Print Friendly and PDF

Gökte uçarken seni indirdiler


  50





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Ey garib bülbül diyârın kândedir,
Bir haber ver gülizârın kândedir,

Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,
Var senin elbette yârin kândedir.  





Arttı günden güne feryâdın senin,
Âh-u efgân oldu mu’tâdın senin,
Âşk içinde kimdir üstâdın senin,
Bu senin sabr-u karârın kândedir.  





Bir enisin yok aceb hasrettesin,
Rahatı terk eyledin mihnettesin,
Gece gündüz bilmeyüp hayrettesin,
Yâ senin leyl-ü nehârın kândedir.  





Ne göründü güle karşı gözüne,
Ne büründü baktığınca özüne,
Kimse mahrem olmadı hiç râzına,
Bilmediler şeh-süvârın kândedir.  





Gökte uçarken seni indirdiler,
Çâr-ı unsur bendlerine urdular,
Nûr iken adın Niyâzî dediler,
Şol ezelki itibârın kândedir. 





Ey garib bülbül diyârın kândedir,
Bir haber ver gülizârın kândedir,
Ey garib bülbül diyârın nerdedir?,
Bir haber ver gül bahçesi nerdedir?






Bu ilâhide bahse konu olan bülbül Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin kendisidir.





Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,
Var senin elbette yârin kândedir.  





Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,
Var senin elbette yârin nerdedir?  





Arttı günden güne feryâdın senin,
Âh-u efgân oldu mu’tâdın senin,
Arttı günden güne feryâdın senin,
Âdetin âh ve efgân oldu senin,





Âşk içinde kimdir üstâdın senin,
Bu senin sabr-u karârın kândedir.  





Âşk içinde kimdir üstâdın senin,
Bu senin sabır ve karârın nerdedir?  





Bir enisin yok aceb hasrettesin,
Rahatı terk eyledin mihnettesin,
Bir dostun mu yok aceb hasrettesin,
Rahatı terk eyledin mihnettesin,





Gece gündüz bilmeyüp hayrettesin,
Yâ senin leyl-ü nehârın kândedir.  





Gece gündüz bilmeyip hayrettesin,
Yâ senin gece ve gündüzün nerdedir?.  





Şöyle ki: Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur. Bir kul, Allah Teâlâ’nın fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve tab’ına aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allah Teâlâ onun basiret gözünü açar ve kul Allah Teâlâ’nın o şeydeki hikmetini görür. Bu suretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine layık görür. Artık hiç bir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbına sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah Teâlâ’nın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini, içinde hiç zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemal, hiç bozukluğu, eğriliği büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah Teâlâ cömert, kerim ve merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki keşf erbabı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten menedilmişler, bilginler bunda hayrete düşmüşlerdir.





“Bizi buna ileten Allah’a hamdolsun. Allah bize hidayet etmeseydi, biz hidayete eremezdik.”  [1]- [2]





Ne göründü güle karşı gözüne,
Ne büründü baktığınca özüne,
Ne göründü güle karşı gözüne,
Ne büründü baktığınca özüne,






Eflatun Devlet isimli eserinde, ideler âlemi ile madde âleminin ayrı­lışından bahseder, ideler âlemi en yüksek noktasında "iyiye" sahiptir. Bu iyi tüm gerçek bilginin kaynağıdır. Devamlı değişen madde âlemine güvenilemez. İnsanın iyiye ulaşabilmesi için, maddeden alâkasını kesmelidir. Bu da ancak, gerçek bilgiye geçişi temin edecek olan "Diyalektik metodu"[3] kullanarak maddeyi aşmakla mümkün olabilir. Diyalektik, "madde" ile "ide"yi[4] birbirinden ayıran çizgiyi geçebilir. Bu metot, madde âleminde beyni, dili ve elleri kullanarak başlar; hakîkatı keşfetmekle ideler âleminde son bulur.





Meşhur "Mağara Benzetmesinde Eflatun, karanlıklar âleminde zincire vurulmuş mahkûmlar, mağaranın uzaktaki duvarında gördükleri gölgeleri gerçek zannedeceklerdir.





Mahkûmlardan biri, zincirden kurtu­lup dışarı çıkınca, gerçek ışık kaynağının güneş olduğunu anlayacaktır.





Gerçek bilgiye ulaştığından mutlu olacak ve dışarıdaki gerçek dünyayı ar­kadaşlarına anlatmak için dönecektir.





Onlar gölgeden teşekkül etmiş bilgilerine zıt bilgiler vereni dinlemeyeceklerdir.





Hatta mahkûmları ser­best bıraksalar, onu öldüreceklerdir.





Plato'nun Mağara Benzetmesi'nin anlamı şudur: Biz bir gölgeler mağarasında cehalet ve ilgisizlik zincirine vurulmuş olarak yaşıyoruz; zincirlerden kurtuluşumuz gerçek eğitimimizin başlangıcı olacaktır.





Gerçek bilgi âlemine yükselmiş olan filozof, arkadaşlarına aydınlık getir­mek için mağaraya dönmelidir.[5]





Kimse mahrem olmadı hiç râzına,
Bilmediler şeh-süvârın kândedir.  





Kimse aşina olmadı hiç gizli sırrına,
Bilmediler baş binicin nerdedir?.  





Doğduğumuzda hiçbir şey bilmediğimizi bildiren Nahl Sûresi'nin 78. âyet-i kerîmesinin mânâsına göre hüküm yürüten İslâm filozofu Fârâbî'ye göre, her fikir duyulardan elde edilir. Başlangıçta zihin, hiçbir şey yazılmamış boş bir levha gibidir. Onun üzerine her şeyi yazan duyu­lardır. Duyu organları, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunmadan ibarettir. Bunlardan her biri kendi objeleri için mükemmel duyma özel­liğine sahiptir. Her duyumda duyu organı, duyulabilecek nesnelerin şekli veya türlerini, madde olmaksızın alır; tıpkı maddesi olmadan mühürün şeklini alan balmumu gibi..[6]





Gökte uçarken seni indirdiler,
Çâr-ı unsur bendlerine urdular,
Gökte uçarken seni indirdiler,
Dört unsur hükmüne vurdular,






İlâhi âlemin bireyi iken dünyevî âlemin unsurları ile sıkıntıya düşüldüğü anlatılıyor.





Eflatun'a göre, insan bilgi yaratamaz. Bir zamanlar o gerçek bilgiye sahipti. Bilgiyi mahveden maddî bedene yerleşince, onu kaybetti. Böylece, insanın en büyük görevi, bir zamanlar bildiğini hatırlamasıdır.





Sokrates, kendisini, insanların bilgiye gebe olduklarını tesbit eden bir ebe olarak tanıtıyor. Asla bilgiye sahip olduklarını bilmeyen insanlarla, bilgiyi doğurmalarında yardım etmek için tartışmalar yaparak "Hatırlama Doktrini"ni ortaya koydu. Bilgi, öğrencinin zihnine "Akıtılmaz = Poured into", ama "Söküp = Wrung out" alınır.





Aynı görüş, dînî kisveye bürünmüş haliyle, M.S. IV. asırda yaşamış Augustine'de görülür. İnsan bilgi yaratamaz, bilgiyi Allah Teâlâ yaratır. İnsan Allah Teâlâ'yı bulmaya çalışırken, onu keşfeder. Augustine, ruhumuzun içinde var olan gerçek bilgiyi aramamız gerektiğine inanıyor. Böylece o, eği­timde sezgici bir yaklaşımı yüceltmiş oluyor. Kendimizi fizikî âlem üze­rine teksîf etmemizin, bizi gerçek bilgiden uzaklaştıracağı görüşünü Eflatun ile paylaşıyor29.





Nûr iken adın Niyâzî dediler,
Şol ezelki itibârın kândedir.
 





Adın Nûr iken Niyâzî dediler,
Şu ezelki itibârın nerdedir?





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz âlemin yapı taşlarını izah ederken dört rüknün [7](erkân-ı erbaa) aslı olan bir “beşinci mevcûd”dan[8] (Mevcûd-ı hâmis) bahseder ve bunun Hakîm’in Ustukussât [9]isimlieserinde geçtiğini söyler.[10] Fakat bunu, söz konusu kitabı bizzat okuyarak değil de onu okumuş ve tıp tahsil eden bir arkadaşının, “bu “beşinci mevcût” hakkında keşfiniz açısından ne derseniz?” şeklindeki bir sorusuna muhatap kalması üzerine söyler. Zâten İbnu’l-Arabî’nin genelde bu çeşit metafizik [11] meseleleri evrensel konular olarak görüp muayyen bir kişiye atfetmekten ziyâde esas dikkati konu üzerine çeken bir tavrı dikkat çeker. Tabiî ki bu, bizzat kendi “ayn”ları “bilgi” olan nebiler ve velîler söz konusu olduğunda böyle olmamakta, onların isimleri de o bilgiyle özdeş ve merbut olmak hasebiyle önem arz etmektedir.[12]





Konu ile ilgili olması açısından şu bilgileri hatırlamak uygun olacaktır.





Tüm bilim tarihinin en büyük simalarından olan Dr. Albert Einstein, uzayın en, boy ve yükseklikte (x, y, z) belirtilen özelliklerine dördüncü bir boyut olarak ZAMAN’ı da ekleyerek uzay fiziğinde yepyeni bir çığır açmıştı. Ondan sonra gelen bilimciler, bir beşinci boyutu da uzaya dâhil ederek Evren’in karakteristiklerine olağanüstü bir yorum daha ge­tirdiler. Bu beşinci boyuta BİLİNÇ diyoruz.





Zamanın madde ile birlikte aynı anda yaratılması, maddenin özel­likleri ile zamanın özelliklerinin uyuşabilir olmasının en belirgin özel­liğidir. Zamanın, maddenin içine “nüfuz ederek sinmesi, maddenin za­mandan ayrılamaz olması demektir. Başka bir anlatımla madde ile zaman birdir, birliktedir, birbirinden soyutlanamaz, ayrı ayrı dü­şünülemez.





Zamanın kâinâttın maddesi gibi 15 milyar yıl önceden yaratılması demek, zamanın planlanması anlamını taşır. Bu planlamanın bir başka ve “ses getiren” bir ismi daha vardır. Buna KADER denir. Buna göre çevremizdeki tüm madde ile olaylar, önceden belirlenmiş bir kaderin (planın), “şu anda” yürürlükte olan görüntüsünün bize göre nisbî (izafî, relatif) ve sübjektif bir değerinden başka bir şey değildir.





Zaman, en küçük ölçek olan hücre ve molekül gruplarından; en geniş ölçek olan yıldızlar ve galaksiler boyutlarına kadar uzanıp ya­yılan ve DAİMA geçmişten geleceğe doğru “akan” bir özelliğe sahiptir.





Zamanının nehirde akan bir su kütlesi gibi sürekli olarak akması, son derecede ilgi çekici bir özelliktir. Çevremizdeki mekânı görür; do­kunur, ölçer biçer ve “içinde” bizzat yaşarız. Ancak zamanı nasıl görüp neyle dokunup algılayalım? Ama bir gerçek var ki asla gözardı ede­meyiz. Mekân gibi zamanın da bizzat içinde yaşamaktayız. Mekânın hareketsiz ve statik olmasına karşı, zamanın “akıcı”, hareketli ve “gö­rünmez” bir özelliğe sahip olması; onun çabucak idrak edilmesini en­gellemiş olmalıdır. Bilimin en son eriştiği gerçeklere göre, zamanı artık dördüncü bir boyut olarak tanımlıyoruz. Bilimciler, zamanı böyle tarif ettikten sonra akıllarına hep takılan so­ruyu tekrar gündeme getirdiler. Acaba en küçük bir zaman parçası ne kadar süre kaplıyordu? Evrende artık öyle küçücük bir zaman aralığı olsun ki, bu zaman aralığından daha küçük bir aralık olmasın. Artık daha fazla bölünemeyen, parçalanamayan en ufak bir zaman dilimi ne kadar olmalıdır?





Bunun için yine evrendeki şu meşhur 3 sabiteyi ele alıp onlarla uygun bir denklem serisi oluşturdular. Sonuçlar ortaya çıktığında hep­sinin gözleri fal taşı gibi açıldı. Evrende en küçük zaman dilimi 10-43 saniye idi.





Evren için en büyük sayı onun yaşıydı. Evrenimizin 15 milyar yıl ya­şında olması demek, onun 10-17 saniyelik bir ömür tüketmiş olması ile eş anlama geliyordu. Evrendeki en küçük sayı ise, 10-43 saniyeyi gös­teriyordu. Bu kadar küçük bir saniye aralığı, bizim zihnimizin daracık molekül kalıpları içinde nasıl anlaşılacaktı?





10-43 saniye demek, 1 sayısını, 1 sayısının yanına 43 tane sıfır koy­duktan sonra elde edilen sayıya bölmek demektir. Bu cümlenin an­lamı, aşağıdaki sayı ile verilir:





0.0000000000000000000000000000000000000000001. Bu değer, BİR SANİYENİN milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda birinin, onda biridir.





Tüm kâinat işte bu zaman aralığında yaratılmıştır![13] Matematikçi olmayan biri, “dört boyutlu,” şeyler­den söz edildiğini duyduğu zaman doğaüstü düşüncele­re kapılmış gibi titrer. Ama yine de üstünde yaşadığı­mız dünyanın dört boyutlu süreklisi olduğunu belirt­mekten daha doğal bir cümle olamaz.





Uzay, üç boyutlu bir süreklidir. Bununla; bir nok­tanın  (durağan)    durumunu üç sayı (koordinatlar) x, y, z ile tarif edebilmenin mümkün olduğunu ve bu noktanın yakınında durumları x, y, z, gibi koordinat­larla tariflenen ve birinci noktanın koordinatları olan x, y, z değerlerine istediğimiz kadar yakın olabilen son­suz sayıda nokta vardır demek istiyoruz. Bu özellik sa­yesinde bir “sürekli” den ve üç koordinat olmasından dolayı da bunun “üç boyutlu,” olmasından söz edebili­yoruz.





Kısa­ca “dünya,” diye adlandırılan fiziksel olaylar dünyası, uzay - zaman anlamında doğal olarak dört boyutludur. Çünkü her biri dört sayı yani uzay koordinatları x, y, z ve bir de zaman koordinatı t zaman değeri ile tarifle­nen olaylardan oluşmaktadır. Bu anlamda “dünya” da bir süreklidir. Çünkü buradaki her olayın yakınında koordinatları x1, y1, z1, ve t1, olan ve başta sözü edilen x, y, z, t olayından sonsuz küçük uzaklıkta bulunan birçok sayıda (gerçek, ya da en azından düşünülebilen) olayla doludur. Dünyada bu anlamda dört boyutlu bir sürekli gözüyle bakmaya alışık olmamızın nedeni, iliş­kinlik (izafiyet teorisi) kuramının ortaya çıkmasından önce fizikte za­manın uzay koordinatlarıyla karşılaştırıldığında değişik ve daha bağımsız bir rol oynamasıdır. Yine bu neden­den dolayı zamanı bağımsız bir sürekli olarak kabul etmekteydi. Aslında klâsik mekaniğe göre zaman mut­laktır. Yani koordinat sisteminin hareket koşulundan ve durumundan bağımsızdır. “Dünya”yı dört boyutlu olarak görme biçimi, iliş­kinlik kuramına özgüdür. Çünkü bu kurama göre za­man bağımsızlığından uzaklaştırılmıştır. [14]














[1] A’raf, 43





[2] (ATEŞ, 1971) Onuncu sofra





[3] Diyalektik Eski Yunan dilindeki, konuşmak, tartışmak anlamına gelen dialego sözcüğünden çıkmıştır. Eski zamanlarda diyalektik, muhaatabın tezindeki çelişkileri ortaya koyup bu çelişkilerin üstesinden gelmek yoluyla gerçeğe ulaşma sanatı demekti. Eski zamanlarda, düşüncedeki çelişkileri ortaya çıkarmanın ve karşıt görüşlerin çatışmasının, gerçeğe ulaşmada en iyi yöntem olduğunu kabul eden filozoflar vardı. Düşüncenin bu diyalektik yöntemi, sonraları tabiat olaylarını da kapsadı; tabiattaki olayları sürekli bir hareket ve değişme içinde gören, tabiattaki gelişmeleri, tabiattaki çelişkilerin gelişmesi sonucu olarak ve tabiattaki karşıt güçlerin birbirlerini karşılıklı etkilemeleri sonucu kabul eden, tabiatın diyalektik kavranması biçiminde gelişti.





Diyalektik, özünde metafiziğin tam karşıtıdır.





[4] İdea: düşünce, fikir; tasarı, plan, öneri; kani, görüş, kanaat





[5] (BAYRAKLI, 2002), s. 23





[6] (BAYRAKLI, 2002), s. 26





[7] Ateş, su, hava ve toprak olarak düşündüğümüz şeyi en, boy, genişlik ve zaman olarak muteala etmek daha uydundur.





[8] “Sonra bu erkân’ın aslı olan bir beşinci mevcûd oluştu. Yalnız bu konu üzerinde tabiat âlimleri arasında görüş farklılıkları vardır. Hakîm Ustukussât’ında bunu anlatmış ama bunu okuyana doyurucu bir açıklama getirememiş. Biz bunu tabiat ilimlerini bir üstaddan okurken falan öğrenmiş değiliz. Tıb ilmiyle megul olan bir dostum elinde bu kitapla bana geldi. Ve bu eşyanın hakkında bizim sahip olduğumuz ilmimiz yani kıraat ve nazar dışında olan bizim keşfimiz açısından durumlarını sordu. Söz konusu bu kitabın ilgili yerini bana okudu ve merak ettiği bu noktada durdu. Bu konuda o kitaptaki bilgiler bizim ilmimizin tersine idi. İşte ben de bu konuda bize muhalifler de varmıymış yokmuymuş ancak o zaman anladım. Eğer bu arkadaşım bana bundan bahsetmeseydi benim bu ihtilâflardan haberim asla olmayacaktı. Oysaki bizim indimizde hiç bir hilaflı şey yoktur, bizde her şey doğrudur (Bkz.el-Fütûhât (Thk.), I/250). Beşinci mevcûd’u ise şöyle açıklar: “Eflâk’ın tabiatları yani “beşinci tabiat” hakkındaki ilmimiz dört ana (Ümmuhâtü’l-erbaa) hakkındaki bilgimiz olmasaydı olmayacaktı. Feleklerin bu tabiatların hâricinde yani bu dört ana’da olmayan bir hükme de tâbi olduklarını anlayınca gerek hava ve esirde olan atmosferik hareketlerden (el-Harekâtu’l-ulviyye) ve gerekse su ve toprakta olan arzî hareketlerden (el-Harekâtu’s-sufliyye) bu “beşinci tabiat’ın var olduğu bize malum oldu (Bkz. el-Fütûhât,II/86).





Fiziki âlemin dört rüknüne dair altı farklı görüş olduğunu anlatırken antik filozofların görüşlerini özetlemektedir aslında. Kimisi ateş asıldır der. Kimisi hava asıldır der. Kimisi su ve kimisi de toprak. O ise en doğru görüşün kendilerinde (indenâ) bulunduğunu şöyle açıklar:





“Âlem-i tabiattan olan erkân dörttür. Bu dört erkân âlem-i ulvî ile birleşince doğumlar olur. Asıl; bu dördünden olmayan bir beşincisidir. Bu melek-i yemîn mesabesindedir ve onlarla birleşir. Bizim şeriatımızın açıklamaları en tamam görüştür ve aslında diğer bütün görüşleri içinde barındırır.” (Bkz. el-Fütûhât, II/309-310). (KILIÇ, 1995), s.91





[9] Ustukuss: Grekçe aslında ‘asıl’ manasına gelen bu kelime Arapçaya da girmiştir ve asıl, rükün, esas manalarına gelir. Cisimlere ustukusslar denilmesi mürekkeblerin onlardan meydana geldiğinden dolayıdır. Yerine göre asl-ı evvel, mahall-i evvel, anâsır-ı erbâa manalarında kulanılır.





[10] Bu bir beşinci soma veya ousia’nın varlığı meselesi genelde Aristo’e atfedilmekle beraber İshak b. Süleyman el-İsrâîlî’nin aynı adla bir eseri (Kitâbu’l-ustukussât) ve Huneyn b. İshak’ın da fi’1-Ustukısât alâ re’y-i İbukrât (GAL, 1/369) adında bir tercümesinin bulunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla burada geçen “Hakim” ile tam olarak kimin kasdedildiği belli değilse de sonuncu ihtimâl daha kuvvetlidir. (KILIÇ, 1995), s.91





[11] Metafizik, insanların ‘felsefe’ kelimesi ile karşılaştıklarında hemen akıllarına gelen bir kelimedir. ‘Metafizik’ teriminin kökeni, Aristoteles’in tabiat (fizik)hakkındaki kitabından sonra (meta) yazdığı bir eserine onu isim olarak vermesine dayanır. 





Bununla beraber metafizik kavramı; deneye dayalı, olumsal (contingent)dünyayı aşan ya da bu dünyanın temelini oluşturan şeyi, evrensel ve nihaî olan şeyi ve bütün şeylerin zorunlu temeli olan şeyi anlamak için yapılan teşebbüslerin ortak adı olagelmiştir. Metafizik sahasında filozoflar, temel realiteyi, kendinde varlığı belirlemeye ve onun mahiyetinin, bütün şeylerin yapısını, amacını ve anlamını nasıl belirlediğini kavramaya çalışırlar. Metafizik hakkında Tillich,”her şeyde ortak olarak bulunan varlığın, ilkelerini, yapısını ve mahiyetini keşfetmektir”der. Whitehead ise metafiziği, “ilk ilkeleri kavrama teşebbüsü” olarak tanımlar. “Bu ilk ilkeler, var olan ve günün birinde var olacak olan her bir şeyden çıkartılabilirdirler ve böylece tutarlı, mantıksal ve zorunlu bir genel düşünceler sistemi oluştururlar ki onun terimleri aracılığıyla tecrübelerimizin her bir parçasını yorumlayabiliriz.” (PALİN, et al., 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8), s.143)





[12] (KILIÇ, 1995), s.90





[13] (TUNA, 1995), s. 28-29





[14] (EİNSTEİN, 1976), s.69


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar