Print Friendly and PDF

İçeri Gelsene


102





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





İçerü gel anlar isen söyleyen irfana bak [1]





Hâl diliyle sana bir bir nutk eden hayvana bak





Ehl-i diller sükût üzre kamusu münzevi
Başını hırkaya çekmiş şu yatan aslana bak





Buyrulan emrin hilafı alınan tedbîr kamu
Münkir ü kâfir münafık katil olan Mervâna bak





Hazret-i Kuran şer’ün hılâfıdur fetva bu dem
Her biri bir zulûme müncer olan fermana bak





Zahirî Efrenc görünür gizlidür adâ-yı dîn
Hak yolunda akıbet zebh olunan kurbâna bak





Rûmeli etmez itaat böyledür encâm-ı kâr
Anadolu canibinde sen olan isyâna bak





Ğayretullâh zuhur itdi zuhur eyler hemân
Hazret-i ism-i şan yüzünden lutf olan ihsana bak





Mîm-i gavrâda zuhur eyler o zât-ı muhterem
Dikkat eyle eftah aynun görünen seyrâna bak





Ey Niyâzî Hazret-i Hallâkı dergâh-ı Hüdâ
Sâhib-i kevn ü mekân kudret-i Yezdâna bak





İçerü gel anlar isen söyleyen irfana bak





Hâl diliyle sana bir bir nutk eden hayvana bak





Gel içeri anlar isen söyleyen irfana bak





Hâl diliyle sana bir bir konuşan hayvana bak





Seneca dedi ki, "Eski Yunan'da atasözü ha­line gelmiş bir deyiş vardır: ‘İnsanın yaşamı neyse, konuşması da odur’. Nasıl ki her bir bireyin konuşması, yaşamına benzerse, onun gibi, toplumun ahlâk yapısı yozlaşıp kendini zevklere kaptırmışsa, konuşma biçemi de toplumun geleneklerine benzeyecektir. Toplumun lükse düşkünlüğünün kanıtı, arsız bir konuşma biçemidir; bir iki kişinin hoşuna gitmese bile yine de onaylanır ve kabul edilir. " [2]





Ehl-i diller sükût üzre kamusu münzevi
Başını hırkaya çekmiş şu yatan aslana bak





Ehl-i diller sükût üzre hepsi yalnız başına
Başının üstüne hırka çekmiş şu yatan aslana bak





Buyrulan emrin hilafı alınan tedbîr kamu
Münkir ü kâfir münafık katil  olan Mervân’a bak





Buyrulan emrin aksine alınan tedbîrin tümü
Münkir, kâfir ve münafık katil olan Mervân’a bak





Mervan b.el‐Hakem





Emevi halifelerinden Muaviye b. Yezid’in vefatından sonra hilafet ailenin başka bir koluna Ebu’l As b. Ümeyye’nin torunu Mervan b. El Hakem’e geçmiştir. Artık bundan sonra gelen Emevi halifeleri ailenin bu kolundandır ve Mervaniler olarak isimlendirilirler. Daha önceki halifelerede Ebû Süfyan’a nisbetle Sûfyaniler denilirdi. Mervan Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babasının İslamiyet’e olan düşmanca tavırlarından dolayı Taif’e sürgün edilmişlerdir. Daha sonra Hz. Osman radiyallahü anh döneminde onun müsaadesiyle Medine’ye gelmişlerdir.





Muaviye zamanında birkaç kere Medine’ye vali olmuştur. Yezid öldüğünde Ubeydullah b. Ziyad olmasaydı Abdullah b. Zübeyr’e biat etmeye hazırlanıyordu. İbn Ziyad Emeviler’in en büyüğü olması hasebiyle halifeliği kendisinin almasını istedi. Onu destekleyecek adamlar buldu ve MerciRahit harbinden sonra halife oldu. Öldüğü zaman sadece Şam ve Mısır’a hâkim durumdaydı. Ölünce yerine oğlu Abdülmelik geçti.





Emevi sülalesinin Mervanî kolunun ceddi olup, Mekke veya Taif’te anlaşıldığına göre, hicretten evvel dünyaya gelmiştir. Rivayet onun doğum tarihini hicretten 2, 4 veya 5 sene evvel göstermekle, kendisinden “sahabe” ünvanını refetmek, babasının sürüldüğü Taif’e beraber gitmek mecburiyetinde kaldığından, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin meclisine devam etmesine maddeten imkân olmadığını göstermek gayesini hedef tutar; bir görezkarlık eseri olarak da onu Tariz b. al‐Tarız diye tavsifeder. Mervan, yaşlı, kurnaz, hain ve muhteris bir adamdı. Sonraki Emevi halifeleri onun neslinden geldi. Mervan, Hakem b. Ebi’l‐As b. Umeyye’nin oğludur. Annesi Alkame b. Süfyanel‐ Kinani’nin kızı Amine’dir. Mervan, hicretin ikinci senesinde (624) doğmuştur. Babası Hakem, Mekke’nin fethinde Müslüman olmuş ve Mervan Müslüman olarak yetişmiştir.





Büyük amcası Hz. Osman radiyallahü anh halife olunca Mervan’ı kâtipliğine tayin etti. Mervan bu sıfat ile Hz. Osman radiyallahü anhın sarayı muhasara edilirken, ağır suretle yaralanmış ve sonra Cemel vakasına iştirak ederek orada da yaralar almıştır. Mervan’ın sıhhati bütün ömür boyunca bu yaraların tesiri altında bulunacaktır. Muaviye onu amcazadesi Said b. al‐ Aş ile birbirini takiben Medine ve Hicaz’ın idaresine memur edecektir. Mervan bu vazifede eşine az rastlanan bir ehliyet gösterdi. Nihayet azlolunarak Muaviye’nin son senelerinde menkup[3] yaşadı. Hüseyn b. Ali radiyallahü anh Yezid’in halifeliğini tanımak istemeyince Mervan Medine’de kendine halef olan Velid b. Utbe’ye, Hüseyn aleyhisselâma karşı kuvvet kullanmak ile birlikte, sürülmesine sebep oldu. Medine’ye Müslim b. Ukbe’nin beraberinde döndü ve askeri harekâtında ona yardım etti. Yezid I’in vefatında tekrar Medineden kovulan Mervan Suriye’ye yerleşerek Muaviye II’nin kısa süren halifeliği zamanında orada kaldı. Bu halife ölünce, Emevilerin talihinden ümidini kesen Mervan, Abd Allah ibn al‐ Zubayr tarafını tutmaya hazırlanırken Ubayd Allah b. Zİyad onu halifeliğe namzetliğini koymak hususunda ikna etti. Cabiya ictimaında halife seçilen Mervan Merci Rahit’te Kaysilere kumanda eden Zahhak b. Kays’ı mağlup etti. Bütün Suriye’nin inkiyadı bu zaferin ilk neticesini teşkil eyledi.





Mervan’ın babası Ümeyye oğullarından Hakem b. Ebü’l As, İslamiyeti Kabulünden önce Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme düşmanca tavır takınan, hatta ona eziyette bulunanlardandır. İslamiyeti kabul ettikten sonra samimi bir Müslüman olamamış, Müslümanların sırlarını ifşa ettiği için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından Taif’ e sürülmüştü. Hakem ve oğlu Mervan’ın sürgündeki yaşantıları Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallahü anhüma dönemlerinde de devam etmiş ancak Hz. Osman radiyallahü anh halife olduktan sonra onun müsaadesiyle Medine’ye gelebilmişlerdi. Hz. Osman radiyallahü anh kendilerine birçok ihsanda bulunmuş, Mervan’ı da devlet kâtipliği gibi en yüksek bir makama getirmiştir. Mervan kısa bir süre sonra halife adına kararlar vererek icraatlerde bulunmuştur. Mervan’ın halife olmasıyla başşehir Dımaşk’ta tehlike ortadan kalkmış olmuyordu.





Mervan H. 65 yılı Ramazanında vefat etmiştir. Tarihi bilgiler arasında Mervan’ın anlaşmaya uymaması sebebiyle Halid b. Yezid radiyallahü anhın Mervan’la evli olan annesi tarafından yastıkla boğularak öldürüldüğü mevcuttur. Hatta buna göre Abdülmelik bu kadını öldürtmek istemiş ancak çevresindekiler Mervan’ın bir kadın tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmasın diye bu girişimden vazgeçirilmiştir.[4]





Hazret-i Kuran şer’ün hılâfıdur fetva bu dem
Her biri bir zulûme müncer olan fermana bak





Fetva bu dem Hazret-i Kuran şeriatının aksinedir
Her biri bir zulme nihayet olan fermana bak





Zahirî Efrenc[5] görünür gizlidür adâ-yı dîn
Hak yolunda akıbet zebh olunan kurbâna bak





Zahirî Avrupalı görünür gizliden din düşmanıdır
Hakk yolunda akıbet kesilmiş olan kurbâna bak





Avrupalılaşma o dönem itibarıyla rağbet gören bir konu olduğu anlaşılmaktadır.





Rûmeli etmez itaat böyledür encâm-ı kâr
Anadolu canibinde sen olan isyâna bak





Rûmeli etmez itaat, böyledir nihayet işi
Sen Anadolu tarafında olan isyâna bak





Niyâzî-i Mısrî, Rumeli’deki devlete karşı hareketleri eşkıyalıkla, Anadolu’daki hareketleri ise isyan olarak olarak açıklamaktadır.  Her iki başkaldırının alt cephesinde eşkiyalıkta keyfilik, isyanda ise zaruretin var olmasıdır.  





 





Rumelideki eşkıyalık hareketleri





[Devletler idaresindeki toplulukları dirlik ve düzen içerisinde yaşatırlar. Devlette dirlik ve düzen adaletle sağlanır. Devletlerin hayatında sıkıntılı ve buhranlı dönemler de olmaktadır. Bu buhranlı dönemlerinde isyanlar ve eşkıyalık ortaya çıkabilirler.





Eşkıyaların güç kazandıkları ve her türlü kanunsuz hareketler yaptıkları bu dönemlerde devlet eşkıyalıkları önlemek için idarî, askerî tedbirler aldığı gibi halkın yardım ve desteğini de sağlamak durumundadırlar. 1683 Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde olduğu gibi Rumeli ve çevresinde de eşkıyalıklar ortaya çıkmıştır. Anadolu’daki isyanlardan farklılıklar gösteren bu hareketler eşkiyalık türünden olup alınan tedbirlerle önlenmişlerdir.





Osmanlı Devleti’ndeki eşkıyalığın ortaya çıkış sebeplerini: ekonomik şartların kötüleştiğinde, hain devlet görevlilerinin işsiz, güçsüz köylüleri harekete geçmek zorunda bırakmaları şeklindeki yaygın görüşle izah edenler çoğunlukta olmakla beraber, farklı görüşler de bulunmaktadır.





Osmanlı ülkesinde eşkıyalık hareketleri; 16. asırda başlamış ve 17. asırda da devam etmiştir. 16. asırda köylüler, idarî aksaklıklar sebebiyle merkezî iktidarın zayıfladığı dönemlerde, Anadolu’da isyanlarla eşkıyalıklar yaparken, Rumeli’de benzeri köylü eşkıyalıkları yoktur. Buna mukabil 17. asrın sonlarına doğru ise, Anadolu’daki eşkıyalıkların yanında Rumeli’de de isyanlar ve eşkıyalıklar ortaya çıkmıştı. Fakat Rumeli’deki eşkıyalıklar Anadolu’daki eşkıyalıklardan farklılıklar arz etmekte ve doğrudan devlete karsı yapılmışlardır. Özellikle 17. asrın sonlarına doğru “haydûd” adı verilen Balkanlardaki eşkıyalık hareketleri askerî isyanların içinde kabul edilmelerine rağmen bu eşkıyalıklar, Anadolu’daki eşkıyalıklardan farklıdır. Umumi olarak Anadolu’daki isyanların ve eşkıyalıkların sebepleri; reaya durumundan kurtulmak, kentli veya paralı asker durumuna gelmek olarak açıklanmaktadır. Rumeli’deki eşkıyalıklar ise, Rumeli’ye geldiklerinden bu yana düzensiz savaşçılar olarak çarpışmış ve ganimet peşinde yasamaya alışmış göçerlerin, Viyana Kuşatması başarısızlığından sonra geriye, imparatorluğun çekirdek toprakları içine itilmeleri dolayısıyla eşkıyalık yaptıkları şeklinde kabul edilmektedir. Rumeli’deki eşkıyalıkları yapanların yalnız Yörükler olmadığı, az da olsa Yeniçeriler ve halktan kişi ve toplulukların da; Müslim ve gayrimüslim eşkıyalıklar yaptıkları bilinmektedir. Rumeli’deki geriye çekilmenin toplulukların basit yer değiştirmeleri demek olmadığı da unutulmamalıdır.





17. asrın ikinci yarısından itibaren Rumeli’nin tarihini belirleyen geri çekilmenin sebeplerini Osmanlı Devleti’ndeki 17. asrın ikinci yarısındaki siyasî, sosyal ve ekonomik gelişmelerin belirlediği muhakkaktır. Osmanlı Devleti 17. asrın ikinci yarısında dışarıda Girit’in fethini tamamlamış ve Cehrin Seferi ile en geniş sınırlara ulasmıstır. İçeride ise, celâli kalıntılarını temizlemiş ve “Kadızâdeliler” adıyla bilinen selefi hareketi de ortadan kaldırmıştır. Bu başarılarda Köprülü ailesinin yeri tartışılmaz. 1683’de başlayan Viyana Kuşatması ise başarısızlıkla bitmiştir. Viyana Kuşatması’ndan sonra kaybedilen toprakların tekrar alınması maksadıyla Osmanlılar birkaç defa hamle yapmışlarsa da başarısız olmuşlardır. Başarısızlıkla mesul tutulan IV. Mehmet 1687’de tahttan indirilerek yerine II. Süleyman tahta çıkarılmıştır. Ülkede yeni hamleler yapmak maksadıyla malî ve idarî tedbirler alınarak sıkıntılardan kurtulabilmek için hal çareleri aranmış, devam eden savaşlar dolayısıyla artan masraflar devlet hazinesini zayıflatmıştır.





1687’de “imdâd-ı seferiye” ve yapılan “müsâdere”ler ihtiyaçları karşılamaya yetmemiştir. 1688’de çıkarılan “nefir-i ‘amm” [6] kanunu ülkedeki sıkıntıları iyice artırmıştır. İdarecilerden bazıları yetkilerini kötüye kullanmışlar ve halk üzerindeki baskıları artırmışlardır. Dayanılmaz hale gelen sıkıntılar yeni isyanları ve eşkıyalıkları ortaya çıkarmıştır. Ülkenin sıkıntılarına çare olabilir düşüncesiyle, Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa sadrazamlığa getirilmiştir. Sadrazam, tedbir olarak: halk üzerindeki bazı örfî vergileri azaltmış ve 1691’de Rumeli’deki Yörüklere “evlâd-ı fâtihân” adıyla yeni bir düzen vererek silahlandırmıştır. Bu tedbirlerin başarılı neticelerinden olarak Rumeli’de; Belgrat, Vidin ve Niş geri alınmıs ise de, 1691’de Fazıl Mustafa Paşa ölmüştür.





Saruca-Sekbânların diğer ifadeyle, “Türedi eşkıyası” her tarafa yayıldı. Bu topluluklar halktan türlü isimler altında paralar toplayarak; topluma sıkıntılar veriyorlar resmî hüviyetlerini kullanarak da eşkıyalıklar yapmıslar ve günlük hayatı çekilmez hale getirmişlerdi. 1695’de tahta çıkan II. Mustafa askerî ve iktisadî birçok karar tatbik etmek istemiştir. Bu defa da Rusların Karadeniz’e yerleşmek istemeleri ve Avusturyalıların Fransızlarla “Ryswick Barısı”nı (1697) yaptıkları için batı cephesinde savaşmayan Avusturyalıların, Tuna kıyılarına yerleşmelerine engel olunamamıştır. Bu sırada Osmanlı ülkesinde uzun süren harpler ve kıtlık fiyatların artmasına ve temel ihtiyaç maddelerinin bulunamamasına sebep olmaktaydı ki, benzeri şartlar da, ülkenin iç durumunu kötüleştirmiştir. Bu şartlar eşkıyalığın artmasının ve yayılmasının sebepleri olmuştur. Bu tedbirlerde tam olarak netice almaya yetmemis, devletin aldıgı tedbirler eskıyalıgı önlemeye yetmeyince, bütün ülkede eşkıyalıklara karşı ahali de kendi imkânlarıyla tedbirler alarak bir bakıma idarecilere yardımcı olmuşlardır. Amcazade Hüseyin Paşa hem eşkıyalığa son vermek ve hem de bu şartlarda daha iyi bir barış yapabilmek umuduyla sadrazam yapılmıştır.





Eşkıyalığın arttıgı her iki dönemde de alınan tedbirler eşkıyalığı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Osmanlı Devleti en muhteşem dönemini yasadığı 16. asrın son çeyreğinde büyük iktisadî buhranlarla karsılaşmış ve bu durum 17. asrın ortalarına kadar devam etmiştir. Devlet idarecileri, Osmanlıya has tedbirlerle bu buhranı savuşturmayı başardıkları gibi 1683’de ortaya çıkan eşkıyalıkları da aynı usullerle savuşturmayı başarmışlardır.][7]  





 





Anadoludaki İsyan hareketleri





XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde, özellikle de Anadolu topraklarında Batınî kaynaklı birçok isyan meydana gelmiştir. Osmanlı topraklarını ele geçirmeyi plânlayan isyanlarda düşünülünce sıkıntılı dönemlerin geçirildiğini görmekteyiz. [8]





“Mezhep çatışmaları, merkezi yönetim ile Anadolu’daki Türkmenler arasında yaşanan sorunlar, İran’ın dış politikası (Şiiliği yaymak), tımar sahiplerinin tımarlarının ellerinden alınması, sürekli artan vergi yükü ve sömürüdür”. Ayaklanmaların başlangıcı olarak Şah Kulu Ayaklanması’nı (1509-1510) kabul edebiliriz. Tımarları kendilerinden alınarak haksızca başkalarına verilen ve içlerinde çoğunluğunun Teke İli'nden (Antalya) olanların oluşturduğu sipahiler ve bölgedeki Türkmenler mezhep çatışmalarının etkisiyle Şah Kulu Ayaklanması’nı çıkarmışlardır. Şeyh Celâl Ayaklanması’nda (1517) Şeyh Celal "yoksul insanların, topraksız köylülerin, ağır vergiler altında ezilenlerin hayatını düzeltmek, onlara mutluluk getirmek için" yaklaşık 20 bin kişiyi toplamıştır.





Bu ayaklanmaya katılanlara Osmanlı yöneticileri tarafından "Celâli" adı verilmiş ve bu tarihten sonra da Osmanlılar, bu terimi ne türden olursa olsun bütün ayaklanmalar için kullanmışlardır.





16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu halkının tepkisinin genel adı olarak kabul edilen “Celali Ayaklanmaları”nın önemli nedenlerinin başında isyancı liderlerden daha önce devlet tarafından tanınan mali rantların geri alınması ve köylülerin bazı yöneticilerin baskıcı sömürülerine tepkileri gelmektedir. Celali Ayaklanmalarını vergiye karsı bir başkaldırı hareketi olarak nitelendirmek güçtür. Çünkü ayaklanmacıların liderlerinin başkaldırı nedenleri, kaybettikleri rantlarını geri almaktı. Rantlarını tekrar geri elde ettiklerinde ise ayaklanmayı bir anda sona erdirmişlerdir.





Ayaklanmalara katılan büyük halk grupları ise liderlerinin kendilerini terk etmesi nedeniyle, ayaklanmayı kendiliğinden sona erdiriyorlardı.





Celali Ayaklanmaları Osmanlı Devleti üzerinde pek çok mali, ekonomik ve sosyal sonuca neden olmuştur. Diğer yandan halkın ayaklanmalara katılmasında en önemli faktör olan, olan mali sömürü sona ermemiştir. Ancak ayaklanmalar sonucunda, Osmanlı Mali Sisteminin temelini oluşturan Tımar sisteminde çözülmelere neden olmuştur. Özellikle sipahilerinde ordu içerisinde öneminin azalması, vergi toplamada iltizam ve malikâne sistemlerini yaygınlaşmıştır. Bu durum ise, 150-200 yıl boyunca iltizamları satın alarak servet sahibi olan ve bir rantiyer grubu olarak nitelendirebileceğimiz ayanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İltizamları ve malikâne gelirlerini toplama görevini üstlenen mültezimler ve ayanlar halkı sömürmeyi sürdürmüşlerdir. Halk ise bu sömürüye çeşitli sekilerde zaman zaman tepki göstermiştir.





Rant kollamanın sosyal maliyeti tarihin her döneminde devletin meşruiyetinin zayıflaması, israf, hırsızlık ve yağmacılık seklinde ortaya çıkmıştır/çıkmaya da devam etmektedir.[9] 





Ğayretullâh zuhur itdi zuhur eyler hemân
Hazret-i ism-i şan yüzünden lutf olan ihsana bak [10]





Allah Teâlâ’nın koruması zuhur etti açığa çıktı hemen
Hazretin ismi şanı yüzünden lutf olan ihsana bak





Niyâzî-i Mısrî, dipnottaki ilave beytin işareti ile kendinden veya Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’dan bahsediyor da olabilir. 





Mîm-i gavrâda [11] zuhur eyler o zât-ı muhterem
Dikkat eyle eftah  aynun görünen seyrâna bak





Mîm-i gavrada de zuhur eyler o zât-ı muhterem
Dikkat eyle gözlerini aç görünen seyrâna bak





Niyâzî-i Mısrî, burada bir istihraçta bulunuyor. Daha önceki baskıda burayı yanlış anlamışız. Mîm-i gavrâ yı ebced olarak veya bir yer ismi olarak düşünürsek çeşitli yorumlar yapılabilir.





Ey Niyâzî Hazret-i Hallâkı dergâh-ı Hüdâ
Sâhib-i kevn ü mekân kudret-i Yezdâna bak





Ey Niyâzî Hazret-i Yaratıcı Allah Teâlâ dergâh-ı Hüdâ
Kâinatın ve mekânın sâhib-i Allah Teâlâ’nın kudretine bak














[1]  Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni, Ankara, 1998, s.112





[2] (DÜRÜŞKEN, 2001), s. 87





[3]  Menkup: (Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan.





[4] (EMEKSİZ, 2008)





[5] Efrenc: (Fr: Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız





[6] Nefîr-İ Âmm: Cemaatı toplama, halkı askere sürme.





[7] KARAGÖZ, Mehmet; 17. Asrın Sonunda Filibe Ve Çevresinde Eşkıyalık Hareketleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 2 Sayfa: 373-402, ELAZIG-2006





[8]bkz. (SÖYLEMEZ, 2004/2)





[9] GÖKBUNAR, Ali Rıza; Celali Ayaklanmalarının Maliye Tarihi Açısından DeğerlendirilmesiYönetim Ve Ekonomi, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F. Manisa, Yıl:2007 Cilt:14 Sayı:1





[10] Bu gazel İst.Ü.Ktp.9720. v.27b : Sül.Kütp. H.Mahmut 3346, v.73 ve Bursa Eski Eserler Kütp. 4414. v.27a da bulunmaktadır. Bursa Eski Eserler Kütüphanesi'nde fazla olarak şu beyit vardır:





Mısr-ı dilde kaht olınca çâresin bulmak gerek





Çâh-ı zindandan çıkup sen Yüsuf-ı Ken’ân' a bak (ERDOĞAN, 1998)





Mısr-ı dilde çaresiz kalınca çâresin bulmak gerek





Zindan çukurundan çıkıp sen Yüsuf-ı Ken’ân' a bak





[11] Gavr: Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar