Print Friendly and PDF

Hu Deyen


و   V





164





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Gir semâ’a zikr ile gel yâne yâne Hû deyu,
Er safâyı aşkı- Hakk’a yâne yâne Hû deyu. 





Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin anda yane yane Hû deyu. 





Gördüler Hû kaplamış hep On sekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle Hû’dan yane yane Hû deyu. 





Zât-ı Hakk’ı buldular,  buluştular Hû ile,
Dost göründü her taraftan yane yane Hû deyu. 





Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in haznesinden yâne yâne Hû deyu. 





Gir semâ’a zikr ile gel yâne yâne Hû deyu,
Er safâyı aşkı- Hakk’a yâne yâne Hû deyu. 





Gir semâya zikr ile gel yana yana Hû deyu,
Er safâyı Hakk aşkına yana yana Hû deyu. 





Semâ, bir merkez etrafında dönen bir cismin aynı zamanda kendi ekseni etrafında dönme hareketidir. Semâ kelimesi aynı zamanda “gök” anlamına gelir. Zaten bütün gök cisimleri de hem bir merkez, hem de kendi eksenleri etrafında dönerler. Gezegenler güneşin, güneş galaksi merkezinin, galaksiler süper galaksilerin merkezlerinin etrafında dönerken aynı zamanda kendi eksenleri etrafında da dönüş yaparlar. Kur'an-ı Kerim, gök cisimlerinin bu hareketlerini onların yaptıkları zikir olarak tanıtmaktadır.





Eğer gök cisimleri kendi etrafında dönmezlerse etrafında döndükleri merkezin cazibesine kapılarak onda yok olurlar. Bundan ötürü hem merkezin hem de kendi eksenlerinin etrafında dönüş yaparak bir denge sağlamak suretiyle varlıklarını devam ettirirler. Çünkü kendi ekseni etrafında dönmek de merkezkaç kuvvet yaratır. İşte semâzen de, insanın hayattaki bu zıt güçler arasında kalış macerasının aynını gösteren bir dönme hareketi yapmaktadır.





Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin anda yane yane Hû deyu. 





Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin ondan yana yana Hû deyu. 





“Hû” Ahadiyyet-ül-ayn’a işârettir. “Allah” Ahadiyyet-ül-kesret’e işârettir.  Çünkü Ulûhiyyet mertebesi bütün ilmî ve dış kesretleri şâmil ve müstağrak olan Ulûhiyyet mertebesidir, yani “Allah” ismi ve Ulûhiyyet mertebesi sâhibi,  gerek Allahın ilminde olan kesret-i ilmiyyeyi ve gerek hâriçte olan kesretleri, yani bütün mevcûdat ve mahlûkat-ı dünyeviyye ve uhreviyye esmâ ve sıfatları,  velhâsıl her ne kesret var ise cümlesini muhît ve müstağraktır. 





Hû yani Hüviyyet gayb-ı mutlak zât-ı baht-ı kesretten sarf-ı nazar “Ahadiyyet-il-ayn” makâmıdır,  bundan daha yüksek mertebe yoktur.   Yani Ulûhiyyet bütün ilahî mertebeleri muhît ve müstağraktır,  velâkin Ulûhiyyet mertebesinde Hüviyyet mertebesi altında münderictir. Ulûhiyyet mertebesi sahibi bütün âlemlerde mütesarrıftır,  yani âlemlerde tasarruf eden Ulûhiyyet mertebesi sahibidir.   Hâlbuki Hüviyyet mertebesinde tasarruf yoktur,  zevk yoktur. Onun için Kâmiller Ahadiyyet-ül ayni telkin etmezler. Telkin ettikleri Ahadiyyet-il-kesrettir,  çünkü Ahadiyyet-ül-ayn’da zevk ve şevk yoktur,  zevk Ahadiyyet-il-kesrettedir. 





Gördüler Hû kaplamış hep On sekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle Hû’dan yane yane Hû deyu. 





Gördüler Hû kaplamış hep On sekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle Hû’dan yana yana Hû deyu. 





Zât-ı Hakk’ı buldular,  buluştular Hû ile,
Dost göründü her taraftan yane yane Hû deyu. 





Zât-ı Hakk’ı buldular,  buluştular Hû ile
Dost göründü her taraftan yana yana Hû deyu. 





HÛ (هو) asla görülmesi mümkün olmayan gayb sırrından ibarettir. Amma bütün mevcudat onunla meydana ve açığa çıkmıştır. Hû bir çekirdek gibidir ki sonradan ağaç olmuştur. Eğer o çekirdek olmayaydı ağaç olmazdı. O çekirdek ağacın her yerine sirayet etmiştir. Lakin görünmez fakat ağaç yetişip büyümeyi o sır ile alır. Yılda bir kez yapraklanıp, çiçek tutup meyvalandığı o sır ile olur. Meydana gelip meyve olarak görünen, bir iken bin görünen o sırdır. Bir'den yüz bin görünmüştür ki cümlesi bir çekirdektendir. Kâh bir görünür kâh yüz bin görünür.





Gözde görünen o sırdır, kulakta işiten, elde olan kuvvet, ayakta yürüyen, yüzlerde görünen güzellik, o güzelliğe âşık olan, güldeki güzel koku, bülbüldeki sonsuz şakıma hep o sırdır. Aaah ne diyeyim ki her ne var ise o sırdır. Yüzü Hû'dur ki ona gaybların gaybı, içlerin içi (bâtınu'l-butûn) belirmemiş asıl ve sâri olan hüviyyet dahi derler. İşte bu yüzden Hakkı mütâlea Hû ismini zikr etmektir. Gerekse dili susmuş olsun gerekse başka sözde olsun.[1]





Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in haznesinden yâne yâne Hû deyu. 





Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in hazinesinden yana yana Hû deyu. 





 HÛ NEFESİ





‘Hu’ zikri kalbi besleyen, ruhu arındıran bir tesire sahiptir. Bu nedenle ney’in ‘Hu nefesi’ ile dervişin kalbinin üstüne okuduğu ‘Hu’ zikri aynı âşk ve muhabbeti temin eder. Allah Teâlâ yolcusunun dilinde her nefes zikri ve kalbinde onun muhabbeti vardır. 





 Arapça'da üçüncü tekil şahsı ifade eden hüve (hû) zamiri, tasavvuf ehli arasında ilâhî isimlerden sayılıp, Allah Teâlâ kelimesiyle eş değerde tutulmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın Celâl ismi olan "Allah" lafzı zâhir (şehâdet) âlemiyle, zât ismi olan Hû zamiri ise bâtın (gayb) âlemiyle ilgilidir.[2]





 Mutasavvıflar ve tefsîr âlimleri, "Hû" kelimesinin ihtivâ ettiği sırlara dair geniş açıklamalarda bulunmuşlardır. Meselâ İsmail Hakkî Bursevî, Hüccetü'l-Bâliga adlı eserinde bu hususta şu görüşlere yer verir:





"Ayın yirmi sekiz menzili olup her gün bir menzilde döndüğü gibi, insanın ağzında da yirmi sekiz mahreç vardır ve konuşulan harflerle kelimeler o mahreçleri devreder. Nitekim Arap harfleri de yirmi sekiz adettir. "Hû" kelimesi de, göğüs boşluğundan çıkan "he-هـ"den başlayıp, dudakla telaffuz edilen "vav- و"a gelinceye kadar bütün mahreçleri ihtivâ eden bir özellik arz ettiğinden, sûfîlerce büyük bir sırra delâlet ettiği ve Kelime-i Şehâdet'ten sonra en faziletli zikir ve isim olduğu kabul edilmiştir. Sûfîlerin, "Hû bütün isimleri ihata etmiştir." demeleri, onun ağzındaki çıkış mahallinden dolayı değil, Ehad tecellîsi itibariyledir. "mukarrebîn" makamına ulaşan kimseler, ezelde Allah Teâlâ'ya verdikleri söze zâhirî ve bâtınî bakımdan vefâ etmişler, misâk gününde kimin hitabını işitmişlerse dünyada da ondan başkasını görmemişlerdir. Bundan dolayı Hû zamirine ondan başka mercî kabul etmemişlerdir. O hâlde onlara göre, "Hû, Hû" demek, "Allah, Allah" demektir. Onun için sûfîler Hû ismiyle çokça meşgul olmuşlardır. Onlara bu hususta ta'n edenler, Tevhîd'in hakikatından habersiz olduklarından dolayı ta'n ederler." [3]





"Tarîk-i esmâ" ve "tarîk-i nefsânî" adı verilen ve nefis mertebelerini, her birisinde Allah Teâlâ'nın bir ismini zikretmek suretiyle, sırayla katetmeyi esas alan mesleklerde, sâlik, "nefs-i emmâre" mertebesinde "Lâ ilâhe illallah", "nefs-i levvâme" mertebesinde "Allah", "nefs-i mülhime" mertebesinde ise "Hû" ismiyle zikreder. Sırayla ilk mertebede "tevhîd-i ef'âl"e, ikincisinde "tevhîd-i sıfât"a, üçüncüsünde de "tevhîd-i zât"a ulaşır.





Hû ismi, sâlike lâhûta yükselip nefsi mülhime olunca verilir. Vücut birliği burada idrâk edilir. İsmail Hakkî Bursevî başka bir yerde, "Muvahhidlerin zikri Huvallah'dır." der. [4]





Hû'nun gerçeğine mazhar olan, yani, yokluğa ulaşıp Hak ile var olan müşahede ehli, "Allah vardı ve Onunla beraber hiç bir şey yoktu." sırrına "el-ân kemâkân" (şu an da öyledir!) derler.





 İbn’ül Arabî, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu hadisini açıklarken şöyle der: "Bunun mânâsı; Allah Teâlâ mevcuttur ve onunla beraber hiç bir şey yoktur. Yani Hakk'tan başka kendi zatıyla vacib (olabilecek) bir vücud yoktur. Mümkün varlıklar ise Allah ile vâcibü'l-vücûd(varlığı zorunlu)dur. Çünkü âlem, O'nun zâhir olduğu yerdir ve Allah âlem ile zâhirdir.”[5]





 Sırrı Paşa, ‘Sırr-ı Kur'an’ isimli eserinde Hû hakkında şu bilgileri vermektedir:





Kul, her türlü alâkanın üstünde olan Allah Teâlâ'ya doğrudan hitabı edebe uygun olmadığından, O'na gâib sıfatıyla seslenerek "yâ Hû" der.





Hû sözü, kişinin nefsinin ve -aslında var olmayan- Allah Teâlâ'nın dışındaki şeylerin (mâsivallah) yokluğunu ifade eder. Kişi Hû diyerek mâsivallahın âdem-i mahz ve nefy-i sırf olduğuna hükmeder. Bu, Allah sözünün sonundaki h harfinde bulunmaktadır. Yâ Hû diye zikre devam etmedikçe, bu söz konusu hâl idrâk edilemez.





Kul, Allah'ı sıfat isimlerinden biriyle zikrederse marifetullaha gark olmuş olmaz. Hû zamirinin mercii ise bizzat Hakk'ın zâtıdır. Hû zikrinin kalbte meydana getirdiği nur hiç bir şekilde kararmaz ve tam bir keşif hali doğurur.





Nefsi, his âleminden uzaklaştırıp kudsî âleme yaklaştırmak için sıfat isimlerini zikretmek gereklidir. Bu isimler ise tam olarak Allah Teâlâ'nın zâtını ifadeden uzaktır. Bu durum anlaşılınca, kul Hû demeye başlar. Bu durumdaki kul sanki şöyle demiş gibidir:





Yâ Rab, mahlûkatın noksanlarını senden gidermemden veya onların kemallerini sana isnat ederek seni yüceltişimden senin rububiyyetin daha yüksektir. Senin celâl ve kemâlin ondan büyük ve yücedir. Ancak, kendi hüviyyetinle yine kendi hüviyyetini medh ü senâ ederim. Sana "ente" (sen) sözüyle de hitap etmem. Bu sözde kibir vardır. Böyle hitap edince, sanki ben bir meblağa bâliğ olmuşum da Vâcibü'lvücut'ta hazır gibi imişim anlamı ortaya çıkar. Onun için ben de Hû sözü üzerine bir şey katmam. Böylece, Rabb'imin zâtının yine zâtı ile övülmüş ve mahlûkat ile münasebetten arınmış ve yüce olduğunu ikrar ve itiraf etmiş olurum. Hû sözü, bu sırları uyandırdığından tecelli ve mükâşefe makamlarında en şerefli zikir sayılmıştır.





  Bazı işaret ehli, Hak Taalâ Hû ismiyle sırları keşfedici ve bunun dışındaki isimleriyle kalbleri açıcıdır demişlerdir.





Halveti mesleğinde Hû, esmâ tarikinde yedi isimden üçüncüsüdür. Nefs-i mülhime ve seyr-i alâllah makamıdır. Yeri ruh ve sarı nurdur. Sâlik, sır makamının açılması için Hû zikrine devam etmelidir.[6] Âşk ve muhabbet, bu esma ile kemâl bulur.[7]





Hz. Ali kerremallâhü veche çoğu zaman





"YÂ HÛ YÂ MEN HÛ





HÜVE'LLÂHU İLLÂ HÛ





LÂ-YA'LEMU EYNE HÛ İLLÂ HÛ" diye dua edermiş. Kendisine sebebini soranlara bunun ism-i a'zam olduğunu söylermiş.[8]





 Bu husus, Yunus Emre'de şu şekilde dile getirilmiştir:





 Evveli Hû âhiri Hû yâ Hû illâ Hû olam





Evvel âhir ol kala vü men aleyhâ fân olam [9]





 Meselâ "Allah" isminde "elif" kaldırılırsa "lillah" kalır ve bir mânâ ifade eder. "Lam" kaldırılınca "lehü" kalır. Bunun da mânâsı vardır. İkinci "lam" kaldırılırsa "hu" kalır: Bu da "huve"nin aslı olan "he"dir. Hüvenin aslı "vav"sız, "hâ-i vâhide"den yani " he" den ibarettir...[10]





"Vav"ın "Hâ"ya dâhil olması işba' (doyurma, ilâve etme) kabilindendir. Âdi istimrar bu ikisini tek kelime yapmıştır."Hüve" isimlerin en faziletlisidir...





Necmeddin-i Kübrâ'ya göre, dil, bir harf ile zikretmek için yeterli değildir. Çünkü lisan -küçük dil, büyük dil olmak üzere- çift olan şeylerdendir. Kalb ise böyle değildir. Zikr için bir harf ona kâfidir. Çünkü, kendisi de herkesin göğüs boşluğunda bir tanedir.[11]





H( ه ) sâkindir. Zira onun aslı kalbtendir. Kalb daire biçimindedir. H( ه ) harfinin yazılıştaki şeklinin yuvarlak oluşu bu mânâya işaret etmektedir. Daire, merkezi ve aslı olan noktadan ayrılmaz, hareket etmez. Kalb dairesinin merkez noktası ise Hakk'tır. Şöyle de ifade edilebilir: Daire gibi bir sâkin, bir de müteharrik vardır. Daire ise bir nokta etrafında bulunur. Daire değirmen taşını çeviren demirin çevresindeki taştır. Veya daire kuzey-güney kutup daireleri arasındaki iki noktadır.





Necmeddin-i Kübrâ'nın belirttiğine göre, Sehl b. Abdullah Tüsterî (hyt. 283/986), müridlerine:





"Size bir belâ ve musibet geldiği zaman sakın ah (hılı) demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir.





Âh deyin, bu Allah Teâlâ'nın ismidir. Vah vah  (  وه)  da böyledir. Çünkü bu Hû'nun (هو) ters dönmüş şeklidir." demiştir. [12]














[1]  (Niyâzî-i Mısrî, 2003), s.89-90





[2] İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu'n-Netîce, II, Haz. Ali Namlı-İmdat Yavaş, İstanbul 1997, s. 223-224.





[3] Seyyid Muhammed Fâzıl el-Mevlevî, Hakâyık-ı Ezkâr Şerh-i Evrâd-ı Mevlânâ, İstanbul 1283 s. 205-206.





[4] İsmail Hakkı Bursavî, Kitâbü'l-Envâr, Haz. Naim Avan, İstanbul 1999, s. 95.





[5] Nihat Keklik, El-Fütûhat el-Mekkiyye-Esas Motifler, İstanbul 1980, c. II, Bölüm B, s. 390





[6] Haririzâde Kemaleddin, Şerh-i Vird-i Settâr, İstanbul 1287, s. 67-68,





[7] Seyyid Yahya-ı Şirvanî, Vird-i Settâr Şerhi, Şerh eden: Prizrenli Markalaçzâde Süleyman bin Rüstem Efendi, İzmir, 1998, s. 47.





[8] İsmail Ankaravî, Minhâcu'l-Fukarâ, Haz. Saadettin Ekici, İstanbul 1996, s. 145.





[9] Yunus Emre Dîvânı-II, İstanbul 1997, s. 283.





[10] Lafza-i Celâl: Allah - İsm-i celâl, yâni şerefli “Allah” kelime­si, doksan dokuz ismin en büyüğüdür. Bir kimse “Yâ Allah!” de­rse Hak Teâlâ Hazretlerini bütün sıfatlarıyla yâd ve bütün fiille­riyle zikretmiş olur. Fakat “Yâ Rahman!” dese yalnız rahmet sı­fatıyla anmış olur. Diğer isimlerde böyledir. Bu lafza-i celâl Allah Teâlâ’nın has ismidir, hiçbir şeyden türemiş değil­dir. Bu doğru görüş İmam Halil’in, Sîbeveyh’in, usûlcülerin ço­ğunluğunun ve fukahanın görüşüdür. (AYNÎ, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, sadeleştiren H.Rahmi YANANLI, İstanbul, 2000 s. 231–232)





[11] Ahzab,4





[12] Neyzen Ender Doğan, (http://www.neyzender.com)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar