Print Friendly and PDF

Kurbanım Ben Size

Bunlarada Bakarsınız


140





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,

“Kâb-ı kavseyni ev ednâ”sına kurbân olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım. 





Ol Ebûbekr u Ömer Osman Ali dört yâridir,
Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır,
Cümle Ashâb hidâyet râhının envârıdır,
Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.





Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,
Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad u ensâbına kurbân olayım, 





Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden artık eder Hakk rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf u izzeti,
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,
Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım, 





Her ne denlü Enbiyâ vü mürselîn kim geldiler,
Ümmeti olmaklığı Hakk’dan temennî kıldılar,
Evliyâ ana Niyâzî kul u kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,

Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.  





Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,
“Kâb-ı kavseyni ev ednâ”sına kurbân olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım. 





O cihânın övüncünün sırrına kurbân olayım,
“Sen olmasaydın” hıtabı inen şânına kurbân olayım,
“Kâb-ı kavseyni ev ednâ”sına kurbân olayım,
Ben onun ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın mi’râcı sırlarına kurbân olayım. 





Burada “sümme denâ” dan maksat “Seyr-i İlallâh “,  “Fetedellâ” dan murad edilen “Seyr-i an-illâh,  “Fe kân-e kaab-e kavseyn” den de “Cem-ül cem” ve “Ev ednâ” dan da “Ahadiyyet” makâmları anlaşılır.





Hazreti İsâ aleyhisselâmın asâleten makâmı “cem” makâmı idi ki,  “Hakîkat” makâmıdır. 





Hazreti Mûsa aleyhisselâmın asâleten makâmı “Hazretil cem” makâmı idi. 





Hazreti Dâvûdün makâmı ise tevhidin “Cem-ül cem” makâmı idi.





Enbiyânın asâleten her birerlerinin özel makâmları vardır.  Ancak uyumları derecesinde “Makâm-ı Muhammedî” ye yani “Âhadiyyet” makâmına ulaşırlar. Bu yüce makâma yalnız Enbiyâ ve Resûl değil,  belki “Verese” (Vâris-i Ulum-i Nebî olanlar,  İnsân-ı Kâmiller) dahi vâsıl olurlar. 





“Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım”





Mi’râcın sırları nedir ?





Hazreti Resûl arş-ı alâya vardığı vakit “Ettehıyyât-ü lillâh-i ves-selavât ü vet-tayyibât-ü” dedi.  Yani “düâ Allah Teâlâ içindir,  namazlar Allah Teâlâ içindir tayyibât,  yani güzel olan nesneler Allah Teâlâ içindir.  Cenâb-ı Hak tahiyyâta karşı şöyle buyurdu:





“Esselâm-ü aleyke eyyühen-Nebiyyü” salevâta,  yani namâzlara karşı “ve rahmetullâh-i ve tayyibâti”,  yani güzel nesnelere karşı “ ve berekâtuhû”.  Sonra Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yine “Esselâm-ü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîyn” dedi.  En sonunda bütün melekler hep birden “Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resûlüh-ü” dediler.  Onun için öğle namazı kılındığı vakit her namâzın birinci ve ikinci oturuşlarında “Ettehiyyât”ın okunması emrolundu.





Ol Ebûbekr u Ömer Osman Ali dört yâridir,
Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır,
Cümle Ashâb hidâyet râhının envârıdır,
Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.





Ebûbekr, Ömer, Osman ve Ali dört yardımcıları ve sevdikleridir,
O Risâlet bağının anlar gül ve gül bahçeleridir,
Bütün Ashâb hidâyet yolunun nurlarıdır,
Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb ve dostlarına kurbân olayım.





Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,
Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad u ensâbına kurbân olayım, 





O Hasan hazretlerine zehir içirdi eşkiyâ (Cade),
Hem Hüseyn oldu susuzluktan Kerbelâ şehîd-i,
İkisidir asıl ve Âl-i Mustafâ nesl-i,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad ve soyuna kurbân olayım, 





EHL-İ BEYT’İ SEVMEK 





Sevgi ve buğz ezeli ve gizlidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını seven kişinin sevgisi,  kendisinden sonra çocuklarına, Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenin düşmanlığı da çocuklarına geçmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevenlerde bu sevgi meydana çıkmıştır. Cenabı Hakk şöyle buyurmuştur:





“Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rablerinin bir takım alametlerinin gelmesini gözetliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir yarar sağlamaz. De ki: “Gözetin! Çünkü biz de şüphesiz gözetiyoruz.”   [1]





Allah Teâlâ’nın bazı sözü tıpa tıp Hasan ve Hüseyin’in sayısına tekabül ediyor. Ayet, onların iki ayet (mu’cize) olduklarını gösteriyor. Kim onları inkar ederse, Allah Teâlâ’nın ayetini inkar etmiş olur. Sevenler ve sevmeyenler hakkında bütün söylediklerim,  Mecâlısü’z-Zuhri’den alınmıştır. Allah Teâlâ gerçeği söyler, O, doğru yola iletir. Mecalisü’z-Zühri’de şöyle deniliyor:





“De ki; “Bu (tebligatım karşılığında) sizden bir ücret istemiyorum. Ancak yakınlara muhabbet istiyorum.”   [2] sözünde geçen Kurba kelimesi, karabet manasına mastardır. Yakınlık taşıyan kimse murad edilmiştir. Yani: “Ya Muhammed, ümmetine söyle, size getirdiğim hakikat karşılığında sizden bir ücret istemiyorum, sadece yakınlarımı sevmenizi ve onlara eziyet etmemenizi istiyorum.” 





Rivayet ediliyor ki; Bu ayet nazil olduğu zaman: “Senin yakının kimdir ki, muhabbeti bize farz oldu ya Rasûlallah sallallâhü aleyhi ve sellem?” dediler. Buyurdu ki;





“Ali-Fatımatuz-Zehra ve evlatlarıdır.”   Keşşâf’ta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur, deniliyor:





“Muhammed’in Ehl-i Beytine muhabbet üzerine ölen, şehittir.”   Uyanık olun, Âl-i Muhammed’e sevgi üzerine öleni, önce ölüm meleği, sonra Münker ve Nekir cennetle müjdeler.





Dikkat edin, Ehl-i Beyt’e muhabbet üzerine ölen, gelin kocasının evine teslim edildiği gibi, cennete teslim edilir.





Dikkat edin, Âl-i Muhammed’e muhabbette sebat üzerine ölen kimse, imanı garantili bir mümin olarak ölür. Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen kimsenin kabrinden cennete iki pencere açılır. Muhakkak Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen kimsenin, Allah Teâlâ kabrini rahmet meleklerinin ziyaretgâhı yapar. Muhakkak, Âl-i Muhammed’e muhabbet üzerine ölen, sünnet ve cemaat üzere ölür, kim Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölürse, kıyamet gününde iki gözü arasına “Allah Teâlâ’nın rahmetinden umutsuzdur” ibaresi yazılı olarak haşr olunur. Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölen, kâfir olarak ölür.





Dikkat edin, Âl-i Muhammed’e buğz üzerine ölen, cennetin kokusunu koklayamaz.”   Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Bizim kapımıza gelenin hakkı, üzerimize vacib olur” Bu hadisin söylenişine sebep şudur: “Tarikus-Salat bir adam, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında ölmüştü. Ashab, Resul-i Ekrem’in: “Namazı kasden terk eden kâfir olur.”   hadisinin dış manasına dayanarak bu adam üzerine namaz kılmamak ve onu Yahudi kabristanına gömmek istediler. Ali Kerremallâhü veche geldi, 





“Ya Resulallah! Bu adam:Ya Ali, Allah’ın Resulünü ve evladını seviyorum.”   diyerek beni bu sözüne şahid tuttu.”   dedi. O zaman Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yukarıdaki hadisini söyledi. Hz. Ali kerremallâhü veçhe’de o adamın namazını kıldırdı” ve müslüman kabristanına defnetti.





Hikâye olunur ki; Ali Kerremallâhü veche Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize geldi ve insanların kendisine çok haset ettiklerinden şikayet etti. Aleyhisselam buyurdu ki;





“Cennete ilk giren dört kişinin dördüncüsü olmak istemez misin? Ben, Sen, Hasan ve Hüseyin, zevcelerimiz sağımızda solumuzda, zürriyetlerimiz zevcelerimizin arkasında olduğu halde Cennete gireceğiz.”  [3]





Muhibbu’d-din at-Tabari Ebu Hureyre radiyallâhü anhın şöyle dediğini rivayet ediyor:





“Ebu Leheb’in kızı Sebia: “Ya Rasûlallah sallallâhü aleyhi ve sellem, bana “Sen Hatabu’n-Nar: Ateş odununun kızısın.”   diyorlar diye şikâyet etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Benim akrabama eziyyet eden bir kavmin hali nice olur? Benim akrabama eziyet eden, bana eziyet eder. Bana eziyet eden de, Allah Teâlâ’ya eziyet etmiş olur.”  





Şifa-i Şerifte şu hadise kaydedilmiştir: “Muhammed’in Âli’ni (evladını) tanımak, cehennemden kurtulmadır. Muhammed evladını sevmek, sırat (köprüsün) den geçmeye ruhsattır. Âl-i Muhammed’e dostluk, azaptan emandır.”   Yine orada deniliyor ki;





“Ulemanın bir kısmı: Onları tanımak yerlerini ve nebiye yakınlık cihetlerini bilmek demektir. Bir insan onları bu şekilde tanırsa onlar hakkında neler yapılması gerektiğini bilir ve bu bilgisi sebebiyle onlara hürmet ve muhabbette kusur etmez.”   Yine orada şu söz de vardır:





“Ebu Bekir Sıddik radiyallâhü anh demiştir ki; “Muhammed’i, Ehl-i Beytinde gözetleyiniz.”   ve demiştir ki;





“Nefsim, elinde olan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, benim için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin akrabası, benim kendi akrabamdan daha sevgili ve ileridir.” 





Hayret, hayret ki, insan, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevmez, hatta onu kötüleyerek, haset ederek ona eziyet ederse, Allah Teâlâ katında nasıl mertebe, makam ve şeref talep edebilir? Sadece yememek, içmemek, aç kalmak, uyumamak ve ibadet vazifelerini yapmakla bir makam elde edilemez. Zavallı bilmiyor ki, göklerle yer arası kadar ibadeti olsa, Allah Teâlâ’ya kavuşamaz. İblis’e bak ki, bu kadar ibadeti varken Allah Teâlâ’nın lanetine uğramıştır.





Rivayet ediliyor ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şehrinde kendisine komşu olup orada elde ettiği sevaplara karşın, İmam Mâlik radiyallâhü anhı, Cafer ibn-u Süleyman dövmüştü. İmam Mâlik, dayaktan bayıldı. İnsanlar gelip kendisini ayılttıkları vakit şöyle dedi:





“Beni dövene hakkımı helal ettiğime sizi şahit tutarım.”   Sonra kendisine bunun sebebi sorulduğunda şöyle dedi:





“Öldüğüm zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile karşılaşırsam, benim yüzümden evlad-ı Resülullah’tan birinin Cehenneme gitmesinden utanırım.”   “Kim bir iyilik ederse, onun iyiliğini artırırız.”   [4]





Süddi’den rivayet edildiğine göre, bu ayette geçen hasene (iyilik) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beytine muhabbettir. Bu ayet, Ebubekir Sıddik radiyallâhü anhın Ehl-i Beyti çok sevmesi hakkında nazil olmuştur. Zahir olan umum iyiliktir. Hangi iyilik olursa olsun. Ama şu var ki,  “Yakınlara sevgiden” sonra zikredilmesi, bu sevginin, ayetin işaret ettiği iyilik olduğu düşüncesini kuvvetlendirir. Diğer iyilikler de buna tabi’dir.





“Allah Teâlâ tevbe edeni affeder. İtaat edene şekur’dur” sevap verir, nimet ve keremini artırır. Kurtubi ve başkaları Süddi’nin şu ayet hakkında şöyle dediğini naklederler: “Allah bağışlayıcıdır, şekurdur” yani Âl-i Muhammed’in günahlarını bağışlayıcıdır. Onların iyiliklerine teşekkür edicidir. Sa’lebi’de:





“Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”   [5] ayetindeki Ehl-i Beyt ile bütün Haşim oğullarının kast edildiğine kânidir. Savaiku’l-Muhrika da bunu zikretmiş ve demiştir ki, 





“İmam Mâlik radiyallâhü anhaya göre, Ehl-i Beyt’e farz ve nafile sadakanın haram oluşu da onları temizleme içindir. Çünkü sadaka ve zekât, insanların kirleridir. Alan insanı küçük düşürür. Vereni üstün yapar.”   ve demiştir ki;





“Müfessirlerden bir cemaat “Selâmün alâ İlyâsin: Selam İlyas’a” ayetinden maksat, Muhammed evladı olduğuna kail olmuşlardır.”   Kelbi de böyle demiştir. Yine Kelbi’den bir kavilde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde evla bi-t’tarik ayetin şümulüne dâhildir. Fahrüd’din Râzi şöyle diyor:





Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehli Beyti, beş şeyde kendisine müsavidir: Selam da. Çünkü “Esselamü aleyke eyyühennebiyyü: Selam sana ey peygamber” ve: “Selamün ala İlyâsin: İlyas’a selam olsun.”   [6]  buyurmuştur,  O’na salâtta ve şehadette vardır. Allah Teâlâ buyurmuştur:





“Tâ Hâ:  yani Ey Tahir” ve buyurmuştur: “Yuridullahu li yuzhibe ankumu’r-ricse: Allah Teâlâ sizi temizlemek istiyor.”   Sadakanın hürmetinde ve muhabbette: “Bana tabi olun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin” [7]  “Sizden bir ücret beklemiyorum, ancak yakınlara muhabbet etmenizi istiyorum.”   ayetleri bunu amirdir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde:





“Yıldızlar gök ehline emândır. Ehli Beytim, ümmetime emândır.”   demiştir. Savaik sahibi bu hususta şöyle demiş:





“Cenabı Hakk dünyayı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için yaratmıştır. Onun devamını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin devamına ve Ehl-i Beytinin devamına bağlı kılmıştır. Çünkü onlar, Fahr-i Razi’nin zikrettiği hususlarda onunla müsavidirler. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah’ım, onlar benden, ben onlardanım.”   demiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir parçası olan Hz. Fatıma radiyallâhü anhadan doğmaları sebebiyle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir parçasıdırlar.”   (Savaik)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Aranızda Ehl-i Beytim, Nuh’un gemisine benzer. Binen kurtulur.”   (Müslim’in rivayetinde: geri kalan boğulur) bir rivayette helak olur cümlesi de vardır. Bu hadisin manası şudur: Onları seven, onlara hürmet ve tazim eden, onların âlimlerinin gösterdiği yolda giden muhalefet etme karanlığından kurtulur. Bundan geri kalan, küfür denizinde boğulur, azgınlıkta helak olur. Yine bu hususta Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:





“Allah Teâlâ’nın üç hürmeti vardır: Allah Teâlâ, bunlara riayet edenin dinini, dünyasını korur. Bunlara riayet etmeyen kimsenin Allah Teâlâ ne dünyasını, ne ahiretini korumaz: İslam’a hürmet, bana hürmet ve benim rahmime (soyuma) hürmettir.” 





“Ben, tevbe eden, inanan, salih amel işleyip hidayete eren kimseyi elbette bağışlayanım.”   [8]  ayetinde Sabitü’l-Bennai:





“Yani Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beytinin velâyetine erdi.”   demiştir. Bu Savaik’te zikredilmiştir. Kurtubi orada İbnu Abbas’tan:





“Rabb’in sana razı oluncaya kadar verecektir.”   ayeti üzerinde şu tefsiri yapmıştır:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin rızası, Ehl-i Beytinden hiçbirinin cehenneme girmemesidir.”   Hâkim şu hadisi çıkarmış ve sahih görmüştür:





“Rabbim, Ehl-i Beytimden Allah Teâlâ’nın birliğine inanan ve benim nebiliğimi kabul edene azab etmeyeceğini bana va’detti.”   





“Rabbimden, Ehl-i Beytimden hiç kimseyi ateşe sokmamasını niyaz ettim; bunu bana verdi.” 





Ahmed, Menâkıbında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şöyle dediğini kaydediyor:





“Ey Haşim oğulları, Beni hak rasul olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Cennet halkasını tutsaydım, önce sizinle başlardım.”   Tabarani Ali Kerremallâhü vecheden şu sözü derlemiştir:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden işittim,  diyordu ki;





“Havz-ı Kevser’e ilk gelenler, Ehl-i Beytim ve ümmetimden onları sevenlerdir.”   





“Ehl-i Beytim ve onları sevenler, Cennette şu iki (parmak) gibi (yan yana) dır.” 





“Biriniz beni kendisinden fazla sevmedikçe, bana kendisinden çok hürmet etmedikçe, Ehl-i Beytimi kendisinden çok sevmedikçe, onları kendine tercih etmedikçe iman etmiş olmaz.”   





“Evladınızı üç huy üzerine yetiştiriniz: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisi, Ehl-i Beytinin sevgisi ve Kur’ân-ı Kerim okumaktır.”  





“Benim, Ehl-i Beytimin, Ansar’ın ve Arabın hakkını itiraf etmeyen ya münafıktır, ya şiddet ve sıkıntı içindedir, ya da annesi kendisine cünüp iken hamile kalmıştır.”   





“Ehl-i Beytimi ancak mümin ve müttaki olan kişi sever. Onlara ancak münafık ve şaki olan buğz eder.”   





“Ehl-i Beytime buğzedeni Allah Teâlâ cehenneme atar.”   





“Haşimoğullarına ve Ensara buğz küfürdür. Arab’a buğz ise, nifaktır.” 





Kadı İyaz Şifa’da özetle şöyle demiştir: “Bir kimse Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zürriyetinden birisinin babasına söver ve Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi istisna ettiğine bir delil getiremezse o adam katlolunur.”   Savaikte şöyle diyor:





“Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet eden kimseye Allah Teâlâ lanet etsin. Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet edeni Allah Teâlâ incitir. Allah Teâlâ, Ehl-i Beytime zulmeden yahut onları öldüren yahut öldürene yardım eden veya onlara sövene Cenneti haram kılmıştır.” 





Bu Hadisi şeriflerden, Ehl-i Beyte muhabbetin farz olduğu ve onlara buğzun haram olduğu anlaşılmaktadır. Beyhaki, Bağavi, Ehl-i Beyte muhabbetin lüzumunu tasrih etmişler, Şafii de şu sözüyle bunu ifade etmiştir:





“Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehl-i Beyti, sizi sevmek, Allah Teâlâ’nın inzal buyurduğu Kur’ân-ı Kerimde bize farz kılınmıştır. Size şu büyük şeref yeter ki, size salâvat-i şerife getirmeyen kimse namaz kılamamış sayılır. (zira namazın her oturuşunda Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle beraber âline salâvat getirilir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve soyuna rahmet istenir.)  Bundan dolayı Ehl-i Beytten, bir bid’at ve sair şeyi işleyip fasık olan kimsenin zatına değil, fiillerine buğz edilir. Çünkü O, aralarında zaman olsa da yine Allah Teâlâ’nın Elçisinin bir parçasıdır. An-Nakiyyu’l-Makrizi şöyle diyor:





“Onlara dil uzatmaktan sakının. Çünkü salih de olsa, facir de olsa, yine O’nun evladıdır” Şeyh Muhyiddin Arabî kuddise sırruhu’l-aziz, Fütuhat’ında şöyle diyor:





“Bana Mekke’de inanılır bir kimse dedi ki; Ben, Mekke’de şeriflerin halka yaptıkları işleri kötü görürdüm. Rüyamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kızı Hz. Fatımatu’z-zehra radiyallâhü anhayı gördüm. Benden yüz çevirdi. Selam verip, yüz çevirmesinin sebebini sordum.





“Sen şeriflere dil uzatıyorsun.”   dedi.





“Ey Seyyide’m, dedim, onların insanlara neler yaptıklarını görmüyor musun?”





“Onlar benim oğullarım değil midir?” dedi. “Bu andan itibaren tevbe ettim.”   dedim.” 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır: “Kim bana kavuşmak ve kıyamet gününde kendisine şefaat elimi uzatmamı isterse, Ehl-i Beytime salât etsin, onları sevindirsin.”   (Savaik).





İmam-ı Şafii şöyle demiş: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladı, benim vesilemdir. Onlar benim için Allah Teâlâ’ya vesiledir. Onlar yüzü hürmetine kıyamet gününde sahifemin sağ tarafımdan verilmesini umarım.”   Rivayet edilir ki; İbnu Ömer radiyallâhü anh Zübeyr’e





“Gidip Hasan İbn-i Ali’yi ziyaret edelim” dedi. Zübeyr biraz ağır aldı. İbnu Ömer:





“Bilmiyor musun ki, Haşim oğullarının halini sormak farzdır. Ziyaret nafiledir.”   (Savaik) Hatib, bu konuda merfu’an şu hadisi çıkarmıştır:





“Bir adam diğerine kıyam eder (önünden kalkar); ancak Haşim oğulları müstesnadır. Onlar, hiç kimseye kıyam etmezler.”   





Hikaye olunur ki, Kurra’ (iyi Kur’ân-ı Kerim okuyanlar) dan biri boş kaldıkça Timurlenk’in mezarına gider, başı ucunda:





“Tutunuz onu, bağlayınız, sonra cehenneme atınız, sonra boyu yetmiş arşın olan zincirlere vurunuz.”   [9]  ayetini okurmuş. Bu adam demiş ki; “Birden uyumuşum. Bir de baktım ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz oturmuş, Timurlenk de yanında. Kendisini azarladım:





“Ey Allah’ın düşmanı, buraya da mı geldin?” dedim. İstedim ki, elinden tutup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin yanından kaldırayım. Efendimiz;





 “Bırak onu, dedi, çünkü o benim zürriyetimi seviyordu.”   ağlayarak uyandım. Artık o ayeti Timur’un kabrinde okumaktan vazgeçtim. Cemalü’l-Mürşidi veş-Şihabu’l-Kuzani haber vermiştir ki;





Timur’un oğullarından biri şöyle nakletmiş: Timur, ölüm hastalığına yakalandığı zaman birkaç gün ıztırap çekmiş, yüzü simsiyah kesilmiş, rengi değişmişti. Sonra uyanmış. Kendisine o halini haber vermişler. Demiş ki;





“Azap melekleri bana gelmişlerdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gelip onlara:





“Onu bırakın gidin, çünkü o, benim akrabamı sever ve onlara iyilik ederdi.”   dedi. Onlar da bırakıp gittiler. İbnu Hacer diyor ki;





“Onların hakkına riayet, insanların en zalimi olan, Timurlenk’e bile fayda verirse artık başkasına nice olur”





Hikâye olunur ki;





Yemen salihlerinden biri çoluk çocuğuyla beraber deniz yoluyla Hacca gitmiş. Cidde’ye kavuştukları zaman gümrükçüler, kadının iç çamaşırlarına varıncaya kadar hepsini aramışlar. O salih adam bu muameleye çok kızmış. Mekke Şerifi es Seyyid Muhammed ibnu Berekat (Allah ona rahmet etsin) i Allah Teâlâ’ya şikâyet etmiş. Rüyasında Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görmüş. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden yüz çevirmiş.





“Niçin ya Rasûlallah? diye sormuş. Buyurmuş ki;





“Benim şu oğlumdan daha zalim hiç kimse görmedin mi?” Adam hemen korku içerisinde uyanmış. Şerif hakkında Allah Teâlâ’ya tevbe etmiş ve artık ne yaparsa yapsın, hiçbir şerife dil uzatmamaya ahdetmiş.”   (al-İkdu’l-Lai)





Ey Allah Teâlâ’nın Rasulü’nün Ehl-i Beyti, ey kendilerini methetmek için Kur’ân-ı Kerim ayetleri inen kimseler!





Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehli Beyti, sizi sevmek farzdır. Siz bütün ümmetlerden üstünsünüz. Ey Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ehli Beyti, sizi Kur’ân-ı Kerim öğmüştür. Artık benim öğmemin, benim sözümün ne kıymeti kalır?





Şiir:





“Nebiler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi alâmet yaptılar.





Alâmet, meşhur olmayanın işidir.





Nübüvvet nuru, o Ehl-i Beytin güzel yüzlerindedir.





Onlar Tıraz-ı Ahder’den[10] daha şereflidirler.”  [11]       





Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,





İMAM HASAN Bin ALİ aleyhisselâm [12]





Hasan aleyhisselâm, Ali ve Fatıma radiyallâhü anhuma’nın oğludur. Hicretin 3. yılı Ramazan ayının ortasında doğmuştur. Zehebi, Şaban ayının ortasında doğduğuna dair rivayeti daha doğru kabul eder. Fatıma Radiyallâhü anha’nın doğum zamanı gelince, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem, ona Esma Binti Ümeys ile dadısı Ümmü Eymen’i gönderdi, onlar da Ayetel Kürsi ile Felak ve Nas surelerini okudular. Nesefi’den şöyle nakledilmiştir;





“Fatıma Radiyallâhü anha, Hasan aleyhisselâm’ı doğurduğu zaman, Ali Radiyallâhü anh’a; “Ona isim ver” dedi. O da; “O’na ismi ancak dedesi Sallallahu aleyhi ve sellem isim koyacaktır.”   Dedi. Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem;





“Allah Azze ve Celle ona benden önce isim verecek” buyurdu. Bunun üzerine, Cibril aleyhis selam ona geldi ve dedi ki; “Ya Muhammed! Şüphesiz Allah Teâlâ, bu doğumdan dolayı seni tebrik ediyor ve buyuruyor ki;





 “Onu Harun’un oğlunun adı olan Seber’in manasında; “Hasan” diye isimlendir.”   Hüseyin aleyhisselâm doğduğunda da Cibril aleyhisselam demiştir ki;





“Ya Muhammed! Şüphesiz Allah Teâlâ, bu doğumdan dolayı seni tebrik ediyor ve buyuruyor ki; “Onu Harun’un diğer oğlunun ismi olan Sübeyr’in manasında; “Hüseyin” diye isimlendir.” 





İbni Sa’d, İmran Bin Süleyman’dan rivayet ediyor; “el Hasan ve el Hüseyin cennet ehlinden iki isimdir. Araplar cahiliye döneminde bu isimleri kullanmazdı.”  





İsmi Hasan, lakabı “Zeki” ve “Mücteba”,





Künyeleri “Ebu Muhammed, Taki, Veli, Seyyid, Reyhanetün Nebi ve Sıbtun Nebi”dir. Hasan aleyhisselâm, Rasulullah Sallallahu aleyhi ve selleme herkesten daha fazla benzerdi. Başından göbeğine kadar olan kısmında, Rasulullah Sallallahu aleyhi ve selleme benziyordu.





Şehadeti





Hasan aleyhisselâm, zehirlenerek şehit edilmiştir. Umeyr Bin İshak anlatıyor; “Kureyşli bir adamla beraber Hasan aleyhisselâmın yanına geldik. “Defalarca zehirlendim, ama bu sefer ki hepsinden daha kötüydü” diyordu. O sırada Hüseyin aleyhisselâm geldi. Hasan aleyhisselâmın yanıbaşına oturdu ve;





“Ey kardeşim! Sana bunu içiren kimdi?” diye sordu. Hasan aleyhisselâm; “Onu öldürmek mi istiyorsun?” dedi. Hüseyin aleyhisselâm;





“Evet” dedi. Bunun üzerine Hasan aleyhisselâm;





“Eğer bunu şu anda, zannettiğim adam yapmışsa Allah’ın intikamı daha çetin olacaktır.”   [13]  Hasan aleyhisselâm, rüyasında sanki gözlerinin arasında İhlâs suresinin; “De ki; O Allah’tır, tektir” ayeti celilesinin yazıldığını görünce, ev halkıyla birlikte buna sevindi. Sonra bu, İbnül Müseyyeb’e anlatılınca dedi ki;





“Eğer rüyası doğru ise, yaşama müddeti az kaldı.”   Bu sözün üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Hasan aleyhisselâm Hakk’a yürüdü. Cenaze namazını o günkü Medine valisi Said Bin el As kıldırdı.  Vefatının sebebi doğrulanmayan bir rivayete göre şöyle nakledilmiştir;





“Yezid gizlice Hasan aleyhisselâmın hanımı Ca’de Binti Eş’as Bin Kays el Kindi’ye, Hasan aleyhisselâmı zehirlediği takdirde kendisiyle evleneceği haberini 100 dirhem ile beraber gönderdi. Kadın bu işi yaptıktan sonra, Hasan aleyhisselâm, kırk gün hastalandı. Vefat edince, Ca’de, verdiği sözü yerine getirmesi için Yezid’e haber gönderdi. Yezid ona; “Biz senin Hasan için bir eş olmana razı olmadık ki, seni kendimize eş edinmeye razı olalım.”   Diye cevap gönderdi.[14]





Hasan aleyhisselâm, babaannesi olan Fatıma Binti Esed Radiyallâhü anha’nın yanındaki meşhur kubbesinde defnedildi. Hayat süresi 47 yıl olup, bu müddetin yedi yılı Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem ile otuz yılı babası Ali Radiyallâhü anh ile geçtikten sonra hilafet makamında altı ay bulundu. Sonra hilafeti Muaviye’ye bırakarak 9 yıl 6 ay da Medine’de yaşadı. Hicretin 49 veya 50. yılında vefat etti. Cenazesine büyük bir kitle katıldı. [15]





Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,





İMAM HÜSEYİN Bin ALİ Aleyhisselâm [16]





Fatıma aleyhisselâma, Hasan aleyhisselâmın doğumundan 50 gün sonra Hüseyin aleyhisselâma gebe kalmıştı. Hicretin 4. yılı Şa’ban ayının beşinde, Hüseyin aleyhisselâm doğdu.





 Sütannesi





Abbas radiyallâhü anhın hanımı Ümmül Fadl, bir gün Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellemin yanına gelerek;





“Ey Allah’ın rasulü! Bu gece rüyamda senin bedeninden bir parçasının kesilip evime konulduğunu gördüm.”   Dedi. Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem de;





“Hayır, görmüşsündür inşallah. Fatıma bir erkek doğuracak, sen de ona oğlun Kusem’in sütünü emzireceksin.”   Buyurdu. Hüseyin aleyhisselâm doğunca, Ümmül Fadl onu alıp götürdü ve debeleninceye kadar ona Kusem’in sütünü emzirdi.”  [17]





Lakap ve Künyeleri Künyesi Ebu Abdullah’tır. Lakapları ise; Şehid, Seyyid, er Raşiyd, et Tayyib, ez Zeki, el Vafi, el Mübarek, et Tabi limerdatillah ve es Sıbt’tır.[18]





 





Faziletleri





Ya’la el Amiri radiyallâhü anhden; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabıyla birlikte davet edildiği bir yemeğe gidiyordu. O sırada Hüseyin aleyhisselâm da, sokakta çocuklarla oynuyordu. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, ashabını geride bırakıp ilerledi ve ellerini açarak Hüseyin aleyhisselâmı tutmak istedi. Hüseyin aleyhisselâm bir oraya bir buraya kaçıyor, efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem de gülüyor ve onu tutmaya çalışıyordu. En sonunda tuttu, bir elini ensesine, bir elini de çenesinin altına koyup öptü ve buyurdu ki;





“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ım! Hüseyini seveni sen de sev. Hüseyin torunlardan bir torundur.”   [19] Cabir Bin Abdullah radiyallâhü anhden; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Cennetlik gençlerin efendisine bakmakla mutluluk duyan, Hüseyin Bin Ali’ye baksın” [20] Ebu Hureyre radiyallâhü anh rivayet ediyor; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem mescitte oturuyordu.





“ufaklık nerede?” buyurdu ve Hüseyin aleyhisselâm odasından çıkıp, düşene kadar yürüyerek geldi. Parmağını Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in sakalına koydu. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem de Hüseyin aleyhisselâmın ağzını açarak ağzını onun ağzına koydu. Sonra buyurdu ki;





“Allahım! Ben bunu seviyorum. Sen de bunu sev ve bunu sevenleri de sev.” [21] İmam-ı Hasan aleyhisselâm ve kardeşi İmam-ı Hüseyin aleyhisselâm Hz.leri Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in huzurunda güreşiyorlardı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz İmam-ı Hasan aleyhisselâmı teşvik ediyordu. Hz. Fatımatüzzehra radiyallâhü anha babasına:





“Ya Resûlallah! Hasan büyüktür, hep onun tarafını tutuyorsunuz.”   Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:





“Ya Fatıma! Cebrail aleyhisselâm Hüseyin'e yardım ediyor.”   buyurdular. [22]





Fatıma radiyallâhü anha’dan; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Hasan’da Benim heybetim ve ululuk niteliğim vardır. Hüseyin’de ise, Benim şecaatim ve cömertlik vasfım vardır.”   [23]





Zeyd Bin Erkam radiyallâhü anh den; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin aleyhimüssselâm hakkında buyurdu ki;





“Bunlarla barışık olanla barışık olurum, çarpışanlarla da çarpışırım.”   [24]





 Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bir gün namaz kılarken kulağına bir çocuk ağlaması geldi. Namazını çabucak bitirip dışarı çıktı. Sebebini sorduklarında buyurdu ki;





“Bir çocuk ağlaması duydum. Onu Hüseyin zannettim.”   [25] Ebu Hureyre radiyallâhü anh, bereketlenmek için Hüseyin aleyhisselâmın ayağının toprağından elbisesine sararak taşırdı.[26]





 





Şehadetinin Haber Verilmesi





Enes Bin Haris radiyallâhü anhden; Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Benim bu oğlum Hüseyin, Irak topraklarından birinde öldürülecektir. Sizden herkim ona yetişirse, yardım etsin!”[27]





Enes radiyallâhü anhden; “Yağmur meleği Rasulullah Sallallahu aleyhi ve selleme gelmek için izin istedi. Ona izin verildi. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, Ümmü Seleme radiyallâhü anha’ya dedi ki;





“Kapıya bak, yanımıza kimse girmesin!” Derken Hüseyin aleyhisselâm geldi ve girmek istedi. Ümmü Seleme ona mani oldu. Fakat o, sıçradı ve içeri girdi. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in kucağına oturup boynuna sarıldı. Melek;





“Onu seviyor musun?” dedi. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem de;





“Evet” buyurdu.





“Ama ümmetin onu öldürecek. İstersen sana onun öldürüleceği yeri göstereyim” dedi ve kırmızı bir toprak getirdi. Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, o toprağı Ümmü Seleme’ye emanet etti ve o da onu başörtüsüne sardı. Sabit radiyallâhü anh dedi ki;





“İşittiğimize göre, o yer, Kerbela’dır.”   [28]





 Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bu toprağı koklayıp; “Riyhu kerbin ve belain (üzüntü ve bela kokusu)” buyurdu. Ümmü Seleme radiyallâhü anha’ya dedi ki;





“İşte bu toprak Hüseyin’in öldürüleceği yerin toprağıdır. Kana bulandığı zaman bil ki Hüseyin şehit oldu demektir.”   Ümmü Seleme radiyallâhü anha dedi ki; “Ben bu toprağı yanımdaki bir şişeye koydum ve kendi kendime bu toprağın kana dönüşeceği gün büyük (bir bela) günüdür dedim.”   Ümmü seleme radiyallâhü anha, Hüseyin aleyhisselâmın şehit edildiği gün o toprağın kana bulandığını görmüştür. Bu hususta İbn-i Abbas, Ali ve Aişe radiyallâhü anhumden de sahih rivayetler vardır. [29]





 





Kerbela Felaketi





Fesahat bahçesinin bülbülü, belagat şehrinin durusu, cennetlik gençlerin efendisi Hüseyin aleyhisselâm Kerbela felaketi ile karşı karşıya kaldı. Bir avuç denecek kadar az yakınları, yardımcıları ve erkek çocukları ile birlikte o belalı beldede şehadet şerbetini içerek, Ehli Beyt dostlarının yüreğine kıyamete kadar şifa bulmayacak bir yara açıldı. Kerbela’da Hüseyin aleyhisselâma yapılanlar, bütün dünyayı kan ağlatmaya yetti. O acının gönüllerde yaktığı ateş, dağlara taşlara düşseydi, dağlar, taşlar erir, göklere düşseydi gökler buhar olup feza boşluğunda kaybolurdu.





 





Hüseyin Aleyhisselâmın Şehid Edilişi





Kufeliler saldırılarını Hüseyin aleyhisselâma ve çevresindekilere yoğunlaştırdılar. O ise, elindeki kılıcı ile bu hücumları savmaya çalışıyordu. Gözleri önünde, günlerdir kendi öz oğulları dâhil, nice kıymetli kişiler şehit olmuştu. Onların acısıyla yüreği yanıyordu. Bir de günlerdir susuz kalmıştı. Böyle bir halde metanetini koruyarak saldırılara direnmesi, düşmanlarını da şaşırtıyordu. 10 Muharrem, işte böyle acıklı sahnelere tarih oluyordu. Hüseyin aleyhisselâm açlık ve susuzluktan iyice mecalsiz kalmış, Kufeliler ise





“Hüseyin’i vuran ben olmayayım” diye son darbeye cesaret edemiyorlardı İmam Hüseyin katligahta öylece duruyordu. Her biri Hüseyin’i başkasının öldürmesini istiyordu. Şimr bağırarak, neye durmuşsunuz, neyi bekliyorsunuz. Hüseyin’in işini bitirin dedi. O sırada Zür’a Bin Şerik et Temimi İmam’ın sol omzuna bir darbe indirdi. Sonra bir ok İmam’ın boğazına ve diğer biri de boynuna isabet etti. Sinan b. Enes İmam’ın göğsüne ve Salih b. Veheb ise yan tarafına vuruyordu. Bu halde iken, Sinan Bin Enes en Nehai mızrakla onu yere düşürdü ve mübarek başını kesti. Bu sıralarda İmam'ın atı, başı kanlı olduğu bir halde gidip çadırların önünde durdu. Çadırdaki kadınlar baş ve dizlerine vurarak çadırdan dışarı çıkmaya başladılar. Ümm-ü Gulsüm diyordu ki:





“Vay halimize, Hüseyin meydanın ortasında yığılmış duruyor” Zeynep,





“Ey kardeşim, senden sonra dünyada yaşamanın değeri yoktur. Keşke yerle gök birbirine geçseydi.”   dedi. Daha sonra Zeynep İmam Hüseyin’e doğru gitti. İmam Hüseyin katligahın ortasında duruyordu. Zeynep,





“Ey insanlar, sizin aranızda bir müslüman yok mu? Bakın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ciğer paresinin başına neler getirdiler.”   diye haykırdı. Hüseyin aleyhisselâmın ayakkabıları, elbiseleri, sarığı ve çadırlarda kalan bütün eşyaları yağmalandı. Bazı müdahaleler olmasa, Şemir Bin Zilcevşen gibi köpekler Hüseyin aleyhisselâmın aile fertlerini ve hatta hasta yatmakta olan Ali el Asgar aleyhisselâmı bile öldüreceklerdi. Hüseyin aleyhisselâmın bedeninde otuz üç mızrak yarası ve otuz dört kılıç darbesi tesbit edildi. Ok yaraları bundan hariçtir. Hüseyin aleyhisselâmın adamlarından yetmiş iki kişi şehit olmuş, Kufelilerden ise seksen sekiz kişi öldürülmüştü. Hüseyin aleyhisselâm şehit edildiğinde 57 (yada 58) yaşında idi. Şehit edildiği tarih; 10 Muharrem 61 Cuma günü, vakit öğleden sonra idi.  Hepimiz Allah'tanız ve hepimiz O'na döneceğiz. Allah Teâlâ'nın selamı İmam Hüseyin aleyhisselâmın ve takipçilerinin üzerine olsun. Allah Teâlâ'nın Lâneti onları şehid eden ve ettirenlerin üzerine olsun.





Hüseyin aleyhisselâmın başını gövdesinden ayırarak Kufe’ye götürdüler.





Hüseyin aleyhisselâmınkabiri belirsiz hale getirilmişti. Bir bedevi gelip kabri şerifi araştırdı. Toprakları avuçlayıp koklamaya ve kabrin bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Kabri bulunca da,





“Babam, anam sana feda olsun! Senden ve senin toprağından daha hoş, daha tatlı bir şey yoktur” diyerek ağladı ve bir beyit söyledi.





İbni Ziyad, Hüseyin aleyhisselâmın başını bir sopa üzerine yerleştirerek şehirde bir süre dolaştırılmasını emretti. Diğer Kerbela şehitlerinin başlarıyla beraber Ali Bin Hüseyin aleyhisselâm ile kadın ve çocukları, Zahr Bin Kays başkanlığında bir heyet ile Şam’a yolladı. Heyet Şam’a gidince, Yezid siyaset icabı güya bu duruma üzülmüş gibi rol yaptı ve İbni Ziyad’a lanet okudu. 





Hasan-i Basri radiyallâhü anh Hazretleri derdi ki:





“Vallahi eğer Hüseyin'i öldürenlerle veya onun katline razı olanlarla beraber bulunsaydım, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı utancımdan ve onun bana kızgınlıkla bakacağından korktuğum için Cennete girmezdim.” 





Siyer kitaplarında gördüm ki: Allah Teâlâ Hazretleri Yahya ibnu Zekeriya'nın katli sebebiyle doksan beş bin kişi öldürmüştür. Her nebinin diyeti budur. Sonra Allah Teâlâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize:





“Ben, Zekeriyya oğlu Yahya için doksan beş bin kişi öldürdüm, senin kızın oğlu Hüseyin için bunun iki mislini öldüreceğim.”   diye vahyetti şeklinde rivayet etmişlerdir.”   Bu, onun nebiliğine ve resullüğüne delildir. Çünkü veli Peygamber rütbesine eremez. Hâlbuki Hz. Hüseyin onun iki misline çıkmıştır.





Yezid'e la'netin caiz olduğunu da al-Masabih Hadisi gösterir. Hz. Aişe radiyallâhü anhanın şöyle dediği rivayet edilmiştir:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu: Altı kişi vardır ki ben de, Allah Teâlâ da ve her nebi de onlara lanet etmiştir: Allah Teâlâ'nın kitabına katma yapan, Allah Teâlâ'nın kaderini yalanlayan, Allah Teâlâ'nın zelil ettiğini aziz etmek ve aziz ettiğini zelil etmek için cebr ile saldıran, ahfadımdan Allah Teâlâ’nın dokunmayı haram kıldığı kimselere dokunmayı helal sayan ve sünnetimi terk eden.” 





Sa'deddin at-Taftazani Akaid Şerhinde şöyle diyor: “Muaviye oğlu Yezid hakkında ihtilaf ettiler.”   Hulasa'da ve diğer kitaplarda: “Yezid'e ve Haccac'a lanet doğru değildir. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, müslümanlara ve ehl-i kıbleye lanetten menetmiştir.”   diyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kıble ehlinden bazılarına lanet ettiğine dair nakledilen sözü ise





“O, insanların başkalarının bilmediği hallerini bilir. Bildiği iç hallerinden ötürü onlara lanet etmiş olabilir” diye tefsir ediyor. Bazıları, Hz. Hüseyin aleyhisselâmı katletmeyi emrettiği için kâfir olduğu gerekçesiyle Yezid'e laneti caiz görmüş, onu katleden, katlini emreden (kumandan) ve buna izin veren veya razı olan kimseler hakkında lanet etmenin caiz olduğunda birleşmişlerdir. Hakikat şudur ki: Yezid'in, Hz. Hüseyin aleyhisselâmın katline razı olması ve bununla sevinmesi ve Ehl-i Beyte ihaneti tevatüren sabit olan gerçeklerdendir. Her ne kadar tafsilat (teferruat) ahada dayanıyorsa da. Binaenaleyh biz, artık onun hakkında sükût edemeyiz. Allah Teâlâ ona ve ona yardım edenlere lanet etsin.





Biliniz ki: Yezid, Allah Teâlâ düşmanlarının en büyüğüdür. Çünkü o, İmam Hüseyin aleyhisselâmı, Haram aylarının sonunda, susuz olarak, uzaktan soğuk suyu göstererek katletmiştir. Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona lanet etmiştir. Biz nasıl ona lanet etmeyelim? Allah Teâlâ'nın laneti ona, taraftarlarına, yardımcılarına, dostlarına ve onu sevdiğinden ötürü ona lanet etmeyen herkese. Fakat İmam A'zam onlardan korktuğu için ona lanet etmemişti, yoksa inancından dolayı değil. Bu da idare icabıdır. Zalimlere karşı zulümleri korkusundan idare caizdir. [30]





İslam'ın erken dönem diplomasisinin önemli isimlerinden biri ve aynı zamanda saygın bir fıkıh bilgini olan Ebu Hamza el-Hâricî (hyt. 130/747) Muaviye’nin yönetimini ve kişiliğini anlatırken, şu sözleri söylüyor:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından hem kendisi hem de babası lanetlenmiş bir adamdı. Allah Teâlâ'nın kullarını havel[31] Müslü­manların mallarını düvel,[32] Allah Teâlâ'nın gönderdiği dini değel [33] yaptı. Sonra da yok olup gitti.”   (Câhız; el-Beyân ve't-Tebyîn, 1985, c.2,  s.123) [34]





Yezid’in yetiştiği ahval düşünülünce yaptığı işlerin siyasî ve dinî olarak düşünülünce yaptıklarına şaşmamak gerektir.





 





İbn-i Haldun Mukaddime’sinde Hz. Hüseyin aleyhisselâm konusunu açıkladıktan sonra konuyu şu şekilde bağlıyor.





Hz. Hüseyin aleyhisselâmın durumuna gelince, Yezid'in fasıklığı (dinin emir ve yasaklarına ay­kırı işler yapması) herkes tarafından anlaşılıp ortaya çıkınca, Kûfe'deki ehl-i beyt taraf­tarları Hz. Hüseyesin aleyhisselâma haber göndererek Kûfe'ye gelmesini, (Yezid'e karşı) ona destek ve­receklerini söylediler. Hz. Hüseyin aleyhisselâm da, fasıklığından dolayı Yezid'e isyan edilmesi gerekti­ğini düşündü. Özellikle de buna güç yetirebilecek biri için. Kişisel ehliyeti (yeterliliği) ve toplumsal gücü ile buna güç yetirebileceğini zannetti. Kişisel ehliyeti konusundaki zannı doğruydu, ancak toplumsal gücü konusunda hata etmişti. Bu hususta Allah Teâlâ onu bağış­lasın.





Çünkü Mudar'ın asabiyeti Kureyş'te, Kureyş'in asabiyeti Abdi Menaf oğullarında, Abdi Menaf oğullarının asabiyeti ise Emevîlerdeydi. Kureyş ve diğer insanlar Emevîlerin bu durumunu biliyor ve inkâr etmiyorlardı. Sadece İslâmiyetin başlangıcında -insanla­rın vahyin gelişi, meleklerin Müslümanlara yardım edişi gibi olağanüstü hallerle meşgul olmalarından dolayı- unutulmuştu.





Evet, insanlar bu gibi olağanüstü haller karşısında cahiliye alışkanlıklarını, asabi­yetini ve eğilimlerini unutmuşlardı. Geriye sadece dinin korunması ve müşriklerle cihad etmeye yarayacak tabii asabiyet kalmıştı. Bu işler de ise hükmedici ve yönlendirici olan dindi. Cahiliye adetleri ise dışlanmış ve atıl bir durumdaydı. Ancak (Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürümesinden sonra) vahyin ve olağanüstülüklerin kesilmesiyle işler bir nebze daha önceki yerleşik geleneklere döndü. Asabiyet durumu da daha önceki haline ve sahiplerine dön­dü. Mudar kabileleri de daha önce olduğu gibi yeniden Ümeyye oğullarına (Emevîlere) itaat etmeye başladılar.





Böylece Hz. Hüseyin aleyhisselâmın bu konudaki hatası açığa çıkmış oluyor. Ancak onun bu yanılgısı dünyevî bir meselede olduğu için ona zarar vermez. Şer'î hüküm ise onun zannına bağlı olduğu için, bu konuda hatalı değildir. Çünkü o, bu işe güç yetirebileceğini sa­nıyordu. Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Ömer, kardeşi Muhammed bin Hanefîyye ve diğerleri radiyallâhü anhüm onu Kufe’ye gitme düşüncesinden vazgeçirmeye çalışmış­lar, onun bu konuda hata yaptığını anlamışlar, ancak o Allah Teâlâ'nın dilemesinden dolayı, ko­yulduğu yoldan dönmemiştir.





Hz. Hüseyin aleyhisselâmın dışında Hicaz'da, Yezid'in yanında Şam'da ve Irak'ta bulunan di­ğer sahabeler ve onlara tâbi olanlar ise, Yezid fasık da olsa, ona isyan etmek büyük karga­şalıklara ve kan dökülmesine sebep olacağı için bunu caiz görmemişlerdir. Onun için böyle bir şeye kalkışmamışlar, Hz. Hüseyin aleyhisselâma tâbi olmamışlar, ancak onun yaptığını da inkâr etmemişler ve onu (böyle yaptığından dolayı) günahkâr saymamışlardır. Çünkü o örnek alınacak bir müçtehittir.





Hz. Hüseyin aleyhisselâma muhalefet eden ve ona yardım etmeyen bu insanları günahkâr say­ma yanlışına düşmekten sakın. Çünkü onlar sahabelerin çoğunluğuydu ve Yezid'in ya­nında olup, ona isyan edilmesi görüşünde değillerdi. Ancak Hz. Hüseyin aleyhisselâm da Kerbala'da savaşırken, kendi fazileti ve hakkına, onları şahit gösteriyordu. Şöyle diyordu:





(Benim durumumu) Cabir bin Abdullah'a, Ebû Saîd Hudrî'ye, Enes bin Malik'e, Sehl bin Saîd'e, Zeyd bin Erkam radiyallâhü anhüm ve bunlar gibi olanlara sorun.”   Onların kendisine yardım etmeyişini kınamıyordu. Çünkü biliyordu ki, Yezid'e isyan etmek nasıl kendi içtihadından kaynak­lanıyorsa, bu şekilde hareket etmeleri de onların içtihatlarından kaynaklanıyordu.





Aynı şekilde sakın Hz. Hüseyin aleyhisselâmın şehid edilmesinin, -nebizi (hurma şırasını) haram (içki hükmünde) kabul eden Şafii ve Malikilerin, bunu caiz kabul edip için Hanefilere had cezası uygulamasına benzeterek- doğru olduğunu sanma. Çünkü her ne kadar Hz. Hüseyin aleyhisselâmın hareketi onların (sahabelerin) içtihatlarına aykırı idiyse de, Yezid'in, Hz. Hüseyin aleyhisselâm ile savaşması da bu sahabelerin içtihatlarından kaynaklanmıyordu. Aksine Hz. Hüseyin aleyhisselâm ile savaşmak, Yezid ve taraftarlarının kendi görüşüydü. Şöyle düşünme: Yezid fasık da olsa, sahabeler ona isyan etmeyi caiz görmemişlerdir. Dolayısıyla Yezid'in yaptıkları onlara göre doğrudur.





Bil ki, fasık birinin ancak meşru (şeriata uygun) işlerine itaat edilir. O sahabelere göre isyan edenlere karşı savaşmanın şartı, (kendisine isyan edilen) imamın (devlet başkanının) adil olmasıdır ki bizim meselemizde bu şart eksiktir (yani Yezid adil olma şar­tını taşımamaktadır). Dolayısıyla Yezid'le birlikte veya Yezid için Hz. Hüseyin aleyhisselâm ile savaş­mak caiz değildir. Aksine onunla savaşmak Yezid'in tartışmasız fasıklık olan işlerinden bi­ridir. Onun için bu savaşta öldürülen Hz. Hüseyin aleyhisselâm içtihat ve hak üzere hareket eden ve sevaba nail olan bir şehittir. Aynı şekilde Yezid'in yanında olan (yukarıda değinilen se­beplerden dolayı Yezid'e isyan etmenin caiz olmadığını söyleyip Hz. Hüseyin aleyhisselâma yardım et­meyen) sahabeler de içtihat ve hak üzerine hareket etmişlerdir.





Kadı Ebû Bekir bin Arabî El-Malikî “El-Avâsım Ve'l-Kavâsım” isimli kitabında, bu meseleyle ilgili olarak dile getirdiği görüşünde yanılmıştır. O kitabında söyledikleri şu anlamdadır:





“Hüseyin aleyhisselâm, dedesinin (yani Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin) getirdiği şeriata göre şehid edildi.”   Ancak bu görüş yanlıştır. Onun bu yanlışa düşmesinin sebebi, (kendisine isyan et­menin caiz olmadığı imamın) adil olması gerektiğini gözden kaçırmasıdır. Zaten kendi zamanında diğer görüş sahipleriyle yaptığı savaşta, imamlığı ve adaleti noktasında, kim Hz. Hüseyin aleyhisselâmdan daha adildi ki?





Abdullah bin Zübeyr radiyallâhü anhın(Abdulmelik bin Mervan'a ) isyan edişine gelince, o da (isyan edilmesi gerektiği hususunda) Hz. Hüseyin aleyhisselâm gibi düşünmüş ve (kişisel yeterliliği ve toplumsal gücü konusunda da) onunla aynı zannı paylaşmıştır. Ancak onun toplumsal gücü konusundaki yanılgısı daha büyüktür. Çünkü (Abdullah bir Zübeyr'in kavmi olan) Esed oğulları ne cahiliye döneminde ne de İslâm'dan sonra Emevîlere karşı koyacak bir güçte olmamıştır.





Hz. Ali kerreme’llâhü veche ve Muaviye’nin arasındaki mücadelede hatalı tarafın muhalefet tarafı (Muaviye) olduğu söylenebilmesine karşılık, aynı şeyin burada söylenmesi mümkün değildir. Çünkü birincisinde (Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin haklı olduğuna dair) görüş birliği vardır; burada ise böy­le bir şey göremiyoruz. (Hz. Hüseyin aleyhisselâm ve Yezid arasındaki mücadelede ise) Yezid'in hatalı olduğunu onun fasıklığı ortaya koymaktadır. Ancak Abdullah bin Zübeyr radiyallâhü anh ile savaşan Ab­dulmelik ise insanların en adiliydi. İmam Malik'in onun fiilini delil olarak alması, yine Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Ömer radiyallâhü anhümanın Hicaz'da beraber oldukları Abdullah bin Zübeyr'e değil de ona biat etmeleri, onun adaletine delil olarak yeter. Diğer taraftan çok sayıda sahabe, Abdullah bin Zübeyr radiyallâhü anhaya geçerli bir biat yapılmadığı görüşündedirler. Çün­kü ona yapılan biatta -Mervan'a yapılan biatta olduğu gibi- ehlü’l-hal ve'l-akd hazır bu­lunmamıştır. Bu bakımdan Abdullah bin Zübeyr'in durumu farklıdır. Tam olarak hangi­sinin hatalı olduğu söylenemese de, görünüşte hepsi de hak için çalışan müçtehitlerdir. Bu söylediklerimize göre Abdullah bin Zübeyr'in şehid edilmesi -amacı ve mücadelesi hak için olduğundan dolayı sevaba hak kazanan bir şehit olmasına rağmen- İslâm hukuku­nun kurallarına uygundur.





Ümmetin en hayırlıları olan sahabelerin ve tabiinin yaptıklarının bu şekilde yo­rumlanması gerekir. Eğer onları kötüleyip karalayacak olursak, geriye adalet ile nitelene­cek kim kalır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle diyor: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşa­yanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir (bunu iki veya üç kere tekrarladı). Ondan son­ra yalan yayılır.”   Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadiste, hayırlı olmayı -ki bu adalettir- ilk dönemde yaşayanlar ile onlardan sonra gelenlere tahsis etmiştir. Onun için kendini onlara dil uzat­maya alıştırmaktan ve onların yaptıkları şeyler konusunda aklını karıştıracak şüphelere düşmekten sakın. Onların yaptıkları hakkında gücünün yettiği kadar hep doğruluğu ara; şüphesiz onlar, haklarında böyle düşünülmeye insanların en layık olanlarıdır. Onlar an­cak çok açık delillere dayanarak ihtilafa düşmüşlerdir. Ve sadece cihad yolunda ve hakkı üstün kılmak için savaşmışlar ve öldürülmüşlerdir. Yine onların ihtilaflarının, ümmetin kendilerinden sonra gelenleri için rahmet olduğuna inan. Her bir fert onlardan birini se­çip örnek alır ve kendisine kılavuz edinir. Bu husus iyice anlaşılsın ve Allah Teâlâ'nın yarattıklarındaki hikmet açığa çıksın. Bil ki, Allah Teâlâ her şeye güç yetiren, kendisine sığınılacak ve dö­nülecek olan ve her şeyi en iyi bilendir.[35]





Allah Teâlâ’da cemal ve celâl tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da yaratan odur. Bununla beraber küfre razı değildir. Muhammediyet mer­tebesi ise yalnız cemaltecellisidir.   Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ancak küfür olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir;   bu ise zordur. (Bu sebepten Ehl-i beyt çok sıkıntı ekmiştir.)





“Ayaşlı Şakir Efendi dermiş ki;





Siyaset velâyetten yüksektir.” 





Bunun manası: Velâyet; Allah Teâlâ’nın cemal tecellisi olduğu için; hep iyi şeyler düşünür, iyi şeyler yapar. Siyaset ise, Allah Teâlâ’nın hem cemal, hem celal tecellisi olduğundan, Allah Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarı ile birbirine zıt sıfatlarına ne kadar yaklaşırsa o kadar muvaffak olur.





Hz Ömer radiyallâhü anh buyurur ki;





“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın hükümet kuvvetiyle men ettiği şey, Kur’an-ı Kerim’in ayetiyle men ettiğinden ziyadedir.”   [36] 





İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,






“Allahım! Muhammed'e ve Muhammed'in âl'ine salât et! “İbrahim’e aleyhisselâm ve îbrâhîm'in âl'ine salât ettiğin gibi.”   deyin.





Bilindiği gibi Hz. İbrahim aleyhisselâmın âl'i, kendisinden sonra gelmiş olan nebîler ve rasûllerdir. Bunlar Hz. İshak aleyhisselâm, Hz. Ya'kûb aleyhisselâm, Hz. Yûsuf aleyhisselâm ve onların neslinden, Allah celle celâlühû katından nebi olduklarına delalet eden açık şeriatlarla gelmiş olan nebîler ve rasûllerdir. İşte bu sebepten Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetinin ulemâsını ve sâlihlerini ki onlar, o'nun âl'idir;[37] herhangi bir şerîat getirmeseler de, Allah Teâlâ katındaki nübüvvet mertebesine dâhil etmek istemiştir. Nitekim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onlar için, kendi şeriatına dâhil olan bir çeşit kanun koyma hakkını ibkâ etmek üzere; “Allahım! Muhammed'e ve Muhammed'in âl'ine salât et! deyin.”   buyurmuştur. Bu, âl'ine dâhil oldukları takdirde onlara da salât et, anlamındadır. Salâvatın devamındaki;





“İbrahim’e aleyhisselâm ve îbrâhîm'in âl'ine salât ettiğin gibi.”   cümlesi ile âdeta şöyle denmek İstenmiştir:





Hz. İbrâhîm aleyhisselâma bir şeref olarak, âl'ine nübüvvet verdin. Onların nübüvveti, kanun koyma hakkı ile birlikte zuhur ettiği halde, benden sonra şerîat olmayacağına hükmettin. O halde bana ve benim âl'ime, kanun koyma hakkları olmasa da, senin katında olan nübüvvet mertebesini vererek salât et. Cenâb-ı Hakk celle celâlühû Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âlini enbiya mertebesine dâhil etmesi ve Hz. İbrahim aleyhisselâm dan fazla olarak da, şeriatının neshedilememesi, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kemalindendir. Hâlbuki Hz. Îbrâhîm aleyhisselâmın ve ondan sonrakilerin şeriatları, birbirlerini neshetmişlerdir.[38]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin aleyhisselâmın risalet mertebesi şerefine erdiklerini kabul ve beyan etmişlerdir. Konu hakkında Mevâid’ül İrfan ve birçok risale ve mecmuâlarında izahını yapmış ve itikatlarını aşikâr kılmıştır. Şöyleki;





“Kur’an-ı Kerim’de onların bu şerefine delalet eden ayetler çoktur. Ezcümle: Bakara Suresinde:





“Deyiniz ki: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve el-Esbata (torunlara) indirilene, Mûsa'ya, İsâ'ya verilene ve nebilere Rablerinden verilene inandık. Biz onlar arasında bir ayırım yapmayız. Biz O’na teslim oluruz.”  [39] Nisa Suresinde: “Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen nebilere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, el-Esbat'a (torunlara), İsâ'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyetmiş, Davud'a Zebur'u vermiştik. Bazı nebileri sana söyledik, bazılarını da sana söylemedik. Allah Mûsa ile de konuşmuştu.”   [40]





Esbat'ta elif lam cins içindir. Çünkü lam-i ta'rifte aslolan cins için olmaktır. Önce saraheten veya delaleten bir delil geçerse o zaman ahd-i harici veya ahd-i zihni için olabilir. Burada böyle bir şey olmadığına göre demek cins içindir. Buna göre Hz. Hasan'la Hüseyin aleyhisselâm, esbat'ın şümulüne girer. Bunu inkâr, cehalet, hased ve inad eseridir.





…..





Çünkü Risalet, Allah Teâlâ'nın ayetlerinden bir ayettir. Hisanu'l-Mesabih'te Ya'la ibnu Murre yoliyle Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden şu Hadis rivayet edilir:





“Hüseyin bendendir; ben Hüseyindenim. Hüseyni seveni Allah sever. Hüseyin, Esbabtan bir sibttir.”   Buna göre o, nebilerden bir nebidir. Hasan aleyhisselâmda böyledir.





Elhamdülillah, elhamdülillah eğer Mısri'nin itikadını sorarsanız, o yetmiş altı yaşına gelmiştir. Bütün ömründe sahih bir itikad bulmaya çalıştı. Nihayet şuna inandı ve dedi:





“Eşhedu en lailahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden resulullah, ve eşhedu enne'l-Hasene va'l-Huseyne sibtahu, resulani min resulillahi salavatullahi ve selamuhu aleyhima va afdalu's-Salavati ala ceddihima Muhammedin hatemi'n-nebiyyin, ve ala'l-enbiya'i ve'l-mürselin ve alihim ve sahbihim ecme'in ve'l-hamdu lilllahi rabbi'l-âlemin.”   [41]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin: “Benden sonra nebi gelmeyecektir.”   sözü ise şu anlamı taşır: Benden sonra benim şeraitime muhalif bir şeriat gelmeyecektir. Onlar evvel ve ahir dedelerinin şeriatları üzerinde idiler. Her ikisi de dedelerinin yolunda gitmişlerdir. Binaenaleyh onlar ile taaddüt ve tekessür lazım gelmez. Nitekim Allah Teâlâ:





“Her başağında yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir” buyurmuştur. Ayetteki Habbetin sözü, teklik ifade eden nekredir. Yedi başak, habben parçalarıdır. İki dal ile son rasül ve nebi çoğalmış olmaz. Allah Teâlâ Hazretleri buyurmuştur:





“Bunların misali Tevrat'ta ve İncil'de vardır. Yanını yarıp çıkan, kökü üzerine dikilip kuvvetlenen, ekenlere zevk veren, küffarın ekenlerine kin duyduğu bir tane gibidirler.”   [42] Allah Teâlâ feâzerehu (kuvvetlendirdi) dedi, fekesserehu (çoğalttı) demedi. Bundan anlaşıldı ki onlar, dedelerinin son nebiliğini bozmazlar. Hatm birdir. Onlar da tek olan son nebilerin iki dalıdır. Allah Teâlâ Hazretlerinin:





“De ki Allah Teâlâ’nın fazl ve rahmetiyle sevinsinler.”   “Bu onların topladıklarından hayırlıdır.”   ayeti de böyle onların şerefine delildir. [43]





Ey kardeşler, ben inatçı zorba değilim, hasetçi münkir de değilim. Ben gökler gibi yüksek değilim. Yerin de en aşağısıyım. Beni hor görmeyin, Hasanların (aleyhimessselâm) risaletleri hakkındaki şüphelerinizi gelip bana sorun. Eğer hak sizde zuhur ederse ben yüz üstüne hakkı kabul ederim. Şayet bende zuhur ederse ar etmeyin, kabul edin. Zira “Hikmet mü'minin yitiğidir, nerede bulursa alır.”   Bu, en mühim itikadı meselelerdendir. Bunu arayıp bulmak, mü'minler için her şeyden daha önemlidir. Siz onu (Mısri'yi) hiçe saydınız, ilmi ve cehli sizce birdir. Bundan dolayı cehline aldırmadınız. “Rabbımız, bizimle kavmimiz arasını hak ile aç, sen açanların hayırlısısın.”   Bizi, senin nebilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayanlardan eyle. “Kıyamet günü yüz üstü bırakma. Sen va'dine aykırı gitmezsin.” 





 “Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra İsâ aleyhisselâmın gelmesi, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hatmiyyetine (son nebi oluşuna) zarar vermez. Çünkü İsâ aleyhisselâm, indiği zaman onun dini üzere olacaktır.”   (Kadı tefsiri.)





Ben de diyorum ki: Hasaneyn'in risaletleri de, dedelerinin dini üzerinde olacaktır. Bunun için onun hatmiyyetine zarar vermez. [44]





 





Hasaneyn'in Risaletleri





Nübüvvet: İlâhi hakikatlerden haber veren, demektir. Nübüvve, Hakk'ın zâtı isim, sıfat ve hükümlerinin bilinmesi için, ilâhi hakikatleri haber vermektir.





Nübüvvetin imkânına, mâlikin mülkündeki tasarruf hakkı açısından yaklaşan Ebu’l-Muin en-Nesefi (hyt.508/l 114) şunları kaydetmiştir:





“Mülkünde tasarruf etme yetkisine sahip olan herkes, mülkiyeti ölçüsünde bu yetkiye haizdir. Cenab-ı Allah kâinatın bütün cüzlerini ve insanoğlunu yaratma kudretine sahiptir ve onları yoktan var etmiş, modelsiz olarak yaratmıştır. Bundan dolayı bütün yarattıklarında dilediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir. Dilediğini emreder, istediği şeyi yasaklar. Bu emirlerini dilediği şekilde insanlara bildirir. Eğer isterse bu teklifleri bilecek ilmi yaratmak suretiyle, isterse vahyedeceği bir elçiyi görevlendirmek suretiyle ve bu teklifler akıl baliğ olmuş kişilere tebliğ etmesi için ona emreder. Bu elçi gönderilenlerin cinsinden olabileceği gibi farklı türden de olabilir. Bu ise imkânsız değildir. Çünkü Allah mülkünde ve saltanatında dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir” [45]





Nübüvvet, çalışıp kazanma yoluyla asla elde edilecek bir mevki değildir. Kişi kendini tümüyle ibadete verse, bedensel arzu ve isteklerinden, dünya metaından, zevk ve lezzetlerden uzaklaşsa da nebi olamaz. Çünkü nübüvvet, Allah Teâlâ vergisidir. Allah Teâlâ onu mü’min kullarından özel yeteneklerle donattığı kimselere verir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de:





“Allah rahmetini dilediği kimseye tahsis eder...”   [46] buyuruyor. İbn Kesîr, bu ayetteki “rahmet’in, Allah Teâlâ’nın Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vasıtasıyla, nimet olarak mü’minlere bahşettiği eksiksiz ve mükemmel nizam olduğunu kaydetmektedir, el-îcî de ayetteki “rahmet” kelimesini nübüvvet olarak yorumluyor. Yine Kur’an-ı Kerim’de:





“Allah hikmeti dilediği kimseye verir..”  [47] buyuruluyor. Ayette geçen “hikmet” kelimesinin çeşitli anlamlara geldiğini, onlardan birinin de “nübüvvet” olduğunu bazı müfessirler beyan etmektedirler. Yine Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah Teâlâ:





“Bu, Allah Teâlâ’nın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah Teâlâ büyük lütuf sahibidir” [48] buyuruyor. Bu âyet-i kerime Cum’a sûresinde geçmekte ve kendinden önceki ayetlerde, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “ümmi” araplar içerisinden kendilerine, Allah Teâlâ’nın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir nebi olarak gönderilmesinden sonra, “Bu Allah Teâlâ’nın lütfudur, onu dilediğine verir” buyrulmaktadır. Ayetteki “lütuf “tan nübüvvet kastedildiği anlaşılıyor.[49]





Azizuddin Nesefî (681/1282) de bu rivayetleri daha önce değişik vesilelerle yer verdiğimiz “Âlimler nebilerin varisleridirler”; “Ümmetimin âlimleri Benî İsrailin nebileri gibidirler”  hadisleriyle açıklar.  İslâm’dan önceki dinlerde Allah Teâlâ'ya yakın olan kişilere veli yerine nebi dendiğini belirtir. Zira o dönemlerde veliler de nebiler gibi halkı Allah Teâlâ'nın dinine davet ediyorlardı. Ancak onların kendilerine özel şeriatları yoktu. Bu duruma göre Âdem aleyhisselâmın dininde birkaç nebi vardı ve bunlar halkı onun dinine davet ediyorlardı. Nuh, İbrahim, Mûsa ve İsâ aleyhimüsselâm gibi nebilerin dinlerinde de durum aynı idi, Ancak sıra Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelince O;





“Benden sonra halkı benim dinime davet edecek nebi gelmeyecek. Benden sonra beni izleyen ve Allah Teâlâ'ya yakın olan kimselerin adı evliyadır. Bu veliler, halkı benim dinime davet ederler” buyurdu. Veli ismi İslâm dininde ortaya çıktı. İşte yukarıda zikrettiğimiz “Âlimler nebilerin vârisleridir” ve “Ümmetimin âlimleri benî İsrailin nebileri gibidirler” hadislerinde kastedilen kimseler bunlardır.





Buhârînin muhtasar tasavvûfi şerhini yapan el Ezdî de “Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının nebileri gibidirler” [50] hadisini açıklarken; “Bu ümmetin âlimleri insanları hakka ve hidayete irşadda Beni İsrailin nebileri gibidirler. Yoksa derece ve mânevi makam itibariyle insanoğlundan hiçbirisi, hiçbir nebinin mertebe ve makamına ulaşamaz.”   diyerek buradaki benzetmeye bir sınırlama getirir.[51]





Ancak Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Bilâl-i Habeşî radiyallâhü anha





“Cennette, beni, ne ile geçtin?” şeklinde Bilâl-i Habeşî radiyallâhü anha sorunca o;





“Her abdest bozduğumda, abdest aldım. Her abdest aldığımda da, iki rek'at namaz kıldım.”   diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem





“Demek, bu iki şeyle!” demiştir.[52]





İşte bu ve benzerleri; hayırlarda öne geçen (es-sâbik bi'l-hayrât)[53] kişilerin hâlidir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gençliğinde ve genç yaşındayken, müşriklerin arasındaki hâli de böyledir. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (bu döneminde), herhangi bir şeriatla da mükellef olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk celle celâlühû kendisine risâlet verene kadar, Rabbisiyle tek kalmış, İbâdete yönelmiş, hayırlarda ve güzel ahlakta öne geçmişti.”  [54]





Âlim ve Nübüvvet İlişkisi





Muhyiddîn İbnu'l-Arabî (560-638 / 1165-1240)  bu konudaki yorumu şöyledir:





“Üstadımız Ebu'l-Abbâs b. el-Arîf es-Sınhâcî (481-536 / 1088-1141) şöyle duâ ederdi:





“Allâhım! Bize nübüvvet ve risâlet kapısını kapattın, fakat velayet kapısını kapatmadın. Allâhım! Katındaki en yüksek bir velîye, velayetin en yüksek mertebesini her ne ölçüde vermişsen; işte beni, o veli kıl!” Çünkü bu zat, hak etmeleri mümkün olan şeyi taleb eden hak ehlindendir (el-muhıkkîn). Hâlbuki insan, zatının kabul edici olması nedeniyle, nübüvvet ve risâlet mertebesini aklen hak edebilir. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın bu kapıyı ve nübüvvet-i teşrî'i, şer'an kapattığını bildiği için, bunu istemedi de, hak ettiğini talebetti. Çünkü Cenâb-ı Hakk bize, velayeti yasaklamamıştır.





Muhyiddîn İbnu'l-Arabî (560-638 / 1165-1240) veraset makamında bulunanların özelliklerini şöyle anlatmaktadır:





“Eşyanın ölçüsünü takdir eden fakat insanların hakkını takdirden âciz oduğu Cenâb-ı şanı ne yücedir! Zira onlar, kendilerini yaradanı, gereği gibi nasıl takdir edebilirler ki? İşte bu keşf, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem veraset makamının bir neticesidir. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin veraseti;





“Ben de, bana tabi olanlar da, basiretle Allah'a davet ediyorum.”  [55] ayetinde belirtilenler, Ehlullah içinde Allah Teâlâ'yı bilen âlimlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk onları, Allah'a davette, nübüvvet-i mutlaka'da Hakk lisanıyla, nebiler mertebesinde bulundurmuştur. Onları bu sıfatla vasıflandırmış fakat bu, nübüvvet-i teşrî' olmayıp, meşru olan bir emri, taklidle değil “basiretle” koruma anlamında nübüvvet-i hıfz demektir.”  [56]





“Kur'ân'ı hıfz edenlerin iki omuzu arasına, nübüvvet derc edilmiştir.”   [57]





[Zira Cenâb-ı Hakk celle celâlühû kullarından takvalı olanların öğretimini üzerine almaktadır. “Allah'tan korkun; Allah size öğretiyor.”  [58]





Bir âlim kişinin senedi, bu yolla yakınlaştığından;





“Rabbim bana, nebîsine vahyederek kendisine ibâdet ettiği şeriatını haber verdi.”   der. Ve bu kişi, bilgisinde âli (isnâd'a sahib) olmakta, hükümde de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tâbi durumunda olmaktadır, işte onlar nebî olmadıkları halde, bu halet içinde onlara nebîler aleyhimüssselâm bile gıbta edeceklerdir.[59] Çünkü onlar (bilgiyi) Allah Teâlâ'dan alma hususunda nebilere katılmaktadırlar. Bu kişilerin (bilgiyi) Allah Teâlâ'dan almalarının nedeni; bu rasûlün getirmiş olduğu şeriatı uygulamada göstermiş oldukları takvanın bir sonucudur. Onlar gerçekte bu rasûl mesabesinde olmasalar da, takvaları onlara, rasûllerin değer ölçülerinde (fî mevâzîni'r-rusul), ihtiyat sınırlarında (tahte havtatihim) ve alanları içinde (fî dâiratihim) Allah Teâlâ'dan (bilgi) almaları sonucunu doğurmaktadır. Rasûllerden olmamaları nedeniyle de, gıbta edilmeye hak kazanıyorlar. Onlar, rubûbiyetin asla karışmadığı bir ubudiyet içerisin de, sürekli Hakk ile bakî olurlar. Rasûllerin dereceleri daha yüksek olmakla birlikte onlara olan gıbtanın nedeni, bu haletteki rahatlarıdır. Görmüyor musun ki, kıyamet günündeki en büyük korku onları tasalandırmayacak ve onların içine hiçbir korku da girmeyecektir. [60] Hâlbuki rasûller kendi nefisleri hakkında olmasa da, ümmetleri için, ümmetler de kendi nefisleri için son derece şiddetli bir korku içerisindedirler.  Kıyamet gününde, bunlarda korkudan bir eser olmayacaktır. Çünkü onlar, hey'et halinde rahman'ın huzurunda toplanacaklar. [61]





Ey meşru kılınana tâbi olmakda özü-sözü doğru kişi! Sana, derecenin yüksekliğini bu şekilde öğrettikten sonra bil ki insanlar; Allah'ın kulları içerisinde özü-sözü doğru olanlar ve devamlı tâatta olanlar hakkında yanılmışlardır. Zira konuyu gerçekte olduğu şekliyle bilmeyenler ve sûfiyyenin yolundan (tarîku’l-kavm) zevk almayanlar şöyle düşünürler: Allah Teâlâ'ya davet eden kişi, özü-sözü doğru bir biçimde insanları Allah'a davet ederse, o'nun bu hali, dinleyenlerin ruhunda kabul etkisi meydana getirir ve böylece insanlar da davete icabet ederler. Eğer bu kişi, kalbi dünya sevgisi ve dünyevî tutkularla dolu olduğu halde insanları sadece diliyle Hakk'a davet ederse, o'nun bu çağrısı sun'îdir ve kalblere etki etmediği gibi, bir kulaktan girer öteki kulaktan çıkar. Onlar yine şöyle derler:





“Söz, kalbden çıkarsa, kalbe ulaşır. Dilden çıkarsa, kulaktan kalbe inmez.”   Bu son derece yanlış bir kanâattir. Zira, Allah Teâlâ'a yemin olsun ki, kavmini sâdık bir dille, masum bir kalble ve mahfuz bir lisan ile davet etmeyen; idare ettiklerine merhametli ve davet ettikleri şeye icabet etmelerine istekli olmayan bir rasûl yoktur. Bu, Allah'a davette ve doğrulukta rasûllerin halleridir. Bununla birlikte Hz. Nûh aleyhisselâm söyle demiştir:





“Ey Rabbim! Doğrusu ben, toplumumu gece gündüz davet ettim. Fakat çağrım, onların kaçışlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Ve günahlarını bağışlaman için, ne zaman onları davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler ve kibirlendikçe kibirlendiler.”  [62]  Rasûllerin aleyhimüsselâm kavimleri hakkındaki bu tür sözlerine karşılık olarak Cenâb-ı Hakk celle celâlühû;





“Onları doğru yola iletmek, senin üzerine bir borç değildir.”   [63]





“Şu bir gerçek ki, sen istediğin kişiyi doğru yola iletemezsin.”   [64]





“Rasûle düşen, tebliğden başka bir şey değildir.”   [65] Şeklinde buyurmaktadır.





Eğer birinin sözünün diğerine etki etmesi, onun doğru sözlü olmasına bağlı olsaydı, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ilâhî söylemiyle karşı karşıya olan herkesin müslüman olması gerekirdi. Aksine yalanlanmış, sözü yüzüne vurulmuş, hatta öldürülmeye kalkışılmıştır.[66]





Eğer (bu ilâhî söylemi) dinleyen kişiye, nübüvvet kandilinden çıkan ilâhî nuru, kalbinde kabullenerek algılamak için Cenâb-ı Hakk'ın celle celâlühû yardımı olmadığı takdirde hidayet gerçekleşmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk celle celâlühû, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi “Işık saçan bir kandil” [67] olarak tanımlamıştır. Fitil'i görmüyor musun ki; sönük olduğu halde tepesinden gaz (ed-duhân) çıkmaktadır. Gaz bu şekilde kandille aynı hizaya geldiğinde, içindeki rutubetle tutuşur, kandilin ışığıyla birleşir ve kandilde bulunan fitilin tepesine varana kadar bu yolla aşağı doğru iner. Fitil tutuşturulduğunda, eğer içinde (gaz) yağı varsa, parlaklıkta kandilin seviyesine gelir. İşte bu parlaklık ilâhî inayettir ki, kendisine yardımcı olan (gaz) yağı mevcut oldukça ışık saçmaya devam eder. Ve bu ışık, varlığını kendisine borçlu olduğu (gaz) yağında bulunan rutubeti giderdikçe ışık saçtığından, artık kandille bir işi (hadîs) kalmaz. Böylece ona ilâhî yardım (el-imdâd) doğrudan Hakk celle celâlühû katından gelmeğe başlar fakat kimse bunun nereden geldiğini bilemez. Zira nebiler aleyhimüsselâm insanları, kendi nefislerine değil, sadece Rabbine davet etmişlerdir.[68]] [69]





Nübüvvet görüşü





İlk defa sûfîlerce ve muhtemel olarak da Hakîm Tirmîzî tarafından kullanılmış, daha sonra Gazzâli, İbn Arabî ve birçok sûfî tarafından tekrar edilmiştir. Hâkim Tirmizî, “Nübüvveti perdenin kaldırılması ve gaybın sırlarını vâkıf olarak Allah'ı bilme, Allah Teâlâ’nın nuruyla örtülü bulunan eşyanın mâhiyetine basiret gözüyle nüfuz etme” şeklinde izah etmiştir. Bundan sonra nübüvvet ve özellikle Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvveti konusunda tasavvufî- felsefî birçok izah yapılmıştır. Fergâni Nebi’yi: “Allah Teâlâ'nın zâtından sıfatlarından, isimlerinden, hükümlerinden ve muradlarından haber veren”  kimse olarak tanımlamıştır.





Allah Teâlâ'nın zâtından doğrudan haber vermek, ancak Rûh-ı A'zam'a mahsustur. Rûh-ı A'zam, Arapça en büyük, rûh demektir. Rubûbiyyeti bakımından ilâhi zâtın mazhar yeri olan rûh-ı insanîden ibarettir. Onun künhünü Allah'tan başkası bilemez. Rûh-ı A'zam'a, akl-ı evvel, hakîkat-ı Muhammediyye, nefs-i vahide, hakîkat-ı esmâiyye gibi isimler de verilir. Allah, Rûh-ı A'zam'ı önce küllî nefislere daha sonra cüz'î nefislere gönderir. Onlar Rûh-ı A'zam'dan ahadiyet-i zâtına, sıfatlarına, isimlerine, kadîm hükümlerine dair bilgiler alırlar.





İsmail Hakkı Bursevî kaddese’llâhü sırrahu’l-azize göre Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvet ve velayet olmak üzere iki nuru vardır. Nübüvvet nuru, şerîat velayet nuru, hakîkat nurudur. İşte Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bu zahirî ve bâtını nuru ile kıyamete kadar aramızda bulunacaktır.





İmam-ı Rabbani nübüvvet görevi konusunda oldukça geniş bir görüşe sahiptir. Ona göre; nebilik görevi şeriatı tebliğle başlar. Burada şerîat hem dînî hem de onun kurallarını temsil eder. Nebî, mü'minlere bu dine nasıl bağlı kalacaklarını, Allah Teâlâ 'ya nasıl ibadet edeceklerini günahlardan sakınıp kendilerini nasıl saflaştıracaklarını, fazilet ve takvayı nasıl ikâme edeceklerini gösterir. İmam-ı Rabbani’nin nübüvvet yolu olarak isimlendirdiği şey budur.





Bursevî'ye göre Allah Teâlâ'nın insanlara nebiler göndermesinin sebebi, Hz. Muhammed'in varlığıdır. Allah ilk olarak akl-ı evvel, ya da felek-i a'lâ diye de bilinen Hz. Muhammed'in ruhunu yaratmıştır.





Âdem aleyhisselâm Hz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadar bütün nebiler Ruh-i A'zam'ın nübüvvetinin bir görüntüsüdür. Görüntülerin nebiliği zamanla sınırlıdır ve geçicidir. Her nebi Ruh-î A'zam'ın bir sıfatının ve isminin mazharıdır. Ruh-ı A'zam, bunların her birinde bir isim ve sıfatıyla tecellî etmiştir. Hz. Muhammed'de ise bütün suret ve sıfatlarıyla görünmüştür. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle nübüvvet sona ermiştir. Her ne kadar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem surette öteki nebilerden sonra ise de; hakikatte onlardan öncedir. Nitekim bir hadîs-i şerifte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur.





“Âdem, su ile çamur arasında iken ben nebi idim.”   [70] Bir diğer rivayette; “Âdem rûh ile cesed arasında iken ben nebi idim.”   [71]Buhadisten de anlaşılacağı üzere Rûh-ı A'zam'ın nübüvveti ruhların varlığından öncedir. Suret bakımından sonra gelmekle nebiliği tamamlamıştır. Hakîkat, varlık bakımından suretten önce ise de; meydana çıkma bakımından ondan sonradır. Râzî, bütün nurların Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nurundan yaratılmış olduğunu Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin de Allah Teâlâ’nın nurundan yaratıldığını, bu sebeple de nebiliğin umûmî olduğunu söylemiştir.”  ...Ve sen büyük bir ahlak üzeresin.”   [72] âyet-i kerimesi de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bütün nebilerin güzel ahlâkını kendisinde topladığına işaret etmektedir.





Nübüvvet ve risâlet, zamana bağlıdır bu sebeple de sürekli değildir. Kesintiye uğrayabilir; hatta bir zaman sonra ortadan da kalkabilir. Nübüvvet zinciri en son nebi olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle sona ermiştir. Artık Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra şeriat ihdas eden bir nebî gelmeyecektir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra Muhyiddin İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin “Nübüvvet-i Âmme “ dediği yeni bir şeriatın gelmeyeceği bir devir gelecektir kî, bu da velayettir.





İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre teşri', nübüvvetin en belirgin vasıflarından birisidir. Bundan hareketle İbnü’l-Arabî, nübüvveti iki kısımda inceler:





1.Nübüvvet-i Amme (nübüvvet-i velâye): Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından olan nebilerin elde ettiği nübüvvettir. İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîze göre bu makam devam etmektedir. Bu makama “mutlak velayet” de denir.





2.Nübüvvet-i Hâssa (teşrîî nübüvvet): Bu nübüvvet, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatıyla sona ermiştir. Onun şeriatı geçerliliğini dâima koruyacaktır. Daha sonra onun hükümlerini kaldıracak hiçbir şeriat gelmeyecektir.





İbnü’l-Arabî rüya’yı nübüvvetin bir cüzü sayan hadise dayanarak nübüvvetin, tamamıyla kaldırılmadığını, kaldırılanın “teşri’î nübüvvet” olduğunu, “Benden sonra artık bir nebî olamayacaktır” hadisinin de böyle anlaşılması gerektiğini belirterek “Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra nebi yoktur” sözünün, ondan sonra bir şeriat getirecek bir nebi yoktur anlamına geldiğini, ama ondan sonra bir nebinin gelmeyeceği anlamına gelmediğini kaydetmektedir. [73]





İbnü’l-Arabî bu düşüncesini şöyle delillendiriyor: İran Kisrâ’sı öldüğü vakit, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Ondan sonra Kisrâ yoktur” [74] buyuruyor. Kayser ölünce de: “Ondan sonra Kayser yoktur” [75] şeklinde buyuruyor. Hâlbuki Kisrâ ve Kayser ancak İran ve Rum krallarıdır. Onların ölümüyle, ne İran da, ne de Rum diyarında krallık son bulmaz. Sadece o gün, krallıkları işgal eden kişilerin hayatları son bulur, onların yerine başka bir adla birileri gelir. Aynı şekilde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra “nebi ismi” zail olmuştur; ama ondan sonra vahiy yoluyla Allah Teâlâ katından getirmiş olduğu Semavî şeriat zail olmaz. Çünkü ondan sonra şeriat sahibi bir nebi gelmeyecektir. Buradan şeriat sahibi olmayan nebiin geleceği anlaşılabilir.





İbnü’l-Arabî, nübüvvetin tümü “Ümmü’l-Kitab”ta [76] toplanmıştır. Onun anahtarı ise





“Besmele-i Şerife”dir. Buna binaen nübüvvet kıyamet gününe kadar halk içinde sürecektir. Eğer teşri’î nübüvvet ise, o kesintiye uğramıştır; çünkü teşrî’î nübüvvet, nübüvvetin cüzlerinden biridir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın haberinin ve âlemden haber vermesinin kesintiye uğraması imkânsızdır. Çünkü o, kesintiye uğrasa âlemin gıdası kalmaz, zira âlem varlığını aldığı bu gıda ile devam ettirmektir”





diyerek nübüvvet ile varlıklar âlemi arasında bir ilişki kurmakta ve nübüvvetin yalnızca insanlık için değil, aynı zamanda diğer varlıklar için de geçerli olduğunu iddia etmektedir.





İbnü’l-Arabî, kâinattaki bütün varlıkların vahiy olabileceğini; kılı, derisi, eti, siniri, kanı, canı, kemiği olan her varlığın fıtratındaki vahiyle Allah Teâlâ’yı bildiğini ifade ediyor. Ona göre vahiy, ilahî kelamın etkisini işitenin nefsinde süratli bir sekte meydana gelmesidir. Bunu ancak “şüûn-i ilahîyye”yi bilenler anlarlar. Bu şüûn-i ilahî vahyin aynısıdır, ama insanlar bunu hissedemezler. Her şey kesbi olmayan bir vahiy üzerine yaratılmıştır. Yeni doğan bir çocuğun anasının memesini ağzına alması da böyledir. Bu, ona gelen ilahî vahyin eseridir.





Ancak bu tasnif bir takım kelâmcılar tarafından eleştirilmiş ve İbnü’l-Arabî, bu görüşü sebebiyle Hz, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin son nebi olduğuna inanmamakla suçlanmıştır.[77]





“Risalet ve nübüvvet bitmiştir. Benden sonra nebi ve rasûl yoktur.”   [78]





Bu hadisin aslı olmasa da ma'nası kesindir. Zira Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hatemu'l enbiya olduğu, ondan sonra nebi gelmeyeceği ehl-i sünnet âlimlerinin üzerinde icma ettikleri bir husustur. Her ne kadar Hz. İsâ aleyhisselâmın ahir zamanda yeryüzüne tekrar ineceğine inanılmakta ise de, Onun yeni bir din veya şeriat getirmeyip, Kur’an-ı Kerim ve İslâm şeriatına tabi olacağı, yine ehlisünnetçe tesbit ve tekid edilmiştir.





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin oğlu İbrahim hakkında “Eğer o yaşasaydı nebi olurdu” şeklinde haberler rivayet edilmektedir.





 Buhari, İbn Ebi Evfa'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Muhammed (sav) 'den sonra bir nebinin gelmesi mukadder olsaydı, oğlu yaşardı, ama ondan sonra nebi yoktur” [79]





İbn Mâce, İbn Abbas(r. anhüma)'dan söyle dediğini rivayet ermiştir: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin oğlu İbrahim vefat edince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem cenaze namazını kıldırdı ve şöyle buyurdu:





“Şüphesiz cennette onu emziren vardır. Eğer yaşamış olsaydı sıddik bir nebî olurdu. Eğer yaşasaydı kipti dayıları azad olacaktı ve hiçbir kipti de köle edilemeyecekti”[80]





Ahmed b. Hanbel, Enes(r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İbrahim beşiği doldurmuştu. Eğer yaşasaydı şüphesiz nebî olurdu; ama yaşamadı. Çünkü nebiniz nebilerin sonuncusudur.”  [81]





Hakîm et-Tirmizî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz (hyt. 285/898) başta olmak üzere pek çok sûfi hatm-i nübüvvet inancından hareket ederek “hatm-i velayet” teorisini geliştirmiştir. Bu anlayışa göre Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “hâtemü’n-nübüvve=nübüvveti sona erdiren kişi” unvanını hak ettiği gibi “hâtemü’l evliya” unvanı kazanan kişi de vardır. Hakîm et-Tirmizî’ye göre, Allah Teâlâ, kullarının arasından nebiler ve veliler seçip göndermiştir. Bazı nebileri, kimini dostluk, kimiyle konuşma, kimini övme, kimini ölüleri diriltme gibi bazı özelliklerle diğerlerine üstün kılmıştır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini özel olarak ona vermiştir:





Hitapta ilk, şefaatta ilk olma gibi birçok özellikleri vardır. Bu özellikler sayesine Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem nebilerin efendisi olmuştur. Onun reddedilemeyecek bir özelliği de “nübüvveti sona erdiren” bir nebi olmasıdır. Hakîm et-Tirmizî, “bize göre nübüvvet, bütün cüzleriyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de toplanmış. Onun kalbi, nübüvvetin kemali için bir kap kılınmış ve sonra da mühürlenmiştir” diyerek konuyu başka bir yöne taşımıştır. Ona göre, bunu görmeyen kişi “hatemennebiyyin” terkibini, gönderiliş itibariyle nebilerin sonuncusu anlamına geldiğini zanneder. Hâlbuki bu yorum cahil ve ahmakların yorumudur, diyerek görüşünü beyan etmiştir. Hakîm et-Tirmizî, hâtemü’n-nübüvve’yi maddi bir olgu olarak değil de manevi bir makam olarak görüyor. Ona göre nübüvvet dairesel olarak Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile başlamış yine onunla son bulmuştur. O ve benzerleri bu görüşü : “Âdem su ile toprak arasında iken ben nebi idim” [82] hadisine dayandırmaktadırlar.





Hakîm et-Tirmizî hatmü’l-evliyâ ile ilgili olarak ta şunları da söylemektedir.





“Allah Teâlâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhunu kabzeddikten sonra onun ümmetinin içinde kırk tane sıddık kişi yaratmıştır. Yeryüzü onların sayesinde ayakta durur. Onlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin âl-i beytidir. Onlardan biri ölünce, yerine diğeri geçer. Sonunda sayıları tükenip, dünyanın da yok olma vakti gelince, Allah Teâlâ, süzüp seçtiği, kendisine yakın kıldığı ve bütün evliyaya verdiği şeyleri ona da verdiği bir kulunu velî olarak seçer ve ona, hâtemü’l-velayet sıfatını vererek özel kılar. Bu özelliğiyle o, kıyamet gününde diğer evliya ya Allah Teâlâ’nın hücceti olur. Yine bu hatmiyyet sayesinde, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de yaratılan sıdk-ı nübüvvet gibi onda da sıdk-ı velayet yaratılır. Artık ona ne düşman ulaşabilir, ne de nefsi ondaki velayetin bir kısmını aşırmaya yol bulabilir.





Hatm-i velayet sahibi hem evliyaya hem de ondan sonraki diğer muvvahitler üzerine Allah Teâlâ’nın hücceti ve kıyamet gününde de onların şefaatçisi olduğuna göre, artık o, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Enbiyânın efendisi olduğu gibi evliyanın da efendisi olur. Şefaat makamı ona verilir.





Hakîm et-Tirmizî, hatmü’l-velayet sahibinin, hâtemü’n-nübüvvet sahibi olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin özelliklerini taşıdığını iddia etmektedir.





Hakîm et-Tirmizî sûfi filozof, nübüvvet ile velayet arasındaki farka işaret ederken, nübüvvettin ruhu ile beraber vahiy olarak Allah Teâlâ’dan gelen bir “kelam” olduğunu velayetin ise, başka bir yolla yine Allah Teâlâ’dan velîye ulaşan bir “hadis (ilham)” olduğunu, yani ikisinin de kaynağının Allah Teâlâ olduğunu ifade ediyor. Ona göre “hadis”, meşiet vakti de meydana gelen ilahî ilmin bir tezahürüdür. Bu tıpkı sır gibi gizli bir sözdür. Böyle bir “hadis” velîye ancak Allah Teâlâ sevgisinden dolayı vaki olur. O, hakla birlikte kalbe girer, kalp onu sekinet ile kabul eder. Nebi’ye gelen “kelam”ı, inkâr eden kâfir olur; ama velîye gelen “hadis”i (ilhamı) inkâr eden kâfir olmaz, ancak hüsrana uğrar, vebale girer ve kalbi şaşar. Muhaddeslerin de makamları vardır. Bazılarına nübüvvetin üçte biri, bazılarına yarısı, bazılarına da daha fazlası verilmiştir. Nübüvvetten en büyük pay, hatmü’l-velayet sahibine verilmiştir:





“Nebilerin dışında bir kişiye nübüvvetten bir şey verildiğini söyleme cesareti nereden geliyor?” diye bir soru yöneltilecek olursa cevabını da şöyle veriyor:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisi; sana ulaşmadı mı? Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Orta yolu tutmak, hidayete tabi olmak ve güzel huylu olmak nübüvvetin yirmidört parçasından bir parçasıdır”. [83]Orta yolu tutan bir kişinin zikredildiği kadar nübüvvetten bir hissesi olduğuna göre önde olan bir mukarrebin (Allah Teâlâ’ya yakın olan velînin) nübüvvetteki hissesini var sen düşün” demektedir.





Görüldüğü gibi Hakîm et-Tirmizî velayet müessesini kesbî değil vehbi kurum olarak görmekte, nübüvvetle velayete aynı özellikleri vermekte, velîyi de nebî gibi görmektedir. Ayrıca, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “hâtemennebiyyin” özelliğini farklı bir şeklinde yorumlamakta ve evliyanın da “hatem”i olduğunu ileri sürmektedir. Bir de velînin aldığı “hadis”i (ilhamı) vahiy gibi görmekte ve velayeti nübüvvetin en büyük cüzü saymaktadır.





Muhammed Vefa, İmam Rabbânî Ahmed Sihrindi, Kuşşâşî, Nablûsî ve Ahmed Ticânî kaddese’llâhü sırrahümül’l-azîzân gibi isimlerin ya bizzat kendileri hatmu’l-evliyâ olduklarını ileri sürmüşler, ya da muakkibleri tarafından kendilerine bu sıfat yüklenmiştir. Hatta (mesela Sirhindî’nin durumunda olduğu gibi) hâtemu’l- evliyânınkinden daha yüksek bir konum fikri dahi ortaya atılmıştır.[84]





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hatmu’l-evliyâ konusunda şunları buyurmaktadır.





Her vaktde hatmü'l-evliyâ birdür, bu vaktde Allah sübhânehu ve te'âlâ hatmü'l-evliyâ olmağı Mısrîye virdi. Onun tahtı cehenneminün şimdi yuları Mısrînün elindedür, kime istersem ona virmege beni mu­hayyer kıldı, benüm istedügüm Allâhun istedügidür.





Ey Sultân Mustafâ sen benüm iznüm olmadukça ismine hutbe okudamazsın her ne kadar 'ukalân ve 'ulemân var ise cem’eyle benden izinsüz seni tahta aşikâre çıkarabilürlerse ben bâtıl olmış olayum hemân cellâdını göndür beni katl eylesün. Sultân Mu­hammed merhum olalı bugün yedi yüz on dörd gündür bundan ziyâde dahi nice izâh ideyüm işde katlüme bundan ziyâde sebeb-i kavî olmaz, kadir isen öldür yâhud Mısrîden izinsüz tahta aşikâre çık otur, görelüm kadir olabilür misin? [85]





Tasavvufun güçlü muhaliflerinden olan İbn Teymiyye (hyt. 728/1328) [86] Hakîm Tirmizî’nin bu görüşünü kendi zaviyesinden ele almakta ve hâtemu’l-evliyaya yeni bir tanımlama getirmektedir. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, İbn Teymiyye Hakîm Tirmizî’yi iyi tanımakta ve görüşlerini bilmektedir. Onunla ilgili fikrini şu cümleleriyle ortaya koymaktadır:





“Hakîm et-Tirmizî, Allah Teâlâ rahmet eylesin, her ne kadar kendisi fazilet ve ilim sahibiyse de ve şükranla anılacak güzel ve kabul edilir sözleri ve faydalı doğruları bulunuyorsa da, reddedilmesi gerekli hatalı sözler de sarf etmiştir ki bunların en uygunsuzu Hatmu’l-velâye adlı kitabında söz konusu ettiği, “sonra gelenler arasından öyle bir kimse çıkacak ki, Allah katında bu kimsenin mertebesi Ebûbekir, Ömer ve diğerlerinden daha yüksektir” şeklindeki iddiasıdır.”  [87]





İbn Teymiyye’nin hareket noktası bu ifadenin, ne Allah Teâlâ’nın Kitab’ında ne Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetinde ne de selefin ve ümmetin imamlarının sözlerinde geçmiyor olmasıdır. Ayrıca bütün bunlara rağmen yine de bu ifade kullanılmak isteniyorsa o takdirde içeriğinin değiştirilmesi gerekmektedir. Onun yaptığı tanımlama şöyledir: “Hâtemu’l-evliyâ, en son müttakî mümin kuldur.”   Onun bu tanımlamayı yaparken dayandığı ve delil olarak sunduğu ayet şudur:





“Biliniz ki Allah Teâlâ’nın velileri için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır” [88] İlginç olan, velayet konusunda görüş bildiren hemen bütün sufilerin, yorumları ne şekilde olursa olsun esasen bu ayete sarılıyor olmalarıdır. İbn Teymiyye açıklamalarının devamında şöyle demektedir:





“Şimdi hâtemu’l-evliyâ, dünyadaki en son müttakî mümin kul olduğuna göre, bu şahıs velilerin en üstünü ve en mükemmeli değildir. Aksine onların en üstünü ve en kâmili, resullerin en üstününe diğerlerinden daha yakın olandır. Bilinmelidir ki velî, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ne kadar yakınsa ondan ne kadar fazla ilim almışsa ve ona ne kadar çok uygunluk arz ediyorsa o kadar üstün olur.”   [89]





Bu ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla İbn Teymiyye’ye göre müminler arasında onlardan ayrı bir velayet makamı söz konusu değildir. Bütün müminler Allah Teâlâ’nın evliyâsıdır. Bunların en sonuncusu da, tamlamanın ifade ettiği teknik anlamla değil basit anlamda hatmu’l-evliyâ olacaktır. Yukarıda izah edildiği gibi, Hakîm Tirmizî de ilk adımda bütün müminlerin evliyâullah olduğunu belirterek aynı kanaati izhar etmektedir. Ancak o bir adım daha ileri giderek, mümin olmakla veli sıfatını kazanan bu kullar arasından bazılarının bir üst dereceye yükseldiklerini söylemektedir.[90]





Netice olarak Kur’an-ı Kerim teşri’î nübüvvet ile gayrı teşri’î nübüvvet diye bir ayrım yapmamıştır. İsrailoğulları nebilerinden yeni bir şeriat değil de, Tevrat ile hükmetmeleri kendilerine emredilir ise de, onların nübüvvetleri sadece kendilerine ait değildir; aksine ümmetleri hakkında genel bir uygulamaya varacak kadar kapsamlıdır. Bununla beraber Kur’an-ı Kerim’in, nübüvvet kapısının Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile kapandığını bildirmesinde, şeriat sahibi nebiler için bir tahsis bulunmaktadır. Bu hüküm kendilerine yeni bir şeriat verilmeyen nebileri de kapsamaktadır. Doğrusu evliyaya verilen ilhamları, vahiy olarak isimlendirmek, velayet kavramıyla nübüvvet kavramını birbirine karıştırmak demek olur. İsimlerle bu şekilde oynamak, velileri nebi, onlara gelen ilhamları da vahiy olarak isimlendirme sonucunu doğurur. Böyle yapmak, telafisi imkânsız yanlışların ortaya çıkmasına sebep olur. Aslında bu tür düşünceler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra nübüvvet kapısını açmak için sağlam bir zemin oluşturmaz. Bu ancak herhangi bir gerçekliği olmayan mecaz türlerinden biri olabilir. Zaten bunu akıl kabul etmez; çünkü böyle yapmak hakikatların sınırını aşmak ve onları birbirlerine karıştırmak demektir. Bunu din de kabul etmez, çünkü nübüvvet kapısını mutlak olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile kapandığını açıkça beyan eden Kitap ve Sünnete de aykırıdır.





Gerçek şudur ki, bu düşünceler hem genel İslamî bakış açısından doğru değildir. Burada açıkça kelime oyunu yapılıyor, isimler müsemmalarının dışında kullanılıyor, hem de bilimsel açıdan doğru değildir; çünkü bilimsellik açıklık ve dürüstlük ister.





Bu tür düşünceler süpekûlasyona açık olduğu için tarih boyunca sahte nebiler tarafından kullanılmış ve onların kötü emellerine alet olmaktan başka bir işe yaramamıştır. Son dönemde ortaya çıkan Bahaîlik ve Kâdiyânîlik bunun en bariz örneklerindendir. Geçtiğimiz yıllarda ülkemizde ve diğer yerlerde nebilik iddialarıyla ortaya çıkan bazı kimseler de kelime oyunu yaparak sadece kamuoyunun kafasını karıştırmaya neden olmuşlardır. Ne var ki böylelerinin maskesi kısa sürede düşmektedir.[91]





Ancak Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz gibi kıymetli büyüklerin bu gibi düşüncelerinin asıl çıkış merkezlerinin ne olduğunu tayin etmekte zordur. Onların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yolunda olduğu muhakkaktır. Bu düşüncelerinde hissi olmuşlardır gibi yorumlar ile bu meselelerinde çözüme kavuşması da tam manası ile çözüm üretmekte değildir. Bize göre Kur'an-ı Kerim’de beyan edilen hatemi nübüvvet meselesi açıkça çözülmüştür. Fakat İslam dininin devamı için Allah Teâlâ’nın kıyamete kadar muhafaza edileceği hususunda sebepler âleminde Allah Teâlâ’nın bu dini kitapla yani Kur'an-ı Kerim ile mi yoksa Kur'an-ı Kerim’in ikiz kardeşi olan insan ile mi olduğunu açıklamak gerekir. Mesela Hazreti Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz bendesi Mevlevî kendini tanıtırken Mevlevî olduğunu açıklarken İslam’ın dışında biri olduğunu mu söylüyor? Yoksa müslüman olduğunu açıkça beyan etmiş mi oluyor. O bir müslüman olduğu kadar bu dinin içinde daha içinde olduğunu söylemekten başka nedir. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz için “Nebi değildir fakat kitabı vardır” denilmektedir.





Abdu'l-Kâdir el-Geylânî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin  (470-561 / 1077-1165) şöyle söylediğini rivayet edilmiştir:





 “Ey nebiler cemaatı! Sîze lakap verildi. Bize de, size verilmeyenler verildi.”  [92]





“Size lakab verildi.”   sözünün anlamı şudur: Ricâl'in büyüklerinde, mutlak ve genel anlamda nübüvvet (en-nübüvvetu’l-âmme) yaygın olduğu halde, bizlere nebî isminin verilmesi yasaklandı.





“Bize de, size verilmeyenler verildi.”   sözünün anlamı ise şudur: Âlimlerin Hz. Mûsa aleyhisselâmı Hızır aleyhisselâmdan daha efdal gördükleri bilinmekle birlikte; Allah Teâlâ Hızır aleyhisselâmın âdil olduğuna ve ilim cihetinden önde olduğuna şehadet etmiştir ve kelîmullah, seçilmiş (el-mustafâ) ve yakınlaştırılmış (el-mukarrab) olan Hz. Mûsa aleyhisselâmı onu bulması için yormuştur. Bununla birlikte Hızır aleyhisselâm Hz. Mûsa aleyhisselâma





“Ey Mûsâ! Ben, Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği öyle bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği öyle bir ilme sahibsin ki, ben de onu bilemem.” demiştir, İşte Hızır aleyhisselâm’ın bu sözü; Abdu'l-Kâdir el-Geylânî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin “Bize de, size verilmeyenler verildi.”   Sözünün aynısıdır. Eğer Abdu'l-Kâdir el-Geylânî bununla, umûmi nübüvvet (en-nubuvvetu’l-âmme) ehli olan velî nebileri kasdetmişse, bu takdirde onun sözü; Cenâb-ı Hakk'ın onlara vermediğini, kendisine verdiği anlamına gelmektedir. Nitekim onlar içinde, Cenâb-ı Hakk'ın fâdıl veya mefdûl kıldıkları da vardır. Böyle bir şey ise, inkâr konusu olamaz.”  [93]





Müridin biri dedi ki:





“ Ben her gün Allah Teâlâ’yı yetmiş kere açıkça görürüm.”  Şeyhi ona şunu söyledi:





“Senin bir kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allah Teâlâ’yı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.” 





Mürid meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da temizlendi. Mürid, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi tasavvurunun suretini görür. Allah Teâlâ’yı Bayezid kuvvetiyle göremez. Şimdi yüz bin Bayezid de, Mûsa aleyhisselâmın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün?





Allah Teâlâ ile konuşan Mûsa aleyhisselâma da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin “ Allah Teâlâ’yı görmek vardır,”  anlamındaki Allah Teâlâ kelâmını tevil etmek isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.





“Enel Hak”  (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz söyleyenin başı araya gitti. [94]





Allah Teâlâ, لاَتُدْركُهُ اْلاَبْصَارُ وَهُوَ يُدْركُ اْلاَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطيفُ الْخَبيرُ   “Onu gözler kavrayamaz,”[95]  buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, “O gözleri kavrar,” [96] buyurdu. Bu da tam umut yönüdür. Görüşün hakikati Mûsa aleyhisselâma yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu.





رَبّ اَرنى اَنْظُرْ الَيْكَ  “Kendini bana göster,”[97] dedi ve Allah Teâlâ diliyle cevap aldı:





لَنْ تَريٰنى  “Beni göremeyeceksin!” [98] Yani böyle (dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin! Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin. Daha nasıl diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Mûsa aleyhisselâm hakkında nasıl şüpheye düşebilir? Allah Teâlâ’nın sevgilisi, onun konuştuğu rasülü ki, Kur'an-ı Kerim'in birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki, bir kimse bir şeyi severse onu çok anar derler. Allah Teâlâ da Mûsa aleyhisselâma beni göremeyeceksin dedikten sonra, وَلكٰن انْظُرْ الَى الْجَبَل  “Dağa bak!” [99] dedi. O dağ, Mûsa'nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz sebatı dolayısıyla Allah Teâlâ ona, “Dağ” dedi. Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir. Bu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”, nüktesine de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Mûsa aleyhisselâmda kendine baktı, Allah Teâlâ’sını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu. Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Allah Teâlâ Mûsa gibi kendisiyle konuşan bir rasülün duasını reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin? Mûsa aleyhisselâm ondan sonra:





سُبْحَانَكَ تُبْتُ الَيْكَ “Yarabbi! Sana tövbe ettim,” dedi. Yani seni göreyim derken içinde boğulduğum günahlardan ve seni görmek istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi. [100]





Fütûhat’ta sürekli nebilerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn’ül Arabî şunları söyler:





“Bir gün, içerisinde sûfîlerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Mûsa aleyhisselâm hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ [101] diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim:





‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velîlerin ulaştıkları en son nokta nebîlerin başlangıç noktalarıdır. Velî, şerîat sahibi rasüllerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebî değiliz, dolayısıyla Mûsa aleyhisselâmın hangi makamda iken Allah Teâlâ’yı görmek istediğini bilemeyiz.” [102]





İbn’ül Arabî velîlerin yetersiz, nebilerin ise kâmil insanlar olduklarını anlatırken de şöyle demektedir:





“Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teâlâ’nın kendilerine şeriat verdiği nebilerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.” [103]





İbn’ül Arabî ’nin nübüvvet-velayet konusundaki görüşleri oldukça nettir. O, hiçbir zaman bir velînin bir nebiden üstün olduğunu iddia etmez. Fakat bir kemal derecesi olarak “velayet” mertebesinin “nübüvvet” mertebesinden üstün olduğunu vurgular; şahısları değil mertebeleri esas alır. Bu îtibârla başta Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olmak üzer bütün nebilerin “velayet” yönleri “nübüvvet” yönlerinden üstündür. Çünkü “velî” sıfatları onları mukaddes huzûr-u ilâhiye ve müşahede makamına yükseltirken “nebi” sıfatları onların kevnî âleme inmelerine ve bu âlemdeki zıtlıkları müşahede etmelerine sebep olur. Diğer taraftan “velayet” süreklidir, “nübüvvet” ise dünya hayatıyla, tebliğ ile sınırlıdır. Bu îtibârla “nübüvvet”, “velâyet” ve “marifet” makamlarını kendisinde toplayan ve kemal derecesinde bulunan Hz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sürekli olan ve onu Rabbi’nin huzuruna götüren “velayet” yönü, onu maddî âleme indiren “nübevvet” yönünden üstündür. [104]





Hülâsa





Evliyaların ulûhiyette ve nübüvvette hiçbir paylarının olmadığı bir gerçektir. Esasen Ehl’ullahtan hiçbiri böyle bir iddiada da bulunmamış, kendilerinin insandan başka bir şey olmadıklarını söylemişlerdir. Bu durum enbiya hakkında dahi Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir:





“Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilâkis, (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe halis kullar olunuz?” [105] 





İnsansız dinin korunmayacağı gibi İslâm’ın temel esasları da ehl’üllâh tarafından da tahrif edilmeyeceği edilmediği muhakkaktır. Bu dine zarar verenler üzerinde bir inceleme yapıldığında Kadızâdeler veya mutezileye benzer ulemânın da zararlı olduğu görülecektir. Tasavvuf ehli kişilerin müntesipleri kişilerin gönülleri fethetmesi olmasa idi bugün toprağın üstünde ayakta kalmış dini motifleri bulmak ne kadar zor olacaktı. Ulemânın hayatında ulaştığı zirve hakk’a yürüdükten sonra devamiyeti tasavvufî hayatı benimseyenlerden başkasına pek nasib olmamıştır. Dört büyük mezhep imamlarının tasavvufî yönleri onları hala berhayat kılmıştır. Hak mezhep olupta müntesibi kalmayanların sebeplerini araştırmak ayrı bir araştırma konusu olacağını da söylemek lazımdır.





Rasûlüllah Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem son nebi ve rasüldür. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin de onun kapısında yolunda bulunduğuna ve durduğuna şahidiz ve iman ederiz.





Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden artık eder Hakk rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf u izzeti,
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,
Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım, 





Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden artık eder Hakk rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu bunca lûtuf ve izzeti,
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,
Ben onun çeşitli lutuflarına kurbân olayım, 





Her ne denlü Enbiyâ vü mürselîn kim geldiler,
Ümmeti olmaklığı Hakk’dan temennî kıldılar,
Evliyâ ana Niyâzî kul u kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,

Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.  





Her ne denli Enbiyâ ve mürselîn ki geldiler,
Muhammed Ümmeti olmayı Hakk’dan temennî kıldılar,
Evliyâ ona Niyâzî kul ve kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,
Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım. 










[1] En’am, 158





[2] Şura, 23





[3] “ Ali’nin zikri ibâdettir.” Suyûtî, Câmiu’s-sağîr, I, 425.





[4] Şûra, 23





[5] Ahzab, 33





[6] Saffat, 130





[7] Âl-i İmran, 31





[8] Tâhâ, 82





[9] Hakka, 30–32





[10] Tıraz: f. " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz Çiçek süsleyen.





Ahder: Yeşil, yemyeşil, pek yeşil.





Tıraz-ı Ahder: Kıymetli Yeşil taş





[11] (ATEŞ, 1971) Altmış ikinci sofra





[12] (ERDOĞMUŞ, 2003) s. 170-194 Kitaptan özetlenerek alınmıştır.





[13] Ebu Nuaym Hilye(2/39) Zehebi Siyeri A’lamin Nübela(3/274) İbni Kesir el Bidaye(8/76) Şa’rani Tabakat(1/90) Heytemi es Savaiq(s.316) Dümeyri Hayatul Hayevan(s.435) Şevahidün Nübüvve(s.328)





[14] İbni Kuteybe el Maarif(s.146) Ebulferec İsbehani Makatilut Talibiyyin(s.73) İbni Kesir el Bidaye(8/77) Suyuti Tarihul Hulefa(s.192) Şeblenci Nurul Ebsar(s.136) es Savaiq(s.316) Safuri el Mehasin(s.196) Şeyh er Radi Sulhul Hasen(s.361) Berzenci el İşaa(s.55) Şevahidün Nübüvve(s.328) Aişe Abdurrahman Bintuş Şatı Seyide Sukeyne(s.26)





[15] Safuri Muhtasarul Mehasinil Müctemea(s.196) Nurul Ebsar(s.136)





[16] (ERDOĞMUŞ, 2003) s. 194-250 Kitaptan özetlenerek alınmıştır.





[17] Hâkim (3/176) Mişkat(3/264) İbni Sa’d(8/278) Mus’ab ez Zubeyri Nesebi Kurayş(s.24) Şevahidün Nübüvve(s.331) Yenabiül Mevedde(s.138) Nurul Ebsar(s.139)





[18] Mûsab ez Zübeyri Neseb(s.40) Şevahidün Nübüvve(s.328) Nurul Ebsar(s.138)





[19] Tirmizi(3777) Ahmed(4/172) İbni Mace(142) Buhari Edebül Müfred(364) Zehebi Siyeri A’lam (3/283) İbni Abdilberr el İstiab (3/627) Kenzul Ummal(7/107) İbni Hacer el İsâbe(3/630) İbni Kesir el Bidaye(8/336) Şeblenci Nurul Ebsar(s.139) Hayatus Sahabe (3/347) el Ciylani Fadlullahis Samed (1/459) Heytemi Es Savaikul Muhrika(s.420)





[20] Ebu Ya’la(3/1874) Zehebi Siyeri A’lam(3/283) Heysemi Maksadul Ali(1360) Mecmauz Zevaid(9/187) İbni Kesir el Bidaye(8/336) İsâfur Rağibin (s.202) Heytemi es Savaik(s.421) Nurul Ebsar(s.139)





[21] Buhari(Buyu 49) Müslim (Fadailus Sahabe 57) Hâkim(3/196) Buhari Edebül Müfred(1183) el Ciylani Fadlullah(2/567) Nurul Ebsar(s.139) İsâfur Rağibin (s.195,202)





[22]Zehebi Tarih(3/9) Zehebi Siyeri A’lam(3/266) Metalibul Aliye(3994) Lemazat(1/95) Şevahidün Nübüvve (s.330)





[23] İbni Kesir el Bidaye(8/252) Heytemi es Savaiq(s.419)





[24] İbni Mace(145) Zehebi Tarih(3/8) İbni Kesir el Bidaye(8/335)





[25] Zehebi Siyeri A’lam(3/284) Şevahidün Nübüvve(s.331) Lemazat(1/96)





[26] Zehebi Siyeri A’lam(3/287) 309 İbni Kesir el Bidaye(8/337) Şevahidün Nübüvve(s.331) Lemazatı Hulviye(1/96) Suyuti Hasais (2/627)





[27] Kurtubi Tezkira(s.644) Şa’rani Muhtasarı Tezkira(s.418) Yenabiül Mevedde(s.139)





[28] Kurtubi Tezkira(s.644) Ahmed (3/242) Zehebi Siyeri A’lam(3/194) Metalibul Aliye(3999) es Savaik(s.421)





[29] Ahmed(1/242) İbnül Cevzi el Hadaik(1/396) Zehebi Tarih(3/10) Zehebi Siyeri A’lam(3/288) Ebu Ya’la(1/363) Mecmauz Zevaid(9/187) Maksadul Ali(1364) es Savaiq(s.422) Şevahidün Nübüvve(s.332) Yenabiül Mevedde(s.139)





[30] (ATEŞ, 1971) Altmışıncı sofra





[31] Havel: Köleleştirmek demektir.





[32] Düvel: Halkın malını saltanat el­de etmek için kullanmak demektir.





[33] Değel: Bir değeri veya kurumu pusu kurmak amacıyla kullanmak.





[34] (ÖZTÜRK, 2008), s. 46-48





[35] (HALDUN, 2004), s.302-305





[36] (ERGİN, 1942), s. 154





[37] [er-Râgıb el-Asbahânî'nin (hyt. 502 / 1108) Âl maddesinde söyledikleri, İbnu'l-Arabi'nin görüşleriyle bir paralellik arzetmektedir. O bu hususta şunları söylemektedir:





“Âl kelimesi bazen, kişinin akrabalık veya dostluk bakımından bizzat yakınlık kurduğu insan anlamında kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak celle celâlühû bu anlamda; “Âl-i İbrâhîm ve Âl-i îmrân” (Âl-i îmrân, 33) ve yine; “Fir'avn yaranını (âl'ini) en şiddetli azaba sokun.” (Gâfir, 46.) buyurmaktadır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem âl'inin, onun akrabaları olduğu da söylenmiştir. Diğer bir görüşte de. İlim bakımından Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yakınları olduğu söylenmiştir. Zira dindarlar iki kısma ayrılır.





Birinci kısım, kesin bir ilim ve muhkem bir amel ile mütehassıs olanlar ki, onlara Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem âl'i, hem de ümmeti denilir. İkinci kısım bu ilme taklid yoluyla ulaşan lardır ki bunlara Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti denilir de, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âl’i denilmez. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âl’i olan herkes, aynı zamanda onun ümmetidir fakat Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olan herkes, onun âl'i değildir. İmam Ca'fer es-Sâdık radiyallâhü anh’a halk, müslümanların hepsi Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âl'idir diyor denilince, söyle cevap verdi:





“Hem yanılmışlar, hem de doğru söylemişlerdir.”





“Bunun anlamı nedir? Diye sorulduğunda şu şekilde izah etmiştir:





“Ümmetinin hepsi onun âl'idir görüşünde olanlar yanılmışlardır. Şeriatının şartlarını yerine getirenlere Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin âl'idir diyorlarsa doğru söylemişlerdir.” Cenâb-ı Hak celle celâlühû “Fir'avn'ın hanedanından (âl'inden) bir kişi dedi ki “ (Gâfir, 27.) âyetinde bulunan “âl'inden olan kişi” ile onun yakınlarından ve şeriatına uyanlardan biri kastedilmiştir ki, o kişi neseb ve mesken bakımından onlardandır fakat, kavminin hepsinin onun şeriatında olması anlamında değildir.”





Bak: Müfredat, 30-31. İbn Hacer el-Askalânî, âl ile ümmet-i icâbe'nin tümünün kastedildiğini ve Mâlik, el-Ezherî ve en-Nevevî'nin ileri sürdüğünü, el-Kâdî Huseyn ve er- Râgıb'ın bunu ümmetin muttekileri ile sınırladıklarını ifade etmiştir. Fethu'l-Bârî,  XI, 134. Ayrıca bak: İ'lâu's-Sunen. 3, 136-137. Şîa ise, âl kelimesiyle sadece ehl-i beyt'e mensup imamların kastedildiği kanaatındadırlar. Bak: Mecâlis. 192.] (ATAÇ, 1993), s. 648





[38] (ATAÇ, 1993), s. 649





[39] Bakara, 136





[40] Nisa, 163





[41] “Allah Teâlâ'dan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah Teâlâ'nın elçisi olduğuna, Hasan'la Hüseyin'in, O'nun torunları ve Allah Teâlâ'nın nebilerinden iki nebi olduklarına şehadet ederim. Allah Teâlâ'nın salât ve selamı her ikisine, salâtların en efdali dedeleri olan Nebilerin Hatemi Muhammmed sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'e, bütün nebilere ve resullere, onların aline ve ashabına, hamd de âlemlerin Rabbine olsun.”





[42] Fetih, 29





[43] (ATEŞ, 1971) Elli dokuzuncu sofra





[44] (ATEŞ, 1971) Altmış dokuzuncu sofra





[45] (AKTEPE, 2000), s.3 (en-Nesefi, Tabsıratu'l-Edille, Dımaşk, 1990,11/444; es-Sabunî, Age., s. 448)





[46] Bakara,105; Âl-i İmran, 74





[47] Bakara, 269





[48] Cuma, 4





[49] (AKTEPE, 2000), s. 17





[50] Hadis kitaplarında yer almayan ancak sûfilerce çok kullanılan bu rivayet daha çok mevzu hadisleri toplayan kitaplarda geçer. Sehâvi. 286; Aclûnî, II/64; Aliyu'l - Kâri. 247





[51] (ŞEKER, 1998),s. 141





[52] Hadis değişik lafızlarla Ebû Bureyde'den (r.) rivayet edilmiştir. Bak: Musned, V, 354, 360. Şuab, III, 6,hd. no: 2717.





[53] Fatır, 32





[54] (ATAÇ, 1993), s. 449; Futûhât, II, 22-23, (Thk. O. Yahya, XI, 379-383.)





[55] Yusuf, 108





[56] (ATAÇ, 1993), s. 434; Futûhât. II, 53, (TM. O. Yahya, XII, 146-147.)





[57] (ATAÇ, 1993), s. 502; Hadis değişik lafızlarla Ebû Umâme (r.), Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.) ve el-Hasen'den (r.) rivayet edilmiştir. Bak: Şuab,2, 522-253, hd. no: 2589-2592. Zevâid,7, 159. Ayrıca bak: Leâlî, I, 243-244. Fevâid, 372.





[58] Bakara, 282





[59] Ebû Mâlik el-Eş'arî'den (r.) rivayet edilen bir hadise işaret edilmektedir. Bak: Musned, 5, 341, 342, 343. Nebi olmadıkları halde, nebilerin bile gıbta edecekleri kimseler hakkında rivayet edilen diğer hadisler Muâz b. Cebel (r.) ve Ubâde b. es-Sâmit'ten (r.) rivayet edilmektedir. Muâz b. Cebel (r.) ve Ubâde b. es-Sâmit rivayeti için bak: Tirmizî, Zuhd (37), 53, hd. no: 2390. Musned, 5, 229, 239, 328. Ayrıca meşhur şefaat hadisinin İbn Abbâs (r.) rivayetinde geçmekte olan bir ziyâdeye göre, tüm ümmetler kıyamette;





“NEREDEYSE BU ÜMMETİN TÜMÜ NEBİDİR.” deyerek Ümmet-i Muhammed'e gıbta edecekleri rivayet edilmektedir. Bak: Musned, 1, 281-282, 295-296. Zevâid, 10, 372-373.





[60] Âyetler için bak: Bakara, 38,62, 112, 262,274,277, Âl-i İmrân, 170, Mâide (5), 69, En'âm, 48, A'râf, 35,49, Yûnus, 62, Zuhruf, 68, Ahkâf, 13.





[61] Meryem, 85





[62] Nuh, 5-7





[63] Bakara, 272





[64] Kasas, 56





[65] Âyet için bak: Mâide, 99. Bu anlamda diğer âyetler için bak: Âl-i İmrân, 20, Mâide, 92, Ra'd , 40, Nahl, 35, 82, Nûr, 54, Ankebût , 18, Yâsîn, 17, Şûra, 48, Teğâbun, 12.





[66] Bu duruma işaret eden âyetler için bak: Âl-i İmrân, 184, En'âm, 33, Enfâl, 30, Hac, 42, Fâtır, 4,25, Tîn, 7.





[67] Ahzab, 46





[68] Âyetler için bak: Yûsuf, 108, Ra'd, 36, Nahl, 125, Hac, 67, Kasas, 87, Ahzâb, 46, Gâfir, 12,42, Fussilet, 33, Hadîd, 8, Cin, 19.





[69] (ATAÇ, 1993), s.434-441





[70] Buhâri, Edep, 119; Ahmet b. Hanbel, IV, 406; Müslim, Fezailu’s-sahabe, 28; Aliyu'l Kari, 272. 273;. Aclûnî. II/187





[71] Ahmed b. Hanbel, IV, 66, 5, 59, 379; Tirmîzî, Menâkıb 1;





[72] Kalem,4





[73] İbnü'l-Arabî, Ebû Abdillah b. Muhammed b. Ali b. Muhammed, el-Fütuhâtu'l-Mekkiyye, Kahire, 1269/1853, II /49.57.69.78





[74] Buhârî, Eyman, 31; Müslim, Fiten, 76; Tirmizî, Fiten, 41.





[75] Buhârî, Menakıb, 25; Müslim, Fiten, 75; Tirmizî, Fiten, 41.





[76] “Ümmü'l-Kitab” Kur'anî bir tabir olup “Kitab'ın esası” (Ali îmran,7) “Kitab'ların aslı” (Ra'd, 39) “Levh-i Mahfuz”, Zuhruf, 4 anlamlarında kullanılmaktadır.





[77] (ÖZLER, 2004), s. 52





[78] Hadis kaynaklarında aslına rastlanılmamıştır. Kaynaklarda yer almayan bir rivayetin delil teşkil etmeyeceği malumdur.





[79] Buhârî, Edeb, 109; İbn Mâce, Cenaiz, 27.





[80] İbn. Mâce, Cenaiz, 27.





[81] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/133.





[82]el-Aclûnî, hadisin bu lafızla rivayetinin bulunmadığını söylüyor. Keşf-ül Hâfa, II/132.





[83] Bu hadis değişik lafızlara rivayet edilmiştir. Tirmizî, Birr ve Sıla, 65; Muvatta, Şiir, 17.





[84] (ÇİFT, 2003), s. 263





[85] (MISRÎ, 1223), s. 6a; (ÇEÇEN, 2006), s. 39





[86] Kara, “İbn Teymiyye, Takıyyüddin”, DİA, XX, s. 413.





[87] İbn Teymiyye, Mecmuu fetâva, II, s. 222





[88] Yunus, 62. İbn Teymiyye, Mecmuu fetâvâ, II, s. 224





[89] İbn Teymiyye, Mecmuu fetâvâ, II, s. 225





[90] (ÇİFT, 2003), s. 264





[91] (AKTEPE, 2000), s. 111-116





[92] (ATAÇ, 1993), s. 427





[93] Futûhât, II, 90-91, (Thk. O. Yahya, XII, 421-424.)





[94] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.134), s. 220





[95] En’âm, 103





[96] En’âm, 103





[97] Â’raf, 143





[98] Â’raf, 143





[99] Â’raf, 143





[100] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.50-51), s. 113





[101]  “Mûsa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabim Bana (kendini) göster; seni göreyim’ dedi…” A’râf, 143.





[102] Fütûhât, c. II, s. 51.





[103] Fütûhât, c. II, s. 24.





[104] İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Kurbe, (Resâil), s. 78, 79; (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s.150





[105] Âl-i İmran, 79


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar