Print Friendly and PDF

Kapının Edna Kuluyum


187





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol şâhın yolu,
Her kemâl ehli,  kapusunda anın ednâ kulu.
 





Okları kavs-i kazânın kuvvetince yol alır,
Putesine kalb-i sultandan geçer okun yolu. 





Çün mukaddem “Fakr-i fahri” dedi sultânı’r- rusûl,
Yâ aceb mi “fahr-i züllî” dese bu âhir veli. 





Ferha tarha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,
Taht-ı akdâm-ı erâzil Arş-ı Rahmân menzili. 





Ârifin bir himmeti var ana arş olmaz makâm,
Sidre vü Tûbâ gözetmez kâmilin cân u dili. 





Âkilin mizân-ı aklın mâverâsın almadı
Âşıkın âkiller içre adı mülhid ya deli. 





Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza,
Katre katre kıldı zâtını anın aşkın yeli. 





Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol şâhın yolu,
Her kemâl ehli,  kapusunda anın ednâ
[1] kulu. 





Kıldan ince ve kılıçtan keskin o şâhın yolu,
Kapısında bütün kemâl ehli onun en alçak kulu. 





Burada bahsedilen şah, durumuna göre kişiyi terbiye eden şeyhi (fenâ fi’ş-şeyh), Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (fenâ fi’r-rasül), dür.





Niyâzî-i Mısrî kendini tahkir ediyor ve diyor ki, hangi hal üzere ise mürid kul ve alçak üzeredir. İsterse kemalâtın zirvesinde olsun.





Okları kavs-i kazânın kuvvetince yol alır,
Putesine
[2] kalb-i sultandan geçer okun yolu. 





Okları kazâ yayının kuvvetince yol alır,
Sultanın kalbinden nişan tahtasına geçer okun yolu. 





Çün mukaddem[3] “Fakr-i fahri” dedi sultânı’r- rusûl,
Yâ aceb mi “fahr-i züllî
[4]“ dese bu âhir veli. 





Çünkü önce “Fakr-i fahri” dedi Sultân-ı Rusûl,
Bu son veli Yâ aceb mi “fahr-i züllî”[5] dese. 





Hatemiyet (son halka), genellikle bütün evliyaullahın söyledikleri bir makam ve haldir. Bu her zaman için doğrudur. Çünkü her insan bir âlem olması ile son olarak bulduğu şeyi başkası ile kıyaslaması mümkün değildir. Bu nedenle nasıl mehdî ve deccal insanın enfûsi manasında zuhur Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin makamı olan hatemiyyeti bir şekilde bulduğunu fehmeder ve görür. Kendisinin kavuştuğu bir şey olunca kıyasını da yapamaz. Kavuşulması gereken her makama kavuştuğunu zanneder. Bilmez ki daha nice makamlar vardır. Allah Teâlâ bir kuluna tecelli ettiğini bir daha başkasına tecelli etmez. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratmasında tekrar diye yani benzer gibi durum yoktur. (Rahman, 29)Mesela insan cinsini yaratırken insanları tek bir yüz kalıbı ile yaratmadı.





İşte bu son velilik halinde “fahr-i zülli” horluğum övüncüm ile de kendini aşağılarsa doğru olan şeyi bulduğu anlaşılmalıdır. Niyâzî-i Mısrî de ulaşılmış yüce haline karşı yine tevazu ile hareket ediyor.





Ferha  terha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,
Taht-ı
[6] akdâm-ı erâzil[7] Arş-ı Rahmân menzili[8]





Çıkmış birleşmek isteyen iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,
Basit olanların ayaklarının menzili Rahmân’ın makamı Arş’ıdır. 





Ferha ve terha daki mana zıddıyet anlamına geldiği düşünülmektedir. Dış özellikleri aynı (Tatlı su ile tuzlu su) veya ayrı (Allah Teâlâ ile insan) iki şey gibi. Ancak bir noktada birlik var. Fakat karışma olmasına da mani olan sed de ayrıca bulunmakta.





 “Mecmau'l-bahreyn” mutasavvıflar farklı şekillerde yorumlamışlardır. Hz. Mûsâ, zahir ilim denizi, Hızır ise; bâtın ilim denizidir ve “mecmau’l-bahreyn”  bu iki ilim denizinin birleştiği yerdir.





Kâşânî'ye göre. iki deniz: can ile beden denizidir, bunların birleştiği yer de insandır. Bursevî'ye göre ise; “mecmau'l-bahreyn” ifadesi ile hakikati insâniyyenin kastedildiğini bahr-ı vücûb ile bahr-ı imkânın birleştiğini söyler. O mecmau'l-bahreyn'le makam-ı sıfatın da kasdebileceğini bunun da kâbe kavseyn ile tanımlandığını düşünür.





Bütün bu yorumların dışında “mecmau'l-bahreyn” şeriat ve hakikat; akl-ı meâş ve akl-ı mead, ulûhiyet ve ubûdiyyetin birleştiği varlık olarak insan, şeklinde de yorumlanmıştır.





“Her ikisi iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık denizde bir deliğe doğru yola koyulmuşu.”   [9]





Hz. Mûsâ ile Yüşâ aleyhimüsselâm balıklarını unutmaları insanın nisyân yâni unutkan bir varlık olduğunu hatırlatmadır. Aynı zamanda, insanın bilgi ve hayatın nihâi kaynağının Allah, olduğu gerçeğini unutmasını ifâde eden bir îmâ da taşımaktadır.





İnsan, hakikat yolunu bulmada tamamen akla güvenemez, çünkü onları mecmau' l-bahreyn'e kadar götüren akıl, bu yere ulaştıklarında onlara en önemli bilgiyi unutturmuştur. Akıl, hakikati bulmada sadece bir vâsıtadır ve vâsıtaya sarılmak gayeyi elde etmek için yeterli değildir.[10]





“Mecmau'l-bahreyn”  hakkında Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin değişik bir yorumu da şudur.





“Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar.”   [11] ayetini izah etmektedir.





Ayetin anlamı şudur: Tatlı denizi ve acı denizi salıverdi. Bunlar, karşılaşıyorlar, yaklaşıyorlar, yüzeyleri birbirine temas ediyor. Fakat aralarında birbirine geçmelerine mani bir berzah (açıklık) vardır. Bundan dolayı biri diğerine karışarak onun özelliğini bozmaz. Yani sınırlarını geçemez ve aralarındaki engeli aşmazlar.





Burada iki denizden maksat şeriat ve hakikattir. Allah Teâlâ onları salıvermiştir. Karşı karşıya gelirler, komşu olurlar, yüzeyleri birbirine dokunur. Öyle ki şeriatte bulunan her ilim ve amel hakikatte de bulunur. Hiçbiri o ilim ve amelden ayrılmazlar. Fakat yine de aralarında Allah Teâlâ'nın hikmeti ve kudreti icabı birbirlerine karışmalarına engel bir berzah vardır. Bu engel sebebiyle biri diğerine geçemez. Bu mani, iki taraf adamlarının vehimleridir. Yani bu iki ilim, aslında tek bir ilimden ibarettir. İki ilim itibar edilir. Bu itibardan dolayı, iki taraf erbabı arasında daimi bir ihtilaf vardır. Bunun zahirde misali dağ'dır. Dağ, dağ olması dolayısıyla tektir. Çıkışı ve inişi dolayısıyla ikidir. Çıkışı şeriata misal, inişi hakikate misaldir. Dağda yürümek, çıkan için zordur; inen için kolaydır. Ama dağın zirvesinde olan kimse çıkış ve iniş zahmetinden kurtulmuştur.





Bu engelden dolayı iki taraf ehlinden gizli kalan bir hikmet gereğince biri, diğerinin hükmünü kaldırmaz. Zira bu engel, iki cihanın imarı için konulmuştur. Bunun içindir ki tamamen birbirine geçip karışmazlar Şeriat ehli, hakikat ehlinin ilmini bilmediklerinden ve onları şeriata aykırı sandıklarından dolayı hakikat ehline karşı koyarlar. Tam kemale ermiş muhakkikler müstesna, hakikat ehli de şeriati hakikate aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmedikleri için şeriat ehline karşı koyarlar. Fakat dağın zirvesine ulaşan en yüksek kulelerde oturan arifler, A'RAF [12] ehlidirler. Bu iki ilmin, bir tek ilim olduğunu, iki taraf erbabının gözlerindeki illet örtüsünden dolayı iki ilim gibi göründüğünü bilirler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler.





İki tarafın benzerliklerini açıklayarak, müşküllerini çözerek bu iki ilim erbabının arasını mümkün mertebe düzeltmeğe çalışırlar.





Her asırda bunların aralarını bulan kimseler mevcuttur. Eğer aralarını bulan kimseler olmasaydı, aralarında savaş olur, düzen bozulurdu. Bundan dolayı dır ki “Ahlak güzelliklerinin en iyisi, iki kişi arasını islah etmektir.”   denilmiştir. Bu iki ilim, sulh ile karışacak, birleşecek gibi olur, lakin aralarındaki berzah ile ayrılırlar. Ve böylece daimi olarak halleri birbirine tecavüz etmez. Ta ki birinin hükmü diğerini yenerek iki cihanın dengesi bozulmasın. [13]





Niyâzî-i Mısrî aşağılık halimizle arşın makamlarını kat etsek bile, bir durulma, kavuşma ve karışma yoktur. Daha fazlasına doğru yol almak isteriz, demektedir.





Ârifin bir himmeti var ana arş olmaz makâm,
Sidre
[14] vü Tûbâ[15] gözetmez kâmilin cân u dili. 





Ârifin bir himmeti var ona arş olmaz makâm,
Sidre ve Tûbâ gözetmez kâmilin cân ve gönlü. 





Ancak bu yüksek makamlarda olan arifin himmeti gayreti arş-ıda kendine karar yeri olarak kabul etmez. Daha fazlasına doğru arzu iştiyak içindedir.





Âkilin mizân-ı [16]aklın mâverâsın[17] almadı
Âşıkın âkiller içre adı mülhid ya deli. 





Âkıllının aklî dengesi mâverâsın almadı
Âşıkın akıllılar içinde adı dinsiz ya deli. 





“İnsan bebeklik döneminde mutludur. Çünkü arzuları ve iktidarı denge halindedir. Yani elde etmesine yetecek kadar güce sahiptir.”  [18]





Daha sonra akıl ön plana çıkar ve yol gösterir. Ancak dengeleri sürekli olarak koruyamaz. Çünkü kalbide aynı anda gelişmektedir. Sonunda bir yıkım olur. Çünkü akıl dengenin bozulmasında en büyük etkendir.  Akıl aldığı ve bulduğu bilgi neticesini ararken bulamadığı vakit perişan olmaktadır. Kalp ise bu konuda yaratılışında ki genişlik “Ben yere göğe sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım” [19] nedeniyle çok şey onda yer bulur. Bu sefer adı bazen deliye kadar çıkar. Deli sıfatı ile çağırılmak nebilere dahi nispet ediliyorsa bunu anlamamak mümkün değildir. Bu nedenle âşk yurd olarak kalbi seçmiştir.





Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza[20]
Katre katre kıldı zâtını anın aşkın yeli. 





Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza,
Katre katre kıldı zâtını onun aşkının yeli. 





Parça parça olmak çok eziyet çekmek demektir. Âşk insanı elemle, acıyla yoğurduğu için takdir edilen meşrebi de Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-azizi hayatı boyunca sıkıntıdan sıkıntıya duçar eylemiştir.










[1] Ednâ: en küçük; en âdi, en aşağı, en alçak.





[2] Pute: Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası.   İçinde mâden eritilen tava





[3] Mukaddem: Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan.   Askerin ön tarafına sevkedilen karakol.   Değerli, üstün.   Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen





[4] Fahr: Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref.





[5] Züll: Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk.





[6] Taht: alt, aşağı; hükümdarların oturduğu büyük koltuk. f. Yağma, talan, soygun, çapulcu





[7] Erazil: (Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.





[8] Menzil: konak yeri; ev, oda, yer, mekân, durak.





[9] Kehf, 61





[10] (ÖZLER, 2004), s. 87





[11] Rahman, 19-20





[12] Kur’an-ı Kerim’de Araf Suresinde geçen “Araf” ve “Araf ehli” Cennetliklerle Cehennemliklerin durumu ve aralarındaki konuşmaların zikredildiği ayetlerden sonra şu ayetlerde yer almaktadır:





“Cennet ile Cehennemin arasında bir sur vardır. Orada bulunan A`raf ehli kimseler, Cennet ve Cehennem ehlinin hepsini yüzlerinden tanır. Onlar Cennet ehline, ‘Size selam olsun` diye seslenirler. Kendileri Cennete girmemiş, fakat girme iştiyakı içindedirler.





Gözleri Cehennem ehline çevrildiğinde ise, ‘Ey Rabbimiz!` derler. ‘Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma.





A`raf ehli, yüzlerinden tanıdıkları Cehennemliklere seslenirler ve derler ki: ‘Ne dünyadaki taraftarlarınızın çokluğu, ne servetiniz, ne de büyüklük taslamanız size bir fayda vermedi.` Allah onları rahmetine eriştirmez diye yemin ederek küçümsediğiniz kimseler şu Cennet ehli olan zayıf ve fakir mü`minler miydi? Siz de ey mü`minler girin Cennete. Size ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz.”   A`raf, 47-49.





“Araf”, “arf” kelimesinin cem`idir. Tefsirlerimizde Araf hakkında pek çok izahlar bulunmaktadır. Ancak bunların içinde müfessirlerin çoğunun ittifak ettiği görüş, “Araf”ın Cennetle Cehennem arasında bir perde, yüksek bir sur ve tepeler manasına geldiğidir. İbni Abbas radiyallâhü anh ise, “Sırat Köprüsü üzerinde bulunan şerefelerdir” demektedir.





Hasan-ı Basri radiyallâhü anh Hazretleri ise şöyle demektedir:





Bu kimseler, Allah Teâlâ`nın, Cennet ve Cehennem ehlini birbirinden ayırmak için tayin ettiği insanlardır. Vallahi, bilmem, ama bunlardan bazıları şimdi beraberimizdedir (Tefsir’ul-Kebir, 14: 87.)





Araftakilere, “Araf” denmesinin sebebi ise, onların, insanları amellerine göre tanımalarıdır. Yine tefsirlerimizde izah edildiğine göre, Cenab-ı Hakk, Mizanda sevap ve günahları tartıp, Cennetlik ve Cehennemlikleri ayırd ettiği zaman, sevap ve günahı eşit gelenleri bir müddet bekletecektir. Sırat Köprüsünün yanında bulunan bu kimseler, Cennetlik ve Cehennemlikleri tanıyacaklar, Cennet ehlini gördükleri zaman, “Allah Teâlâ`nın selamı sizin üzerinize olsun” diyecekler, sol taraflarına baktıkları zaman da Cehennem ehlini görecekler, bulundukları yerde Allah Teâlâ`ya sığınarak, “Ya Rabbi, bizi bu zalim topluluktan kılma” diye dua edecekler. Cennetlikler ve Cehennemlikler gittikten sonra Cenab-ı Hak onları rahmetiyle bağışlayıp Cennete koyacaktır. (Taberi Tefsiri) 8:136-139.





Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Araf ehlinin kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:





Cenab-ı Hak kullarını ayırıp bitirdikten sonra en son kalan kullarına da, ‘Sevaplarınız sizi Cehennemden kurtardı, fakat Cenneti hak edemediniz. Sizi ben rahmetimle Cehennemden azad ediyorum. İstediğiniz Cennete giriniz` buyuracak.”   (a.g.e)





Ayrıca, Araf ehlinin bazı rivayetlerde insan olmayıp meleklerden bir sınıf olduğu da bildirilmektedir. Bütün bu izahlar ve açıklamalar, ayetlerin mefhum ve mealine uygundur.  Fakat İbrahim Hakkı kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Hazretleri, Marifetname`sinde, dini mükellefiyetlerden muaf tutulan delilerin ve kâfir çocuklarının Araf ehli olduğunu, Cennetlikleri gördükleri zaman, o nimetlere kavuşamadıkları için mahzun olduklarını, Cehennemliklere baktıkları zaman da kendi hallerine şükrettiklerini ve bu halde ebedi olarak orada kalacaklarını bildirmektedir.





Bununla beraber, “Araf” ve Araf ehli hakkında yapılan bütün bu izahlar ayetin bir tefsiri mesabesindedir. Esas mahiyetini ancak Allahü Teâlâ bilir.





[13] (ATEŞ, 1971) İkinci sofra





[14] Sidre: ağaca teşbih ile benzetilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.





[15] Tuba: Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali.   İyilik, güzellik. Baht.   Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi.   Çok berrak ve saf olan.   Saâdet. Hayır. Devlet





[16] Mizan: terazi, tartı, ölçü, denge.





[17] Ma-vera: Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.





[18] Jean-Jacques Rousseau





[19] Bkz. Sehâvî. 589. 590: Aclûnî. 11/195 Hadisin aslı muteber kaynaklarda bulunamamıştır.





[20] Kaza: Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.   Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak.   Allah’ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.   Hâkimlik, hâkimin hükmü.   İstemeden yapılan zarar.   Hükmeylemek, hüküm.   Bir şeyi birbirine lâzım kılmak.   Beyan eylemek.   Ahdini yerine getirmek.   Ödemek, edâ etmek.   İcab.   Ölüm.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar