Print Friendly and PDF

İsm-i Âzam


 209





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün





Elâ ey sâ’il-i mürşid nazar kıl gel bu eşyayı
Kelâm-ı Hakk’ı gel gûş it bu eşya üzre manâyı
[1]





Nefis rûh Âdem ü Havva hakâyık andadır hâlâ
Merâtib Sidre vü Tûbâ sıfat bil Arş-ı âlâyı





Sıfât u zâtıdur ilmeyn vücûdı Mecmâül-bahreyn
Velayet nûr-ı Zülkarneyn çü akleyn Hızr u Mûsa’yı





Çü esma merkez-i ednâ müsemmâ devre-i kübrâ
Bu âlem halka-i vustâ çü nâsût bil bu suğrâyı





Çü Muhyî ism-i âzâmdır hem İsâ rûh-ı sultândur
Nefis Meryem yem irfândır nefahtü dürr-i yektayı





Vücûdun Mısrî’dir Ken’ân hakâyık kaplamış el’ân
Bu gündür manevî ey cân hakâyık seb-i kurrâyı





Elâ[2] ey sâ’il-i mürşid nazar kıl gel bu eşyayı
Kelâm-ı Hakk’ı gel gûş it bu eşya üzre manâyı





Ayık ol ey mürşid soran nazar kıl gel bu eşyaya
Gel Hakk Kelâmına kulakver bu eşya üzerinde manâya





[Mürşid-i Kamil de bulunduğu âlemin iksiridir. Kimyacıların kullandığı Kibrit-i Ahmer-i [3] gibi, konulduğu şeyi altın eder.  Onlarla nice ölüler dirilir, niceleri kemal bulur. Onların cisminin ve bulunduğu mekândan feyz hiçbir zaman eksik olmadığı gibi kıyamet gününe kadarda devam eder gider. Eğer bu şekilde bir durum olmamış olsaydı maddî hiçbir mirasları olmayan bu kişilerin kabr-i mübarekeleri hala ayakta kalmaz ve adları unutulurdu.





Büyüklerimizden işittiğimize göre “Büyüklerin bastığı topraklardan yüzyıllar sonra dahi feyz alınır.” Buyurmuşlardır. Eğer onların teberrüken bir eşyasına da sahip olmak onlardan bir nisbete sahip olmak ile eş değerdir.][4]





Nefis rûh Âdem ü Havva hakâyık andadır hâlâ
Merâtib Sidre vü Tûbâ sıfat bil  Arş-ı âlâyı





Nefis, rûh, Âdem ve Havva hakâyık hâlâ ondadır
Mertebeler Sidre ve Tûbâ sıfat bil Arş-ı âlâyı





Ruh Bilgisi





Ruh, Allah Teâlâ´nın mahlûkatına benzemeden yaratıp yüceliği tarafından bildirilmiş hususi bir mahlûktur.





Ruh, Allah Teâlâ´nın bir emridir veya bizlerin melekleri görmediğimiz gibi, meleklerin de göremediği nasıl olduğu anlaşılamayan, anlatılamayan âlemden olan bir mahlûktur.





Ruh, cesedin hayatının devamına sebep olan sır, Allah Teâlâ´ya mahsus, ilişkisi en kuvvetli bir mahlûktur.





Ruhun en büyük özelliklerinden biri, mekânsız olmasıdır. Gerçi Allah Teâlâ´nın mekânsız olmasına nispetle mekânlıdır. Allah Teâlâ´nın varlığı mertebesindeki bilinmezliğe göre ruh bilinenin ve anlatılabilinenin ta kendisi olmaktadır. Sanki ruhlar âlemi, bilinmeyen mertebesi ile âlem arasında bir geçittir.





Ruhun hakikatini bilenler azdır.





Bu ilmi bilenler, az olmakla beraber, kendilerine açılmış olan ruh bilgisini de, açıkça anlatamayıp, insanların yanlış anlamasından korkarak toplu ifade ile yetinmişlerdir. Çünkü ruhla ilgili mertebe ilâhi görünüşlere benzer olduğundan, arasındaki fark çok incedir. Bu konuda doğru olan öz olarak beyan etmektir. Ruhun hakikatini olduğu gibi açıklamak inkâr ehline benzemek gibi olur. Çünkü dünya âlemi bilgileri bu konuda yetersiz kalmaktadır.





Allah Teâlâ hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramayan, karanlık ceset ile maddesiz, zamansız ve mekânsız ruhu, birleştirip ve bir arada bulundurdu.





Ruh bu bedene gelmeden önce, mukaddes âlemi biliyordu. Bedene gelince, bu bilgisi kalmadığından, yolun büyükleri, ruha eski bilgisini hatırlatacak bir yol aradılar. Bu şekilde ruh, bedende kaldıkça, o ilâhî makama yönelen kalple olmuştur. Ruhun hedefe yönelmesi, kalbin yönelmesine yerleştirilmiştir. Kalbin yönelmesiyle, nefis ve ruh da yönelmiş demektir. Ceset ruhtan sayısız kemalat edindiği gibi, ruh da cesetten büyük menfaatler kazanmıştır.





Buna göre ruhun da beden sayesinde işitmesi, görmesi, konuşması, bedenî hale girmesi ve madde âlemine uygun olan işleri yapmasıdır.





Ruh, bütün mertebe ve ona tabi olanlarla birlikte yükselme kabiliyeti olsa da, bedenin terbiyesi çok zor olduğundan, maddi âleme ihtiyacı vardır. Bunun için ruhun, madde ve mana âlemine de yakınlığı olmaktadır.





İnsanın ruhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeseydi, terakki edemez ve ilerleyemezdi. Kendine mahsus makamda, derecede bağlı kalırdı. Cesetle birleştikten sonra, yükselebilmek özelliği ve kuvveti kazanmıştır. İnsan bu özellikleri ile melekten üstün ve şerefli olmuştur.[5] Fakat nefis, terbiye olduktan sonra, beşeri sıfatlar kaybolmayıp kendisinde bırakılmıştır. Çünkü bunda birçok fayda vardır. Eğer sıfatları yok olsaydı, insan, yüksek derecelere ilerleyemezdi. Ruh, melek gibi olur ve sabit makamında kalırdı. Ruh, ancak nefse uymamakla yükselebilmektedir.[6]





NEFİSTE AZGINLIK OLMASAYDI, RUH NASIL İLERLEYEBİLİRDİ.





Ruh, her şeyden daha latif ve madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun haline, şekline ve rengine girer.[7]





Ruhlar bedenler yüzünden aşağılanırken, bedenler ruhlar ile yücelmektedir. Ancak eşlerin birbirine benzemesi lazımdır. [8] Biri farklı olursa ikisi de işe yaramaz.





Ruhun bedenle olan ilişkisi, ceset için düzelmenin ve iyiliğin kaynağı, ayrıca yaşam kaynağını teşkil etmektedir. Bu ilişki olmasaydı, beden tamamen şer ve noksanlık yeri olurdu.





Çünkü dünyevî haller iki türlüdür:





Birisi bedenin, ikincisi ruhun halleridir.





Binaenaleyh, ruh ile ceset, birbirinin aksidir. Bedene hoş gelen her şey, ruha elem verir. Bedeni inciten her şey, ruha tatlı gelir. Ancak dünyada ruh, beden derecesine düşmüş ve cesetle birleşmiş, kendini bedene kaptırdığından bir karmaşa meydana gelmiştir. Ruh, nefis halini almış, ona lezzet veren şeylerden lezzet duymağa ve cisme acı gelen şeylerden elem duymağa başlamıştır. İşte cahil halk böyledir.





Bu anlatılanlardan, ruhun, nefisle birleşmiş olduğu, hatta kendisini unutup, nefis halini almış olduğu anlaşılır. Ruh, bu halde kaldıkça, nefsin bütün halleri ile hallenir. Eğer, ruh, nefisten yüz çevirip Allah Teâlâ´yı severse, nefsin kötü hallerinden kurtulur.





Ruh, ölümden önceki ölümle cesetten ayrılınca, terbiye olmuş kimse ruhunu ne bedeninin içinde, ne dışında, ne bedenine bitişik, ne de ayrı olarak bulur.





Beden terbiye olunca, diğer unsurlar ile[9], Allah Teâlâ´ya yönelerek, bütün varlığı ile cesedin aşağılık sıfatlarından yüz çevirir. Bedende bütün varlığı ile kulluk makamına yönelir. O halde ruh, mertebeleri ile birlikte, Allah Teâlâ´dan  başkasını görmekten ve bilmekten tamamen ayrılır. Bedende dolayısıyla tamamen kulluk makamında kuvvet bulur.





Ruh Terbiyesinde olan yanılmalar





Ruh her iki âlem açısından incelenebilir. Hiçbir şeye hiç benzemeyen Allah Teâlâ ise böyle değildir. Bundan dolayı kul, ruhun bütün makamlarını geçmedikçe, hakikate varamaz. Büyüklerinden birçoğu, ruh makamına varınca, onu Arşın üstünde bulmuşlar. Ruhun maddelere benzememesini, Allah Teâlâ´nın varlığına karıştırmışlar. Ruh makamının bilgilerini, marifetlerini, ince, gizli şeyler zan edip, Allah Teâlâ´nın Arş üstünde istivasını anladık demişlerdir. Hâlbuki onların gördükleri nur, ruhun nurudur. Fakat o halin yanlış olduğu da sonradan anlaşılır.





Eğer Allah Teâlâ doğru yolu insana göstermezse kendini bu makamdan kurtaramamaktadır.][10]





  ALLAH TEÂLÂ   RUH
Madde değildir ve benzeri yoktur Madde değildir.
Mekânsızdır Mekânsızdır
Allah Teâlâ´nın âlem ile beraberliği Ne içindedir, ne dışındadır. Ruhun bedene bağlılığı, ne bitişiktir, nede ayrıdır. 
Allah Teâlâ,  bilinemez, nasıldır denilemez Allah Teâlâ, insanın ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratmıştır.
Âlemi varlıkta durduran, Allah Teâlâ´dır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur.
 Allah Teâlâ anlaşılamayandır. Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmıştır.




Sıfât u zâtıdur ilmeyn vücûdı Mecmâül-bahreyn
Velayet nûr-ı Zülkarneyn çü akleyn Hızr u Mûsa’yı





İki ilim sıfât ve zâtıdır, vücudu Mecmâül-bahreyndir
Velayet nûr-ı Zülkarneyn gibi iki akıl Hızır ve Mûsa’dır





Ayette “iki denizin birleştiği yer “ olarak geçen yerin neresi olduğu hakkında müfessirler farklı görüşlerde bulunmuşlardır:





  • Fars ve Rum denizlerinin birleştiği yerdir.
  • Asi nehrinin Akdeniz'e döküldüğü yerde bulunan Antakya'dır.
  • İki denizin birleştiği yer, Akdeniz ile Atlas okyanusunun birleştiği yerin kıyısındaki Endülüs'te bir şehirdir.
  • İki denizin birleştiği yerden maksad bir boğazdır.  Nitekim Ka'b b. Kurâzî'den Tanca = Sebte boğazı olduğu rivayet edilmektedir. Sebte Boğazı, Akdeniz ile Atlas Okyanusunun birleştiği yerdir.
  • Karadeniz ile Marmara denizinin birleştiği İstanbul boğazıdır.
  • Azerbaycan ve Ermenistan taraflarındaki Kür ve Res (Aras) nehirlerinin
    birleştikleri yerdir.
  • Ürdün Nehri ile Kulzum (Kızıldeniz) Nehirleri arasıdır.




Bu konuda birçok rivayet mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de bir isim verilmemekle beraber buranın Akdeniz ile Kızıldeniz nehirlerinin birleştiği Akabe körfezi kıyısında bulunan Eyle şehri olması daha muhtemeldir. Nitekim Hz. Mûsa Kızıldeniz'i geçtikten sonra Sina'da yaşamış ve İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan sonra uzun süre bu bölgede kalmışlardır. Hz. Mûsa, ne Tanca'ya ne Azerbaycan'a ne de İspanya'ya gitmiştir. O halde iki denizin birleştiği yerin Kızıldeniz ile Akdeniz'in birleştiği yer olması daha uygundur.[11]





Çü[12] esma merkez-i ednâ[13] müsemmâ[14] devre-i kübrâ
Bu âlem halka-i vustâ çü nâsût bil bu suğrâyı





Dikkat en büyük devirde isimlerin en alçak merkezi isimlendirilen
Bil ki bu küçük insanlar için âlem orta yer olarak yaratılmıştır





Devriye nazariyesinde küçük âlem olan insan büyük devir olan âlemin yaratılışında merkez durumundadır. 





Çü Muhyî[15] ism-i âzâmdır hem İsâ rûh-ı sultândur
Nefis Meryem yem
[16] irfândır nefahtü dürr-i yektayı





Dikkat ethayat veren ism-i âzâmdır hem İsâ rûhlu sultândır
Nefis Meryemi irfân denizidir, nefahtü birlik incisidir 





Vücûdun Mısrî’dir Ken’ân hakâyık kaplamış el’ân
Bu gündür manevî ey cân hakâyık seb-i kurrâyı





Vücûdun Mısrî’dir şimdi Ken’ân’ı hakikatler kaplamış





Ey cân bu manevî ışıktır, hakikatler yedi okuyuştadır














[1] Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkitli Metni, Ankara, 1998, s. 241





[2] Elâ: Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında





[3]  (En-nâdiru kel-ma’dûm) “yok gibi nadir bulunan kimya, kıymetli şey”





[4] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 192





[5] Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allah Teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu.





Kuran-ı Kerim´de;





“Biz insanın ruhunu, güzel bir suretle yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik” (Tin,4) buyurarak bu hali bize haber vermiştir.





Aslında ruhun aşağı dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir yüceltmedir. Ruh, nefse karşı olan bu aşkı ile kendini nefis âlemine attı. Kendinden geçerek ve unutarak onun esiri oldu. bir türlü nefis halini aldı. Sanki kötülüğü isteyen nefis gibi oldu.





[6] Ruh kendini unuttuğu için, önce kendi âleminde, derecesindeki Allah Teâlâ´ya olan bilgisini de unutup cahil ve gafil oldu. Nefis gibi karardı. Fakat Allah Teâlâ çok merhametli olduğu için, rasüller gönderip, büyükler vasıtası ile ruhu kendine çağırdı, sevdiği nefse uymamasını ve dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, ancak felaketten kurtulabilmektedir. Yok, eğer, başını kaldırmaz, nefisle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten muhakkak uzaklaşır.





[7]  Ruh su gibidir. Dolduğu kabın şeklini alır.   Dürr-ül Fahire´de İmam Gazali (ks) buyurdu ki;





“Müminin ruhu arı suretinde, kâfirin ruhu çekirge suretindedir.” Aslında ikisi de ruhtur.





Kur´an-ı Kerim´de “Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.” (Kamer,7) gelmesi kâfirlerin durumuna delil kabul edilmiştir.





[8] Ruh, bazen beden hükmünü alır ve bedene tabi olur. O hale varır ki; beden hazır ise, ruh da hazır olur. Beden gafil ise, ruh da gafil olur. Ancak namaz kılarken ruh, bütün mertebeleri ile birlikte Allah Teâlâ´ya yönelir. Beden gafil olsa da, ruhun yönelişine mani olamaz. Çünkü namaz, müminin miracıdır.





[9] Ruh (sır, hâfi, ahfâ), kalp, nefis ve akıl;





[10] (ALTUNTAŞ, 2005), s. 61-65





[11] (ÖZLER, 2004), s. 8





[12] Çü:f. (Teşbih ve tâlil edatı) Gibi.   Dikkat.   Ahenk





[13] Edna:Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz’i.   Çok yakın





[14] Müsemma:İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan.   Muayyen zaman. Belirli vakit





[15] Muhyî: Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk’ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Muhyî denilmiştir)





[16] Yem: a) Deniz


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar