Print Friendly and PDF

Hakîkât ehlinin olmaz nişânı

Bunlarada Bakarsınız


205





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün





Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân,  filân ibn-i filânı,

Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.  





İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.   





Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





Kubâb-ı Hakk-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
Anın için der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâ’il,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe boyanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Kimi şâdân,  kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd,  kimi nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
  





Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân,  filân ibn-i filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.  





Belirmez ârifin nâm ve nişânı,
Değil irfân,  filân çoçuğu filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.  





Hakikat erinin bu âlemde bir nişanı olsaydı,





Hatıra gelen bütün ilâhî remizlere tercemân olurdu.[1]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Allah Teâlâ'nın nice pejmürde, saçları dağınık ve eski elbiseleri olan öyle kulları vardır ki; kendilerine iltifat edilmez. Allah Teâlâ'ya yemin etseler, Allah onları yalancı çıkarmaz. Bera b. Malik onlardandır.”  [2]





İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bir zaman oğlu Ali Çelebi hakkında cami kürsisinden söylediği sözlerdir.





Rakım Efendi, Şeyhi Muhammed Mevlevi Efendi'den dinlediği hadiseyi şöyle anlatıyor? “Hazret-i şeyh Mısrî Efendi, daha önce oğlu Ali Efendi hakkında herhangi bir olumsuz şey söylemediği halde bir gün hankahda kürside va'z ederken birden





“Bu ana dek benim akvâlimi hilafa hami etmeyüp tasdik ve tahkik eyliyen dostlarım ve dervişlerim bi rayb u riya ve bi-şek ü murâ malumunuz olsun ki bu vakte dek benim oğlum i'tikad eylediğiniz Ali benim oğlum değildir. Benden değildir. Her kimse ki beni ister ve sever böylece bilsin bu güne dek ayan u beyan itmemiş idim lakin vaki'ul hal bu idüginde iştibah itmeyesiz” anlamında sözler söylemişler. Bu konuşmayı duyanlar acaba bu da önceleri gelen cezbeli konuşmalardan birini 'Havadis-i rüzgârdan bir kaziyyeye mebni midir' şeklinde düşünürler. Daha sonra Mehmed dede Mısrî ile yalnız kaldığında bu konuşmanın anlamını sorduğunda Mısrî'nin verdiği cevap çok farklıdır.





“Benim oğlum Şeyh Ali şer'ü 'akl ve nefsü'lemr hükmü üzre sahih-ü salim kurretül-aynım sulbi oğlumdur. Lakin senin dahi malumundur, taraf-ı hilafımızda çok eyyamdır ki zorba zevi hile vü keydilerine ittika vü 'avna ve mürdelerine i'tina idüp her zaman teşmiri said husumet ve sahte zeyl-i 'advet ü buğz ve kin ü kasd-ı intikâm-ı şeytanî iden mungaşıbân-ı müdebbirân bi-keremillah-i teala biz labis-i libâs hayat oldukça ne bana ne evlad u 'ıyalimize zarar-ı beyyin ve keder zahirasına kadir olur değillerdir lakin... Fakat benim vefatımdan sonra onlara zarar vermelerinden korktuğum için böyle bir şey yapıp onlara gelebilecek tehlikeyi önlemek istedim” diye ifade ediyor.[3]





Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,
[4]
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Ne denli var ise âlemde vasıfları
Bil â’raf ehli Sıfatlanır onu,
eyle insâf inat ehli değilsen,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Beyâzid-i Bestâmî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyururlar ki





"İlk zamanlarımda beni görenler âbid ve zâhid olurlardı. Son zamanlarımda görenler mülhid ve zındık olurlar. Evvelki hallerimde gündüz oruçlu, geceler namazkâr idim. Tâ vuslat âlemini buluncaya kadar. Birliğe yettiğim zaman ise şöyle dedim.





"Leyse fî cübbetî sivallah ve sübhâne mâ azama şânî" "İbâdet benden kalktı". Görenler, "ibâdet fayda etse Beyâzid'e ederdi" dediler.





"Bunu söyleyenler gafiller idi ki benim mertebemi bilemediler. Zındık ve mülhid olmalarının sebebi budur." [5]





Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





Sen anın sabr ve şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi ki nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.  





Kubâb-ı[6] Hakk-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Hakk’ın kubbelerinde gizlenmiş olan erler,
Halk sıfât-ı içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanırlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ehlullah denilen mürşidin olması gereken hali şu şekilde açıkladığını görüyoruz. “Ehlullah denilen mürşid öyle olmalıdır ki, meselâ onun dört adet dervişi olsa, ayrı yerlerde aynı vakitte irtihal-i dar-ı beka etmelerine az bir vakit kala kendisinden “istimdad-ı ruhanide olsalar” o mürşid bir vakitte dördünün de yanı başlarında bulunup iman selameti ile hüsn-i hatimelerine ve şeytanın şerrinden Allah'ın kudreti ile muhafaza edip, ayrıca dördü ile kendisinden cenazelerine imamette bulunmalarını rica ettiğinde mürşid olan zatın her birinin cenazelerinde imamette bulunup cemaat-i müslimine cenaze namazlarım kıldırmak. Yine zahirde muhal sayılan amellerin onun yanında çok kolay ameller olması gerek diye vasfediyor. [7]





Bu fukaraya nişândur Allah Teâlâ’dan başkası onlara muttali olamaz bi-nişânı bi-nişân bilir ancak.[8]





Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Gazab şehvet onlar iki ayaktır,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Arşa çıkanlar bunlarla çıktılar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





İnsân-ı kâmil, cismânî şehvetine hâkim olduğu gibi, aklıda, nefsânî şehvetine galiptir. Bedeninde beşerî yönüyle şehvet peydaolsa, o şehvet onun ayağını Hakk yolunda kaydıramaz. Çünkü aklı dağ gibi sabitve muhkem durur. Şehveti aklına karşı saman çöpü gibi kalır, bedeni ve aklı onun icrasına meyletmez.





İnsân-ı kâmil, öfke ve kîn hâsıl olduğu vakit sabrederer. Karârında ve sebatında sabrı gevşeyip öfkenin ve kininin hükmünü icraya meyletmez. Ancak kâmil olmayan insanlar bu iki tehlikenin madurları olmaktadırlar.





" Şehvet, topuklarımızı kemiren bir fahişedir! Ve bu fahişeden bir parça et esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir.' "





"Gördüğünüz gibi sorun, cinselliğin olup olma­masında değil, başka bir şeyi, ondan çok daha değerli, sonsuzluk kadar kıymetli bir şeyi yok etmesinde! Şehvet, tahrik olma, tensel zevkler; bunların hepsi köle edicidir! Yığınlar, şehvet yalağından beslenen domuzlar gibi bir yaşam sürerler." [9]





Theophastros, gerçek bir filozofa yaraşır biçimde, ge­nellikle yapıldığı gibi, hataları sınıflandırırken, aşırı cinsel istekten ötürü işlenen hataların, öfkeyle işlenenlerden daha ciddî olduğunu söylüyor. Çünkü öfkeye yenik düşen bir insanın, bir çeşit acıyla ve bilinçsiz bir yürek burkulmasıyla mantıktan uzaklaşacağı açıktır, oysa aşırı cinsel istekten ötürü kusur işler, hazza yenik düşerse, daha aşırı, suç işlerken de daha onursuz görünür. Theophastros haklıydı;  hazdan ötürü işlenen suçun, acıyla işlenen suçtan daha çok kınanmayı gerektirdiğini söylerken bir filozofa yaraşır biçimde konuşuyordu. Sonuç olarak, birinci durumda, suç işleyen önce bir başkası tarafından haksızlı­ğa uğratılmış ve duyduğu acıdan ötürü öfkeye kapılmıştır; ikinci durumda ise, kendi eğiliminden ötürü bir haksızlık yapmaya itilmiş, arzusu kamçılandığı için öyle davranmıştır.[10]     





Ne kim âfâkta [11] hor [12] görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
[13]
Anın için der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Ne kim âfâkta aydınlık görmezse ârif,
Vücûdunda onu harcayan da olmaz,
Onun için der bunu maârif ehli,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Bir şeyh-i arif ve mürşid-i kâmile intisab edip, hem söz ve hem de icraat bakımından onun emrine itaat edip, ken­dini ona teslim edip, ona gerekli hizmeti yaparsa, o da onu, ananın çocuğunu beslediği gibi rûh-i sul­tanînin gıdası olan, evrâd, ezkâr, ilim ve ma’rifet ile beslerse, kâh muhabbet, kâh celâl ile, mânevî yolculukta onu kötü fiillerden vazgeçirip şeytanın hortu­mundan ve iblis yüzlü kimselerden muhafaza edip, irşâd ederek o kimseyi Allah Teâlâ’nın sırlarını bilme mertebesine ulaştırır.





Fahri Kâinat Efendimizden alınan Mâye-i Muhammedî ve nefesi Ahmedî’yi, mürşidler, devri tes­lim ederek el’ân devam ettirmektedirler. Kıyamette İsrafil aleyhisselâmın sûr’a üfürmesiyle bütün ölülerin tekrar dirileceği gibi, mürşid-i kâmillerin nefesi de ölü hük­münde olan rûh-i sultaniyi uyandırır ve ona zindelik verir. Veliyyullah’ın (Allah dostlarının) nefesleri, İsra­fil’in sûr’u gibidir. Rûh-i sultanîyi uyarmanın bundan başka yolu yoktur.





Ey sâlik!





Mürşidânda olan rûh-i sultanî, erkek menzilesindedir. Sâlikte, ölühükmünde olan rûh-i sul­tanî, kadın menzilesinde olup, mürşidde olan nefs-i âlî, cevher (öz) menzilinde olup, o mürşid-i kâmil, nefs-i âlî olan cevheri, sâlikin ya ağzından ya da kulağından ilkâ eylediğinde, müridde ölü hük­münde olan rûh-i sultanî hâmile olur. Müridin isdi’dadına göre, üç seneden on iki seneye kadar on­dan, (mânevî) bir çocuk doğar ki mürşidler buna “kalp çocuğu” (Veledi Kalp) derler. O kalp çocuğu da, ya erkek, ya da dişi olabilir.





Eğer, doğan çocuk erkek olursa, o mürid ilerde “şeyh-i arif ve mürşid-i kâmil” olup irşad sahibi olur. Yani, başkalarını da irşad eder. Zîra ehl-i tarik arasında “ilm-i ledün” ve “ilm-i bâtın” dedikleri şey, kalp çocuğunun ilmi ve kelâmıdır (konuşmasıdır). Ve meşâyihin kalbinden doğan tulûat-ı mezkûrâtın eserleridir. O (mânevi) kalp çocuğunun erkek olarak doğması, müridin isti’dâdı ve mürşidin himmetiyle olur.





Eğer kalp çocuğu, kız olursa, o kimsenin ancak kendisi irşada kadîr olup, başkasının irşadına kadîr olamaz. Ve başka kimseler de ondan feyiz alamaz.





Meşâyihin de olur olmaz kimseye bey’ât vermesi caiz değildir. Zira intisab edecekkimse­de kabiliyet ve isti’dat (yeterli ve becerikli olma) şart­tır. İsti’dâdı ve kabiliyeti olmayan kimseye, meşâyihin bey’ât vermesi ayn-î hatanın ta kendisi­dir. [14]





“Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yani kabına göredir. Bu kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçir­sen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle; doldum, diyerek geri kalan akıp gider. Keza bir kazan, bir havuz ve ilh... için de aynı kânun hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar...





Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir finca­nın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.





İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî vâki’ olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış ol­sa, Hazret-i Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem:





Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyla bileme­dik” buyurur muydu?” [15]





Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâ’il,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Görünse taşradan bir iş yapanın vasfı,
İçinden de biri olsa bedel,
Perde olma yakına yardım eyle,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı. 





Allah Teâlâ yanındaki yerini öğrenmek istersen, seni nerede kullandığına bak. Ne şekilde olursa olsun bütün yaratılmışların kudreti onun kabzındadır.





Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Onu vuran vurur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Her kim benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse, ben ona harp açarım..”   [16]





Hikâye:





Kasabın biri veresiye et verirmiş. Bir çocuk da çırağıymış. Dükkânda veresiyeleri yazarmış. Kasap yaz dermiş; filân bu kadar borç aldı, filânda bu kadar alacağımız var. Günün birinde leş yiyen bir kuş uçup havadan iner; bir parça et kapıp havalanır gider. Kasap,





“çocuk” der, “yaz; etin dörtte bir parçası, şu leş yiyen kuşta; onda da bu kadar alacağımız var.”   





Bir başka gün, leş yiyen kuş, âdet edindiğinden gene gelir, et kapmaya uğraşır. Kasap, bir düzen kurmuş; kuş tuzağa tutulunca başını koparır, kanaraya, öbür kuşlara ibret olsun diye asar. Çocuk,





“usta” der,





“senin kuştaki alacağını yazdım. “Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket edenler” hükmünce hani; şimdi kuşun da sende alacağı var, ne kadar yazayım? Usta, yenini-yakasını yırtar da der ki:





“Et işi kolay, fakat baş isterlerse ne yapacağım ben?” [17]





Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe bulanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe buyanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Cehennem ateşi, Rabbine:





“Yâ Rabb, bir kısmım bir kısmımı yedi. “ diyerek şikâyet etti. Allah da onun, biri kışın, diğeri yazın olmak üzere, iki defa nefes almasına izin verdi.”  [18]





Bu sebeble nefessiz bir şey dirilmez. Nefis bile ölür.  Zirâ nefis, nefesden müştaktır. Yukarıda geçtiği gibi cihanda hiçbir topluluk olmaz ki,  içlerinde bir Ârif bulunmasın.  Hatta üç evlik bir köyde bile bir Ârif kişi bulunur, bulunmazsa o köy, o topluluk harab olur.  Cenab-ı Hakk o topluluğu ve o köyü o Ârif ile korur. Onlar “Kutup” lardır, fakat bu hususu kendileri de bilmezler.  





Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Cihanda bir bölük olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Vasıflanmış olur sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Kimi şâdân,  kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd,  kimi nerrâd
[19] olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Kimi sevinçli,  kimi üzüntülü olurlar,
Kimi üstâd,  kimi tavlacı olurlar,
Niceleri sûrette cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
[20]
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Eğer fiileri şerîatle olursa,
Deme ona ki bu gâyet kötü fiiller,
Şer’iatı red etmese sen de kıl teveccüh,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





“Şüphesiz ameller, niyetlerle beraberdir. Kişiye de ancak niyet ettiği vardır.





Kimin hicreti Allah Teâlâ ve Rasûlu için ise, hicreti Allah Teâlâ ve Rasûlünedir.





Kimin hicreti de kavuşacağı bir dünyalık veya bir kadın nikâhlamak için ise, onun hicreti de ancak niyet ettiği şeyedir.”





 [İnsanın niyeti ve bunun sonucunda hareket planında ortaya çıkan fiillerinin temel gerçekliği hususunda net bir sonuca varılamadığı gibi kişinin, türlü savunma mekanizmalarının altına gizlenmiş, kendisinin de bihaber olduğu halleri vardır. Yine meleklerin dahi fark edemediği niyetlerin bulunduğu bilinmektedir. Meleklerin şu sözleri buna işaret eder:





“Seni tesbih ederiz, Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki alîm, hakîm olan Sen’sin.” [21]





Bu, Âdem aleyhisselâmın yaratılışında dolayısıyla mahiyetinde bulunan bir gizlilik olup Âdem aleyhisselâm ile başladığı gibi Allah Teâlâ’ya kadar varacaktır. Seyrin bir yerlerinde bu gizlilik sürekli baş gösterirken sırasıyla zahirden batına doğru her ilerleyişte bir öncekinin bir sonrakinden habersiz olduğu görülmektedir. Şimdi hatırlayamamakla birlikte bir zaman şuur altı ile yaşayıp etkisi altında kaldığımız ve yine bilgisine henüz sahip olmayıp varlığımızda hali hazırda cereyan etmekte olan tüm hadiseler bu gizlilikle hareket eder. İnsanın kendi şuuruyla yaptığı izahlar birçok bahaneyi de içerdiğinden hareketinin mahiyetini açıklamaktan çok uzaktır.





Allah Teâlâ hesap gününde, amelleri sorgularken, insanı; “Hayır bunu şu niyetle yaptın!” cümlesine çokça muhatap kılacaktır. Bu tip bir sorgulama insanın korkunç derecede strese girmesine sebep olacağı gibi “terlere batacak” ifadesiyle açıklanmaktadır. Burada, amellerin zahiri şeklinin kişiyle bağlantısının yanında menfaat, bencillik gibi duyguları içeren batıni yönü son derece ağırlıklı bir durum oluşturacaktır. Bu bakımdan, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Senden sana sığınırım” şeklinde dua etmesi yine hesap gününün zorluğuna işaret etmektedir. Her insanın ilah inancı nefsi ile başlayarak, çeşitli merhalelerden geçer ve nihayetinde Allah Teâlâ’ya kadar ulaşır.





İbrahim aleyhisselâmın yıldız, ay ve güneşin ilah olup olmadıklarını sorgulayışından sonra Allah Teâlâ’yı bulmak için geçirdiği merhaleler kısa dönemler içerisinde gerçekleşmemiştir. Bilgisine ve hakikatine erdiği her bir yanlışı terk ederekten ilahi gerçekliğe ulaşmıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hira’daki inzivası da yine benzer süreçler içerisinde geçmiştir. “Yolunu kaybetmiş görüp seni doğru yola ulaştırmadı mı?” [22] ayetinde de ifade edildiği gibi bu aşama aşama ilerlemeler onda bunalım dahi oluşturmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, inancı ve niyetinde hakikate erişinceye kadar geçirdiği tüm süreçlerde “senden sana sığınırım” duasına muhtaç olduğu görülmektedir. Yine günah gerektiren bir hali olmadığı halde “günde yetmiş defa ve daha fazla istiğfar etmesi”[23] her ilerlemede niyetlerin de başkalaşım gösterdiğini açıklaması açısından önemlidir.





Yakınlık arttıkça başkalaşım gösteren niyetler, insanı daha noksan bir hale getirebileceğinden kişinin bunun farkında olarak (acziyetini bilerek) hareket etmesi gerekmektedir. “İyilerin sevapları mukarrebler yanında günah seviyesindedir” sözü de ilahi mizanda geçerli ölçünün niyetler olduğunun başka bir ifadesidir. 





Buradan, niyetlerimizin amellerimizi geçeceği sonucuna varılabileceği gibi her niyetten Allah Teâlâ’ya sığınmak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “senden sana sığınırım” ifadesini bireysel olarak hayata geçirmektir.





 “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” [24] ayetinin işareti ve yine; “Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” [25] ayetiyle kişinin eylemlerinin çıkış noktasında müspet yada menfi yönde sürekli bir değişimin söz konusu olduğu ifade edilmekte ve buna bağlı olarak niyetlerde gizli bir şirk tehlikesinin varolduğu anlaşılmaktadır. Eğer kişinin eyleminin çıkış noktası ilah edinilen nefsin arzusu ise iyi ve doğru zannedilen birçok şeyde yanılgı söz konusu olacaktır. ][26]





Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger
[27] işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Ne kim mevcût oluptur bu cihânda,
Şayet işlense hepsi yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  





Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
  





Niyâzî ye gelir her gayb ve hâzır,
Görünür cümle arâz ve cevherler,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.  














[1] (MEVLANA, et al., 1965), I. Meclis





[2] Tirmizi Hasen sahih olarak kabul etmiştir. Bkz. Tirmizi, Menâkıb. 55





[3] Kerim KARA, Vâkıât-ı Niyâzî-i Mısrî, Ankara, 1997, Yüksek Lisans Tezi, s.XXV





[4] A’raf:(Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)(A’raf, meşhur bir kavle göre Cennet ile Cehennem arasındaki hicabın, surun yüksek tepeleri demek olur. İbni Abbastan sıratın şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat Hasanı Basri Hazretleri demiştir ki, A’raf ma’rifettendir. Ve mânâ “Ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı simalarından tanımak üzere bir takım rical vardır demektir. Kendisine bu rical “hasenat ve seyyiatları müsavi olan kimselerdir” denildikte dizine vurmuş ve bunlar, demiş, Allah tealânın ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı tanımak ve birbirinden temyiz etmek üzere tâyin buyurduğu bir kavmdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir. Hâsılı A’raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır. Birincisi Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda hasenat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidindir ki Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Tealâ haklarında bir hüküm verir. (İkincisi) Bunlar Enbiya, şühedâ, ahyar, ulemâ veya rical suretinde görünür. Melâike gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.) (E.T.)





[5] (Niyâzî-i Mısrî, 2003), s. 41





[6] Kubab: Kubbeler; Bir yere toplanmış kum.





[7] Kerim KARA, Vâkıât-ı Niyâzî-i Mısrî, Ankara, 1997, Yüksek Lisans Tezi, s.XXVI





[8] (ÇEÇEN, 2006), s.71; (Niyazî-i MISRÎ, 1223), s. 42a





[9] (YALOM, et al., 2000), s. 129





[10] (Marcus AURELIUS, 2006), II. Kitap, 10, s. 42  





[11] Afak: Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire.   Etraf. Cihetler.   Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs’dür.)





[12] Hor:f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi.   Güneş, ışık, aydınlık.   Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor  : Miras yiyen





[13] Sarf: (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider.   Fazl.   Hile.   Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.   Farz.   Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim.   Para bozma.





[14] Şeyh Mustafa Kabûlî er-Rifâî, Kenzü’l-Esrâr, İst., 2001, s.31-32





[15] Ken’an Rifâî, Sohbetler. s. 17





[16] Buhârî. Rikak. 38; İbn. Mâce. Fiten. 16: İbn Hanbel. VI/256:





[17] (MEVLANA, et al., 1965), I. Meclis





[18] Hadis değişik lafızlarla Ebû Hureyre (r.) ve Enes b. Mâlik'den (r.) rivayet edilmiştir. Ebû Hureyre (r.) rivayeti için bak: Buhârî, Mevâkît (8), 9, Bed'ul-Halk (59), 10. Tirmizî, Sifatu Cehennem (40), 9, hd. no: 2592. Dârimî, 2, 340, Rikâk (20), 119. Musned, 2, 238. 277. 503. Zevâid. 10, 388. Enes b. Mâlik (r.) rivayeti için bak: Zevâid, 10. 388.





[19] Hüneri Tavla oyuncusu





[20] İkbal: Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah.   İstemek. (Bak: İdbar)





[21] Bakara, 32





[22] Duha, 7





[23] "İstiğfâr eden kimse günde yetmiş defa da günah işlemiş olsa bunda israr etmiş sayılmaz" (Tirmizî, Deavât, 107).





[24] Saffat, 96





[25] Casiye, 23





[26] (ALTUNTAŞ, 2009), s.35 - 40





[27] Ger: f. Türkçedeki “eğer” kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar