Print Friendly and PDF

Merhabâ yâ Mustafâ

Bunlarada Bakarsınız


129





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı arş üzre kadem,
Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal–ümem.
 





Çalınıp tabl-ı beşâret geldi şâh-ı Enbiyâ,
Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhib âlem. 





Nûr-i vechinden alındı encüm ü şems ü kamer,
Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh u kalem.





“Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr-i ayn-i asfiyâ,
Merhabâ ey Sâhibü’l-mi’râc-ı fi-daci’z-zulem”





Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân,
Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem.





Biz günahkâr ümmete sen Şâhı irsâl eyledi,
Hamdü-li’llâh sana ümmet eylemiş ol Zî-kerem.





Yâ Rasûlallâh şefâat kıl Niyâzî mücrime,
Şol zaman kim baş açık yâlın ayak kan ağlıyam. 





Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı arş üzre kadem,
Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal–ümem. 





Doğdu risâletin başı bastı arş üzre kadem,
Saldı Nübüvvet nûrunun ışığı ümmetlerin en üstüne. 





Sadır, göğüs demektir. Emânet edilen sırlar insanın göğsündedir. Eskiden hükümet başkanına “Sadr-ı âzam” derlerdi,  sebebi devletin bütün sırlara vâkıf olduğundan dolayı bu isim ona verilmiştir. İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemede “Sadr-ı Risâlet” denildiği,  bütün Enbîyânın sırları anda bulunmasından dolayıdır, yani diğer enbiya onun vekilleridir. Esas Enbiyânın sultânı,  başı odur.





“Bastı ferş üzre kadem” deki beyitte geçen ferş bir nûr demektir. Hakikat yolunun üzerinde izlenilecek yol demektir.





Abdulkâdir Geylânî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Efendimiz buyurur ki;





Her yiğit (veli) bir ayağın izindedir, ancak ben





Kemalin bedri olan Nebi’nin ayak izindeyim  [1]





Çalınıp tabl-ı beşâret geldi şâh-ı Enbiyâ,
Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhib âlem. 





Çalınıp müjde davulu geldi nebilerin şâh-ı,
Bağırma ve çağırma doldu cihâna kondu o âlem sâhibi. 





Beyitte geçen “âlem “ sancak,  yani bayrak manâsınadır.  Bu sebeple Hazreti Resule “Sâhib-i âlem “,  “Sancak sâhibi”, denildi. Zirâ diğer Nebîlerin zamanında âlem yoktu. İlk önce Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz sancak çekti (Livâ-ül-hamd).  Sancağında bir sırrı vardır, muharebelerde harbeden askerlerin onu görerek çevresinde toplanıp birleşmelerini temin içindir. Âlemde İlâhi tecellîlerden bir tecellîdir.  





Nûr-i vechinden alındı encüm ü şems ü kamer,
Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh u kalem.





Yüzünün nûrundan alındı yıldızlar, güneş ve ay,
İlminin denizinden bilindi hikmet-i levh ve kalem.





Yıldızların, güneşin, ayın hakikatları Nûr-i Muhammedîdir. “Kasîde-i Bür’e” de Hazreti Resûle “Kamer” denilmiştir. Kâsîdeyi şerh eden burada benzetme var diye “ke’l-kamer” olarak yazmış. “Burada teşbih (benzetme) yoktur kamerin hakikati Nûr-i Muhammedîdir, bunda teşbih kendisidir.”  





“Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr-i ayn-i asfiyâ,
Merhabâ ey Sâhibü’l-mi’râc-ı fi-daci’z-zulem”





“Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr ve safiyet ve kamalin özü,
Merhabâ ey karanlıklar içinde bizi çağıran Mi’râc  Sâhibi”





“Asfiyâ” hakikat ehlinin büyüklerine derler.  “Sâhib-ül-mirâç” yani Mîrâc sâhibi demektir.





Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân,
Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem.





Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân,
Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem.





Biz günahkâr ümmete sen Şâhı irsâl eyledi,
Hamdü-li’llâh sana ümmet eylemiş ol Zî-kerem.





Biz günahkâr ümmete sen Şâhı gönderdi,
Hamdü-li’llâh o kerem sahibi sana ümmet eylemiş.





“Andolsun ki biz, Allah'a kulluk edin ve Tağut'tan sakının diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”   [2] 





İmam Hasan ve İmam Hüseyin radıyallâhu te'âlâ anhumâ efendimiz hazretlerinin uluvv-ı şân ve kadr-i menzilet-i sa'âdetleri eğer ki yazılmak lâzım gelse, kalem âciz kalır. Ancak bir menkabe-i mübâreke-i âlîlerini nakl ü hikâye edeyim de artık oradan imâmeyn-i hümâmeyn efendilerimiz hazerâtının indallâhda (Allah Teâlâ yanında) olan kadr ü kıymet ve menzilet-i sa'âdetleri oradan malûm olur.





İmam Hasan ve İmam Hüseyin radıyallâhu ta'âlâ anhumâ efendimiz hazretlerinin sabâvet (çocukluk) zamanlarında Mekke-i mükerreme'nin etrafını temaşa (görmek) için ikisi el ele tutup gezer iken, Ebû Cehil'in iki oğlu bir deveye binmişler, rast geldiler. İmâmeyn efendimize dediler ki





“Siz dersiniz ki bizim babamız İmam Ali ve atamız Hazret-i Muhammed; niçin bizim gibi deveniz yoktur? Siz yayan gezersi­niz, biz böyle deve ile gezeriz” dediler. Bu sözden cenâb-ı imâmeyn efendilerimiz gayet mahzun olup Mescid-i sa'âdet'e avdet (döndüler) buyurdular. Cenâb-ı Risâlet-penâh efendimiz hazretleri buyurdular ki





“Niçin mahzun duruyorsunuz, acaba birisi size bir şey mi söyledi?” buyurunca, imâmeyn efendimiz hazerâtı vukuatı (olayı) hikâye buyurdular. O zaman Cenâb-ı Resûl-i Ekrem sallallâhu te'âlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurdular ki





“Ben deve olayım size, gelin benim üzerime binin” diye hâne-i sa'âdette deve gibi dest-i risâlet-penâhîlerini yere ko­yup İmam Hasan ve İmam Hüseyin efendilerimizi üzerine alıp hareket buyurdu­lar ve





“Nasıl deveniz iyi mi?” diye sual buyurur idiler. Bunlar dediler ki;





“Onların devesi iki tarafa hâf hâf ediyordu, siz de öyle etsenize” demeleri üzerine sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri sağ taraflarına re's-i (başını) sa'âdetlerini döndürüp “af” buyurdular. İşte o an ve saatte Hazret-i Cebrail aleyhisselâm öyle süratle nazil oldular ki hiç böyle süratle nazil olmamışlar idi. Hemen Cenâb-ı Resûl-i Ekrem efendimiz hazretlerinin re's-i sa'âdetlerini tutup buyur­dular ki





“Ya Resûlallâh, Cenâb-ı Hak sana selâm ediyor, habibim, sağ tarafına af demesiyle kâffe-i usât-ı mü'minîni (asi mümin kulları) affettim, cehennemden azat ettim. Eğerki sol tarafına dahi “af” der ise, küffarı dahi cehennemden azat edip cehennem iptal ola­caktır. Süratle beni gönderdi ki solunuza re's-i sa'âdetinizi döndürüp af buyurmayasınız”.





O zaman Cenâb-ı Resûl-i Ekrem efendimiz hazretleri pek çok Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senalar edip imâmeyn efendilerimizi üzerlerinden indi­rip bu ni'met-i gayr-ı mütenâhiye onların sayesinde olduğundan pek çok sevip öptüler ve pek çok teşekkürler ettiler.[3]





Yâ Rasûlallâh şefâat kıl Niyâzî mücrime,
Şol zaman kim baş açık yâlın ayak kan ağlıyam. 





Yâ Rasûlallâh şefâat kıl günahkâr Niyâzî’ye,
Ne zamandan beri baş açık yalın ayak, kan ağlıyam. 














[1] (GEYLÂNÎ, 2005), s. 207





Sufiler “ayak” kelimesiyle rütbe ve makamı kastederler, İmam Geylânî hazretlerinin şöyle buyurduğu rivayet edilir:





“Her veli bir nebinin ayak izinde yürür. Ben işe dedem sallallâhu aleyhi vesellemin ayağının izindeyim! Hazret-i Mustafâ'nın -aleyhissalâtü vesselam- ayağını kaldırdığı yere ben ayak basarım. Ancak nübüvvet ayakları ve makam­ları bunun dışındadır. Çünkü nebi olanlardan başkasının oraya ulaşmasına yol yoktur”  (Behcetü'l-Esrâr, 22). Velilerden bazıları bir nebinin ayak izi, diğer bazıları da bir nebinin kalbi üzeredir. (Bkz: el-Hukûmetü'l-Bâtıniyye, 55 vd.).





[2] Nahl, 36





[3]  (A.İbrahim Dede, 2006), s.413


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar