Print Friendly and PDF

Gerekler...Yapsana


112





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Ârifin mutlak kelâmın duymaya irfân gerek,
Sırr-ı muğlâktır gönülde zevk ile vicdân gerek.





Bir hazînedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis,
Bulmağa anı dü âlemde beğim sultan gerek.





Dürr-i yektâ kânını âlemde bulmak isteyen,
Bulmaz anı nehr içinde bahr-i bî-payân gerek.





Ma’rifet dâ’vâsın eden müddeî bilmez mi kim,
Dildeki dâ’vâya elde hüccet ü bürhân gerek.





Ârif oldur başına halkı dirüp cem eylemez
Gönlü cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek.





Kibr-ü ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa,
Bil tabîbin mâ’nâda Şeyhin senin Lokmân gerek.





Şöhret ıssı ma’rifet kenzini bulmaktır muhal,
Varlığın şehri senin baştan başa virân gerek.





Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp,
“Mâlik-ül mülk”-ün şuhûdunda gönül hayran gerek.





Nefsi tamûsun sırât-ı şer’i ile bunda geçüp,
Kalp evi hep hûr-û gilmân cennet-i rıdvân gerek.





Söyleyip işittiği dahî görüp zikrettiği,
Üstüvâ-i arş-ı sırda Hazret-i Rahmân gerek.





Her kaçan tûtîlere feth-i dehân ettik ol,
Lezzetinden tûtîler sözlerine nedmân gerek.





Gâh hamûş olup dilinden kimse almaya cevab,
Gâh açılıp şâd olup güller gibi handân gerek.





Gâhi üns,  gâh heybet gâh rü’yet gâh cemal,
Gâh sahv-ü gâhi mahv gâh vücûd gâh cân gerek.





Terk edip cümle kuyûdâtı erişe sırfa ol,
Sırfa erse bir gönül içi anın ummân gerek.





Aradan iskât edip cümle izâfâtı hemân,
Hakk vücûdu âşikâre gayrisi pinhân gerek.





Çünkü ârîdir izâfattan vücûdu dilberin,
Zevk-i küllî isteyen âşık dahi üryân gerek. 





Mısrıyâ terk-i izâfât etmeğe lâyık olan,
Kümmel-i insân içinde bindebir insân gerek.





Ârifin mutlak kelâmın duymaya irfân gerek,
Sırr-ı muğlâktır gönülde zevk ile vicdân gerek.





Ârifin mutlak kelâmın duymaya irfân gerek,
Kapalı ve kilitli sırrı gönülde zevk ile vicdân gerek.





Ârifin sözlerini yine ârif olan bilir, çünkü “İrfan” gönülde kapalı bir sırdır, ancak zevk ve vicdan ile bilinir. Bir insan ârif olmayınca vicdan sâhibi olamaz.





Muhyiddîn İbnu'l-Arabî (560-638 / 1165-1240), el-Hakîm et-Tirmizî'nin (hyt. 285 / 898);





“Her rasûl'un, Rabbi'sinden olan nasibi ne iledir?” sorusunu doğru bulmayarak, Rasûl, Nebî ve velilerin zevklerindeki farklılık üzerinde durmaktadır:





“Böyle bir sorunun cevabı tasavvur olunamaz. Çünkü Allah Teâlâ yolunda olanların sözleri zevk yoluyladır. Hiçbir kimsenin, her rasûl'un Rabbi'sinden nasibi ile ilgili bir zevki de olamaz. Çünkü rasûllerin zevkleri rasûllere; nebilerin zevkleri nebilere; velîlerin zevkleri de velilere mahsustur. Bazı rasûllerde ise, hem rasûl, hem nebî hem de velî olduklarından, üç zevk bir aradadır. Bu sebebten Hızır aleyhisselâm Hz. Mûsa aleyhisselâma





“İç yüzünü kavrayamayacağın bir şeye (hubr)..”   [1] demiştir ki, âyette geçen hubr kelimesi; zevk demektir. Nitekim Hızır aleyhisselâm;





“Ey Mûsâ! Ben, Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği öyle bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği Öyle bir ilme sahibsin ki, ben de onu bilemem. “ [2] demiştir ki, bu da zevk'dir.[3]





O zaman Yûşa aleyhisselâm, Mûsa aleyhisselâma dedi ki:





“ Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem. Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak istiyorsan gidebilirsin.”  Yûşa geri döndü, Mûsa aleyhisselâm ile Hızır birlikte kaldılar. Birbirleriyle konuşmaya başladılar. Hızır, Mûsa aleyhisselâma bir şeyler sordu,





“ Bana uyacak mısın?”  dedi. Mûsa, “ Her ne buyurursan seni dinlerim,”  diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan, onunla konuşmak şerefine eren yüce rasüldeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, “ Sana anlatacağım,”  yani, “ Seni uyandıracağım,”  dedi. Hâlbuki Mûsa aleyhisselâm halkı uyandıran ulu rasüldü. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu.[4]





Bir hazînedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis,
Bulmağa anı dü âlemde beğim sultan gerek.





Bir hazînedir tasavvuf her kötü huylu mâlik olmaz,
Bulmağa onu iki âlemde beğim sultan gerek.





Dürr-i yektâ kânını âlemde bulmak isteyen,
Bulmaz anı nehr içinde bahr-i bî-payân gerek.





Eşsiz inci menbaını âlemde bulmak isteyen,
Bulamaz onu ırmak içinde sonsuz deryayı bulmak gerek.





Ma’rifet dâ’vâsın eden müddeî bilmez mi kim,
Dildeki dâ’vâya elde hüccet ü bürhân gerek.





Ma’rifet dâ’vâsın iddia eden bilmez mi ki?
Dildeki dâ’vâya elde hüccet ve delil gerek.





Ârif oldur başına halkı dirüp cem eylemez
Gönlü cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek.





Ârif odur ki başına halkı toplayıp cem eylemez
Gönlü cümle halk içinde toprak ile beraber gerek.





Kibr-ü ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa,
Bil tabîbin mâ’nâda Şeyhin senin Lokmân gerek.





Kibir ve beğenme illetinden kurtulup diri ve canlı olmağa,
Bil tabîbin mâ’nâda Şeyhin senin Lokmân gerek.





Üftade kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurdu ki;





Ey evladım ben bu beldede bulunanlardan senin ilminin daha çok ve tab 'ının kemâl-i istikamette olduğuna itikad ediyorum. Lâkin makama karşı ta'zim ile ilmini terket. Sonra buraya kibir ve gururdan kurtulmak için gel. Zira nefs, kibir atına biner ve gurur taylasanını da takarsa, Allah seni onun şerrinden korusun işin zor olur.”   [5]





Şöhret ıssı ma’rifet kenzini bulmaktır muhal,
Varlığın şehri senin baştan başa virân gerek.





Şöhret sahibine ma’rifet hazinesini bulmak imkânsızdır,
Senin varlık yurdunu baştanbaşa yıkılmış gerek.





Dürr-i yektâ öyle gelişi güzel bulunmaz anı bulmağa sonsuz bir deryâ gerekir, yani tevhidin tâlimine Mürşid-i Kâmil ister. Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi “Enfâs” namındaki kitabında bir hikâye yazar:





Dervişin biri şeyhine gelir, evlenmek için müsaade ister.  Şeyhi olur der.  Fakat derviş “Efendim! Ben padişâhın kızını isteyeceğim”, der. Şeyhi de “olur” der. Derviş sokağa çıkarak acaba padişâhın kızını kimden isteyebilirim diye sorunca, Şeyhülislâmdan derler. Fakir derviş Şeyhülislâma gider. “Efendim ben Allah Teâlâ’nın emriyle ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şeriâtı üzerine Padişâhın kızını almak isterim” der. Şeyhülislâm bir gün huzurda iken “Efendim bir fakir derviş gelip kızınızı benden istedi”.  





Padişâh: “Biz Kureyşî değiliz ki neslen küfüv ve gınâ ( eş ve zenginlik ) isteyelim ama o fakir kızıma nişanlık olarak bir dürr-i yektâ getirirse kızımı veririm”.  Şeyhülislâm Padişahın emrini dervişe tebliğ eder. Derviş:





“Pekâlâ” der ve çarşıda dürr-i yektânın nerede bulunabileceğini sorar,  öğrenir. Derviş kalkıp oraya gider, soyunup denize dalar çıkar, dalar çıkar, yorulur, gücü dermanı kalmaz, deryânın kenârına çekilir,  yorgunluktan ve açlıktan yığılır kalır. Daha önce yemin etmişti, yâ ben dürr-i yektâ’yı bulurum yahut da bu deryâ kıyısında can veririm. İşte bu baygınlık esnâsında uykuya dalar. Hakk’ın emriyle deryâda fırtına çıkar,  derviş de bu gürültüden uyanır. Bakarki yanında beş altı adet dürr-i yektâ duruyor. Hemen onları koynuna doldurur ve gidip Şeyhülislâm efendinin önüne döker ve böylece Padişâhın kızını alır.





İşte himmet sarfı böyle olur. Bu misâlde olduğu gibi bir kimse tevhide himmet sarf edince muhakkak ona vâsıl olur ve mürşid-i Kâmili bulur,  çünkü tevhidin kaynağı Mürşid-i Kâmildir. Şâyet o derviş dere veya nehirlerde inciyi arasaydı bulabilir miydi, bulamazdı. Sordu soruşturdu,  nerede bulacağını öğrendi, Cenâb-ı Hak da ona istediğinden fazlasını verdi.





Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp,
“Mâlik-ül mülk”-ün şuhûdunda gönül hayran gerek.





Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp,
“Mâlik-ül mülk”-ün müşahedesinde gönül hayran gerek.





İnsan “ölmeden önce ölünüz” sırrına mazhar olup tabii ölüm ile ölmeden önce ihtyârî ölümü ile kabre girip ve haşre çıkarak “Mâlik-ül mülk”-ün şuhûduna hayran olmalıdır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “İnsanlar nasıl ölmüşlerse öyle ba's olunacaklardır.”  [6]





İmdi nazar ehli olanlar cennet ve cehennemi, haşru neşri hep burada görürler. Yarın kıyamet kopmasına nazar etmezler. Zira Şâh-ı Merdân buyurur:





"el-velâdetü rasûlü'l-mevti" yani "doğmak ölümün elçisidir". Ve bir söz dahi buyurur.





"Men mâte fakad kamet kıyâmetehû". Yani "ölen kıyamete durmuştur". Yukarda demişti ki "doğan öldü" şimdi ise "ölen kıyamete durdu" dedi. Bundan anlaşıldı ki erenler haşrü neşri, cennet ve cehennemi bunda görürlermiş. Belki bir nesnenin adı hem evvel hem âhir, hem dünya ve âhiret olmuş olur.





Haşr u neşrin saati geldi ve hem yevmü'l-hisab





Uykudan dür gıl ki ol günden ıyandürür bu gün [7]





Nefsi tamûsun sırât-ı şer’i ile bunda geçüp,
Kalp evi hep hûr-û gilmân cennet-i rıdvân gerek.





Nefis cehennemini şeriat köprüsüyle ile bunda geçip,
Kalp evi hep hûr ve gilmân cennet ve rıdvân gerek.





وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللهِ اَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِى خَرَابِهَا اُولَئِكَ مَاكَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَا ِالاَّ خَائِفِينَ لَهُمْ فِى الدُّنْيَا خِزْىٌ وَلَهُمْ فِى اْلاَخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ





“Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden ve oraların yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim vardır? Onların oralara korkmadan girememeleri gerekir. Dünyada rezillik onlaradır, ahirette büyük azab da onlaradır.”   [8]





Söyleyip işittiği dahî görüp zikrettiği,
Üstüvâ-i arş-ı sırda Hazret-i Rahmân gerek.





Söyleyip işittiği dahî görüp fikrettiği,
Sırrın arş direklerinde Hazret-i Rahmân gerek.





Hazreti Rahmândan murad “Gavs-ı âzam” dır, çünkü Gavs, Rahmân isminin mazharıdır ve bütün âlemlerde mutasarrıf olan Gavstır. اَلرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى  “Rahmân arş-ı alâsında hükümrândır”[9] âyetindeki “Rahman” dan murad Gavstır,  yani “Gavs-ı azâm arş üstünde müstevî oldu” demektir.  Zirâ Gavsın azâmeti şudur ki bu âlemler anın avucunda bir hardal tanesi kadardır.  Anın “Sâhib-i şimâli” ve “Sahib-i yemini” tâbir olunan vezîrleri vardır.





Her kaçan tûtîlere feth-i dehân ettik ol,
Lezzetinden tûtîler sözlerine nedmân gerek.





Ne zaman papağan kuşlarına konuşmayı öğrettik,
Lezzetinden papağan sözlerine pişmanlık gerekti.





Niyâzî-i Mısrî, bu yolun sırlarını öğrettiği ve halini kesbetmeyen, bilmeyen kişilerden bizâr olduğunu beyan ediyor.





Gâh hamûş olup dilinden kimse almaya cevab,
Gâh açılıp şâd olup güller gibi handân gerek.





Bazan suskun olup dilinden kimse almaya cevab,
Bazan açılıp neşeli olup güller gibi gülmek gerek.





Gâhi üns,  gâh heybet gâh rü’yet gâh cemal,
Gâh sahv-ü gâhi mahv gâh vücûd gâh cân gerek.





Ara sıra ünsiyet,  ara sıra heybet bazan görmek bazan cemal,
Bazan ayıklık, bazan harab olma bazan varlık bazan cân gerek.





Burada mahv-ü sahv işret ehlinin tam sarhoşluğu ile teşbih edilmektedir. Her zaman aynı halde bulunulmayacağı için dikkatli olunmasını gerektiği aşikar edilmektedir. 





Terk edip cümle kuyûdâtı erişe sırfa ol,
Sırfa erse bir gönül içi anın ummân gerek.





Terk edip cümle kayıtları saflığa erişe,
Bir gönül saflığa ererse içi onun derya olmuş demektir.





Zira tasavvufta dört çeşit terk vardır:





 “Der tarîk-i Nakşi Bendî lazım âmed çâr-u çîz





Terki dünya, terki ukbâ, terki hestî, terki terk”





1. Terk-i dünya: Zâhidlerin bütün dünya nimetlerini, malı ve mülkü âhiret için terk etmeleri. Yahya b. Muâz, zühdün hakikatine ancak şu üç şeyle vakıf olunabileceğini vurgulamaktadır: Sırf Allah için amel (alâkasız amel), maddî bir şeye tamah etmeden konuşmak (tamahsız söz), baş olma arzusu taşımadan ve nefsi maddîyât ile zelil etmeden azîz olmak. [10]





2. Terk-i ukbâ: Âriflerin cenneti ve oradaki nimetleri, ilâhî cemâli temâşa için terk etmeleri. Bu manayı ifade için, Yahya b. Muâz, “Zâhid, senin burnuna sirke ve hardal çektirir, ârif ise sana misk ü amber koklatır” (Yani, zâhid Allah kokusundan ve cehennem azâbından, ârif ise Allah sevgisinden ve ilâhî nimetlerden bahseder, biri celâlden, öbürü cemâlden dem vurur) demektedir .[11]





3. Terk-i hestî: Sâliklerin kendi varlığını da terk ederek, Hakk‘ta fânî olmaları.





4. Terk-i terk: Kâmil âriflerin terki de terk etmeleri, aklında ve zihninde terk diye bir kavramın kalmamasıdır. Hakk’a yönelmek için dünya ve tüm mâsivâdan sıyrılmanın önemine dikkat çeken Yahya b. Muâz, dünyanın süslü bir gelin gibi olduğunu, dünyaya rağbet edenlerin onu taramaya ve süslemeye çalışırken, zâhidlerin, bu gelinin yüzünü kömürle karartıp, saçlarını yolduklarını, elbisesini yırttıklarını, âriflerin ise Allah Teâlâ ile meşgul oldukları için bu geline iltifat etmediklerini dile getirmektedir.[12]





Tasavvuf, erken dönemden itibaren Müslüman halkın İslâmî yaşamı üzerinde etkili olmuş ve zaman zaman siyasî hayatı da etkilemiştir. Müslüman bilincin oluşmasındaki katkısı büyüktür. Özellikle “Zühd Hadisleri”ni İslamî yorumlarının temeline koyan tasavvuf, İslam iktisadi hayatının oluşmasında etkili olmuştur.





Tasavvuf konusu, müstakil çalışmalarla işlenmiş ve üzerinde tartışılması ve çalışılması gereken hâlâ birçok problem bulunmaktadır.





Kendilerini İslam’ın özünü anlamak ve yaşamakla tanımlayan sûfiler, inşa ettikleri dünyalarının temellerini hadislerle oluşturmuşlardır. Bu hadislerin mesajları ise kısaca “terk-i dünya” etmektir. İsterse bu dünya bir çöp bile olsa…[13]





İslam’ın tasavvufî yorumunun İslam iktisadiyatına yaptığı olumsuz etkiyi değerlendiren bir alıntıyı bu husus şu şekilde açıklanmaktadır.





“İslam dini, dünya karşısında genel olarak olumlu ve aktif bir tutum içerisinde yer almaktadır. Kitabî olarak Kuran ve Sünnet, çalışıp çabalamaya, kazanca olumlu olarak bakmakla beraber bu olumlu tavrın Müslüman bireylerde devamlı bir pratiğe dönüştüğünü söylemek pek mümkün değildir. Tasavvufun genel olarak dünyayı aşağı görmesi, mal ve mülke karşı mesafeli duran bir birey tipini ortaya çıkarmıştır. Geniş halk kitleleri Kitabî İslam’a değil tasavvuf büyüklerinin tavsiye ve yaşantılarına bakarak hayatlarını yönlendirdikleri için, İslam toplumlarındaki iktisadi atâletin birinci derecede kurucu ve meşrulaştırıcı unsuru dinin bizzat kendisi değildir. Bir cümle ile iktisat faaliyeti söz konusu olduğunda, tasavvufî İslam’ın, çoğu durumda kitâbî İslam’a ters hükümler içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Nitekim İslam’ın (Kitabî İslam); ticareti, mal ve mülk sahibi olmayı mübah kıldığını ve hatta helal dairesinde dünyaya (çalışma ve kazanma) rağbeti özendirdiği halde, Tasavvufî İslam, dünya karşısında pasif bir tutum sergilemektedir. Bu hayati ayrım İslam dininin zeminini hazırlayacağı “ahlak dünyası” söz konusu olduğunda hayati bir önem kazanmaktadır. Gerçekten Osmanlı’da çözülme devrinin ahlak dünyasını yerine göre inşa eden ve yerine göre de hızlandıran tasavvufî telkinlerdir.” [14] 





İslam tarihinin çok erken döneminden itibaren baş gösteren dâhilî/siyasî çekişmeler, Kuran ve Hadisin yorumlanmasında etkili olduğu gibi, Hadis rivayetlerinin oluşmasında, yaşanan tarihin hadisleşmesinde de büyük etken olmuştur. Kabile faktörünün başat belirleyici olduğu bir sosyal ortamda, Arab- Mevali ayrımı, hilafetin saltanata, bilvesile kabile saltanatına dönüşmesi, sosyal adaletsizliklere, gelir dağılımındaki büyük dengesizliklere neden olmuştur. Yaşanılan hayatın –Hz. Peygamber’in (a.s.) tesis ettiği model dönemin ardından- siyasî, iktisadî ve dinî anlamda olumsuz bir tablo çizmesi, pratik olarak, siyasetten ve onun maddi getirilerinden pay alamayan çevrelerin “terk-i dünya” etmelerine ve daha sonra ise “terk-i dünya” anlayışının bir dünya görüşü haline gelmesine neden olmuştur. Tasavvuf geleneğinin önemli bir kolunu temsil eden Nakşîbendiliğin dünyaya ait tasavvurunu özetleyen Dünyayı terk, ahireti terk, her şeyi terk, hatta terk etme eylemini bile terk etmek ilkesidir. Bu ilkeler: Sonuç olarak her şeyi terk etmeyi öğütlemektedir. Hadislerde yer alan; zengin-fakir, mal-mülk, gibi konulardaki mesajlar, bu dönemin koşulları ve anlayışı içinde şekillenerek, tamamen dünya ve zenginliğin aleyhine bir söyleme dönüşmüştür.





İslam tarihi içinde kurulan İslam devletlerinin, temelde ganimet gelirine dayalı bir iktisadi sisteminin olduğu göz önüne alındığında, ekonomik ve diğer iktisadi gelişmelerin geri kalmasında sözünü ettiğimiz anlayışın/dünya görüşünün olumsuz rolünün olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle tasavvufun böyle bir zihniyeti “sûfi doktrini” haline getirmesi ve halk üzerinde fazlasıyla etkili olması, ekonomik ve sınaî alanlarındaki gelişmeleri etkilemiştir. Dünyanın faniliği, ahiretin bakiliği ve asıl yurdun ahiret olduğu inancına, kıyamet söylemleri ve hele kıyametin çok yakın olduğu inancı da eklenince, Müslümanların genelinde hâkim olan zihniyet; her an kıyametin kopmasına hazırlanmak şekline gelmiştir. Neredeyse her Cuma günü kıyametin kopmasını bekleyen ümmetin dünya ile ilgili en uzun vadeli projesi de bir haftalık olmaya mahkûm olmuştur. Rivayetlerde yer alan zengin ve fakirlikle ilgili hadisler, toplumun zengin ve fakirleri arasındaki dengeyi, olumlu anlamda kurmaya yönelik pratik yararı amaçlayan Nebevî mesajlar olarak görmek gerekir.[15] Tarih içinde anlaşıldığı gibi onları, bir hayat felsefesi ve dünya görüşünün tesisi için belirlenmiş ilkeler olarak anlamıyoruz. Hayatın prensiplerini, Kur’an ve Nebevî Sünnetin genelinden ortaya çıkan amaç ve hedeflerden çıkarmamızın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.





Zühd Hadislerinin yönlendirdiği tasavvufî hayat anlayışının, bireysel olgunlaşma alanında olumlu tesirleri olmakla birlikte, toplumsal alandaki tesirleri, hele dünyanın imarı anlamındaki iktisadi yapılanma üzerinde, aynı olumlu etkisinden söz edebilmek çok zordur.[16]    





Aradan iskât edip cümle izâfâtı hemân,
Hakk vücûdu âşikâre gayrisi pinhân gerek.





Hemen aradan düşürüp bütün bağıntıları,
Hakk vücûdu açığa çıkarsa diğerleri gizlenmiş demektir.





Çünkü ârîdir izâfattan vücûdu dilberin,
Zevk-i küllî isteyen âşık dahi üryân gerek. 





Çünkü dilberin vücûdu noksanlıklardan paktır,
Tam zevk isteyen âşık dahi çıplak gerekir.





Çıplaklık yokluğa işarettir. Elbisesi olana hırka giydirmezler. Sevgili karşısında çıplak olan kayıtlardan kurtulmuş demektir.





Mısrıyâ terk-i izâfât etmeğe lâyık olan,
Kümmel-i
[17] insân içinde bindebir insân gerek.





Yâ Mısrı bağıntıları terk-i etmeğe lâyık olan,
Kamil insânlar içinde bindebir insân gerek.





Kâmil insan odur ki; kusursuz olduğundan üstadlık mertebesinde kulluk eder. Mesafeleri katetikten sonradır ki;





HAK, onun başına Halifelik tacını koyar. Bir kalıcılık bulur. Yok oluştan sonra...Tekrar yolun sonuna varıp, başa döner.Şeriatı şiar edinir.. Tarikatı da hırka gibi üstüne giyer.Hakikât onun. Zâtının makamıdır, bil!..Orada küfürle imân bir aradadır!..[18]










[1] Kehf, 68





[2] Hz. Mûsâ (a.) ile Hızır (a.) arasında geçen meşhur kıssa Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf (18), 60-82. âyetlerde geçmekte olup, bu kıssa hakkındaki malumat Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden tüm ayrıntıları ile birlikte sadece İbn Abbâs (r.) kanalıyla Ubey b. Ka’b dan (r.) rivayet edilmektedir. Hadis için bak: Buhârî, İlim (3), 44, Enbiyâ (60) 29, Tefsîr (65), 18, 196-198. Müslim, Fedâil (43), 46, 170-184, hd. no: 2380. Tirmizî, Tefsîr (48), 19, hd. no: 3149. Musned, 5, 116-122. Ayrıca bak: İbn Kesîr, 5, 170-185. Bidâye, 1, 295-299. Fethu'i-Bârî, I, 176-179, VI, 334-338, VIII, 329-343.





[3] (ATAÇ, 1993), s. 425





[4] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.125), s. 212





[5] (BAHADIROĞLU, 2003), s.138; (HÜDAYİ), c.I, v.17b





[6] İbn Hanbel. I/215





[7] (Niyâzî-i Mısrî, 2003), s. 24





[8] Bakara, 114





[9] Tâhâ, 5





[10] Kuşeyrî, er-Risale, s.117; Gazali, İhya, c.V, s.113.





[11] Kuşeyrî, a.g.e., s.117; Gazali, a.g.e., c.V, s.113.





[12] Kuşeyrî, a.g.e., s.119; Serrâc, el-Lumâ, s.73; Gazali, a.g.e., c.V, s.113.





[13] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, I, 493.





[14] Şükrü Nişancı, Osmanlı İktisat Zihniyeti, Okumuş Adam Y., İstanbul 2002, s. 19-21. Ayrıcabkz. Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İşaret Y., İstanbul 1992, s. 37-38.





[15] “Fakirlikle öğünürüm.” (Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. El-Hüseyn, Kitâbu’z-Zühdi’l-Kebîr, Dâru’l-Cinan, Beyrut 1987, s.102)





“Abdurrahman b. Avf’ı Cennet’e emekleyerek girerken gördüm.” (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb fî Muâmelâti’l-Mahbûb, Mısır 1961, I, 493.)





“Ümmetin en hayırlıları fakirlerdir. Onların cennete en çabuk yerleşenleride zayıflardır.” (Gazâlî, Ebû Hamid, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Beyrut tsz., IV, 194.)





“Size ehl-i Cennet’i haber vereyim mi? Onlar her zayıf ve güçsüzlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 3, (II, 1378, Ha. No: 4116).





“Fakir mü’minler zenginlerden yarım gün önce Cennet’e gireceklerdir. Bu beş yüz yıldır.” ( İbn Mâce, Zühd, 6, ( II, 1380, Ha. No: 4122).





[16] (KELEŞ)





[17] Kümmel: (Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.





[18] (Şeyh Mahmûd Şebüsterî), b. 345-349


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar