Haber Ver
149
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Elâ, ey Mürşid-i âlem haber ver ilm-i Mevlâ’dan,
Elâ, ey mânâ-i Âdem haber ver remz-i esmâdan.
Ne sırdır Âdem ü Havvâ, ne sırdır “allem-el esmâ”
Ne sırdır Sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.
Nedir dillerdeki ilmeyn, nedir ya remz-i Zülkarneyn,
Ne yerdir Mecmau’l-bahreyn haber Hızr u Mûsâ’dan.
Ne yerdir merkez-i ednâ nedir tâ halka-i vustâ,
Bilinmez Devr-i Kübrâ haber ver sen bu suğradan
Kimindir feyz-ü hem ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,
Nedir Meryem’deki deryâ haber ver dürr-i yektâdan.
Nedir Kur’ânın esrârı, nedir esrârın envârı
Nedir Mehdî’nin etvârı haber ver sırr-ı esrâdan.
Nedir Mısrî, nedir Ken’ân, selîm kimdir ya kimdir ân,
Haber verdi bunu Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.
Elâ, ey Mürşid-i âlem haber ver ilm-i Mevlâ’dan,
Ey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ilm-i Mevlâ’dan haber ver.
Elâ: Arapçada söze başlarken kullanılır.” Bak dinle, bilmiş ol, haberin olsun, yollu hitap cümlesinde kullanılır.
Âlemin mürşidi Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. İlm-i Mevlâ ise İlm-i zat demektir. Kudret, kâdirin aynî olduğu gibi, zâtın ilmi de âlemin aynîdir. Fakat ilim bilinenin ve kudret Allah Teâlâ tarafından takdir edilmiş şeyin kendisi değildir. Hakk’ın diğer sıfatlarıda kezâ bunun gibidir. Âdem manası yine Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Bu ilim Hazreti Âdem aleyhisselâmla başlar ta ki Fahri Kâinat sallallâhü aleyhi ve selleme kadar sıra ile gelen nübüvvetler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şekil değiştirerek zuhurundan başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâm hakkında وعلّم ادم الاسْماء كُلّها “Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” [1] buyurup, Hz. Hızır aleyhisselâm hakkında وعلّمْناهُ منْ لدُنّا علْمًا “.. Yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” [2] Kelamları ilmin iki kısım üzerine olduğunu gösterir. Birinin ismine ilm-i esma ve birinin ismine ilm-i ledün denir. İlm-i ledün hakiketlerin sırlarını, ilm-i esma iki ciheti kapsar. Bir yönü manevî diğer yönü maddî âlemi kapsar. Manevî yönde sınır yokdur. İlm-i ledün itibar olunan dahî onun içinde bulunmaktadır.” Eğer itibârlar olmasa, hakîkatler mutlaka bâtıl olurdu” olduğundan her şeye bir isim konulmuştur. İlm-i ledüne ilm-i bâtın dahî derler ki Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Muhakkak ki; Kur’ân-ı Kerim’in bir zahiri bir de bâtını vardır. Onun bâtını yedi bâtına değindir” buyurmuşlardır. Bu ilm-i ledünü Allah Teâlâ enbiyâsına ve evliyasına istîdâdları mikdârı vermişdir. Bu ilmi bazısına çalışması karşılığı bazısına ikrâm etmiştir. Çünkü bunların bazısı ehlullahdan ve bazısı havâsdan olmuşlardır. “Kim bildiği ile amel ederse; Allah onu bilmediği ilme vâris kılar.” [3]
فسْلُوا اهْل الذّكْر انْ كُنْتُمْ لاتعْلمُون “Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” [4] ومنْ كان فى هذه اعْمى فهُو فى الاخرة اعْمى “Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür...” [5] “İnsan bilmediğinin düşmanıdır” fehvasınca avamın hakikat ehline düşmanlıkları vardır. Bu nedenle münafıklar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında وقالُوا مال هذا الرّسُول ياْكُلُ الطّعام ويمْشى فى الاسْواق “Bu ne biçim rasül; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!...” [6] Dedikleri gibi bunlar dahi kemal sahiblerinede bu alay yapılmıştır.
Bu âlemin hayretinden Sultân-ı Enbiyâ sallallâhü aleyhi ve sellem وقُلْ ربّ زدْنى علْمًا “Rabbim, benim ilmimi artır”[7] zikrini yapması emredilmiştir. Allah Teâlâ’nın ilmine nisbet olundukta beşerin ilmi zerre değildir. Yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah’ım bize eşyanın hakikatini göster.” “Seni hakkıyla tanıyamadık.” Diye dua ederdi.
Bir Şiirinde “Benim getirdiğim ilimlerden hükemâ câhildir”596 diyen Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz bir bakıma tasavvurun bütün ilimlerin olduğu gibi felsefenin de batını, felsefenin de tasavvufun zahiri olduğunu îmâ eder gibidir. Ona göre sûfî muhakkikler bir nebînin ayak izini sürerler. Yani nebevî yolu izlerlerken felâsife ancak kendi nazarlarına dayanırlar. (İbnu’l-Arabî, Dîvân, 97) [8]
Mevlânâ'dan bir yıl sonra da Sadreddin Konevî (1274) de Hakk’a yürümüştü. Yazdığı vasiyetnamede Hz. Muhyiddin-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin gömleğine sarılmasını ve kabrine Evhadeddin'in seccadesinin serilmesini istiyor, yetmişbin “lâ-ilâhe illallah” çekilerek ruhuna yollanmasını, evindekilerin her birerine yüzer dirhem verilmesini, hikmete aid kitaplarının satılıp parasının ruhu için fukaraya dağıtılmasını, tıp, fıkıh, tefsir, hadîs vesaireye aid kitaplarının vakfedilmesini vasiyet ediyor ve ashabına diyordu ki:
“Benden sonra zevka ait maârifin müşkilâtını münakaşa etmeyin. Ancak açık olanlarını, bir de tevile ihtiyaç göstermeyecek derecede mânası belli bulunanlarını düşünün. Bu müşkiller, ister benim sözlerimde olsun, ister Şeyh'in sözlerinde, hepsi birdir. Bu kapı, benden sonra kapanmıştır, zevka aid kimsenin sözünü kabul etmeyin. Ancak İmam Muhammed Mehdî aleyhisselâma ulaşanlar, âh yarabbi, benden ona selâm söylesin, maârife aid şeyleri ondan ahzetsin, başkasından değil.
Fitnelerin geleceğini bildiren Sadreddin Konevî, gücü yetenin Şam'a göçmesini de vasiyetine eklemişti. Ölümünden sonra adamları dağıldı, onun ve şeyhinin bilgisi kitaplarda ve kütüphanelerde kaldı.[9]
Elâ, ey mânâ-i Âdem haber ver remz-i esmâdan.
Ey mânâ-i Âdem isimlerin gizli sırrından haber ver.
“Allah Teâlâ, Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti...” [10] Âdem aleyhisselâmın sahip olduğu isimlere vâris olan hakikatte âdemoğlu’dur.” Oğul, babasının sırrıdır.” [11] buyurulmuştur.
Ne sırdır Âdem ü Havvâ, ne sırdır “allem-el esmâ”
انّا عرضْنا الامانة على السّموات والارْض والْجبال فابيْن انْ يحْملْنها واشْفقْن منْها وحملها الانْسانُ انّهُ كان ظلُومًا جهُولاً “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” [12] âyetinde bahsedilen emâneti yüklenen insan ve Âdem oldu. واذْ قال ربُّك للْملئكة انّى جاعلٌ فى اْلارْض خليفةً .” Ben yeryüzünde bir halîfe (bana muhatap bir mahlûk, Âdem) yaratacağım..” .[13] hitabında Hakk’a itirâz yoluyla melekler قالُوا اتجْعلُ فيها منْ يُفْسدُ فيها ويسْفكُ الدّماء ونحْنُ نُسبّحُ بحمْدك ونُقدّسُ لك “Bizler hamdinle seni teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun?” dediler... [14] Dediklerinde Allah Teâlâ’dan انّى اعْلمُ مالا تعْلمُون [15] “. Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim...” sadâsı zahir oldukta utançlarından Beyti’l-mâmûr’u her gün istiğfar ile tavaf ederler. Bu sebebten Allah Teâlâ وعلّم ادم اْلاسْماء كُلّها ثُمّ عرضهُمْ على الْملئكة فقال انْبؤُنى باسْماء هؤُلاء انْ كُنْتُمْ صادقين [16] “Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarının) öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip, eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” Meleklerde قالُوا سُبْحانك لاعلْم لنا الاّ ماعلّمْتنا انّك انْت الْعليمُ الْحكيمُ “ Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur, şüphesiz alîm ve hâkim olan ancak sensin, dediler.” [17] aczlerini ve kusurlarını açıkladılar.
Havva validemiz Hz. Âdem aleyhisselâmdan yaratıldığından bu ilimden pay sahibi oldu. Bu nedenle Hz. Âdem enfüste rûh-ı sultanî ve Hz. Havva nefs-i mutmainneden ibarettir. Bu ikisinin izdivacından evlâd-ı kalbiyye zuhur edince hakikatten insan haberdâr olur. Bu dâireye giremeyenler ve bu zevke kavuşamayanlar اُولئك كاْلانْعام بلْ هُمْ اضلُّ اُولئك هُمُ الْغافلُون [18] “İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar..” sınıfına dahil olur. Hz. Âdem ve Hz. Havva aleyhimesselâmın cennetden çıkarılması bu sırrın açığa çıkması içindir.” Herşey aslına döner.” hadîsi ile قُلْ كُلٌّ يعْملُ على شاكلته “De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar...” [19]
Zatın biri rü’yasında kendisini Hazreti İbrahim ile Hazreti Âdem aleyhisselâmın kabirleri arasında görür. Bir nidâ gelir:
“Allah Teâlâ’nın güzel isimlerini oku.” Bu zat da başlar Allah Teâlâ’nın bilinen doksandokuz güzel ismini okumaya ve tamamlayınca, yine aynı ses:
“Allah Teâlâ’nın güzel isimlerini oku.” Zat düşünmeğe başlar ve
“İşte okudum”der. Bu defa aynı ses:
“Hayır, tamamını okumadın, hani Hüve’t-tâcirü, ve’z-zâiru, ve’l-hârisu” (o tüccar, çiftçi, sanatkâr’ dır).
Bunları duyan zât korkmaya ve vücûdu titremeye başlar, derhal kalkıp camiye gelir. Mısır’da Abdülganî Nablusî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hazretlerini bulur ve ona rüyasını anlatır. Rüyâyı dinleyen Abdülganî Hazretleri:
“Senin tevhid görme zamanın gelmiş olduğu anlaşılıyor.” Diyerek ona tevhid telkin eder.
İşte hazreti Âdem aleyhisselâm gerek “Esmâ-i Hakkîyye” olan alîm, semiî, basîr, kâdir, kayyûm gibi isimler olsun, gerekse “Esmâ-i halkîyye” yi meselâ, tâcir (ticaret eden), zâri (ziraat ve çiftçilikle meşgul), hâris (sanat işiyle meşgul) gibi isimleri câmidir. Amma Hakk ticaret yapar mı? Allah Teâlâ çiftçilik yapar mı? Diye sorular akla gelebilir. Ya Hakk’ın kudreti olmasa bir şey olur mu, olmaz. Bütün her şey ancak Hakk’ın vücûdu ve Hakk’ın kudretiyle olur.” Ne sırdır âlem’el-esmâ” beytinde “Sırr-ı allem’el esmâ” ya işaret olunmaktadır. Hazreti Âdem aleyhisselâma bütün isimler öğretildi, isimler onda zâhir oldu. Yani ruh nefh olunca bütün isimler andan zâhir olur, demektir.
Ne sırdır Sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.
Sidre-i Münteha, Tûbâ ağacı ve arş-ı âlâ’nın sırrından haber ver.
Yedinci kat semâda (gökte) Arş’ın sağında bulunan ağaçtır.
Bu hususta değişik rivâyetler vardır. Kur’ân-ı Kerim ‘de meâlen buyruldu ki: “Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Cebrâil aleyhisselâmı hakîkî sûreti ile diğer bir inişinde Sidret-ül-müntehâ’nın yanında gördü.” [20]
İbn-i Mes’ûd radiyallâhü anh anlatıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ayrılığı yaklaştığı sırada vâlidemiz Hazret-i Âişe radiyallâhü anhanın evinde ziyâretine gittik. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bize bakarak gözleri yaşardıktan sonra şöyle buyurdu:
“Hoş geldiniz. Allah Teâlâ sizi mübârek etsin, korusun ve size kurtuluş versin. Takvâyı size tavsiye ederim ve sizi Allah Teâlâ’ya emânet ederim. Ben sizi O’ndan açıkça korkuturum. O’nun memleketinde ve kulları arasında O’na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i me’vâya, Sidre-i müntehâya ve Cenâb-ı Allah’a yönelme vakti geldi. Size ve benden sonra dînimize girenlere Allah’ın selâm ve rahmetini benden okuyun!” [21]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Cennet’te bulunduğu makâmın ismi Vesîle’dir. Burası, Cennet’in en yüksek derecesidir. Cennet’teki herkese birer dalı yetişecek olan Sidret-ül-müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dallardan gelecektir.
Saîd, Cennetlik kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. Birçok kat semâyı geçtikten sonra, Sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Orada bu kimdir diye sorarlar, Cebrâil aleyhisselâm, “yanımdaki bu kimse filandır” diyerek, o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Burada bulunan melekler; “Hoş ve safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ” derler.
Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.
“Tûbâ bir ağaçtır. Allah Teâlâ onu kudret eliyle dikmiştir. Cennet ehlinin elbiseleri ondan dikilir ve dalları Cennet surlarından taşar.” [22]
Allah Teâlâ’nın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, madde âleminin sonu, maddesizlik âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a’lâ da denir. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah Teâlâ gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise) Arş’ı su üzerinde idi.” [23] Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki, Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur. Ancak Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.
Namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş’tır. Bunun için duâda eller kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır. Hakikatte arş, mazhar-i ism-i a’zamdır.
Nedir dillerdeki ilmeyn, nedir ya remz-i Zülkarneyn,
Dillerdeki iki ilmin ve Zülkarneyn, sırrı nedir?
İlimden maksad biri gaybe imân ilmi ve biri huzûrî îmân ilmi olarak vasfettiğimiz ilm-i zahir ve ilm-i bâtındır. هُدًى للْمُتّقين الّذين يُؤْمنُون بالْغيْب ويُقيمُون الصّلوة “. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar...” [24](el-Bakara, 2/2-3)] buyurulmuştur. İlm-i zahir ile insan zahirdeki işlerini düzenler. İlm-i bâtın ile insan kalbine ait olan emirleri işleri düzenler.
“İlim, iki kısımdır: Bedenlerin ilmi (tıp) sonra dinlerin ilmi.” [25] ومنْ كان فى هذه اعْمى فهُو فى الاخرة اعْمى “Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür,”[26] burada kasdedilenler basiret sahibi olmayanlardır. Kıyamette Allah Teâlâ onları merhametinden dolayı ateşle terbiye ve tasfiye edecektir. Taki cennete girecek hale gelene kadar. Çünkü onlar Dünyada terbiye ve temizlenmeye uygun olmayıp nefisleri arzularında hareket ettiler ve dünya lezzetlerini arzuladılar. Âhiretde ateş onları terbiye ve tasfiye ederek, nefsânî ve şehevânî karanlıkları nura dönüp cehennemde duramayacak şekle gelirler. Onun için tasavvuf ilminin değeri çok yüksektir. Tasavvuf İlmini ehlinden öğrenmek ve hâllenmek gerekir.
Nebi veya velî. Kur’ân-ı Kerim’de kıssası, doğuya ve batıya düzenlediği seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi, İskender olup, doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn nâmıyla anılmıştır. Yemen’de yaşayan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşamıştır.
“İbrâhim aleyhisselâm zamânında yaşayan Zülkarneyn aleyhisselâm, onunla birlikte haccetti ve elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır aleyhisselâmı ordusuna kumandan tâyin etti. Ye’cûc ve Me’cûc kavminin insanlara zarar vermelerine mâni olmak için taş ve demirden bir set yaptı. Bu şimdiki Çin seddi değildir. Asya ve Avrupa kıtalarına hâkim oldu.
Her tarafa Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını yaydı. Kâfirlerle savaşıp, mü’minlere güzel muâmelede bulundu. Vazîfesini bitirip, ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam’a beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül Cendel denilen yerde vefât etti. Mekke’de veya yine o civârda Tehame dağlarında defn edildi. [27]
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim ‘de buyurdu ki:
“Senden Zülkarneyn’i sorarlar. Sen; “Ben size onun hâlinden haber vereyim” de. Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik ve ona her (istediği) şeyden bir sebeb verdik. O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın, siyâh çamurlu bir pınar içinde batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn (o insanlar îmâna gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et. Yâhut onların hakkında hüsn-i muâmele edersin dedik. ... Sonra o (Zülkarneyn aleyhisselâm) bir yol tuttu (doğuya gitti) . Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn’in işi) böyle idi...” [28]
Bu ayetlerin bâtın manasına gelince: Güneşin hakikatinden murad; Allah Teâlâ’nın zat-ı;
Mağribden(güneşin battığı yön) murad “Hazret-ül cem” makamı olan şeriat makamıdır. Çünkü hazret-ül cemde halk zâhir olur, hakk batın olur, yani hakk’ın vücûdu orada gurup eder(bâtın olur).
Meşrikten (güneşin doğduğu yön) murad ise “cem” makâmıdır. Cem makâmında Hak zâhir olur, halk bâtın olur. Şems vücûd-ü Hak cem makâmında zâhir olur. İşte Zülkarneyn ilmi budur.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Zül-Karneyn kıssasınındaki işârî tefsiri Mevâid-ül İrfan’da şu şekilde geçmektedir.
Bil ki: Zülkarneyn'in dünyada (afakta) gezip şehirler fethetmesi, hazineler zaptetmesi, inanmıyanları öldürmesi ve esir alması, inananlara izzet ve ikramda bulunması keyfiyyeti, süluk ehlinin Enfüste nefis kalelerini fethetmek, bilgi hazinelerini toplamak nefs-i emmareyi ve onun kuvvelerini ve havalarını, adetlerini, bayağı huylarını öldürmek, şer'e muvafık adetlerini bırakmak suretiyle yapmış oldukları manevi seyirlerine mutabıktır.
Mesela İskender'in önce Garp tarafına gitmesi, süluk ehlinin, önce bedeni şer'i amellerin tashihine gitmelerine misaldir. (Çünkü beden, ruh güneşinin garbı, battığı yerdir). Ta ki vücutta şer'a muhalif bir uzuv kalmasın. Şark tarafına gitmesi, süluk ehlinin, nefislerinde Allah ve Resulü'nün ahlakına muhalif bir huy, alçak bir sıfat kalmaması için güç riyazetler yaparak ahlaklarını düzeltme cihetine gitmelerine misaldir. Bu suretle nefis temizlenmiş olur.
Sonra batı ve doğu arasındaki şimal (kuzey) tarafına gitmesi, kendi kavmi ile Ye'cuc, Me'cuc arasına sed yapması; ehl-i sülukun kalb hatıralarını (kötü düşüncelerini, vesveselerini) ıslah tarafına gitmelerine misaldir. Çünkü bu, her iki tarafın salah ve fesad kaynağıdır. Yani kalbin düzelmesiyle cesedin amelleri ve nefsin ahlakı düzelir. Kalbin bozulmasıyla cesed ve nefis de bozulur. Çünkü Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz:
“Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki o düzelirse bütün cesed de düzelir, o bozulursa bütün cesed de bozulur. O, kalbdir.” buyurmuşlardır. Ye'cuc-Me'cuc'dan maksat, şer'an kötü sözlerin, işlerin ve kötü huyların kaynağı olan kötü düşüncelerdir. Sed'den maksat, Ehli Sülukun zühd, takva ve ihlâs ile süluklerini tamamlamaları ve onda devam etmeleridir. Kalbde bu üç şey (Zühd, Takva ve İhlâs), baki kaldıkça cesed salih amel ile nefis güzel huy ile sıhhat bulur. Ye'cuc-Me'cuc'un, her gün sed'di kazmaları ve ertesi gün İskender'in, Sed'di yenilemesindeki mana şudur: Mü'min, bazı amelleri terk eder, bir günah işler, ya da nefsin galebesiyle kötü bir ahlaka tevessül eder de nefse mağlup olacak hale gelir. Sonra bunları bağışlattıran ameller yapar. Zira “İyilikler, kötülükleri giderirler.” [29]
İki namaz, iki Cuma, iki Ramazan ve emsali iki ibadet arasında işlenmiş günahları bu ibadetler affettirirler. Tevbe de böyledir. Çünkü Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz: “Günahtan tevbe eden, günahı olmayan gibidir.” buyurmuşlardır. Bu üç amel (zühd, takva ve ihlâs), kalbde devam ettiği müddetçe heva askeri cisme ve nefse saldırmaya fırsat bulamaz. Ama bunlar olmazsa saldırır, kalbi, nefsi ve cismi istila eder; amelleri ve ahlakı mahveder, cismi amelden alıkoyar. Nefis ifrit (ejderha), nefis kuvvetleri şeytan kesilir. O insan, şer ve fesad kaynağı olur. Bu adam, Allah Teâlâ'nın halifesi olmaktan çıkar da şeytanın halifesi olur. Bu üç şey, kalbde bulunduğu müddetçe kalb, murakebesinde, cisim amelinde, nefis de meskenet tevazuunda devam eder. Ama bu sed yıkılırsa heva askeri çıkar bu üç kuvvet tarafına saldırır, bunları yener. Oraya dolar ve fesad icrasına başlar. Ye'cuc-Me'cuc'un seddi kazıp, kıyamet yaklaştığı zaman Sed'di aşıp çıkmaları deliler ve mülhidlerin haline göredir. Mü'minlere çıkıp saldıramazlar. Zira yeryüzünde Allah, Allah diyen kimse bulundukça kıyamet kopmaz. Artık anla.[30]
Ne yerdir Mecmau’l-bahreyn haber Hızr u Mûsâ’dan.
Hz. Hızır, Mûsa aleyhisselâm ve iki denizin birleştiği yerden haber ver.
İnsan vücudu mecmau’l bahreyndir. Yani bir tarafı vücub denizine ve imkân denizine nazır olmak yönüyle fena ve bakâyı kapsar.
Bir başka bakış açısıda şudur ki: İnsân-ı kâmil kendi rütbesinde zahiri ilim denizi ve batınî ilim denizini kabul edecek vasıftadır. Bu yüksek derece kâmil insana mahsusdur.
Bir başka bakış açısı da: insan yaratıldığı mayada celâl ve cemâl olmak yönüyle rûhu insanîsi güzel ahlakı cazip olduğu gibi ve nefsi şehevânî huyları taşımakla mecmau’l-bahreyn olmuşdur.
Hızır aleyhisselâm enbiyâdandır. Son nebi Sultân-ı enbiyâ Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir diyerek, onun nübüvvetine razı olmayan bazı ilmi noksan ilim ehli vardır. Şu anda Hz. Hızır Aleyhisselâm şeriat-ı mustafaviyye üzer amel eder. Yeryüzünde darda kalanlara yardım üzere görevini ifâ etmektedir. Hz. llyâs Aleyhisselâm da denizde darda kalanlara nezâret ile meşguldür.
Hz. Hızır aleyhisselâm Allah Teâlâ’nın “... ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” maddî ve manevî ilme haiz olmakla mecmai’l-bahreyn ol-muştur.
Hz. Hızır aleyhisselâmdan murat irşâd makâmında olan şeyh ve Hz. Mûsa aleyhisselâmdan murat mürîd olmak durumuda ayrı bir vecihdir. Hz. Mûsâ aleyhisselâm büyük enbiyadandır. Bir gün “Ben insanların en bilginiyim)” kelamı sebebiyle Hz. Hızır aleyhisselâma sevk olunup üç mesele ile imtihan edilerek irşâd müyesser olmuştur. Hz. Mûsa aleyhisselâm Hz. Hızır aleyhisselâmdan faziletli iken bir alt seviye ile eksikliği giderilmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Hikmet müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır.” [31]
“Hikmeti, ehli olmayanlara verip de onlara zulmetmeyin, yine ehil olanlardan saklayıp da onlara da zulmetmeyin.” [32]
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hızır-Mûsa aleyhisselâm kıssasındaki işârî tefsiri Mevâid-ül İrfan’da şu şekilde geçmektedir.
Allah Teâlâ Kehf Suresinde şöyle buyurmuştur: “Mûsa, genç arkadaşına, “Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım” dedi.” [33]
İki deniz, nübüvvet ahlakı olan şeriat ilmiyle Mevla'nın hakikat ilmidir. Hızır'ın, Mecma'u'l-Bahreyn (iki denizin birleştiği yer) de olması, onun her iki ilme sahip bulunmasına; Allah Teâlâ'nın Mûsa aleyhisselâmı Hızır'a göndermesi, insan kemalinin ancak ledünni ilimle tamam olacağına; birinci ilim her ne kadar ülü'l-azm nebilerde, ikinci ilim rütbe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına, ledünni ilim sahibine Allah Teâlâ'ya ibadet edecek kadar şeriat öğrenmesinin kâfi olduğuna işarettir. Bunun içindir ki Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz amel edeceğini söyleyen insana “Âdem tefakkuh etti: anladı” buyurmuşlardır. Zilzal Suresini görünce adam öğrenimi terk etmişti. Avarif'te ve diğer eserlerde de böyle yazılıdır.
Hızır aleyhisselâmın Mûsa aleyhisselâma: “Sen benimle sabredemezsin. Haberin olmayan bir şeye nasıl sabredebilirsin?” [34] demesi, ilk çarpışmada hakikat ilminin şeriat ilmine mukavemet edeceğine işarettir. Velev bu şeriat ilminin sahibi zamanında insanların en bilgini olsa da. Hatta Mûsa aleyhisselâm dahi olsa. Mûsa aleyhisselâmın ilk itirazı, ilmi icabı, dini gayretinden ileri gelmişti. Sonra özür dilemesi, ledünni ilmi kabule istidatlı olduğunu gösterir.
Ey kardeşim, ilminle hakikat erbabına karşı geliyorsan, itiraf- (i kusur) edip özür dilemede de Mûsa aleyhisselâm gibi ol. Münkir ve muannid olma ki onların ilimleri bereketinden mahrum kalmayasın. Sefineyi delmek, halka, şeriatle amel etmede daima noksan yaptıklarını düşünmeye işarettir. Ta ki kendini beğenme meliki gemiyi zaptetmesin.
Bil ki: âlim, her şeyden önce ilminde amelinde ve ahlakında halkın sevgi ve itaatini kazanmalıdır. Sonra şeriat ve hakikat denizlerini (ilimlerini) kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alameti, o âlimin başına toplanmış bulunan halkı usûleyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin zaptından kurtulmak için emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşadı o âlimin arzusuna muvafık olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle kimsenin zararı, faydasından çoktur. Çünkü eğer o şekilde irşad mümkün olsaydı, Hızır Mûsa aleyhisselâmı irşad ederdi. Öyle bir gemi lazım ki Hızır'la Mûsa aleyhisselâm o gemide bulunsun ve Hızır o gemiyi yaralasın. Yara olmayan gemide Hızır'ın bulunması umulmaz. Hızır'ın çocuğu öldürmesi, çok şekillerde görünen cüz'i ruh makamından görüntülerin birleştiği Külli Ruha yükseltmesine işarettir. Beyt:
“Her güzelin güzelliği, (O'nun) cemalindendir;
Her güzelin güzelliği O'ndan ariyetdir. Hatta her güzel O'dur.”
Hızır'ın, duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsa aleyhisselâmın tabii vücudunu yok edip Hakk'ın varlığı ile baki kılmasıdır. Gemiyi delmekle Fi'iller Tevhidine ulaştı; çocuğu öldürmek ile Sıfatlar Tevhidine vasıl oldu; duvarı yapmakla da Zat Tevhidine kavuştu. Bu suretle Mûsa aleyhisselâmın irşadı tamam oldu. Bu konuda çok şeyler söylemişlerdir ama gerçek böyledir.
Bil ki: Hızır iki denizin birleştiği yer (MECMA'U'L-BAHREYN) de olduğundan onu bulan da MECMA'U'L-BAHREYN'de buldu. Mûsa aleyhisselâmın Mecma'u'l-Bahreyn olduğuna delil, kadının ona zina iftirasında bulunması olayıdır. Eğer Mûsa, mu'cizelerle suçsuzluğunu isbat etmeseydi, hakikatte suçsuz olduğu halde o utanç, kıyamete kadar üzerinde kalırdı. Yine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin, Zeyd'in boşadığı karısını alması üzerine çok şeyler söylediler. Hz. Aişe radiyallâhü anhaya de iftira ettiler. Cenabı Hak çeşitli ayetlerle bunları temize çıkardı ve savundu. İki denizi kendisinde toplayan her peygamber ve veli de böyledir. Elbette onun gemisi delinmiş, çocuğu öldürülmüş, duvarı yıkılıp yapılmış olmalıdır. Artık anla.
Allah Teâlâ, onlardan kiminin beraatini vahiy ile kiminin mu'cizelerle, kiminin kerametlerle göstermiş, kimini de suçsuz olduğu halde halleri üzerinde (zanlı) bırakmıştır. Hepsi de suçsuzlukta eşittir. Şayan-i hayrettir ki Cenabı Hak'kın, Hızır'ın Mûsa aleyhisselâma söylediği sözü nakleden:
“Sana sabredemediğin şeylerin te'vilini söyliyeceğim.” [35] ayeti de tıpkı iki denizin birleştiği yer gibi Kur'an-ı Kerim’in tam ortasında bulunmuş ve iki yarısını birleştirmiştir. Hele Nazm-i Şerif'in güzel tertibine ve bu Kıssa'nın, iki ayrı denizinin birleştiği yerde bulunmasına bak.
Ey halkın rızasını kazanmış mürşid, eğer sen, bir cihetten onların sevgilisi, bir cihetten de onların nefret ettiği isen, bil ki sen, MECMA'U'L-BAHREYN'sin. Vaktin Hızırını arayan, seni Hızır bulur. Yani ne kendisinden tamamen nefret edilen âlim, ne de kendisinden tamamen razı olunmuş âlim irşada layık değildir. Zira birincisi mülhid, imandan hariç; ikincisi cahil ve müraidir. Cami olan (her iki ilmi birleştiren) de, her iki tarafın hükmü zuhura gelmelidir. Yani (iki tarafta da) Allah Teâlâ'nın emri ve iradesi demek istiyorum. Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri Hud aleyhisselâmdan naklen:
“Hiçbir canlı yoktur ki O, onun alnından yakalamış olmasın.” demiştir. Artık anla. Çünkü bu, kılın kırkta birinden daha incedir. Ben Mısır'da Nil ile Denizin birleştiği yerde bu söylediğime uygun bir şeye şahid oldum. O da şu idi: Nil, denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da daha çok içine almıştı. Deniz de Nil'in tatlılığından kapmış ve yarım mil kadar, ya da biraz daha fazla içine çekmişti. Şimdi ikisinin MECMA'I (birleştiği yer) sanki Nil idi, deniz değildi ve sanki denizdi, Nil değildi.
“Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiriyle buluşmak üzere salıvermiştir. Ama aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar.” [36] Hakikatine ne tamamen aykırı, ne de tamamen uygun idi.
Ey salik, mürşid yanında, denizin yanındaki Nil gibi ol. Deniz kenarında bulunan sahil taşları gibi olma. Ki sertliğinden dolayı uzun zaman beraber kaldığı halde denizin letafetinden ve rikkatinden bir şey alamaz. Nehirlerin tatlılığı ve denizlerin tuzluluğu yaşayanlara (ehillerine) göredir. Yani deniz, içinde bulunan hayvanlar için tuzludur. Nehir de karada yaşayanlar için tatlıdır. Ama birleşimde her ikisi de tatlıdır.
Bil ki: Bu iki ilmin misali, ve birbirine lüzumu Âdem ile Havva gibidir. Çünkü eğer bunlar birbirine muhalif kalsalardı çocukları olmaz, dünya insanlarla dolmazdı. Yine biri diğerinde tamamen cem'olup yok olsaydı Âdem’in kalbinde Allah Teâlâ'nın:
“De ki: Rabbin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı, Rabbin kelimeleri tükenmeden o (nlar) tükenirdi. Bunun bir mislini daha getirseydik, yine (Rabbin kelimeleri) bitmezdi.” ayetiyle ifade edilen Allah Teâlâ'nın kelimelerine ait bilgiler hâsıl olmazdı. Ama bunların cem'i, irşad için ve bilhassa peygamberler için çok mühim olduğundan Allah Teâlâ Mûsa aleyhisselâmı Hızır aleyhisselâma gönderdi.
Bil ki: Havva, nasıl Âdem Aleyhisselam'ın kaburga kemiğinden yaratıldı ise şeriat ilmi de tıpkı böyle hakikat ilminden doğmuştur, onun yankısıdır. Ona zıt görünür ama hakikatte onun aynıdır. Çünkü bir şeyin yankısı, onun aynıdır. “Allah gerçeği söyler, O, yola iletir.” [37]
Ne yerdir merkez-i ednâ nedir tâ halka-i vustâ,
Dünyanın en düşük yerin merkezi ve orta halka nerededir.
Merkez-i ednâdan murât dünyada Beytü’l-harâm’dır. Bulunduğu arazinin arazînin en düşük yerindedir. Beytü’l-mâmûr (meleklerin kâ’besi) dahi hizasında dördüncü kat semâdadır. Kâ’be dünyanın anasıdır ki; hakkındaانّ اوّل بيْتٍ وُضع للنّاس “Şüphesiz, ... insanlar için kurulan ilk ev(mâbed)”[38] âyeti delildir ki بيْتى للطّائفين “ tavaf edenler... için Evim’i ...” [39] buyurduğunda beyt-i şerifi azametiyle Allah Teâlâ kendine bağlı kıldı.
Yeryüzü Coğrafyasının İlk Mabedi: Kâbe Ve Çevresi
İnsanlık tarihinin en eski (ilk) tabii ortamı Arabistan'ın batı kesimidir dediğimizde, denilebilir ki, çölden bir medeniyet çıkması mümkün müdür? Sorulabilecek bu sorunun cevabı evettir. Çünkü Arabistan, “son buzul dönemi”nin bitimine kadar henüz çölleşmemiştir. Dini kaynaklarda, yeryüzündeki “ilk insan ve ilk nebi” olan Adem aleyhisselâmın ve O'nun oğlu Şit (Şis) aleyhisselamın Mekke'de yaşadıkları, Kur’an-ı Kerim'de ismi geçen nebilerden ikincisi olan Hz.İdris aleyhisselâmın ise, Mısır'ın başkenti Kahire yakınındaki Menef’te doğduğu 389 rivayet edilmiştir. Bu durumda, Hz. Âdem ile Hz. İdris aleyhisselâm dönemi arasında yaşayan insanların; (Âdem, oğlu Şis, oğlu Enuş, oğlu Kaynan, oğlu Mehlail, oğlu Yerd, oğlu İdris); tamamına yakınının veya bir bölümünün, “son buzul döneminin”
M.Ö. 10000-9000'deki bitimine kadar (veya o dönemlerde), yemyeşil toprakların ve gür ormanların bulunduğu Arabistan yarımadasında yaşamış olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Bugün kum çölleri ve kurak bölgelerle kaplı olarak izlediğimiz Arabistan'ın bu bölgelerinin yerinde geçmişte, sık ve geniş ormanların, büyük ırmakların bulunduğu, iklim şartlarının da insanların üreyip çoğalmasına elverişli olduğu bilinmektedir. Çünkü, “Arabistan'da bugün kurumuş bir halde bulunan geniş nehir yatakları ile kum çöllerinde görülen deniz mahlûkatlarına ait kavkılar, bu kıtanın son Paleolitik devirlerde (MÖ.10000 civarında) bugünküne nispetle daha sulak bir iklime sahip olduğunu göstermektedir.,., şimdiki çöller yerinde o zamanlar çayırlarla örtülü stepler bulunuyordu.” Bunun nedeni, Arabistan yöresinin M.Ö.10.000 civarında daha nemli ve daha yağışlı bir iklime sahip olmasıydı. Bu dönemde Arabistan'da daha çok ağaç yetişiyor, daha çok ormanlar bulunuyordu. M.Ö.8000 yılında Anadolu (ise), bugüne göre daha ormanlıktı. Bunun nedeni (de bugüne göre) iklimin daha nemli ve yağışlı olmasıydı. “Son Buzul Dönemi”nin sonunda (M.Ö. 10.000-8000 civarında), Anadolu'nun ortalarına kadar inmiş bulunan buzulların güneyinde yer alan geniş bir yağmur rüzgârı kuşağı, Arabistan bölgesini yeşillik ve bereketlilik yönünden zengin kılıyordu. O dönemlerde başka hiçbir bölgede bulunmayan bu özellik, ilk insan ve ilk insan gruplarının yaşayabileceği “ilk çekirdek ortamın=ilk çekirdek alanın=ilk tabii ortamın” Arabistan yarımadasının batı kesimi olmasını sağlamıştır.
İnsanoğlunun yeryüzüne ayak bastığı (üretici yaşamın henüz başladığı) M.Ö. 10.000 civarında başlayan dünya iklimdeki ısınma, tabii çevreye de yansımış, buna paralel olarak da Arabistan yarımadasının hemen kuzeyinde (Anadolu'nun ortalarına kadar inmiş) bulunan buzul kütleleri, erimeye ve daha kuzeye doğru çekilmeye başlamıştır. “Avrupa (ve Anadolu'ya kadar inmiş bulunan) buz kütlelerinin erimesi ve bunların üzerindeki yüksek basınç ya da antisiklonların kasılması sonucu, Atlantik'ten gelen ve yağmur taşıyan düşük basınç kuzeye yöneldi. Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasını (Arabistan) sulayan sağanaklar Avrupa'nın üzerine kaydı (kuzeye çekildi)” . Bunun sonucu olarak da Arabistan bölgesi kuraklık çekmeye ve çölleşmeye başladı. Kuraklığın başlamasıyla birlikte, Arabistan'da var olan çayır ve otlakların, ağaçların ve ormanların yerlerini, yer yer vadilerle bezeli uçsuz bucaksız çöller almaya başladı. Sözünü ettiğimiz bu kuraklık, tabii ki hemen olmadı. Uzun asırlar, belki de birkaç bin yıl sürmüş olmalıdır.
Oysa yarımadanın çölleşmeye başlamasının hemen öncesi dönemdeki uygun iklim şartları (iklimin daha nemli ve yağışlı olması), yarımadanın “yaşanılır en ideal ortam (ilk kaynak=ilk tabii ortam)” olmasına imkân sağlamıştı. Bu dönem, dünya ikliminin de en istikrarlı olduğu dönemdi, iklimsel olarak en istikrarlı dönemin, uygarlığın gelişme sürecine girdiği son 10.000 yıllık dönem olduğu bilinmektedir. İşte bu dönemin başında (M.Ö. 10.000 civarında) Arabistan yöresi, bu döneme yakın (civarında) yeryüzünde henüz görülmeye başlayan “ilk insan topluluklarının” yaşayabileceği en ideal ortama sahipti.
Bu nedenle de Arabistan yarımadası (seçilmiş bölge olan Mekke yöresi), Arabistan'ın çölleşmeye başlamasının hemen öncesi dönemde yeryüzüne “ilk kez” ayak basan “ilk insan ve ilk insan gruplarına” yaşanılır “ilk tabii ortam” olmuş, yemyeşil ormanları ve bereketli toprakları ile, yeryüzüne “bilgilendirilmiş ilk insan” olarak ayak basan “Âdem aleyhisselâma ve ilk çekirdek aileye ve de ilk insan topluluklarına” ev sahipliği yapmıştır. Medeniyetlerin “ilk çıkış yeri” olmuş, “uygarlık tarihi”nin başlangıç noktası olmuştur. İnsanoğlunun ilk Anayurdu (Urheimat) olmuştur.[40]
Merkez-i ednâ hakîkatte kâmil müminin kalb-inden ibâretdir. “Müminin kalbi Allah Teâlâ’nın evi ve müminin kalbi Allah Teâlâ’nın arşıdır.” [41]
Kalb, kâmil dâiresinde ve kuvvetlerin kutub menzilindedir. Akıl ve rûh ve nefis ve sır ve bunun benzeri şeylerin reisleri kalbe bağlıdır. Onun için Kur’an-ı Kerim’de بقلْبٍ سليمٍ “temiz bir kalble ...” [42] İşareti onu gösterir.
Halka-i vustâdan Kâf Dağı’dır.
Bir başka mana cihetinden Dünyayı muhittir.
Bir başka manada “Ümmet-i Muhammed” dir. Haklarında Kur’an-ı Kerim’”Ümmetî vustâ” “İşte böylece sizleri de bir ümmet-i vasat kıldık ki nâs üzerine şahitler olasınız. Ve bu Peygamber de sizlerin üzerinize tam bir şahit olsun. Ve senin, evvelce tarafına müteveccih bulunduğun Kâbe’yi yine kıble yapmadık, ancak Resûle kimlerin tâbi olacaklarını, gerisi gerisine döneceklerden temyiz etmek için yaptık. Gerçi bu büyük bir hadisedir. Ancak Allah’ın hidâyet ettiği zâtlar hakkında değil. Ve Allah sizin imânınızı elbette zâyi edecek değildir. Şüphe yok ki Allah Teâlâ nâsa elbette raûftur, rahîmdir.” [43]Ayeti gelmiştir. Diğer ümmetler ifrat ve tefrit (anormal, bir ilericilik ve gericilik ) arasında kalmışlardır.
Bilinmez Devr-i Kübrâ haber ver sen bu suğradan
Bilinmeyen büyük ve küçük devirden haber ver.
Devre-i kübrâ’dan murât arş-ı azim devridir. Bütün felekleri çevrelemiştir. Feleklerin hareket ve devirleri arşın hareket ve devirlerine bağlıdır.
Bir başka mana; âdemî devirdir. Bu devirden daha Allah Teâlâ katında kıymetli bir devir yaratılmadı. Âdemin yaratılışı kıyamete kadar devri devam edecektir.
“Sizi çağırdığı gün, O'na hamdederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.” [44]
“Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.” [45]
“Allah onlara yine: “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız” der. Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor. Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!” [46]
“…Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” [47]
“Melekler ve Cebrail o derecelere, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler.” [48]
“Gökten yere kadar, olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na yükselir.” [49]
“Sonra da iki guruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık.” [50]
“Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün veya daha az bir müddet kaldık” dediler. “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın” dediler.” [51]
“Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? “Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, “Ne kadar kaldın?” dedi, “Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi, “Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz” dedi; bu ona apaçık belli olunca, “Artık Allah'ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum” dedi.” [52]
“Devr-i kübrâ Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nûr olan mübarek vücûdudur. “Devr-i suğrâ” da Hazreti Muhammedin vücûd-ü unsurîsidir. (bu âlemde iken sûreti olarak görülen bedeni).
Kimindir feyz-ü hem ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,
Dirilten İsâ aleyhisselâmın kanı, feyzi, sırrı kimdedir
Hz İsâ aleyhisselâmın nefse hayat verici olarak ونفخْتُ فيه منْ رُوحى “ ona ruhumdan üflediğim zaman...” [53] enbiyâ arasında mükerremdir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise ism-i a’zamın mazharı olmak ile bütün enbiyânın hepsinden mükerrem olmuşlardır.
Beyitte geçen “Ne sırdır hem dem-i İsâ”dan murad edilen Hazreti İsâ aleyhisselâmın nefesinin sırrı, onun cem makamında olmasıdır. Çünkü cem makamında hâlk bâtın, Hakk zâhir olduğundan kendisinden sadir olan mucizeleri ölüleri diriltmek oldu. Hatta o balçıktan yarasa kuşları yapar, nefes edince hayat bulurlardı. Cem makâmı sâhibi her şeye kâdir olur.
Hazreti İsâ, bir erkek ile iki kadın diriltmiştir. Dirilttiği erkek Hazreti Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm aleyhisselâmdır.
Nedir Meryem’deki deryâ haber ver dürr-i yektâdan.
Meryem’deki derya ver dürr-i yektanın haberi nedir?
Hz. İsâ aleyhisselâm Hazret-i Meryem aleyhisselâmın rahmine ilkâ olunca انّما الْمسيحُ عيسى ابْنُ مرْيم رسُولُ الله وكلمتُهُ الْقيها الى مرْيم ورُوحٌ منْهُ “.. Mesih ancak Meryem oğlu İsâ’dır, (O) Allah’ın rasûlü-dür, Meryem’e ulaştırdığı ‘kün: Ol” kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. (O’nun tarafından gönderilmiş yahut teyid edilmiş yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur) ...” [54] buyrulmuştur.
Dürr-i yektadan murat Hz. İsâ aleyhisselâmdır. Dürr-i yekta hakîkatte mevcudatın yaratılış sebebi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kutsal ruhudur.” Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmekliğimi sevdim ve mahlûkatı bilinmem için yarattım.” manası üzerine “ Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı benim rûhumdur.”
Nedir Kur’ânın esrârı, nedir esrârın envârı
Kur’ân-ı Kerim’in sırları ve sırların nurları nedir?
ومنْ يُؤْت الْحكْمة فقدْ اُوتى خيْرًا كثيرًا “Kime hikmet verilmişse (ona) büyük bir hayr verilmiştir” [55] ولا رطْبٍ ولا يابسٍ الاّ فى كتابٍ مُبينٍ “... Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitabtadır.” [56]
Zira Allah “Hikmeti dilediğine öğretir” buyurmuyor mu? Burada “Hikmet” ilm-i bâtındır, “Dilediği” ise nekredir, yani meçhul!. Umum ifade eder, o halde Allah Teâlâ ilmi dilediğine verir”? İbnu’l-Arabî, el-Fütûhât (Thk.), IV/265-267.[57]
Hakk’ın sırları indirilen semâvî kitaplarda, bunların sırları “Kur’ân-ı Kerim’de, Kur’ân-ı Kerim ki “Fâtiha” da, Fâtiha’nınki “Besmele” dedir. Andan Besmelenin sırları “be” harfinde, “be” nin sırları noktadadır ki, “Zât-ı İlâhiyye” dir. Harfleri birbirinden ayırt eden noktadır.
Nedir Mehdî’nin etvârı haber ver sırr-ı esrâdan.
Mehdî’nin durumu (Yaptığı iş ve hareketleri), miraç sırrından haber ver
Hz. Mehdî aleyhisselâmın hali ve durumu şerîat-i Muhammediye üzeredir. Soyu babası tarafından Hz. İmâm Hasan aleyhisselâma ve annesi tarafından Hz. İmâm Hüseyin aleyhisselâma ile Fâtımatü’z-Zehrâ evladındandır. Hz. İsâ aleyhisselâm semâdan nüzul edip Deccâlı öldürüp Hz. Mehdî aleyhisselâm ile görüşünce birbirlerine hilâfet teklif edip sonunda hilâfeti Hz. Mehdî aleyhisselâm kabul edip kırk sene âleme hükmedeceği kesinlik kazanmıştır.
Miraç sırrı ise سُبْحان الّذى اسْرى بعبْده ليْلاً “Bir gece ... (Muhammed) kulunu ... götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir...” [58]âyet-i kerimesinde açıkca beyan edilmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin cismânî miraçları Kâdî İyâz’ın [59] Şifâ’sında[60] zikreylediği üzre dört veya beş kerre olmuştur. Rûhânî miraçları ise her nefeslerinde olduğu kesinlik bulmuştur. Celâl ve cemâl hali ile mahlûkâtta mi’râcdan ayrı kalmış bir varlık yoktur.
سُبْحان الّذى اسْرى بعبْده ليْلاً âyetinin hikmeti gereğince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’yı teşrif etti, Enbiyâya cesedleriyle oldukları halde imam olup iki rik’at namaz kıldılar, sonra birlikte oturdular. Cebrâil aleyhisselâm bu sırada bir âyet getirdi ki anlamı:
“Sor, benden başka Mâbud var mı?”. Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Ben Allah Teâlâ’dan başka Mâbud olmadığını bilirim, ben bu sorudan müstağniyim (uzağım)” dedi.
Nedir Mısrî, nedir ken’ân Selîm kimdir ye kimdir ân,
Mısrî nedir, Ken’ân nedir, selim kimdir, ân kimdir?
Ken’ân kelimesinin işaretiyle Mısrî diyerek kendinin Hz. Yûsuf aleyhisselâm gibi olduğunu, Ken’ân’dan murât nefis kuyusu olduğuna işaret ediyor. Yusuf aleyhisselâmın çilesi ile Mısır ülkesine hükümdar olunacağı hakikati aşikâr olmuştur.
Hz. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz “ya kimdir ân”, diye sorusu, yani “ân kimdedir” demek olur. Bu zor bir sorudur. Cevabı kıymetli inciler gibidir. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim ‘de insanın güzelliği hakkında لقدْ خلقْنا اْلانْسان فى احْسن تقْويمٍ “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” [61] buyurmuştur. Ahsen-i takvim içinde “ân” dahi murat edilmektedir. ân için Allah Teâlâ buyurur ki; قُل الرُّوحُ منْ امْر ربّى وما اُوتيتُمْ من الْعلْم الاّ قليلاً “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh; Rabbimin işlerindendir...” [62] öyle ise hayatı boyunca “ân” olandan ayrı olması düşünülemez.” ân” dediğimiz Rabbânî emirdendir. Emr-i Rab, rûh-i sultânî ve rûh-i izafi ve rûh-i hayvani olmak üzeredir.
Kalb-i Selîm
Kalb, şeriat, tarikat, hakikat makamlarını aşarak üç mertebede selâmete ulaşır:
Şeriat selâmeti: Dünya muhabbetine ve varlığına fena vermektir.
Tarikat selâmeti: Kötü huyları ayne'l-yakîn ile yok ederek mücâhedeyle güzel huylara dönüştürmek ve güzel huyların da muhabbetine fena verip fenafillâha mazhar düşmekdir.
Hakikat selâmeti: Fenadan içeri bekaya, bekadan içeri likaya, ayne'l-yakînden içeri Hakke'l-yakîne ulaşmaktır.
İşte kalb-i selîm dedikleri budur. Yani, kalb-i selîm, Hakke'l-yakîne ulaşmış gönüldür! Fakat zahirdeki dokuz zulmânî ve bâtındaki dokuz nûrânî hicaplar fena bulmayınca, kalb selâmete ulaşmaz. Bu nûrânî hicaplar, ebrâr ile mukarrebin farkıdır. Bu makamda Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, "Ebrârın iyilikleri mukarreb için günahtır" ve diğer bir sözünde de, "Bütün mukarreb ebrârdır. Ancak her ebrâr, mukarreb değildir." demiştir. Zira ebrârın ameli karşılığında, duası, yani beklentisi cennetdir. Ehli yanında maksat bu değildir. Mukarreb ise, her amelini Allah Teâlâ sevgisiyle işler. Gayesi de, Allah Teâlâ'nın rızası ve didârıdır. Ebrâr zümresi didârı, cennette, yevmü'I-mezîd gününde müşahede ederler. Hâlbuki mukarreb zümresi ve ehlullah, zulmânî ve nûrânî hicaplara zahiren ve bâtınen fena verip ism-i zât ile sülük edip semâya ulaşmışlardır. Onlar zatı, hâl ile ayne'l-yakînden penceresiz olarak müşahede ederler. Bu makamda Habib-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem, "Cennet ehlinin bir bölüğü vardır ki, didâr-ı Hakk onlara gizlenmez."demiştir. Yine Habib-i Ekrem dünya, ahiret ve didâr ehli kişiler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Dünya ile ahirete fena vermeyince ehlullah makamına erişilmez." Zira ehlullah, nefsini terk ederek bu makama ulaşmıştır. Bu manâya vasıl olmayanlar, "fekad arafe rabbe" olmaz. Bilinmelidir ki, şer'-i şerifin nihayeti "men arefe nefse"dir. Bu manâya vasıl olmayınca şeriat bütün olmaz. [63]
Haber verdi bunu Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.
Kur’ân-ı Kerim yedi okuyuş ile bunu haber verdi
Yedi okuyuş(seb’i kurrâ) - Yedi Harf (Ahrufu’s’Seb’an) [64]
“Harf” Lugat olarak bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin kısmı, kılıcın keskin kısmı, geminin ucu ve dağın zirvesi, bir tarafa meyletmek sapmak, taraf uç, yan, kelime kelam, heca harflerinin her biri, uslub, vecih ve kıraat anlamlarına gelmektedir.
“ es Seb’a” lafzının zahirde “ yedi” sayısını ifade ettiği açıktır.
“Kurra” (Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
Bu konu ile ilgili o kadar çok görüş ileri sürülmüştür ki, bunların sayısı otuz beşe ulaşmıştır.
Yedi Harf Meselesinin Kur'an-ı Kerim’den Delilleri
“Biz Allah Teâlâ’ya karşı gelmekten sakınanları Kur’an ile müjdelesin, inat eden bir topluluğu da uyarasın diye, onu senin dilin ile kolaylaştırdık” [65]
“ Biz onu senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.” [66]
“Andolsun biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan.” [67]
“İyice anlasınlar diye onu Arapça bir Kur’an yaptık” [68]
“ ...Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun...” [69]
Yedi Harf’le İlgili Hadis Rivayetleri
Yedi Harf’e dair 40 kadar hadis rivayetinin olduğu bilinmektedir. Bazıları şunlardır.
“Muhakkak Allah, ümmetinin Kur’an’ı yedi harf üzere okumalarını emrediyor, hangi harfle okurlarsa doğruyu bulmuşlardır.” [70]
“Kur’an yedi harf üzere indirildi” [71]
“Kur’an yedi harf üzere indirildi. Onun hepsi şafidir ve kafidir.” [72]
“Bu Kur’an yedi harf üzere nazil olmuştur. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyun.”
“Ey Ömer! Rahmet ayetini azap azap ayetini rahmet kılmadıkça Kur’an’ın (bu okuyuşlarının ) hepsi doğrudur.”
“Allah’ın affını ve mağfiretini dilerim ümmetimin buna gücü yetmez.”
“Kur’an Yedi Harf üzere indi. Onun hepsi şafidir, kâfidir”
“Ey Cibril! Ben ümmi bir kavme gönderildim, bunların arasında yaşlı kadınlar, yaşlı erkekler, erkek ve kız çocukları, hiç kitap okumayan adamlar vardır, diyen Hz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Cebrail:
Kur’an muhakkak Yedi Harf üzere nazil olmuştur” [73]
Yed Harf’le ilgili Görüşlere Toplu Bir Bakış
Kur’an’ın okunması, anlaşılması ve içeriği ile ilgili olmak üzere Yedi Harf konusunda yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, otuz beş kadar görüş beyan edilmiştir. Bizce bu görüşlerden zikredilmesi gerekenleri buraya almak istiyoruz:
1-Harf manası bilinmeyen müşkillerdendir. Yedi harfin mahiyeti hakkında hiçbir nass yoktur. Bundan dolayı insanlar “ harf” lafzını anlamada ayrılığa düşmüşler ve ona farklı anlamlar yüklemişlerdir.
2-Diğer bir görüş, Zerkeşi (794/1392)’nin zayıf olarak gördüğü ‘Yedi Harf’ten maksadın “ yedi Kıraat” tır, şeklindeki görüştür.
3-Yedi Harf’in Kur’an’ın muhtevasına yönelik, emir, nehiy, va’d, va’id, kıssa, helal ve haram olduğu şeklindeki görüş.
4-Yedi harfin ne olduğuna dair görüşlerden birisi de onun doğrudan dil yapısıyla ilgili olandır.
5-Yedi Harf terkibindeki “ es Seb’a” nın gerçekte yedi sayısını ifade ettiği görüşünün yanında, bu lafza çokluk ve kolaylık anlamı yükleyenler de olmuştur:
6-Yedi Harf, aynı anlamı taşıyan farklı lafızlardan kolayına gelenin okunmasına yönelik bir ruhsat olduğu yönünde de görüş beyan edilmiştir.
7-Yedi Harf’ten maksadın bazı ayetlerdeki “ Uff” [74] ve Heyhat “ [75] gibi lafızların nasb, cer, raf’, tenvin (üç çeşidi) ve cezm şekillerinde okunmasıdır.
Yedi Harf’le İlgili Görüşlerin Değerlendirilmesi
İlmi disiplinlere ait olan yukarıdaki kavramların Yedi Harf’le doğrudan ilgisinin olmadığı kesindir. Çünkü bunlara harf denmez. Yukardaki diğer görüşlerden birini teşkil eden Yedi Harf’ten kasıt, Yedi kıraat görüşü de isabetli görülmemektedir. Zira Yedi mütevatir kıraat, Ebu Bekir b Mücahid (324/925) tarafından meşhur olan kıraatler arasından seçilmiştir. Mursi ise
“Birçokları yedi harf’ten murat yedi kıraat zannetti ki bu bir cahalettir” [76] demiştir.
Ancak bu husustaki rivayetlere baktığımız zaman, hadislerin ortak yönünün, Kur'an-ı Kerim’i okumakta zorlanacak kimselere kolaylık sağlama arzusu olduğunu görürüz. Şu iki hadis Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Kur'an-ı Kerim’in Yedi harf üzere indirilmesindeki ısrarının sebeplerini açıkça ortaya koymaktadır:
“Ey Cibril! Ben ümmi bir kavme gönderildim. Bunların arasında yaşlı kadın ve erkekler, küçük erkek ve kız çocukları, hiç kitap okumayan adamlar vardır.” [77]
“Muhakkak Kur’an yedi harf üzere indirilmiştir. Siz kolayınıza geleni okuyun.” [78]
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, birincisinde kolaylık istemesinin sebebini, ikincisinde ise sonucunu belirtmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki, yedi harf’le tam olarak “ yedi sayısı” ifade edilmekten ziyade kolaylık, genişlik ve çokluk murat edilmiştir.
Yedi Harf’e En yakın Görüş ve Yorumlar
Bu görüşler arasında, hadis rivayetlerinin de zahirine bakarak, Yedi Harf yorumuna yakın bulduğumuz görüşleri üç kısımda toplayabiliriz:
a-Yedi lehçe,
b-Yedi Vecih,
c-Okunuşta ruhsat ve “ yedi” nin kesretten kinaye olduğuna dair görüşlerdir.
Yedi Harf konusunu lehçelerle irtibatlandırarak bu hususun sadece kıraatla ilgili olduğunu düşünmek onu fazlaca sınırlandırmak anlamına da gelebilir. Nitekim Ignaz Goldziher, Yedi Harfe dair hadislerle ilgili şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“ Hadisin sahih anlamı, çok erken bir dönemde harf teriminin tefsiri üzerinde odaklandı, tabi ki bu, Kur'an-ı Kerim’le irtibatlı olunca, kıraatla ifade edildi.” [79] Goldziher’in bu değerlendirmesinden konu ile ilgili hadislerin kıraat dışında Kur'an-ı Kerim’i kuşatıcı daha kapsamlı anlamlara gelebileceği şeklinde bir ifade anlaşılmaktadır.
Sonuç
Kur’an’ı Kerim’in Yedi Harf üzere inmesi meselesi, sahih rivayetlerin şahadetiyle doğrulanmaktadır. Ancak bu meselenin tam olarak hangi anlama geldiğinin Hz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tarafından açıklanmadığı da bir olgudur. Buna rağmen, bu konunun sahabe tarafından ısrarla sorulmaması, belki de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “ Kur’an, yedi harf üzere indi” şeklindeki açıklaması ve ona paralel tatbikatı istenen cevap için yeterli olmasından dolayıdır.
Yedi Harf’in ne olduğu hususunda ayet ve hadislerin işaretlerinden bazı çıkarımlar yapılmıştır. Bu çıkarımların başında, Allah Teâlâ’nın Kur’an okunmasında, anlaşılmasında ve ona göre davranış belirlenmesinde kolaylık prensibini bahşettiğinin kabul edilmesi en bariz bir husustur:
“ Muhakkak Biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almaları için kolaylaştırdık. Fakat düşünen var mı?” [80] ayeti, bu kolaylığı müjdeleyen ilahi buyruktur.
Netice olarak, Yedi Harf, Kur’an’ın evrenselliği ve nuzulünden insanlık tarihi boyunca devamlılığı gereği, onu okuma, anlama ve anlatmada kolaylık adına sağlanan ilahi bir izindir. Bu çerçevede herkes, gayreti ve anlayışı nisbetinde Kur'an-ı Kerim’e yaklaşacak ve ondan istifade edebilecektir.] [81]
Kur’ân-ı Kerim bu bahsedilen sırları yedi makamda yedi hal üzere beyan eder, demektir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Her ayetin hem zahirî hem de bâtını vardır?” [82]
Yine kâinat hakkında Allah Teâlâ yedi rakamı ile görünüşün arkasındaki tabakalardan bahsetmektedir. ولقدْ خلقْنا فوْقكُمْ سبْع طرائق وما كُنّا عن الْخلْق غافلين“And olsun ki, üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz, yarattığımızdan habersiz değiliz.” [83]
[1] Bakara, 31
[2] Kehf, 65
[3] Keşfü’l Hafâ, II, 265
[4] Nahl, 43
[5] İsrâ, 72
[6] Furkân, 7
[7] Tâhâ, 114
[8] (KILIÇ, 1995), s.121
[9] (GÖLPINARLI, 1985), s. 235
[10] Bakara, 31
[11] Keşfû’l-Hafa,II, 338
[12] Ahzab, 72
[13] Bakara, 30
[14] Bakara, 30
[15] Bakara, 30
[16] Bakara, 31
[17] Bakara, 32
[18] Araf, 179
[19] İsra, 84
[20] Necm, 13-14
[21] İhyâu Ulûm’id-dîn
[22] Râmûz-ül-Ehâdîs
[23] Hud, 7
[24] Bakara, 2-3
[25] Keşfü’l-Hafa, II, 68
[26] İsra, 72
[27] Kurtubî-Taberî-İbn-ül-Esîr
[28] Kehf, 83-….
[29] Hud, 114
[30] (ATEŞ, 1971) Elli yedinci sofra
[31] Tirmizî, ilim, 19; lbn Mâce, Zühd, 15; Aclûnî, Keşfü’ülHafâ, I, 363
[32] İbnü’l-Arabî, Fütûhât, c. VII, s. 106.
[33] Kehf, 60
[34] Kehf, 67-68
[35] Kehf, 78
[36] Rahman, 19-20
[37] (ATEŞ, 1971) Elli sekizinci sofra
[38] Âl-i İmrân, 96
[39] Bakara, 125- Hac, 26
[40] (MUSAOĞLU, 1999), s. 185-187
[41] Keşfû’lHafâ, II, 100
[42] Şuara, 89
[43] Bakara, 143
[44] İsra, 52
[45] Yunus, 45
[46] Müminun, 112-114
[47] Hac, 47
[48] Mearic, 4
[49] Secde, 5
[50] Kehf,12
[51] Kehf,19
[52] Bakara, 259
[53] Hicr, 29-Sâd, 72
[54] Nisa, 171
[55] Bakara 269
[56] En’âm, 59
[57] (KILIÇ, 1995), s.121
[58] İsra,1
[59] Kadî İyaz, (476/1083-544/1149): Mâliki fakîhi, hadîs âlimi, tarihçi, edip ve şâirdir.
[60] Kitâbû’ş-Şîfâ bi-Ta’rîf-i Hukûki’l-Mustafâ: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin fazîlet ve meziyetlerini anlatan bir târih kitabıdır.
[61] Tîn, 4
[62] İsra, 85
[63] (Eroğlu Nuri, 2007), s. 75
[64] (ÇALIŞKAN, Cilt 5, Sayı 1,Ocak-Haziran 2005) makalesinden istifade edilmiştir.
[65] Meryem, 97.
[66] Duhan, 58.
[67] Kamer, 17, 22, 32, 40.
[68] Zuhruf, 3.
[69] Müzzemmil, 20.
[70]Müslim, Salatü’l Müsafirin, 274; İbn Hanbel, Müsned, V, 127.
[71] İbn Hanbel, Müsned, III, Hd, 7995; Taberi, Camiu’l Beyan, I, 25.
[72] Taberi, Camiu’l Beyan, I, 27.
[73] Taberi, Camiu’l Beyan, I,35; Zerkeşi, el Burhan, I, 227.
[74] Enbiya, 21/67.
[75] Müminun, 23/36.
[76] Suyuti, el-Itkan, I, 66.
[77] Taberi, Camiu’l Beyan, I, 35.
[78] Buhari, Sahih, VI, 227; Müslim, Sahih, I, 562; Ebu Davud, Sünen, I, 340.
[79] Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekolleri, Trc. Mustafa İslamoğlu, Denge Yay., İst. 1997, s. 65.
[80] Kamer, 54/17, 22, 32, 40.
[81] (ÇALIŞKAN, Cilt 5, Sayı 1,Ocak-Haziran 2005)
[82] Buhârî. Fezailu’î Kur’an. 5. 27. Tevhid. 53: Müslim. Müsafırun. 270: Tirmîzî. Kur’an, 9; Ebu Davud. Vitr, 22; Nesai, İftitah. 37; İbnHanbel. V/16. 41
[83] Muminun, 17
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar