Print Friendly and PDF

Mısrî’yem vücûdum Mısrına


132





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim,
Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim.





Bende mahfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn,
Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemim.





Ben cemâl-i Hakk’ı cümle şeyde zâhir görmüşem,
Bu merâyâya anın için baktığımca hurremim.





Her sözüm miftâh-ı kufl-i “küntü kenz” olmuş durur,
Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim. 





Cümle mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide,
Zât u esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim.





Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı bana,
Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım.





Ben o Mısrî’yem vücûdum Mısrına şâh olmuşam,
Hâdisim gerçi velî ma’nîde sırr-ı akdemim.





Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim,
Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim.





Ben ki Âdemî ilmin sırlarına vâkıfım,
hakikat definesini keşfetmiş hemde âlemin hayâtıyım.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin, menâkıpnâmelerine göre, tarikattaki seyr-i sülûkü esnasında kutbiyet makamı verilmesi üzerine bu mazhariyetini, bu ilâhi ile ifade etmiştir.[1]





Fakat daha sonra kutbiyet makamının çok mesuliyetli olduğunu görerek bu vazifeden affedilmesi için Allah Teâlâ’ya yalvarmış ve bunun üzerine kutbiyet makamından alınmıştır. Aşağıdaki beyitle başlayan ilâhisini de bu sırada söylediği rivayet edilir.[2]





İbn-i vaktim ben ebe l vakt olmazım





Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezim[3]





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz buyurdu ki:





“Kendisine Kur’an-ı Kerim verilene ilm-i kâmil verilmiştir. Bu yüzden mahlûkat içerisinde Muhammedi olanlardan daha tamı (etemm) yoktur. Zira onlar insanlık âlemi içerisinde yine insanlığa en hayırlı ümmettirler.(Âl-i İmrân, 110) ve onlar âlemin güneşi gibidirler”(Bkz. el-Fütûhât, 11/107).[4]





Bende mahfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn,
Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemim.





Her zaman bende gizli kaldı gaybül-gaybın sırları,
Bendedir emânet sırları onu saklamış defineyim.





Bir hikâye: Şa’bân Efendi hazretlerinin namazın kılmanın sevabın beyân idüp nakl itdiler ki;





Hacı Bayram Sultân (kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz) hazretleri âhirete intikâl ittikleri gün, bir çiftçi Ankara şehrine sabân demirî yapdurmağa gelüp gördü ki dükkânlarda kimse yok. Meğer Hacı Bayram Sultân’ın namazına gitmişler. Ol dahî sabân demirîn beline sokup azizin namazın kılup ba’dehû (sonra) demûrciler sabân demûrîn ocağa koyup ve çok ikdam (devamlı) idüp kızdûramadılar. Ve âciz ve mütehayyir kalup, kadıya ve müftiye i’lâm ettiler. Cevâbında ve keşf-i sırrında ve hikmetinde anlar dahî âciz olup akîbet Hacı Bayram Sultân hulefâsından ilm-i ledünnîde ehl olup ve (allemnahu min ledünna ilmen)ye mazhâr olan Hızır Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sıfat bîr azîze İ’lâm etdüklerinde,





“sabân demûrîni kande iletdün” deyû bi-ilhâmillâh suâl idüp ol kimesne dahî





“kendû de getürüp Hacı Bayram Sultân’ın namazına hâzır olduğın haber virecek”, ol azîz ehl-i hâl hall-i işkâl idüp pâk i’tikâd ile Hacı Bayram Sultân’ın namazın kılan, ol sultân hürmetine cehennem odına yanmamağa işarettir” deyû tahkîk itdüer. Ve dahî cümle vilâyet halkı sabî oğlancıkların bile getürüp azizin namazın kılmağa bu kadar meyl ve rağbetleri vâriken Muharrem Efendi’nin bu kelâmından rağbetleri dahî ziyâde olup Hacı Bayram Sultân’ın ve Bâyezîd Bestâmî hazretlerinin namazı gibi ziyâde kesret ve izdiham oldı. [5]  





Ben cemâl-i Hakk’ı cümle şeyde zâhir görmüşem,
Bu merâyâya anın için baktığımca hurremim.





Ben Hakk’ın cemâlini cümle şeyde açıkça görmüşem,
Onun için bu aynalara baktığımdan sevinçliyim.





Her sözüm miftâh-ı kufl-i “küntü kenz” olmuş durur,
Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim. 





Her sözüm “küntü kenz”in kilit anahtarı olmuş durur,
Hem İsâ nefesi ile herbir nefiste gizliyim. 





Cümle mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide,
Zât u esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim.





Cümle mevcûdâtı verdim ben birlik vücûduna,
Zât, esmâ ve sıfâtın ile hâlâ bir an’ım.





Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı bana,
Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım.





Yerde gökte her ne kim var bâşı bana bağlıdır,
Ben açık ve gizli en büyük tılsımım.





Niyâzî-i Mısrî, ben âlemin devrinde olan merkezi olan tılsım, kibrit-i ahmer gibi düştüğü yeri kimya eden, ism-i âzam gibi tesiri vücud eyleyen tılsımı ilahiyim demektedir. İnsan yaratılışın merkezinde olduğu gibi, kamil insan ise Hakk’ın tecelli mazharı olması açısından âlemin merkezidir.





Ben o Mısrî’yem vücûdum mısrına şâh olmuşam,
Hâdisim gerçi velî ma’nîde sırr-ı akdemim.





Ben o Mısrî’yem vücûdum şehrine şâh olmuşam,
Velî gerçi sonradan olmuşsamda manada en önceki sırrım.





[Tevrat’ın ilk ayeti:





“Allah Teâlâ, önce muazzam bir nesne yarattı. Sonra gökleri, sonra da yeri yarattı.”





Bu ayette geçen “Vehim” (muazzam bir nesne) kelimesi büyük şan sahibi manasında olup, Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) ruhu demektir. Nitekim Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Allah Teâlâ ilk yarattığı şey benim ruhum veya nurumdur”.





Tevrat’ın ilk ayetinde geçen “El vehim” kelimesini ebcetle (harf hesabı) hesap edilirse doksan iki çıkar. Bu rakam “Muhammed” isminin ebcedine uygundur.





Musâ aleyhisselâm Tevrat´tan okuyarak:





“Ya Rabb´î! Ben bir ümmet gördüm ki, onlar ümmetlerin hayırlısıdır.  İman etmeleri için insanlara emr-i maruf ve nehyi münker yaparlar. İlk ve son kitaba inanırlar. Dalâlet ehline karşı cihat ederler. Bir gözü kör olan Deccal ile savaşırlar. Bunları bana ümmet eyle” dedi.





Allah Teâlâ; “Ya Musa! Onlar Ahmet´in (aleyhissalâtü vesselam)´ın ümmetidir,buyurdu.





Yine Musâ aleyhisselâm Tevrat´tan okuyarak: 





“Ya Rabbi! Bir ümmet buldum ki, onlar çok hamd ederler ve hükmedicidirler. Bir iş yapmak isteyince inşallah derler. Onları bana ümmet eyle, dedi.





Allah Teâlâ; “Ya Musa! Onlar Ahmet sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetidir, buyurdu.][6]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ümmetine işaret ile onunla olan beraberliği haber veren Niyâzî-i Mısrî ilk sırrın muhabbet dairesini açıklamıştır. 





قُلْ انْ كُنْتُمْ تُحبُّونَ اللهَ فَاتَّبعُونى يُحْببْكُمُ اللهُ وَيَغْفرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللهُ غَفُورٌ رَحيمٌ





“De ki: eğer siz Allahı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün, Allah gafurdur, rahîmdir.”   [7]










[1] (İbrahim RAKIM, 1750), v.83. Tuhfe, s.27-28; Baha Doğramacı, Niyâzî Mısrî, Ank.1988, s.7-8.





[2] M. Şemseddin (Ulusoy) Efendi (1867-1936) Gülzâr- Mısrî, S. 75-76.





[3] Yard. Doç. Dr.Kenan ERDOĞAN, “Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisi Ve Niyâzî-i Mısrî’nin Menkabelerine Göre Bazı şiirlerinin Hikâyesi” Sosyal Bilimler Yıl:2003 Cilt:1 Sayı: 1, s. 47





[4] (KILIÇ, 1995), s.97





[5] (FUADÎ), v. 68b-70a





Bu menkabenin başka bir versiyonu da şu şekilde anlatılmaktadır.





Hz. Kuddûsî, 1265/1848 tarihinde Bor'da Hakk’a yürümüştür. Hz.Kuddûsî'nin vefat ettiği gün, köylünün biri de kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor'a geldiğinde, çok kalabalık bir cemaatin cenaze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenaze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkâ­nına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü korlaşmadığını, sa­atlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce, şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada, yakın bir tanı­dığı, dükkâna girer. Demirci, durumu ona anlatır. O da, köy­lüye;





"Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar. Köylü;





"Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bu gün buraya getir­dim. Bor'a girdiğimde, eşini görmediğim bir cemaate katılarak cenaze namazını kıldıktan sonra bu dükkâna geldim." de­yince, o kişi;





"Senin, adını sormadan namazına iştirak ettiğin zât, Büyük Velî, Hakk Aşığı Şeyh Ahmed Kuddûsî Hazretle­riydi. Allah Teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenazede hazır olan alet ve edevatı da ateşten muhafaza etmiştir." der. İman sahibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner. (Kuddûsî, Tarihsiz), s.19





[6] (ALTUNTAŞ, 2004), s.92





[7] Âl-i İmran, 31


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar