Gör bugün İsâ menüm Mısrî cihân-ı ‘âlemim
138
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Âlem-i ârâyı buldum âlem-i âra menüm
Mâlik-i kevn ü mekânım tac ile dârâ benim[1]
On sekiz bin âlemi seyr eyledim seyyare-vâr
“Kâb’e kavseyn” erişdim “sırr-ı ev ednâ” benim
Çün serâ-yı ‘izzete basdım kadem izzet ile
Dil Süleymân-ı zamânım kafile ankâ benim
Bu rumuzun noktasın ancak yine arif bilir
Vâdi-i kalbimde gûyâ Tûr ile Mûsâ benim
Ger vücûdum katre ise zâhidâ derya olur
Serseri gezme cihanda nokta-i manâ benim
Gör bu gün İsâ menüm Mısrî cihân-ı ‘âlemim
Mürdeyi zinde idem ol canlara cânân benim
Âlem-i ârâyı [2] buldum âlem-i âra menüm
Mâlik-i kevn ü mekânım tac [3] ile dârâ [4] benim
Süsleyen âlem-i buldum ârâ âlem benim
Kâinatın Mâlik-i tac ile hükümdarı benim
On sekiz bin âlemi seyr eyledim seyyare-vâr[5]
“Kâb’e kavseyn” erişdim “sırr-ı ev ednâ” benim
On sekiz bin âlemi gezegen gibi seyr eyledim
“Kâb’e kavseyn” erişdim “sırr-ı ev ednâ” benim
İsmail Hakkı Bursevî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki:
1131 senesi on birinci gecesi teheccüdden sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gördüm. Bana yöneldi, üzerinde beyaz bir aba vardı. Bana yaklaşınca şeyhim, senedim yüce Said Osman el-Fazli kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin suretine büründü. Benim yanıma oturdu. Ben bir hastalıktan dolayı şiddetle ağlıyorum. Arkadaşlarımdan yanımda olanlarla, hakikat babından uzun uzun konuşuyorum. Onlara genel tavsiyelerde bulunuyorum. Sonra dedim ki:
“Ey Allah'ın elçisi! Ben sizden sonra öleceğimi veya size varis ve halife olacağımı zannediyordum. Sizden önce değil. Ancak benim muradım sizin rızanızdır. Gerçekten sizden önce veya sonra ölmeyi önemsemiyorum.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bana tebessüm ederek baktı. Bana, sen varisim ve halifemsin, ancak benden sonra öleceksin, diye işaret etti. Hemen baktım, o an vücudumda hastalıktan bir hafifleme vardı. Nihayet kalktım ve yeni elbiseler giydim. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de orada hazır bulunanlarla birlikte kalktı ve şöyle dedi:
Bu gece sana müjdelediğim şey nedir? Dedim ki:
Huzurunuz, gelmiş olmanız ve ölümün yakınlığı. Bunun üzerine aynı şekilde tebessüm etti ve namazı kılmaya hazırlanarak oradaki bir safın yanına oturdu. Ben de aynı şekilde hazırlanmaya başladım ve aynı halde uyandım. [6]
Çün serâ-yı ‘izzete basdım kadem izzet ile
Dil Süleymân-ı zamânım kafile ankâ benim
Çünkü izzet ayağı ile izzet yurduna basdım
Zamânın Süleymân dili [7] ankâ kafilesi benim
Niyâzî-i Mısrî zamanında herkesin haline vakıf olan, sırları bilen vb. zamanın padişahıdır.
Bu rumuzun noktasın ancak yine arif bilir
Vâdi-i kalbimde gûyâ Tûr ile Mûsâ benim
Bu rumuzun noktasın ancak yine arif bilir
Kalbimdeki vâdi de sanki Tûr ile Mûsâ benim
Ger vücûdum katre ise zâhidâ derya olur
Serseri gezme cihanda nokta-i manâ benim
Zâhid şayet vücûdum katre ise derya olur
Serseri gezme cihanda nokta-i manâ benim
Niyâzî-i Mısrî, nokta sırrındaki Hz. Ali kerremallâhü veche telmihi ile zamanında kendisine müracat edilmesini tavsiye ediyor. Bu nedenle zahirde bu ilmi almak ve bulmak için sahibinin bulunması, aksi takdirde mahrumiyete de işaret edilmiştir.
Gör bu gün İsâ menüm Mısrî cihân-ı ‘âlemim
Mürdeyi zinde idem ol canlara cânân benim
Gör bugün İsâ benim Mısrî cihân-ı ‘âlemim
Ölüye can verem o canlara cânân benim
اذْ قَالَ الْحَوَاريُّونَ يَا عيسَى ابْنَ مَرْيَمَ هَلْ يَسْتَطيعُ رَبُّكَ اَنْ يُنَزّلَ عَلَيْنَا مَائدَةً منَ السَّمَاء قَالَ اتَّقُوا اللهَ انْ كُنْتُمْ مُؤْمنينَ قَالُوا نُريدُ اَنْ نَاْكُلَ منْهَا وَتَطْمَئنَّ قُلُوبُنَا وَنَعْلَمَ اَنْ قَدْ صَدَقْتَنَا وَنَكُونَ عَلَيْهَا منَ الشَّاهدينَ قَالَ عيسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللهُمَّ رَبَّنَا اَنْزلْ عَلَيْنَا مَائدَةً منَ السَّمَاء تَكُونُ لَنَا عيدًا لاَوَّلنَا وَاَخرنَا وَاَيَةً منْكَ وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازقينَ قَالَ اللهُ انّى مُنَزّلُهَا عَلَيْكُمْ فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ منْكُمْ فَانّى اُعَذّبُهُ عَذَابًا لاَ اُعَذّبُهُ اَحَدًا منَ الْعَالَمينَ
O vakit ki, havariler: “Ey Meryem'in oğlu İsâ! Rabbin gökten bizim üzerimize bir maide (sofra) indirebilir mi?” demişti. İsâ da Allah Teâlâ'dan korkunuz, eğer siz mü'minler iseniz” dedi.
Dediler ki: “Biz istiyoruz ki, ondan yiyelim ve kalblerimiz mutmain olsun ve senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz onun üzerine şahitlerden olalım.”
Meryem'in oğlu İsâ dedi ki: “Ey Allah! Ey bizim Rabbimiz! Bizim üzerimize gökten bir mâide indir ki, bizim evvelimiz ve ahirimiz için bir bayram ve senden bir âyet olsun ve bizi merzûk et ve Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.”
Allah Teâlâ buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize elbette indireceğim. Fakat sonra sizden kim küfre düşerse artık Ben âlemlerden hiçbir kimseyi tazib etmeyeceğim bir azap ile onu muazzep kılarım.” [8]
Bir şiirinde İbn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz şöyle der:
“Zaman zaman Mûsâ 'nın şerîatine inanırım da, Yahûdinin yolunu kabul ederim.
Gâh. Kendimi İsâ’nın şerîatine inanmış ve kilisede ibadet eder bulurum,
Gâh, Muhammed'e inanmış bulurum da, bu Nebiye sapasağlam sarılırım.
Bâzan da kendimi öyle bir şeriat içinde görürüm ki, Ashâb'a benzerim.
Şia'nın görüşünü benimserim kimi zaman. Eş'ariye mezhebini de kabul etliğim zamanlar olur.”[9]
“Her sureti kabul edici oldu kalbim.
Ceylanların otlak yeridir; rahipler için bir deyr (kilise)dir.
Putlar için bir evdir; tavaf edenin Kâbesidir.
Tevrat'ın levhalarıdır; Kur'ân'ın mushafıdır.
Muhabbet dinini din ediniyorum, nereye yönelirse yönelsin
Kervanı. Muhabbet dinim ve imânımdır...
Bizim için, Hind'in Bişr'inde ve onun kız kardeşinde,
Leylâ ve Kays'ta, Meyy ve Gaylân 'da güzel bir örnek vardır. [10]
İbn’ül Arabî'nin bizzat kendisinin bu beyitleri şöyle şerh etmektedir:
“Kalp, değişkenliği dolayısıyla bu ismi almıştır.” Kalp, kendisine gelen vâridâtın çeşitliliğine göre farklılık gösterir. Varidat ise kişinin ahvâline göre değişir. Ahvâlin çeşitliliği de, sırra gelen ilâhî tecellîlerin çeşitliliğine göre değişik olur. Şerîat onu (kalbi), suretlerde tebeddül ve tahavvül olarak açıklamıştır.
Eğer kalbi bir otlak yeri, mer'â olarak vasıflandıracak olursak, orada sâdece ceylanlarla kuşluk vakti dolaşan kimselerden kinaye etmiş oluruz. Çünkü sözümüz, heva (âşk) lisanıyla ağzımızdan çıkmaktadır. Ceylanlar ise bu lisanda âşıkların sevgilileri için uygun bir teşbih olur. Âşıkları rahiplere benzetecek olursak, bu durumda kalp bir deyre benzemiş olur Zîrâ orası rahiplerin evi ve ikâmet mahallidir. Kalbin putların evi, mahalli olması durumuna gelince; bu, kalp, beşerin talep ettiği hakikatlerin -ki insan bu hakikat diye düşündüğü şeylerden dolayı Allah Teâlâ'ya ibadet eder- orada olduğu içindir. Yüce ruhlar (ulvî duygular) kalbin etrafını kuşatınca kalp, Kâbe olarak isimlenir. Bu duygular sebebiyle İbrânî-Mûsevî ilimler hâsıl olursa, onlar kalbi Tevrat levhalarına çevirir. Fakat kalbe, kâmil Muhammedî marifetler erişirse, bu defa da Mushaf olur; orada “Kur'ân makamı'na” ulaşılır. Bu makam ise “Bana 'cevâmiu'l-kelim' verildi”[11] makamıdır.[12]
Muhabbeti din edinmek bu makamın bir gereğidir. Kur'an-ı Kerim'de: “De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin”[13] buyurulur. Muhabbeti din edinmek, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ittiba etmektir. Dini muhabbet üzerine kuran kişinin anlayışından daha yüce bir din olamaz. Bu ise Muhammedîlere mahsustur. Zîrâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sair enbiya içinde, diğer güzel sıfatların yanı sıra, muhabbet makamına da kemal noktasında sahiptir. Allah Teâlâ onu kendisine “habîb” edinmiştir. Yâni o hem seven, hem de sevilendir. Onun vârisleri de elbette ki, onun yolunda gidecektir,” [14]
Görüldüğü gibi, burada bizzat müellifin kendisi ne vahdet-i edyândan, ne de dinlerden bahsetmektedir, O bazı dinî duygularını “âşk lısânı'yla terennüm etmektedir. Bu duyguların konusu ise tabii olduğu nebilerinin sahip olduğu makam ve getirdiği şeriat ile ilgilidir. Burada “kalbim her sureti kabul edici oldu” mısrâındaki “kabul edici oldu” ifadesi kalbinin vüs'atini, başka bir ifadeyle, İbn’ül Arabî'nin ulaştığı makamı göstermektedir. Ayrıca, kalbin her sureti “kabul edici bir hâle gelmesi” ile “kabul etmiş olması” aynı şey değildir.
Birincide, başka bir şey değil, sâdece kalbin eriştiği kemâle işaret vardır. Onu bu kemâl noktasına ulaştıran, ya da her sureti kabul edici bir hâle gelmesini sağlayan vâsıta ise, ikinci mısrâda belirtildiği üzere 'muhabbet'ten başka bir şey değildir.
İbn’ül Arabî bu düşüncesinde de, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ittibânın Allah Teâlâ'nın muhabbetine mazhar olmayı te'min edeceğini beyan eden âyeti esas alır. Ancak burada da hassas bir durum vardır. Bu âyet bir yandan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Kur'an-ı Kerim, sünnet ve şerîat olarak getirdiği her şeyi kabul edecek surette geniş bir kalbe sahip olmayı îcap ettirdiği gibi, diğer yandan da Allah Teâlâ'nın muhabbetine mazhar olmanın yegâne vâsıtası olarak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ittibâyı tek yol gösterdiği için kapı aralığını oldukça daraltmaktadır. Dolayısıyla İbn’ül Arabî, dinde muhabbet meşrebini benimsemiştir. Onun kalbi, oraya tecelli edecek her sureti kabul edebilecek bir kemâle ulaşmıştır. Ancak, orada tecellî eden suretler bu çizilen çerçevenin (Muhammedi kemâl) dışında olmayacaktır.”[15]
Gerçekten de, İbn’ül Arabî, Musevîliğin ve İsevîliğin bâtınî yönden sahih gördüğü hiçbir mertebesini reddetmez. Aksine onları kendi düşünce yelpazesinin önemli motifleri ve dinî/tasavvufî fikriyatının temel araçları olarak kullanır ve kemâle ulaşmada onlardan azamî ölçüde istifade eder. Bilhassa el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye’depek çok konuyu “Musevî hazretlerden/makamlardan.... (konusu)” “Muhammedî hazretlerden/ makamlardan ... (konusu)” başlığı altında İşlemesi, hatta bâzan da “bu Mûsevî-Muhammedî bir hazrettir” gibi ifadelerle bu şerîatleri birbiri içinde kullanması oldukça dikkat çekicidir.
Aslında bu, tasavvufta hiç de yabancı olunmayan bir durumdur. Tasavvufi terakkide her velînin ulaştığı kemâl noktası bir nebînin makamı olarak isimlendirilmiştir. Ancak, hemen hatırlatalım ki, bu sınıflandırma ne nebilerin sahip oldukları makamların -belki burada tasavvufi bir terim olarak “hâl” kavramını kullanmak daha uygun olur- birbirinden üstün olduğu şeklinde, ne de bir nebinin makamına ulaşan bir velînin diğer bazı nebilerden üstün olduğu şeklinde anlaşılmış ya da kullanılmıştır.
Klâsik tasavvuf kitaplarında tasavvufun sekiz hasletinin sekiz rasülden alındığı rivayet edilir. Buna göre tasavvuf şu 8 esas üzerine kurulmuştur:
Sehâ (cömertlik, yumuşaklık) Hz. İbrahim aleyhisselâmın, rıza Hz. İshâk aleyhisselâmın, sabır Hz. Eyyüb aleyhisselâmın, işaret (maksadı konuşmadan anlama ve anlatma) Hz. Zekeriyâ aleyhisselâmın, gurbet Hz. Yahya aleyhisselâmın, sûf (yün elbise giymek) Hz. Mûsâ aleyhisselâmın, seyahat Hz. İsâ aleyhisselâmın ve fakr Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hasletidir” [16] Her insanın olduğu gibi, her sâlikin de mizacı veya benimsediği hayat tarzı farklı olabilir. Dolayısıyla nebilerde görülen hasletleri benimseyip ona göre dinî bir hayat sürmeye çalışan salikler kendilerini İslâm dâiresinin dışına çıkmış saymazlar.
Bunun yanında, nebilerin sahip oldukları hâllerin sûfînin gönül ve marifet Dünyasında daha derin anlamlan da vardır. Meselâ İbn’ül Arabî bu konuda şöyle der: “Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin velîleri arasından -ki, bunlar tüm enbiya aleyhimüsselâm makamlarının câmîdirler- bazan Hz. Mûsa aleyhisselâmın makamına ve hâline vâris olan bir veli çıkabilir. Fakat o velî bu mîrâsa Hz. Mûsa aleyhisselâmın nurundan değil de, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin nurundan konar. Dolayısıyla onun hâli Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden gelmiş olur. Tıpkı, Hz. Mûsa aleyhisselâmın hâlinin de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden[17] geldiği gibi.”[18]
Ayrıca, İbn’ül Arabî, bir velînin ölümü esnasında Hz. Mûsa aleyhisselâmın, ya da Hz. İsâ aleyhisselâmın mülâhazasının onda zuhur ederek, onun bu rasülleri zikredebileceğini, o şahsı yakından tanımayanların ise onun Yahûdî veya Hıristiyan olduğunu zannedeceklerini söyler. Oysa bu durum o velînin kendi makamını tanımasından ve kutba bağlılığından kaynaklanır. Kutup ise doğrudan doğruya Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi üzerinedir. İbn’ül Arabî, Hz. Mûsa aleyhisselâmın, Hz. İsâ aleyhisselâmın ve Hz. İbrahim aleyhisselâmın kalbi üzere olan kişilerle karşılaştığını, bu hususları ancak “dostlar”ın anlayabileceğini, diğerlerine bir sır olarak kalmaya devam edeceğini söyler.” [19]
Abdülkâdir el-Geylânî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizîn: “Her velî bir nebînin kademi üzerinedir; ben de ceddim Hz. Muhammed'in kademi üzerineyim. O ayağını nereye basmışsa ben de oraya bastım, nereden kaldırmışsa ben de oradan ayağımı kaldırdım”[20] sözü ve el-Hamriyye'sinde geçen şu beyit aynı hususa dikkat çekmektedir:
“Herkes bir kadem/iz üzerine gider. Ben ise,
Ayın öndördü Nebinîn kademi üzereyim.” [21]
İbn’ül Arabî’nin vahdet’i edyân inancına sahip olduğunu söyleyenlerin dayandıkları bir diğer şiir de el-Fütûhât-ı Mekkiyye'degeçmektedir:
“Halk, ilâh hakkında birtakım inançlar edindi,
Ben ise onların itikatlarının hepsine sabit oldum (bazı nüshalarda: inandım).
(Hak) onlara çeşitli suretlerde görününce,
Gördüklerine inandılar ve inkâr etmediler.
Kuşkusuz, muvahhid şeriat en ma'zûrdur;
Müşrikler ise, ibadet etseler dahi şakidirler.[22]
[1] Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni, Ankara, 1998, s.155
[2] Ârâ: f. Süsleyen. Bezeyen.
[3] Tac:Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. Kuşların başındaki uzunca tüy. Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım.
[4] Dara:f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. Hükümdar. Cenab-ı Hakk'ın bir ismi
[5] Vâr:f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli.
f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli
[6] (ÇETİN, 1999), s.126; (BURSEVİ), v.106b, 77. Varidat)
[7] Konuşanı, gönlü
[8] Maide, 112-115
[9] el-Cezzâr, Ahmed Mahmût, el-Fenâ ve’l-huıbbü'l-ilâhî inde İbn Arabî, Kahire 1990, s, 272 (İbn Arabî, el-Tâiyye, Dârü'l-kütübü-Mısriyye, nr. 4291, varak 156 dan naklen). (Dil)
[10] İbn’ül Arâbi, Tercümânü'l-eşvâk, Beyrut 1996, ss. 44-45. Beyitler “Ruhlar Karşılaştı” başlıklı şiirin son kısımdır.
[11] Buhârî, Tâbîr/11, Müslim, Mesâcid, 5.
[12] Abdülkerim el-Cîlî. “Cevâmiü’l-kelim” kavramını söyle açıklar- “Her nebinin ilâhî kelâmın özel bir yönünü ortaya koyar ve bu “özel yön”ün diliyle konuşur. Bu mükemmel ilgiyi (buradaki “ilgi” kavramını biz “haslet, özellik” gibi anlıyoruz) bütün hâllerinde gerçekleştiren velîler böylece o nebinin vârisi olurlar. Çünkü bu ilgiyi ilk önce o nebi gerçekleştirmiştir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise hâtemü'l-enbiyi olduğu için, bütün nebilerin dili onda toplanmıştır.” (el-Cîlî, Abdülkerîm, Kitâbû'l-isfâr an Risâleti'l-envâr; trc. Mahmut Kanık, (İbn Arabi'nin Nurlar Risalesi tercümesi ile birlikle), İstanbul 1991, s. 63)
[13] Âl’i İmran, 31
[14] İbn’ül Arabî, Kitâb-u zahâiru'l-a'lâk şerhi Tercümâni'l-eşvâk, Tercümâni'l-eşvâk’ın haşiyesinde, Beyrut; 1966, ss. 43-44.
[15] el-Hakîm,el-Mu'cemüs-sûfî el-hikme fî hudûd’ül-kelime, ss, 481-482.
[16] el-Geylânî, Abdülkadir, Adâbü's-sülûk (Fütûhü’l-gayb). tah. Muhammed Gassân Azkûl, Dimaşk 1995, ss. 187-188.
[17] Burada Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Hatemü'l-enbiyalığına, “Hâtemül-evliyâ”lığına ve “Âdem su ile toprak arasında iken ben nebî idim” (Tirmizî, Menîkıb/1. Ayrıca bk. el-Aclûnî, Kesfül-Hafâ, Beyrut 1997, II/1.18) hadîsine atıf vardır.
[18] İbn’ül Arabî, Nurlar Risalesi, trc. Mahmut Kanık, İstanbul 1991,.s. 30.
[19] İbn’ül Arabî, Nurlar Risalesi, trc. Mahmut Kanık, İstanbul 1991,.s. 98.
[20] eş-Şettânûfî, Ali b, Yûsuf (İbn Cehzam), Behcetû'l-esrâr ve ma'dinül-envâr, Mısır 1304, s. 22.
[21] el-Geylânî, Abdülkadir, Divân, tah. Yûsuf Zeydân, Kahire 1990, s. 156.
[22] İbn’ül Arabi, el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye, c.III, s. 132.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar