Print Friendly and PDF

Fal


176





7+7=14





Ey bî-misâl vâhid-i hüsnün misâl içinde,
Âyînenin göründü bir hub cemâl içinde.
  





Düştü kamû heyâkil kâmetine mukâbil,
Cünbüşü gösteren sen şekl ü hayâl içinde.  





Bu san’atı kim bilür,  bu kudreti kim görür,
Bu vuslatı kim bulur ceng ü cidâl içinde.  





Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin,
Çünkim anı gizledin kahr ü celâl içinde.  





Mushaf-ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben,
Burc-u belâda gördüm kendimi fâl içinde.    





Taliimi yokladım mihnet evinde buldum,
Anın için yürürüm herdem melâl içinde.  





Kısmet-i rûz-i ezel aldı kâmû nasîbîn,
Kimisi buldu râhat kimi nekâl içinde.  





Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde,
Kaldı başım anın çün fitne vü âl içinde.  





Gamsız olan adamı sanma anı âdemi,
Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde.  





Şadlık ehl-i âşka,  aşkın gamıdır veli,
Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde.  





Haddin tecellîsine müştak olur bu cânım,
Görmedi çoktan anı şol zülf ü hâl içinde.  





Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid,
Kılmazdı da’vâyı ol bu kîl ü kâl içinde.  





Meyhânede bir kadeh nûş etmeği vermezem,
Bin şuğluna sofinin tekyede şâl içinde.  





Mescidi meyhâneyi fark eylemem zâhidâ,
Göründüm ise ne var hâ ile dâl içinde. 





Ver serini Niyâzî sırrını verme yâda
Nadâna sırrın veren kalur vebâl içinde





Ey bî-misâl vâhid-i[1] hüsnün misâl içinde,
Âyînenin göründü bir hub cemâl içinde.  





Ey benzersiz birlik! Güzelliğin örnek içinde,
Görüntün göründü bir güzel cemâl içinde.  





Düştü kamû heyâkil kâmetine mukâbil,
Cünbüşü gösteren sen şekl ü hayâl içinde.  





Düştü bütün heykeller boy bosuna karşılık,
Şekil ve hayâl içinde eğlencelik gösteren sensin.





[Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l azizin Bebek’teki komşuların gürültülü eğlencelerden hoşlandıklarından mecliste şikâyetle bahsedilmişti. Bunun üzerine buyurdular ki;





“Niçin âlemin eğlencesine hürmet etmiyorsunuz? Onların zevki ile benimki arasında ne fark var? Âlemin zevki bizim de zevkimizdir. Benim zevkim onları da zevkyâb görmektir.





Allah Teâlâ herkese kendi istidadına göre bir vazife vermiş.”] [2]





Bu san’atı kim bilür,  bu kudreti kim görür,
Bu vuslatı kim bulur ceng ü cidâl
[3] içinde.  





Bu san’atı kim bilir,  bu kudreti kim görür,
Bu vuslatı kim bulur cenk ve mücadele içinde.  





Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin,
Çünkim anı gizledin kahr ü celâl içinde.  





Ey dost senin lütfunu isteyen nerede bulur,
Çünkü onu gizledin kahır ve celâl içinde.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Kulum beni nasıl bilirse (zannederse) ona öyle muamele ederim” [4] bu nedenle Allah Teâlâ’nın celâlini dahi cemâl olarak kabul etmek gerekir.





واذا اردْنا انْ نُهْلك قرْيةً امرْنا مُتْرفيها ففسقُوا فيها فحقّ عليْها الْقوْلُ فدمّرْناها تدْميرًا





“Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.”   [5]





Mushaf-ı hüsnüne çün[6] tefe’ül[7] eyledim ben,
Burc-u belâda gördüm kendimi fâl içinde.    





Ne zaman ki güzellik Mushafında fal açtım ben,
Fâl içinde kendimi belâ burcunda gördüm. 





ما اصاب منْ مُصيبةٍ فى اْلارْض ولا فى انْفُسكُمْ الاّ فى كتابٍ منْ قبْل انْ نبْراها انّ ذلك على الله يسيرٌ





“Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.”   [8]





Taliimi yokladım mihnet evinde buldum,
Anın için yürürüm herdem melâl içinde.  





Bahtımı yokladım mihnet evinde buldum,
Onun için yürürüm her zaman sıkıntı içinde.  





Sahabeden Sa’d ibn-i Zübeyr radiyallâhü anh hazretleri önce Enbiyâya üç ihlâs okur,  sonra Kur’ân-ı Kerimin bir sahifesini açarak sonuna kadar okur,  behemehâl isâbetli bir âyet bulurdu.  Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz de kendisini belâ burcunda gördü, Mûsa hadisesi isâbet etmişti.   Onun hayatı hep mücadele ile geçmiştir. Firavun ile muharebe etti,  Firavun boğuldu,  sonra kavmi buzağı yapıp ona taptı vesâire gibi.   Hazreti Mısrînin zamanında da Mûsa aleyhisselâm zamanı gibi birçok tarikat ehliyle Ehlullâhı inkâr edenler vardı.   Onlar durmadan tevhid ehliyle uğraşırlar ve onlara rahat vermezlerdi. 





FAL





Fal, dilimize Arapçadan gelmiş bir kelimedir ve sözlükte “uğur; talih deneme; kahve fincanına, iskambile bakmak gibi birtakım garip usullerle insanın talihine ait şeyler söyleme” gibi anlamlara gelmektedir.[9] Çeşitli araçlar kullanılarak ve birtakım işaretler yorumlanarak, gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak “fal bakmak”; söz konusu tahminler de “fal” olarak adlandırılmaktadır. Falın Türkler tarafından çok eskiden beri bilindiği, “kürek kemiği falı”, “aşık kemiği falı”, “kumalak falı”, “kurban eti falı” ve “ateş falı” gibi çeşitleriyle hemen hemen bütün Türk boyları arasında yaygın olduğu[10] ve İslamiyetin kabulünden önceki döneme ait bir fal kitabının bulunduğu da[11] bilinmektedir.





İslâmiyet’in kabulünden sonra, “geleceğin sadece Allah Teâlâ tarafından bilineceği inancı”na rağmen, gelecek hakkında bilgi sahibi olma arzusu, gelecekle ilgili birtakım tahminlerin yapılmasına sebep olmuştur. Yıldıznâmeler, rüya tabirleri, kıyafetnâmeler (vücut yapısından hareketle kişilerin yaratılışları hakkındaki tahminlerden oluşan eserler) ve melhameler de (ayvanın bol olması gibi bazı tabiat olaylarına bakarak hava durumuyla ilgili tahminlerden meydana gelen eserler) fal çeşitleri olarak kabul edilebilir. Bunlara “ok atmak” ve “kur’a çekmek” de ilave edilmektedir.[12]





Günümüzde de iskambil ve kahve falı oldukça yaygındır; hatta bazı sakızların ambalajındaki çok basit dörtlüklerden ve şarkılardan fal tutulduğu da bilinmektedir.





Fal bakmak için kullanılan vasıtalar arasında, çeşitli kitaplar da yer almaktadır. Bu kitaplar da Hâfız Divanı, Mesnevî-i Şerif, Fuzulî Divanı ve Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ayrıca, Timur’un “batı seferine çıkarken Yesevî’nin ‘Makâmât’ından bir işaret aradığı ve müjde veren bir rubaîsiyle karşılaştığını söylediği de” bilinmektedir.[13]





Fal bakmak için kullanılan eserler arasında, ilk sırayı Kur’ân-ı Kerîm almaktadır. Kur’ân’a bakarak gelecekle ilgili tahminlerde bulunmanın oldukça yaygın olduğu, hatta “İran’da basılan Kur’ân’ların sonuna 10–15 sayfalık bir falnâmenin konulduğu” da bilinmektedir.[14]  Vasıta olarak Kur’ân-ı Kerîm’in kullanıldığı fala “Kur’ân Falı” adı verilmektedir. Söz konusu fal, aşağıda görüleceği gibi “Fal-i Hemze” şeklinde de isimlendirilmektedir. [15]





Ancak Kur'an-ı Kerim ile fal bakmanın caiz olmadığına dair verilen fetvaların bulunduğunu unutmamak gerekir.





987. Mes’ele: Kur'an-ı azîm falı açmak âdeti olan müezzinin, âdil olduğu takdirce imameti caiz olur mu?





Elcevap: Min ba'din teeddüben terk ederse olur. Olur olmaz niyet için Kur'an-ı azîm tefe'ül edilmez. [16]





Kısmet-i rûz-i ezel aldı kâmû nasîbîn,
Kimisi buldu râhat kimi nekâl
[17] içinde.  





Ezel gününde herkes nasibini kısmeti aldı,
Kimisi buldu rahat kimi azap içinde.  





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“En çok belalara düşenler nebilerdir. Sonra onlara en fazla benzeyenler, sonra onlara benzeyenlere benzeyenlerdir” [18]





Dünyâ ile rahat bulupta kendisinde İlâhi âşk bulunmayan ve gam sâhibi olmayan Âdemi sen adam sayma,  o hayvandan daha aşağıdadır, yani o delâlet içindedir.





İnsan için ihsan edilen nimet belki onun farklı olmasını temin ederken yükünü de ağırlaştırmıştır. Akıl yüksek bir nimet iken derinliği artıkça huzursuzluk veren halide artmaktadır. Bu şekilde çok akıllı kimsenin aklını zayi etmesi belki ondaki bu irtifadan dolayıdır. Yüksek akıl sahipleri anlayışları yüzünden hep huzursuz, tedirgin ve yalnız kalmışlardır. Sezgi ve manevi oluşumlar yönünden kısır kalanlar bu girdaptan çoğu zaman kendini kurtaramayıp akıllarındaki zayiat fazla olup delirmişlerdir. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bile son döneminde bu buhranları yaşamıştır. Onu kurtaran yön ise almış olduğu manevi terbiyenin takviyesi ile Allah Teâlâ’ya yönelmiş son günlerinde Hakk’ın yakınlığını daha fazla hissetmiştir.





İnsanı üzen tek şey belki beklentisi olduğu şeylerin gerçeği ile karşılaşınca yıkıma uğramasıdır. Allah Teâlâ kullarına ihsan ederken “Kahhâr” sıfatını her zaman tecelli ettirmiş ve kıyametin son kelamı لمن الْمُلْكُ الْيوْم لله الْواحد الْقهّار  “Bugün mülk kimindir? Vâhid, kahhâr olan Allah'ındır.” [19]Bu nedenle insan hangi hal ve makama gelirse gelsin son söz ve emir Allah Teâlâ’nındır.





Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde,
Kaldı başım anın çün fitne vü âl içinde.  





Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde,
Kaldı başım onun için fitne ve hile içinde.  





Gamsız olan adamı sanma anı âdemi,
Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde.  





Gamsız olan adamı sanma onu âdemî,
Hayvandan o alçaktır kaldı sapıklık içinde.





Her şeyi hoşgörmek bir insan için mümkün değildir. Razı olunan ve olunmayan hallerin hepsini Allah Teâlâ’dan bilerek sukut etmek ile nefsin tepkisiz kalması ayrı ayrı şeylerdir. Mesela küfredenin küfürüne razı olmak ile sabrederek tepki vermek arasında çok fark vardır. Birisinde Allah Teâlâ’nın rızasını diğerinde nefsinin hoşgörüsü vardır ki, nefse hoş gelen her şey batıldır. Bu sebeble müslümanın bir olaya sabrı ile rızasında Allah Teâlâ’nın hükümleri yönlendirici olarak muhakkak bulunur. Kâfirde ise nefsin emniyetinden başka bir düşünce yoktur.  





Şadlık ehl-i âşka,  aşkın gamıdır veli,
Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde.  





Veli, âşk ehlinde sevinç,  aşkın üzüntüsüdür
Visal içinde olan şu ayrılık güzeldir.  





Şol ayrılık güzeldire misâl olmak üzere Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin hicretle ilgili bir gazeli ile onun Erzrumlu İbrahim Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz tarafından yapılan manzum tercümesi ile aşağıda veriyo­ruz:





"Ağaç bir yerden bir yere gidebilseydi, ne testere eziyetini çekerdi, ne cefa yaralarıyla yaralanır-berelenirdi.





Sağır kaya gibi oldukları yerde kalakalsalardı, ne güneş ışık verirdi, ne ay ışığı âlemi ısıtırdı.





Deniz gibi durdukları yerde dursalardı, Fırat da acırdı, Dic­le de, Ceyhun da.





Hava, bir kuyuda hapis kalsa zehir olur, bak da gör, hava bile duruştan ne ziyana uğradı.





Deniz suyu yolculuğa çıktı, havaya ağdı da bulut oldu mu acılıktan kurtuldu, helvaya döndü.





Ateşin yalımı, alevi yatıştı mı üstünü kül kapladı, öldü, yok oldu gitti.





Bak hele Yusuf-ı Ken'an, babasının kucağından ayrıldı, yolculuğa düştü, tâ Mısır'a kadar gitti de eşsiz bir makama ulaştı.





Bak hele İmrânoğlu Mûsa, anasının kucağından ayrıldı, Medyen'e gitti de o yol yüzünden ulu kesildi.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Miraç gecesi Burak'a bindi de yola düştü, "Yaklaştı, yakınlaştı, aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı, hatta daha da yakına vardı" makamını buldu.





Bak hele şeriat sahibi Ahmed sallallâhü aleyhi ve selleme, Mekke'yi bıraktı da ordu çekti, gelip çattı, Mekke'ye sahip oldu.





Bak Meryemoğlu İsâ'ya, boyuna yolculuk etti de ölüleri di­rilten Âb-ı hayata döndü.





Usanmasaydın, sıkılmasaydın dünyadaki konukları, yola düşmüş, yolculuğa çıkmış erleri, birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayar dökerdim.





Birazını gösterdim geri kalanını sen bil, sen öğren, kendi hu­yundan, Allah Teâlâ huyuna ulaşmaya bak, yola düş. "[20]





Eğer şecer müteharrik olaydı cay-be-câ





Ne bıçkı zahmı çekerdi ne balta ile cefâ





Melûl olurdu cihan halkı şemsten her an





Mukîm olaydı yerinde çü sahra-i semma





Furat u Dicle ve Ceyhun acı olurlar idi





Eğer yerinde sükûn etselerdi çün derya





Havada ebre sefer kıldı çünki bahr suyu





Halâs buldu acılıktan oldu çün helva





Peder kenarını terk etti Yûsuf-ı Ken 'ân





Seferle Mısr'a aziz oldu anda müstesna"





Habîb-i Hak çü sefer kıldı Mekke'den mağlup





Seferle Mekke'yi feth etti gâlib ol mevla





Kıyas kıl sefer-i zahire gönül seferin





Tavattun eyleme âdetlerinde gözle rıza





Saâdet-i dü-cihandır sana gönül seferi





Sana çü senden ırağ olmak oldu kurb-ı Huda





Ko sureti sefer-i sîret eyle ey Hakkı





Huyundan eyle sefer hulk-ı Hakk huy ola sana[21]





Haddin tecellîsine müştak olur bu cânım,
Görmedi çoktan anı şol zülf ü hâl içinde.  





Bu cânım yanağın tecellîsine arzulu olur,
Görmedi çoktan onu şu zülf ve hâl içinde.  





Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid,
Kılmazdı da’vâyı ol bu kîl ü kâl içinde.  





Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid,
Kılmazdı da’vâyı o bu dedikodu içinde.  





Din tapınma dilidir, inanan kişinin bilgisine kılavuzluk eden, onu güvenilir kılan, canlı tutan, imâni aklına uygun yapan tapınma fiilleridir.





[İnsan, doğumundan ölümüne kadar hep mutlu olmak arzusu içerisindedir. Mutluluk insanın hayatının amacı ve anlamıdır. Bu yüzden o, daima ona mutluluğu yaşatacak şeyi arar durur.





Modern dünyada teknolojinin ve bilimin ilerlemesi ile insanın mutluluğunun artacağı düşünülmüştür. Oysaki teknolojinin ilerlemesi insanın mutlu olmasına vesile olmamış, aksine kaygının, sıkıntının, stresin artmasına neden olmuştur. Bu ortam içerisinde insan kendisini mutlu edecek her yöntemi kullanmaya çalışmıştır. KİŞİLERİ MUTLULUĞA GÖTÜRECEK ÇEŞİTLİ FORMÜLLER ÜRETİLMEYE ÇALIŞILMIŞ VE BU FORMÜLLERLE İLGİLİ YÖNTEMLER VE KİTAPLAR TÜM DÜNYA ÜZERİNDE RAĞBET GÖRMÜŞTÜR.





Başlangıcını insanlığın başlangıç tarihi olarak gösterebileceğimiz dinler de kişilerin mutluluğunu hedeflediklerini, amaçlarının insana dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırmak olduğunu ifade etmişlerdir. Öyleyse mutluluğu arzulayan insan için dinler olumlu bir katkıda bulanabilir. Çünkü dinler, insanın yaratılışına uygun formüller ileri sürer ve iddia ederler. Bu yüzden bir dine inanma nasıl insanın doğasında yer alıyorsa, inandığı dinin ona mutluluğu getireceği düşüncesine sahip olmak da kişilerin zihninde yer alabilir. Bu durumda din ile mutluluk arasında anlamlı bir ilişkinin var olduğu söylenilebilir.][22]





[Ancak modern dönemin burjuvazi kesimi, geleneksel din kavramını kökten değiştirerek yerine kusursuz evren düzeneğini yaratan “İyi ve Adil Saat Yapımcısı”, herkesi aynı düzeyde seven, onlara günah işleme ya da günahtan kaçınma özgürlüğü veren, sadece çok büyük günahları cezalandıran yeni bir Tanrı koydu. Allah Teâlâ’yı mantıkî önermelerle ispatlanmasını rasyonel bir söyleme geçirdiler ve İNANCI KİŞİSEL BİR SEÇİM saydılar. ][23]





Bu şekilde insan aklı karıştı. Birçok uydurma ve benzeri hayale gelmeyen kurgular ile olur olmaz felsefî, ideolojîk türevler içinde dinleri ve manevî hayatları zayıflamaya başladı. Hakikatte din zayıflamaz, dinî yaşayış zayıflar. Ürküntüler içinde her geçen gününde insan çaresizlilerini gidermek ve mutlu olmak için gayret gösterse de sonuçta üzülen ve öldüğünde dünyaya gelip ve gelmediği kimseler tarafından hatırlanmayan birey olarak kalmaktadır.





İnsan mutluluğa azıcık bir şeyle kavuşur. Fakat sevdiği şey bir zaman sonra onu sıkmaya başlar.





İnsan mutluluğa azıcık bir şeyle kavuşur. Fakat sevdiği şey bir zaman sonra onu sıkmaya başlar.





Sonsuz hırs ve istek karşısında ezilen insan için ancak Allah Teâlâ’nın tatmin edebileceğini görmekteyiz. Sonsuzluk ancak Allah Teâlâ’da olunca başka bir şeyden mutlu olunacağını sanmak yanlış olabilmektir. Allah Teâlâ dahi insanın fıtratında usanç olduğunu bildiği için ibadetleri çeşitlendirdi. Her zaman ibadet etmeyi değil, bazı zamanlarda ibadeti emretti. Mesela,  namazı kılmak değil namazı yerine getirmek niyetinde olursa namaz seni sıkmaz. Zira her namaz kılmakla namazı gerçekle kılmış değildir. Eğer öyle olmuş olsa idi, mutsuz insanları namaz kılanlar içinde görmezdik.





Sonuç olarak bedeni zevkler hiçbir şekilde insanı mutlu etmiyor. Ruhânî zevkler ise geçici bir dönem mutluk veriyor. Onun için tek kurtuluş din sahibi olmak değil, Allah Teâlâ’yı sevmek ve ona kendimizi sevdirmenin yollarını bulmaktır.





İbadet çokluğuna yok itibar hiç





Kulundan Hâlikı hoşlanmayınca [24]





Meyhânede bir kadeh nûş etmeği vermezem,
Bin şuğluna sofinin tekyede şâl içinde.  





Meyhânede bir kadeh içmeği vermezim,
Tekkede şâl içinde sofinin bin işine.  





Mescidi meyhâneyi fark eylemem zâhidâ,
Göründüm ise ne var hâ
[25] ile dâl[26] içinde. 





Mescid ve meyhâneyi fark eylemem zâhidâ,
Göründüm ise ne var iyilik ile kötülük içinde. 





Kâinat, Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının tecellîsiyle doludur. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin şu beyti, bu konuyu çok hoş bir tarzda izah etmektedir:





“Cemâli zâhir olsa, tîz celâli yakalar ânı,





Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ.”   





Şuayb Şerefeddîn Gülşenî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz bir mektubunda aynı mutasavvıf şâirimizin bir beytine yer verdikten sonra, cemâl ve celâl sıfatlarının tecellîlerini şu şekilde izah etmektedir.





“Mescid u meyhâneyi fark eylemem zâhid





Göründüm ise ne var “hâ” ile “dâl” içinde





Mescid ile meyhânenin şerîat ve tarîkatte farkı vardır. Çünkü şerîatte mescid, mahall-i ibâdet, meyhâne ise, mahall-i isyândır. Ve tarîkatte mescid, mazhar-ı Cemâldir. Ya‘nî Hakk’ın “Cemâl” yüzüdür. Meyhâne ise “Celâl” yüzüdür. Ve lâkin hakîkatte hiç farkı yoktur. Mısrıyyu’l-Niyâzî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendimiz ehl-i hakîkat olduğundan mescid ile meyhâneyi fark etmediğini söyledi. Çünkü “her nereye teveccüh ederseniz Hakk’ın yüzüdür”[27]. Gerek mescid, gerek meyhane.”  [28] Mektup 45 (ÇİMEN, 2002), s. 141





Yeniçağ filozoflarından Leibniz ‘Theodicee’ adlı eserinde en mükemmel varlık olan Tanrı’nın kötülüğü neden yarattığını tartışır. O ‘Her seyi bilen, en iyi, en güçlü varlık olan Tanrı neden içinde acının ve günahın olmadığı bir dünya yaratmamıştır?’ diye sorar ve ardından ‘Acı olmasaydı haz olmazdı, günah olmasaydı sevap olmazdı.’ diyerek sorusunu yanıtlar. Kendi düşünce sistemi içerisinde Tanrı’yı haklı göstermeye çalışan Leibniz, Tanrı’nın yaptığının olabilecek en iyi ihtimal oldugu sonucuna vararak tartışmasını noktalar.[29]





Ver serini Niyâzî sırrını verme yâda
Nadâna sırrın veren kalur vebâl [30] içinde





Ver başını Niyâzî sırrını verme yabancıya
Cahile sırrını veren kalır vebâl içinde





وانْ كادُوا ليسْتفزُّونك من اْلارْض ليُخْرجُوك منْها واذًا لا يلْبثُون خلافك الاّ قليلاً





“Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi.”   [31]














[1] Vahîd: Yalnız, tek.   Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin de bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlûkla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir)





[2] Ken’an Rifâî, Sohbetler. s. 57





[3] Cidâl: sözle mücâdele, ateşli konuşma; muhârebe; cenk; kavga, mücadele, çarpışma, çekişme.





[4] Hadis müttefekun aleyhtir. Bkz. Buharı. Tevhid. 15: Müslim. Tevbe. 1. Zikir. 2.19: Tirmîzî. Zühd 51. Daavat. 131: İbn. Mâce. Edeb. 53.58: Darımı. Rikak. 22





[5] İsra, 16





[6] Çun: f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir.





[7] Tefe’ül: Fal açmak.   Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi.   Olacak şeyi tahmin etmek.





[8] Hadid, 22





[9] DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Aydın Kitabevi Yayınları, 1982,  s. 298





[10] İNAN, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün, Şamanizm, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.1995, s. 151–159





[11] ARAT, Reşid Rahmeti (1991), Eski Türk Şiiri, 3.Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.1991, s. 277–305





[12] ONAY, Ahmet Talât (1992), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Haz: Cemal Kurnaz) Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.1992, s.165





[13] Yesevi, Ahmed (1993) Divan-ı Hikmet Hoca Ahmed Yesevi (Haz: Hayati Bice), Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 1993, s. XIII





[14] PALA, İskender (1989), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü-I, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.1989, s. 311





[15] (TEMİZKAN)





[16] (DÜZDAĞ, 1972)





[17] Nekal: Şiddetli azab. İşkence ve ukubet.   İbret.





[18] Tirmizi Hasen Sahih kabul etmiştir. İbn. Mâce. ibn. Hibban ve Hâkim Sa’d b. Ebi Vakkas’lan rivayet etmişlerdir. Nesaî. Darimî. îbn. Mâce. Malik vd. sahih kabul etmişlerdir. Değişik varyanttan için bkz. Aclûnî. I/130:





[19] Mü’min, 16





[20] Mevlâna, Dîvan-ı Kebir, trc. A.Gölpınarlı, c.III, s.67





[21] İbrahim Hakkı, Dîvan, Erzurum. İl Halk Ktp. nr. 14232, yk. 17b - 18a; Ayrıca bkz. Amil Çelebioğlu, S.Nahîfî'nin Hicretü'n-Nebi Adlı Mesnevisi, s. 57-59





[22] (ACABOĞA, Ocak–2007), s. IV





[23] (ER, 2006), s. 82-85





[24]  Kuddûsi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz





[25]  Hidayet: Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.





[26] Dal: Dalâlete giden, azan.   Azdırıcı, sapkın.   Şaşkın. Ağacın ilk verdiği kol.   Kur’ân hattiyle yazılan (د) harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan “dâl-i mühmele” de denir.





[27] Bakara, 2/115.





[28] Mektûb, 45.





[29] (KEKLİK, 2007), s. 8





[30] Vebal: Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes’uliyeti





[31] İsra, 76


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar