Print Friendly and PDF

Hz. İsa'm Geldi


61





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Hazreti İsâ inüp gökten tamam etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr.
  





Dirilüp acb-i zenebden hem cümle mevtâ ser-te-ser,
Na’ra-i İsrâfil oldu cümleye çalındı sûr.  





Bir kabirden bin Muhammed her birisi Yüzbine,
Baş olup gitti önünce “zâlik-e yevmün-nüşûr”





Enbiyânın âsmân-ı Hakk gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri tezyindürür etme gurûr.  





Mısrıyâ her sözünü Hakk’dan işit hak söyle kim,
Ric’at ile baksalar da görmeye kimse futûr





Hazreti İsâ inüp gökten tamam etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr.  





Hazreti İsâ inip gökten tamamen meydana çıktı,
Eğer sen anlayamıyorsan belki noksanlık sendendir.  





Bu beyitlerde Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzbahsederken kendinin manevî halindeki tasarrufun ve halin Hazreti İsâ aleyhisselâm ile özdeştirmesidir.





İsâ aleyhisselâm bir dahi nüzul eylemez. Sen onu anlayup bildügünden bu ezayı idersin. Peygamberlerin, beddu’âsı yerde kalmaz dirler. Bana bu beddu'âyı etdüren Allah Teâlâ’dur. Bu du'anun icabeti mukarrerdür bi-ihtiyarum. Ben du'âyı sana derûn-ı dilden[1] etdüm. kabûlı kendine müfevvezdür.[2] Ey dînsüz benden sana şimden gerü hayır yokdur. [3]





Bu türlü hallerin bütün evliyaullahta birebir tezahürü bulunur. Bazıları makamlarda karar kılarak ilerleyemez. Fakat Niyâzî-i Mısrî Efendimiz son döneminde bu gibi iddiaları kalmamıştır. Çünkü onun inziva hayatı olarak geçen son dönemleri bu gibi tevilleri söylemediğini göstermektedir. Çünkü artık içine kapanmış ve ahret hazırlığı içindedir.





   “Hazreti İsâ inip gökten” de,  Hazreti İsâ aleyhisselâm teşbihe dâvet ederdi (Cem makâmına),  Hazreti Mûsa aleyhisselâm ise tenzihe (Hazret-il Cem makâmına) davet ederdi.   Çünkü Hazreti Mûsa’nın kavmi teşbih ehli idi. İşte her vakitte her peygamberin meşreb ve meşhedinde (gidiş ve ve tutumlarında ve geldikleri zamanlarında) çeşitli insanlar vardı.  Beyite geçen hazreti İsâ’dan murad edilen Cem makâmı sâhipleridir.  





Tevhîd, Tenzih, Teşbih





Kur'an-ı Kerim, bizi sürekli olarak basiretli ve keskin görüşlü olmaya davet ediyor:





“Başınızı kaldırıp göklere bir bakınız: Yıldızlar nasıl doğuyor ve batıyor, bu seyir ve hareketlerinde hiçbirisi yollarından şaşmıyor! Yere bir bakınız: Yağmurlar nasıl kurumuş toprakları diriltip içinden çeşit çeşit otlar ve ağaçlar bitiriyor! Canlı olan şeylere bir bakınız: Bir damla nutfe nasıl önce kan pıhtısına, sonra ete ve kemiğe dönüşüp nihayet son derece güzel bir biçimde insan oluyor! Ey gafil insanlar! Bulunduğunuz yerden biraz Uzaklara seyahat ediniz: Şimdi içinde insan ve cin kalmamış hâlde gördüğünüz yüksek sütunlu, son derece sağlam ve muazzam binaların sizden çok daha kuvvetli sakinleri ne olmuş? Bunlara bakıp düşününüz!”





Bizi âfâk ve enfüsteki (dışımızdaki ve içimizdeki) delillerle âyetleri araştırarak düşünmeye ve bu sayede hakikate ulaşmaya teşvik eden Yüce Rabbimiz'in şu yüce fermanına uyarak Muhyiddin ibn-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz de, Allah Teâlâ'yı görmek için eşyaya bakmayı tavsiye ediyor. Meşşâî (gezimcilik -Aristo- okulu) filozofu ve Şeyhü'r-Reîs İbni Sina ile Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid Gazâlî'yi, yaratıklara nazar etmeksizin Allah Teâlâ'nın aklen bilineceğini iddia ettikleri için beğenmiyor.





Bu düşünceler İbn’ul Arabî’ye göre yanlıştır. Zira ulûhiyyeti bilmek onun gerektirdiği varlığı bilmeğe bağlıdır. Mademki ulûhiyyet bütün ilâhi isimleri ve Rabbânî sıfatları kendinde toplayıcıdır onların görünme ve görülme sahası olan ekvânı (varlıkları) bilmeyince nasıl bilinebilir?





Fakat şefkatli İbn’ul Arabî’ye, kendisini okuyanlara sevgi ve acıma gözüyle baktığını göstererek:





“Bârî Teâlâ'ya ortak olduğunu kabul edenlere önem vermeyiniz, onlara Allah Teâlâ'nın birliğini isbat için delil getirmeğe kalkışmayınız! Zira müşrik olan (Allah Teâlâ'ya ortak koşan) kimse sizinle beraber Yüce Yaratıcı'nın varlığını kabul ediyor, fakat sizden fazla olarak bir de o Yüce Yaratıcı'nın ortağı olduğunu iddia ediyor. O hâlde bu bâtıl (geçersiz) iddiasını isbat etmek ona düşer,” buyuruyorlar.





Ne ince bîr düşünce!..





İbni Arabî, Allah'ın tevhidi ile tenzih'i de tavsiye ediyor. Tenzihten kasdettiği, hiçbir şeyin Hakk'a benzemediğine inanmaktır. Yahut âlem görünüş, sahasına çıkmadan önce Allah Teâlâ her ne hâlde ise âlemin varlığından sonra da O'nun yine o hâlde bulunduğunu kabul ve teslim etmektir.





Teşbîh'e gelince, bu hususta âyet ve hadîslerde veya geçmiş nebilerin sözlerinde tesadüf olunan kelimelerin anlamlarını Allah Teâlâ'nın ilmine havale ederek hepsine inanmak gerektir.





Kısaca İbn’ul Arabî’ye göre tenzih ile teşbih arasını birleştirmek, ariflerin (Allah'ı kesin bilgi, görüş ve oluşla tanıyan kimselerin) sânıdır.





“O hâlde eğer sen tenzih edersen bağlayıcı olursun,





Eğer teşbihine inanırsan Onu sınırlandırmış olursun,





Eğer her ikisine birden inanırsan doğru yola götüren olursun,





Allah Teâlâ'yı tanıma yolunda kendisine uyulan imam ve efendi olursun.” 





(Füsûsu'l-Hikem, Nuh Kelimesindeki Subbuhî Hikmet fassından) [4]





Bu hususta İbn’ül Arabî, bir beytinde şöyle der:





Hakk, bu cihetle halktır, düşününüz! Şu cihetten de halk değildir, anlayınız!





…..





İster birleştir, ister tefrik et! Zîrâ asıl (ayn) birdir. Aynı zamanda çokluktur da; bu hali üzere durup bakî kalmaz.[5]





Dirilüp acb-i zenebden hem cümle mevtâ ser-te-ser,
Na’ra-i İsrâfil oldu cümleye çalındı sûr.  





Bütün ölüler acb-i zenebden[6] baştanbaşa dirilir,
Her şeye İsrâfil Sesi ulaştı sûr çalındı.  





Bir kabirden bin Muhammed her birisi Yüzbine,
Baş olup gitti önünce “zâlik-e yevmün-nüşûr”





Bir kabirden bin Muhammed çıkıp her birisi yüzbine
Önünde baş olup gitti “zâlik-e yevmün-nüşûr”





كَذَلِكَ النُّشُورُ  “İşte ölüleri diriltmek de böyledir.” [7]





“zâlik-e yevmün-nüşûr” “Bu dirilme günü bu şekilde olur.”





“Bir kabirden Bin Muhammed” demek Muhammedî olanlardan Bin kişi zâhir olur demektir. Çünkü İsâ meşrebinde olanlara Îsevî derler,  Mûsa meşrebinde olanlara Mûsevî derler. İşte Muhammed meşrebinde olanlara da Muhammedî derler.  





Enbiyânın sözlerini Evliyâ tezyin eder,  yani enbiyanın sözlerini Velîler kendilerinden herhangi bir katkıda bulunmadan noksansız olarak süsleyerek bildirirler.





Enbiyânın âsmân-ı Hakk gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri tezyindürür etme gurûr.  





Nebilerin seması Hakk gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri süsleyicidir etme gurûr.  





Ediplerin sultanı ve arkadaşların bilginlerinden olan Mevlânâ Fahreddin-i Dîvdesî’den nakledilmiştir ki:  Bir gün Mevlânâ hazretleri: “Bizim makbulümüz olan her söz bizim sözümüzdür. Nitekim yüce Allah Teâlâ mecid olan Kelâmında:  





“Ben sizin yüce rabbinizim” [8] buyurmuştur. Her ne kadar bu söz Firavun’dan naklen söylenmiş ve bir mahlûkun sözü olması bakımından namazı boz­ması lazım gelirse de. Yüce Allah Teâlâ onu zikretmiş ve Kur’an-Mecid’de söylemiş olduğu için bu söz namazı bozmaz. Çünkü o, Allah Teâlâ’ya bağlıdır. Bi­naenaleyh bundan açıkça anlaşılıyor ki, ulu Allah Teâlâ hazretlerinin beğendiği, hoş ve makbul gördüğü her şey ona mütealliktir. Böylece mahlûkun Allah Teâlâ tarafından nakledilen sözü, namazı bozmaz, Allah Teâlâ’ya ait olan bir sözü peygamberlerden veya velilerden beşerî bir mahlûk söylemiş olsa, o söz yine Allah Teâlâ’nın sözü sayılır” dedi. Nitekim bu­yurmuştur:





Kur’an nebi’in dudağından çıkmışsa da,   her kim onu Allah Teâlâ söylemedi derse kâfirdir. [9]





“Abdullah’ın boğazından çıkmış olsa da o ses Allah Teâlâ’dandır.”    [10]





Mısrıyâ her sözünü Hakk’dan işit hak söyle kim,
Ric’at ile baksalar da görmeye kimse futûr





Yâ Mısrı her sözünü Hakk’dan işit Hakk söyle ki,
Dönüp dönüp ile baksalar da kimse noksanlık görmeye





Hakk’a vasıl olan kulların her sözü hak ve burhan olunca kimse itiraz edemez. Çünkü onlar hevalarından konuşmazlar.





Kur'ân-ı Kerim’in bakışına göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin konuşması Allah Teâlâ'ya ait yani ilâhî kaynaklıdır.





“O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.” [11]





 Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme birçok bilginin, haberlerin vahiy yoluyla verildiği bil­dirildiği Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır [12]. Ona gönderilen gayr-i metlüv vahiyler Kur’ân-ı Kerim’de yer almadığı [13], bir kısmını da çeşitli şekillerde bildirmiştir.














[1] Gönülden





[2] Müfevvez: (Tefviz. den) Sipariş ve ihâle olunmuş.





[3] (MISRÎ, 1223), v. 53b





[4] (AYNİ, 1995), s. 86-88





[5] İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 79.





[6]  Acbüz zeneb: İnsanın kuyruk sokumunda bulunan ve ikinci yaratılışa çekirdek hükmünde olacak küçük kemik.





[7] Fatır, 9





[8] Naziat, 29





[9] Mesnevi. c.IV. b. 2122





[10] (Ahm95), s. 700-(442)





[11] Necm, 3-4





[12] Nûr: 24/11-16; Muhammed: 47/16; el-Haşr: 59/11-12; et-Tahrîm: 66/3.





[13] Gayr-ı Metlüv Vahiy





Oryantalistlerin başlattığı ve bazı müslümanlarca da kabul gören “Kur’ân-ı Kerim dışında vahiy olmadığı ve sünnetin vahiy olmadığı” belli bir mesafe kat etmiş ve müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Sünneti hafife alan veya inkâr eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur’ân-ı Kerim’den başka vahyin” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme inip inmediğidir. Bunu Kur’ân-ı Kerim şu şekilde açıklar.





 “Nebi, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O bunu nebinin diğer bir eşine haber verince, Allah da bu durumu nebiye bildirmişti, o da bir kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını da yüzüne vurmadı. Nebi bunu ona haber verince eşi “Bunu sana kim söyledi?” dedi. Nebi, ”Bilen, her şeyden haberi olan Allah Teâlâ bana söyledi” dedi.” (Tahrim, 3)





Tefsirlerde beyan edildiğine göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gizli tutmak kaydıyla eşi Hafsa'ya bir söz söylemiş; ancak o, bu sözü saklayamayıp Hz. Aişe'ye söy­lemiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ durumu Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bildirmiş, o da Hafsa'ya anlatmıştır. Hafsa, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bunu kimin haber verdiğini sormuş, O da Allah Teâlâ’nın bildirdiğini söylemiştir. Ancak Kur'ân'da bu bildirimin kendisi yer almıyor. Demek ki bu bildirim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gayr-i metlüv vahiyle bildirilmiştir.





Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer birçok ayette (Ahzab, 37; Bakara, 144; Haşr, 5; Fetih, 15; Şura, 21; Hakka 44,47; Yunus; 15; Enfal, 5; Nur, 62; Enfal, 9) gayr-i metlüv vahyin olduğuna işaretler mevcuttur. İşte bu hakikati ifade ederek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Dikkat edin bana Kur-an ve benzeri verildi.”(Ebu Davut, 6)Bu nedenleResul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla mesuldür. (Maide, 67)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar