin. Esasen kimse de bilmez ve bilmeğe çalışanları Cenâb-ı Hak menetmiştir.
Gönül durulmadıkça âlem-i gaybin şumûsı,
İçini eylemez aydın karagusu sürülmez.
Gönül durulmadıkça gayb âleminin güneşleri,
İçini eylemez aydın karagusu sürülmez.
Şumus dan murad edilen de Allah Teâlâ’nın tecellîleridir. Hakk görülmez, ama baş gözüyle görülmez, yani bâtın gözü kör olan Hakk’ı görmez. Ancak Hak zâhirdir, yani görülmektedir. Ruhu saf ve basîret gözü (gönül gözü) açık olan Ârifler Hak-tan başka bir şey görmezler, çünkü vücûd, Hakk’ın vücûdu değil midir? Bu makâmda “İbn-i Fâriz” hazretleri Kaside-i Tâiyesinde: “beda bil-ihticâb ve ihtifâ-i bi-mezâhir”, yani “Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle göründü), mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.
Ne denli gayriyi ağlatsa bir kimse anı da,
Mukallib[4] ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.
Ne denli başkasını ağlatsa bir kimse onu da,
Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.
Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda,
Alan veren odur, kendisi mahfîdir görülmez.
Kendisi yok gibi durur işin işler gizlide,
Alan veren odur, kendisi gizlidir görülmez.
Anın için mahcub olan (Tevhid ehli olmayan) görmez, onu ancak hicâbı (gaflet örtülerini) kaldıran görür. Hakk’ı zâhir gören Ârifler, anın işini bozmağa çabalayıp yorulmazlar.
Niâm zâhir durur gözlülere, âmâya mahfî,
Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz
Gözlülere nimetler açıkta durur, körlere gizlidir,
Onu zâhir gören işini bozmağa yorulmaz
“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam deme hiç,
Hakk’ın sırrı emîn olmayana bil kim denilmez.
“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam deme hiç,
Hakk’ın sırrı emîn olmayana bil ki denilmez.
Zerâfetle, nezâketle sakın Mısrî’den haber alacağını sanma, alınmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: اِنَّ اللهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا اْلاَمَانَاتِ اِلَى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ اِنَّ اللهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا “Allâh sizlere emânetleri ehil olanlara verilmesini emreder”[5] buyurmuştur. Çünkü emâneti ehli olmayana vermek emânete zulümdür, zirâ o zaman verilen emânetin değeri bilinmez.
Yukarıdaki âyetin gelmesinin sebebi şu idi:
Mekke-i Mükerreme fethedilmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Ka’be’ye girmek istedi. Anahtar ise henüz daha Müslüman olmamış olan Osman bin Talha’da idi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazreti Ali kerremâ’llâhü vecheyi anahtarı getirmesi için ona gönderdi.
Osman bin Talha:
“Ben Muhammed’in hakiki nebi olduğuna inanmıyorum ki, Ka’be’nin anahtarını teslim edeyim. Anahtar dedelerimden bana kalmıştır,” dedi.
Fakat Hazreti Ali kerremâ’llâhü veche, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emrini yerine getirmek üzere anahtarı halen müşrik olan Osman bin Talha’nın elini sıkarak zorla aldı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme getirdi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ashap Ka’be’ye girip putlardan temizlediler ve içerde iki rek’at da şükür namazı kıldılar. Bu arada Hz. Abbas radiyallâhü anh, Ka’be’nin anahtarının kendisine verilmesi için ricada bulunmuştu. O esnada:
“Emâneti ehline verin…” âyeti celîlesi nazil oldu. Bunun üzerine Efendimiz anahtarı Hazreti Ali kerremâ’llâhü veche ile tekrar eski sahibi Osman bin Talha’ya gönderdi. Osman bin Talha:
“Ya Ali, biraz evvel anahtarı elimden zorla aldın, şimdi ise tekrar getirdin. Bunun sebebi nedir?” Diye sordu.
Hazreti Ali kerremâ’llâhü veche:
“Bu hususta âyet nazil oldu,” dedi ve emânet hakkında nazil olan âyeti sonuna kadar okudu.
O zamana kadar iman nasip olmayan Osman bin Talha radiyallâhü anh:
“Dininizin emânete verdiği ehemmiyete hayran kaldım” dedi ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna götürülmesini istedi.
Hazreti Ali ile beraber Huzur-u Saadete geldiler ve Osman bin Talha, şehadet getirerek İslâm şerefiyle müşerref oldu. Anahtarları ebedi olarak Osman evlâdında kalması hakkında bir de vahiy geldi sonra Osman Mekkeden hicret edip anahtarı biraderi Şeybeye verdi ki hala Şeybe evlâdındadır.
Görüldüğü üzere âyetin nâzil oluş sebebi özeldir, velâkin anlam yönünden umûmîdir. Emânet yalnız Beyt-i Şerîf’in anahtarları değildir. Diğer emânetler de ne olursa olsun umûmîdir. Bilhassa “Tevhid” kadar değerli emânet olabilir mi? Çünkü Tevhid, Hakk’ın sırrıdır, emin olmayana (ehil olmayana) söylenmez, bildirilmez.
[1] Eya: f. Acaba mânasına nidâdır.”Hey, ey” gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır
[2]فَانْطَلَقَا حَتَّى اِذَا اَتَيَا اَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا اَهْلَهَا فَاَبَــوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا
“Sonra yine gittiler, bir belde ahalisine varınca onun ahalisinden taam istediler. Onlar ise bunları misafir kabul etmekten kaçındılar. Derken orada bir duvar buldular ki, yıkılmak istemekte idi. Hemen doğrultuverdi. Dedi ki: “Eğer dileseydin bunun üzerine elbette bir ücret alıverirdin.”
[3] (MISRÎ, 1223), v. 102a
İmâm Alî kerremâ’llâhü vecheye Antakya ehli
“sultânım sana şu kadar altın verelim fe-ebev ( فابــو ) deki be ( ب )yı bir nokta ziyâde et fe 'etev ( فاتـو ) eyle dimişler
“Ey ahmaklar ben degül dünyânun halkı cem' olsa Allâhun tertîbini bozamazlar varun ol fikirden fârığ olun” demiş.
[4] Mukallib: (Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
[5] Nisa, 58
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar