Print Friendly and PDF

Mürşid-i candır hep mâkâlatı


198





5+5=10





Eylesin Allâh’a çok tahiyyâtı,
Ana kim verdi ilm-i gâyâtı.
  





Gizli Sultandır sırr-ı Subhandır,
Mürşid-i candır hep mâkâlatı.  





Kutb-i halâyık bahr-î hakâyık,
Ferd-i câmîdir hep mâkâmatı.  





Nokta-i kübrâ göremez a’mâ,
Gizlidir zirâ cümleden zâtı.  





Kalbini keşşâf eylemiş şeffâf,
Görünür anda hep beriyyâtı.  





Arayıp bulan kulluğun kılan,
Telkinin alan buldu hâlâtı.  





Ey nice canlar yanını bekler,
Bulmadık derler bunda lezzâtı.  





Neylesin ta’lîm olamaz teslim,
Ya nice bulsun ol kemâlâtı.  





Mâyenin zevkin alamaz şol kim,
Şeyhi Hak bilmez yok rıâyâtı.  





Şehri Elmalı canda bulmalı,
Ümmî Sinandır şöhret-i zâtı.  





Hubbu cânımda sırr-ı zâtımda,
Savar üstümden her beliyyâtı.  





Şeyhini Hakk bil ey Niyâzî kim,
Pîr yüzündendir Hakk hidâyâtı. 





Eylesin Allâh’a çok tahiyyâtı,[1]
Ana kim verdi ilm-i gâyâtı
[2].  





Allâh’a eylesin çok tahiyyâtı,
Ona kim verdi ilm-i gâyeleri.  





Rivayetlere göre, dokuz yıl büyük çilelerle sülûkünü tamamlayan Mısrî Efendi'den Elmalı halkına son defa vaaz ve nasihat etmesi istenir. Mısrî konuşmak için kürsüye çıkar. Fakat dili tutulur, konuşamaz. Sonunda şeyhi, “Mısrî Efendi, bundan böyle durma ve susma, konuş” deyince dili çözülür, güzelce va'z eder. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz sonradan bunu anlatırken, “Şeyhimin bu izin ve himmetiyle hâlâ konuşur, söyleriz. Bize korku yoktur” dermiş. [3]





Bu hadise üzerine Mısrî’nin, şeyhini metheden bu ilâhisini irticalen söylediği de rivayet edilir.[4]





Gizli Sultandır sırr-ı Subhandır,
Mürşid-i candır hep mâkâlatı
[5] 





Gizli Sultandır sırr-ı Subhandır,
Mürşid-i candır hep sözleri.  





Kutb-i halâyık[6] bahr-î hakâyık,
Ferd-i
[7]câmîdir[8] hep mâkâmatı.  





Yaratılmışlar Kutbu,  hakikatler deryası,
Bütün mâkâmları toplayan ferttir.  





Nokta-i kübrâ göremez a’mâ,
Gizlidir zirâ cümleden zâtı.  





En büyük nokta’dır, kör göremez,
Gizlidir, zirâ cümleden zâtı.





 [Seyyid Burhâneddin kaddese’llâhü sırrah’ül azîz Maarif kitabında dedi ki;





Şeyh aynaya benzer. Ona ne kadar bakarsan, kendini ne kadar ona verirsen o da sana o kadar bakar, kendini o kadar sana verir.] [9]





Kalbini keşşâf [10] eylemiş şeffâf,
Görünür anda hep beriyyâtı
[11]  





Keşfedip kalbini eylemiş şeffâf,
Görünür anda hep beriyyâtı.  





Arayıp bulan kulluğun kılan,
Telkinin alan buldu hâlâtı.  





Arayıp bulan kulluğun kılan,
Telkinin alan buldu hâlleri.  





Hüdâyî: “ Hz. Şeyh bana Allah Teâlâ’nın: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur” [12] âyetini sordu ve tefsir kitaplarından bazılarını getirdi. Sonra buyurdu ki:





Ey evladım bu ilimde kitap çoktur. Lâkin Allah Teâlâ'nın kelâmının mânâsı kalbinde doğuncaya ve hatırının sahifesinden okuyuncaya dek çalış, İlim bu ilimdir. Sen bu ilimde ümmîsin, bir şey bilmiyorsun. Senin ilim saydığın bir şey değildir. Sonra lütfedip buyurdu ki:





Ey evladım sana söylediklerimden dolayı beni sorumlu tutma. Allah Sübhanehû'nun kereminden sana (bu) mânâyı öğretmesini dileriz. Şayet (o mânâyı) okuyabilsen sana yeter.”   [13] 





Ey nice canlar yanını bekler,
Bulmadık derler bunda lezzâtı.  





Ey nice canlar yanını bekler,
Bulmadık derler bunda lezzetleri.  





Terbiye yolundaki talebe hatalarından birisi; makamlara yükselirken, âlimlerin sözbirliği ile yüksekliklerini kabul ettikleri kimselerden kendini daha yüksek görmesidir.





Talebelerin makamı, bu büyüklerin makamlarından elbette aşağıdır. Fakat talebe, bazen kendini, insanların en üstünü oldukları açık olan nebilerden bile üstün görür. Onların önce inanmış, üstün iman sahibi olduğunu unutur. Rasüllerin yüksekliğinde, evliyanın üstünlüklerinde şüpheye düşer. Bu makam, talebelerin ayaklarının kaydığı yerdir.





Muhyiddin Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





“Kibirlenmek, insanların ve cinlerin özelliklerindendir.”





Bundaki hikmet, insan ve cinlerin yaratılışı “Hannan, Latîf ve Rahmet sıfatları” altında olduğundan kendilerinde bir rahatlık hissi duymalarından kibirlenme gafletine düşerler. Melekler ise “Müntekım ve Cebbar sıfatları” altında olduklarından kibirlenmeyi hatırlarına bile getiremezler.[14]





Neylesin ta’lîm olamaz teslim,
Ya nice bulsun ol kemâlâtı.
[15]  





Neylesin öğrenmez teslim olamaz,
Ya nice bulsun ol kemâlleri.  





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Müslüman ol ki, selâmet bulasın” [16] Müslüman olmak demek teslim olmak demektir.





Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin. Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. [17]  





Mürşidlerden birisi, müridinin birisine, “Falan yere git” diye emreder. Mürid emre uyarak sebebini sormadan gider. Geceleyin konakladığı yerde, ev sahibinin cariyesi (hizmetçisi) yata­ğını hazırlamaya gelirken, cariyenin elinden tutup, öpeyim diye düşünürken, içinde bulunduğu odanın duvarı çatlar ve mürşidin eli görünür. Mürid korkarak kendinden geçip bayılır. Câriye dahi kaçıp gider. Mü­rid dönünce, şeyhi ona:





“İşte emrin imtisali senin imtisalin gibi olsun. Şeyh de müridin haramdan muhafazası, benim muhafaza ettiğim gibi olsun! Çünkü sen hiç bir şey sormadan emre imtisal ederek gittin. Se­nin gördüğün gibi ben de seni haramdan muhafaza ettim.”  [18]





Mâyenin zevkin alamaz şol kim,
Şeyhi Hak bilmez yok rıâyâtı.  





Şu kimse özünün zevkini alamaz,
Şeyhi Hak bilmez rıâyeti yok.  





Mâyenin zevki demek aslı bilmek demektir.





Tuz yemeklere tat ve lezzet verir. Bu yüzden Arapça milh (tuz), melih, melâhat (güzel, güzellik, hoşluk); Farsça nemek (tuz), nemeki, nemekîn (tat, tuz, lezzet, sevimli) anlamlarında kullanılır. Azerî Türkçesinde hoş sohbet, sevim­li insana tuzlu kişi denir.[19]





Tuz görünüşte acı gibi olsa onsuz yemek tad bulamaz. Bu nedenle insan-ı kâmillerin acı yönleri vardır. Fakat onlarsız âlem hiçbir şekilde neşelemez.





Mürşid baba hükmünde olduğundan itaat etmek gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Babaya itaat, Allah’a itaat; Babaya isyan, Allah Teâlâ’ya isyandır.”  [20]





Şeyhi inkâr eden, gerçekte şeyhi inkâr etmemiştir; şeyh onu inkâr etmiştir; şeyhin yanına gelmeyen de, şeyhin, kendisini reddetmesi yüzünden gelmez. Şeyh, tepeden tırnağa keramettir; şeyhten bir keramet görmeyen, şeyhin kerameti olmadığından görmemiş değildir; şeyh, o müridi istemediğinden kendi güzelligini, kerametini ondan gizler. Şeyh “Allah'ın huylarıyla huylanın” hükmünce Allah Teâlâ sıfatlarıyla sıfatlanmıştır; “Gerçekten de Allah Teâlâ güzeldir, güzelliği sever.”   [21]





Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurur ki;





“Genç ve terü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil.   O öyle bir Pîrdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur.





Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “ Min ledünn” şarabı olursa...   Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.   Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.





Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme!





Ey sert mizaçlı! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır.





Gulyabani, sana zarar verir, yolundan alıkor. Bu yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.  Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu İblis’in onlara neler yaptığını Kur'an-ı Kerim’den işit!  Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı.[22]





Şehri Elmalı canda bulmalı,
Ümmî Sinandır şöhret-i zâtı.  





Şehri Elmalı canda bulmalı,





Ümmî Sinandır şöhret-i zâtı.  





Hubbu cânımda sırr-ı zâtımda,
Savar üstümden her beliyyâtı.  





Sevgisi cânımda sırr-ı zâtımda,
Kovar üstümden bütün belaları.  





[Mürşid olan kimse, güneşe bakan kimseye güneşin zıya verdiği gibi, kendisine bakan müritlere zıya verme­lidir. O mürşid öyle bir yüksek himmete sahiptir ki onun­la nefis hastalığına yakalanan müritleri hastalıklarından tabiat illetine tutulan müridleri illetlerinden kurtarır.][23]





[Mürşid, insanların gözlerinde gizli olan şeyleri kudsî kuvvet ile görür ve bilir. Müridlerin olgunlaşmasına engel olan perdeleri anlar ve giderir.] [24]





Şeyhini Hakk bil ey Niyâzî kim,
Pîr yüzündendir Hakk hidâyâtı. 





Ey Niyâzî Şeyhini Hakk bil ki,
Pîr yüzündendir Hakk hidâyetleri. 





Gavs-i a'zâm Abdülkâdir Geylânî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz zama­nında, günâhlara devam eden bir fâsık adam var idi. Fakat kalbinde Gavsin muhabbeti yer etmişti. Vefat edince, onu gömdüler. Suâl için Münker ve Nekîr geldiler.





Ona, Rabbin kimdir? Nebin kimdir? Han­gi dindensin? dediler. Her suâllerine, Abdülkâdir'dir diye cevab verdi. Bu iki suâl meleğine kadir olan Rabb’den hitâb gelip:





“Ey Münker ve Ne­kîr, bu kul, fâsıklardan olmakla beraber, sevgili kulum Seyyid Abdülkâdir'i seviyor. Bunun için onu mağfiret eyledim ve onun muhabbeti ve ona hüsn-i itikadı sebebi ile kabrini geniş eyledim,” buyurdu.[25]





Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. (Bu arada) Gerçek mürit, kendi şeyhinin herkesten üstün ol­uğuna inanan kimsedir. Öyle ki, bir adam Bayezid'in müritlerinden birine:





“Şeyhin mi büyük, yoksa Ebu Hanife mi?” diye sordu. Mürit:





“Şeyhim” diye cevap verdi.  Sonra: 





“Ebu Bekir radiyallâhü anh mi büyük, senin şeyhin mi?” diye tekrar sordu O yine





“Şeyhim” diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mi büyük. Senin şeyhin mi?” O yine:





“Şeyhim büyüktür?” dedi. En sonunda





“Allah Teâlâ mı büyük, senin şeyhin mi?” diye sordu. Mürit:





“Ben Allah Teâlâ'yı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey ta­nımam, hep onu tanırım” dedi. Başka bir müritten de:





“Allah Teâlâ mı büyük, yoksa senin şeyhin mi?” diye sordular, o da:





“Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur” dedi. Ariflerden biri de:





“Bu iki büyükten daha büyük biri lâzımdır ki, o, bu farkı ortaya koy­sun” demiştir. Şiir:





“Allah Teâlâ görünmediği için nebiler onun naibi olmuşlardır.





Hayır, hayır böyle de değil.





Bu naiple, naibin naipliğinde bulunduğu kimseyi birbirinden ayırmak çirkin şeydir.





Burada ikilik yoktur. “ [26]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi yaratılmışlar içinde en üstünü görmedikçe hakikat yolunda bir nebze yol almak yoktur. Öyle ki bazı kişiler bazı şatahatlarda bulunsalar da hakikat cephesi O’nun ismine dahi tazim etmeyi terk etmemelidir. Belki bu misilli sözler yine O’nun sevdiklerini övmek kabilindendir. 





356. Mes’ele: Sûfiyyeden ba'zı "bize şeyhimiz böyle emr et­ti" deyu ed'iyeye (dua) meşgul olsalar anlara ne lâzım olur?





Elcevap: Şeyhleri olan mudilli, Resülullahın (sallâllâhu aley­hi ve sellem) cenâb-i şerifinden tercih ederlerse cümle katl olun­mak vâcibdir. [27]














[1] Tahiyyât: selâmlar, duâlar, mânevî hayat hediyeleri.





[2] Gâyât: gâyeler, amaçlar, emeller..





[3] (İbrahim RAKIM, 1750), v.60; Tuhfe, s.20-21





[4] Yard. Doç. Dr.Kenan ERDOĞAN, “Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisi Ve Niyâzî-i Mısrî’nin Menkabelerine Göre Baz şiirlerinin Hikâyesi” Sosyal Bilimler Yıl:2003 Cilt:1 Sayı: 1 s. 37-52





[5] Makalat: (Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler





[6] Halayık (halâik) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar.   Huylar. Tabiatlar.





[7] Ferd: Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan.





[8] Câmi: pek çok mânâları ve hakîkatleri içinde toplayan, birçok şeyle alâkalı olan,toplayan ve ihtivâ eden.





[9] (KARABULUT, 1984), s. 67





[10] Keşşaf: Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran.   Meşhur bir tefsir ismi.   İzci.





[11] Ber:f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki “Alâ” yerine edat-ı isti’lâdır)   Göğüs, sine, bağır, sadır.   Fayda.   Hamil.   Hıfz.   Yan.   Taraf.   Nâkil. Götürücü.   Meyve.   Yaprak. Varak.   Meme.  Genç kadın.  Evin kapısı.





Berî:(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber’)





[12] En'âm, 1





[13] (BAHADIROĞLU, 2003), s.138; (HÜDAYİ), c.I, v.18b





[14] (ALTUNTAŞ, 2005), s. 189





[15] Kemalât: (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik





[16] Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6; Müslim, Cihâd, 74; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, Müsned, I, 263, IV, 257. (UYSAL, 23 Bahar 2007 )





[17] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.269-), s.359





[18] (KARABEL), s.90





[19] (İPEKTEN, 1986)





[20]  Suyûtî, Câmi‘u’s-Sağîr, Beyrut, 1410/1990, s. 72, nu: 1109; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 154, nu: 396; Beyhakî, Şu’abü’l-Îmân, II, 87, nu: 1233; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, IV, 63.





[21] (VELED), başlık CVI





[22] Mesnevi. c.I. b. 2940-2950





[23] (KARABULUT, 1984), s. 266





[24] (KARABULUT, 1984), s. 266





[25] (GEYLÂNÎ, 1979), s. 510





[26] Mesnevi, c.I, 673-74 (YAZICI, 1995), s. 497





[27] (DÜZDAĞ, 1972)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar