Print Friendly and PDF

Niyâzî taht-ı “bâ”da nokta oldu, Ali’nin sırrına olalı mâhrem


133





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün feûlün





Hüdânın sun’ına âyîne âlem,
Düşüptür sâni’in mir’âtı Âdem.





Odur Âdem ki nefsin tanımıştır,
Oluptur Hızr-ü İlyâs ile hemdem. 





Ne görürse iyi kem zîr ü bâlâ,
Görür öz nefsini her baktığı dem. 





Eğer râî eğer mer’î vü mir’ât,
Kamunun aslıdır Âdemdeki dem. 





Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,
Anın emvâcı bil ol şad u hurrem. 





Göründü bahr-ı kândan bunca emvâc,
Olur zâhir gider yine kalır yem. 





Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,
Anın emvâcıdır şek ile demem. 





Hezârân mevci bir anda yok edip,
Eder emsâlini tecdid demâdem. 





Aceb misli demek gayri demek mi
Yahut aynî mi,  yâ cem’imi desem. 





Bilen ayn-ü bilmeyen gayr demek,
Budur şâfî cevap “allâh-ü â’lem” 





Özü evvelkidir sûretle dürür gayr,
Ki yani can odur terkib o demem. 





Ki zirâ can bir oldu çok sûret,
Budur kavl-i muhakkik hem müsellem. 





Desen niçün bilinmez hâlî  ûlâ,
Çün oldur sonra niçin der ki bilmem. 





Tegayyürden bilinmezlik zuhûru,
Birlikten dürür dediği bilsem.





Niceyse neş’e-i ulâda gönlü
O zevki arzular Sânî de bî-kem





Taleb evvelki zevkî hükm-i candır,
Cehl terkibinin hükmü ol epsem. 





Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe hemm u gam. 





Niyâzî taht-ı “bâ”da nokta oldu,
Ali’nin sırrına olalı mâhrem.
 





Hüdânın sun’ına âyîne âlem,
Düşüptür sâni’in mir’âtı Âdem.





Hüdânın sanatkârane işine aynadır bu âlem,
Yaratanın düşmüş aynasıdır Âdem.





Âdem, beşeri âlemde Allah Teâlâ’nın tecellisi zuhur etmiş aynasıdır. Rahmanın nefesinin tecellisi olan Âdem, sureti ile Hakk’ın beşerdeki zuhurudur.





Odur Âdem ki nefsin tanımıştır,
Oluptur Hızr-ü İlyâs ile hemdem. 





Âdem odur  ki nefsini tanımıştır,
Hızır ve İlyâs ile canciğer arkadaş olmuştur. 





Mevlânâ genç­liğinin başlarında bir gün vaiz esnasında Hızır ve Mûsa aleyhisselâmın hikâyesini an­latıyordu. İlâhî dost ebrarın kendisiyle övündüğü Şemseddin-i Attâr da mescidin bir köşesinde tam huzur içinde oturmuştu. Vaiz esnasında acayip şekilli bir adamın bir köşede oturduğunu ve her defasında başını sallayarak:





“Doğru söylüyor ve iyi anlatıyorsun, sanki sen aramızda üçüncü bir şahısmışsın gibi” demekte olduğunu gördü. Bu sözleri işitince, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı.  Hemen eteğine yapışıp ondan yardım dilemek istedi. Hızır aleyhisselâm





“Biz hepimiz ondan yardım diliyoruz. Bütün abdal’ın, evtad’ın ve ileri gelen kutapların sultanı odur. Sen, onun eteğine yapış, ne istersen ondan iste” dedikten sonra birdenbire onun elinden eteğini çekip kayboldu. Şem­seddin-i Attâr: Ben Mevlânâ’nın elini öpmeğe git­tiğim vakit, Mevlânâ:





“Hızır nebi ve diğer bütün azizler âşıklarımızdandır”,  buyurdu. Ben bunun üzerine hemen baş koyup mürit oldum” dedi. [1]





Ne görürse iyi kem zîr ü bâlâ,
Görür öz nefsini her baktığı dem
[2]





Ne görürse iyi ve kötü, alçak ve yüksek
Her baktığı an öz nefsini görür.





İnsan-ı kâmil kâinatta iyü - kem (iyi-kötü) ve zir-ü bâlâ (alçak ve yüksek) ne görürse Hakkı gördüğü için ve kendisinin Hakk'da yok olmuşluğunu bildiği için bütün âlemde de kendini görmektedir. Zira gören, görünen ve ayna hep o'dur ve âdem'deki demdir, yani Allah Teâlâ’nın kâinatı âdem için yar kılmaya devam etmesidir.





Eğer râî eğer mer’î vü mir’ât,
Kamunun aslıdır Âdemdeki dem. 





Gören eğer manzara ve ayna olsun,
Âdemdeki nefes hepsinin aslıdır.





Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,
Anın emvâcı bil ol şad u hurrem
[3]  





Zât deryası nefestir ancak harfleri,
Onun dalgaları bilki ol bahtiyar ve sevinçli. 





Zât denizi (bahr-ı zât) olan bu âlem sanki Hakkın üfürdüğü bir nefestir. Ancak onun hurûfu ( mânânın harflerde görünür'hale gelmesi gibi görüntü kazanan mazharlan) o denizin emvacı (yani dalgaları) dır. Onlar zahir olur, yani görünür, sonra giderler ve deniz (yem) yine kalır. Şu halde deniz o dalgaların aslıdır.





Lisan, insânî ruhu nefheden ilâhî nefesin hakikati üzere sadece insana bahşedilmiş bir lütuftur. Zîrâ insanın nefesi, metafizik ilâhî düzeyde nefesü’r-Rahmân şeklinde isimlendirilen mânânın bir sûretinden ibârettir. Nihâî tahlilde nefes-i ilâhîye dayanan insânî nefes ise farklı mahreçlerine göre bu lisanın harflerini ve kelimelerini oluşturur. Nefes alan kimse, konuşmak istediği zaman, farklı mahreçlerden çıkan nefesi vasıtasıyla, kalben bilip konuşmak üzere karar kıldığı şeyleri harf, ses ve sözlere dönüştürür. [4]





Hz. İsâ aleyhisselâma, mevcûdâta hayat veren nefha-i ilâhî ilmi verilmiştir. O her hangi bir sûrete nefhettiği zaman o sûret Allah Teâlâ’mın izniyle hayat buluyordu. İşte Rahmanın nefesinden ibaret olan nefha-i ilahi vasıtasıyla Hz. İsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme hasleti ve İbn’ül Arabî ’nin ilm-i Îsevî dediği harfler ilmi verilmiştir. Çünkü harflerin âyânı da ancak kalbin ortasından çıkan ve hayat kaynağı havadan ibâret olan nefhadan hâsıl olur. Hava mahreçlerde inkıtaya uğradığında harfler zuhur eder. [5]





Âleme hakikati cihetinden, rahmânın nefesi olması cihetinden bakıldığında o, ancak Allah Teâlâ’dır denilir, diğer taraftan âleme bu ilâhî nefeste şekillenmiş sûretler olması cihetinden bakıldığında ise o, mahlûkattır denilir. Nefes, Hakk için bâtın, halk için zâhir olduğundan Hakk’ın bâtını halkın zâhiri, halkın bâtını ise Hakk’ın zâhiridir.[6]





Âlem, ‘Allah Teâlâ’dan başka her şey’ (mâ sivâ) olduğundan O’ndan ayrıdır. Ne var ki âlem, Rahman’ın nefesinden zuhûr eden kelimeler olduğundan her yönden bir ayrılık söz konusu değildir. Çünkü nefes, nefes sahibinden ayrı olmadığı için Allah Teâlâ’nın sonsuz kelimeleri olan âlem O’nun nefesiyle aynıdır. Nefes de Rahman’ın kendisi olduğundan kelimeler (âlem) Rahman’ın aynıdır. Başka bir ifadeyle âlem, Hakk’ın zuhûr yeridir. Zât îtibârıyla Allah Teâlâ her şeyden mutlak münezzeh olması sebebiyle âlem bu yönden Allah Teâlâ’dan başkadır. Fakat âlemde Allah Teâlâ’nın isimlerinin tecellîsinden başka bir şey bulunmadığından âlem Allah Teâlâ’dan ayrı değildir. İşte bu şekilde İbn’ül Arabî, Allah-âlem münasebiti hususunda sürekli aynılık ve ayrılığı vurgular, nihâyet bu husustaki görüşlerini O/O değil şeklindeki çelişkili bir ifadeyle özetler.[7]





Allah ile mutlak yokluk arasında bulunup, her ikisinin özelliklerini taşıyan bir berzah olduğu için âmâ’nın iki yönü vardır: Hakka ait bâtın yönü, halka ait zâhir yönü. Bâtın yönüyle Hakkın nefesidir, zâhir yönüyle bütün âlemin zuhûr ettiği ilk unsurdur. Bu berzah vasıtasıyla bir taraftan Hakk, mahlûkâtının sıfatlarını kendine izafe ederken (teşbih), diğer taraftan mahlûkat, O’nun sıfatlarıyla sıfatlanabilir.[8]





Göründü bahr-ı kândan bunca emvâc,
Olur zâhir gider yine kalır yem. 





Deryanın kaynağında bunca dalga göründü
Zâhir gidince, yine kalır yem. (yiyecek-çerçöp) 





Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,
Anın emvâcıdır şek ile demem. 





Bu âlem de deryadır, hem doğumlar
Şüphe etmeden söylerim ki onun dalgalarıdır





Acaba hem deniz hem dalga olan bu âlemde veya (Elest gibi) önceki âlemlerde var olup birer dalga gibi yok olan insanların kendi, önceki hallerinin misli (benzeri) olmaları nedir? Öncekinden gayri (başka) varlıklar olmak mıdır? Yoksa aynı mı veya cem'i mi (yani hem aynı hem farklı) olmaları mıdır?





Hezârân[9] mevci bir anda yok edip,
Eder emsâlini tecdid demâdem. 





Binlerce dalgasını bir anda yok edip,
Her vakit benzerini yeniden yaratır. 





Hakk’ın, âyân-ı sâbite’yi sübûttan vücûda çıkarması ifade edilirken kullanılan bu zaman bildiren kalıplar her hangi bir zamansal ardışıklığa işâret etmezler. Zîrâ Hakk’ın âyân-ı sâbite’ye varlık bahşetmesi ezelden ebede kadar devam eden sürekli bir ameliyedir. Hakk’ın iradesi de sadece belirli bir zamana taalluk etmez.[10]





Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki:





Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimî bir şekilde görünür.





Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğunu da Allah Teâlâ’nın tez tez halk etmesindendir. Allah Teâlâ’nın yeniden yeniye ve süratle halk etmesi, ömrü öyle uzun ve daimî gösterir. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa (kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Husâmeddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren)[11]





Aceb misli demek gayri demek mi
Yahut aynî mi,  yâ cem’imi desem. 





Acaba benzeri diyeyim başkası mı diyeyim
Yahut aslı mı,  yâ hepsi mi desem. 





Sûfî, kalbî müşadeleriyle ve aktif hayâli vasıtasıyla kâinâtta sonsuz çokluk içerisine ayrı ayrı saçılmış olan İlâhî kemâli, İlâhî hakikati bir anda, doğrudan bütüncül bir şekilde görür. [12]





Bilen ayn-ü bilmeyen gayr demek,
Budur şâfî cevap “allâh-ü â’lem” 





Bilen aslıdır, bilmeyen başkası demektedir,
Budur yeterli ve duru cevap “allâh-ü â’lem” 





Kur'an-ı Kerim’de “Biz yerin, onlar (in cesetlerin) den ne eksilttiğini bilmişizdir”[13] ifadesi yer almıştır. Bir önceki âyette ise kâfirlerin sözleri şöyle naklediliyor: “Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (tekrar, hayata döneceğiz?). Bu, (ihtimal çok) uzak bir dönüş'“'. Demek ki kâfirlerin tamamen toprak olduğunu zannettikleri bedenden toprağın yok edemediği bir şey kalmaktadır. Bu öyle bir şey olmalıdır ki kıyamet sûresinin 4.cü ayetinde de belirtildiği gibi insanın parmak uçlarına varıncaya kadar, bütün ayrıntıları ile sabit kalması gereken hüviyet tayin edici özelliklerinin yeniden iade edilmesine imkân versin. O halde toprağın yok edemediği bu unsurlar belki bir ak nokta rolünü oynayacak bir noktada içleşmiş bazı şifrelerdir.





Demek ki bu şifreleri biz bilmediğimize göre bizim için yeniden halk edilen vücud eskisinden gayri (başka) bir vücuttur.





Özü evvelkidir sûretle dürür gayr,
Ki yani can odur terkib o demem. 





En önce özdür, sûrette duran başkasıdır.
Yani can özdür. Terkib (beden)e O’dur demem. 





[Nakşibend Hazretleri Muhammed Parisa kuddise sırruhu’l-azîze





“Bizim vücudumuzdan murat Muhammed’in zuhurudur.” Diyerek birliktelikteki sırrın ifşasını yapmıştır.





Mecnun’un  “Biz bir bedene girmiş iki ruhuz” sözü de “tek-ü tenha olmuşuz” a remizdir. Aslında iki ruh iki bedende olur. Denilmek istenilen ikimiz ikilikten geçip birlik sırrına ermişizdir, demektir.





Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Kullarım, sana benden sorarlarsa, ben yakınım.” [14] Bu yakınlığı kul birleşme olarak düşünmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla ittihat etmiş değildir. Allah Teâlâ’ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allah Teâlâ dahi hiçbir şeye hulul etmiş değildir.





Allah Teâlâ’nın yakınlığı, her ne kadar keyfiyeti ve benzeri yok ise, de; lâkin burada vehmin yeri vardır. Vehim kavramı ve hayal dairesi dışında kalan, Allah Teâlâ’nın yakınlığıdır.][15]





Ki zirâ can bir oldu çok sûret,
Budur kavl-i muhakkik hem müsellem
[16] 





Ki zirâ çok sûret bir can oldu,
Kesin hem kabul edilmiş söz budur. 





Desen niçün bilinmez hâlî  ûlâ,
Çün oldur sonra niçin der ki bilmem. 





Dersen niçin bilinmez bu yüksek hâl,
Çünkü odur. Sonra niçin der bilmem. 





İbn’ül Arabî ’nin de vurguladığı gibi: “İş (tasavvufî tecrübe), fikrin vâkıf olamayacağı kadar büyüktür. Fikir mevcut olduğu sürece mutmain olup sükûnete ulaşmak imkânsızdır.”[17]





Tegayyürden bilinmezlik zuhûru,
Birlikten dürür dediği bilsem.





Halden hale geçişinden dolayı varlığı bilinmez,
Birlikte durursam dediğini bilirim.





Tevhidi bilen ancak bu sözleri anlayabilir.





Niceyse neş’e-i ulâda gönlü
O zevki arzular Sânî de bî-kem





Niceyse uludur gönlü ve neş’esi
Yaratanda sayısızca O zevki arzular





Taleb evvelki zevkî hükm-i candır,
Cehl terkibinin hükmü ol epsem. 





Can hükmünün zevkî önce istektir.
Cehalet terkibinin hükmü ise dilsizdir.





Saygıdeğer karıncalar başlangıçtan beri yuva yapma işine ka­rınca yuvası yaparak başlamışlar ve hala da öyle devam ederek, bu konudaki sebatlarından dolayı büyük bir şeref kazanmışlar­dır. Oysa insan ayran gönüllü, tutarsız bir yaratık olduğu için, belki de satranç oyuncuları gibi hedefi değil de, hedefe giden yo­lu sevmiştir.





Şuna kesinlikle inanabiliriz, insanın yöneldiği tek hedef, hedefine ulaşabilmek için harcadığı sürekli çabadır; başka bir deyişle hayatın kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden başka bir şey olamaz; beyler, iki kere iki dört eder ise bu aslında hayatın kendisi değil, ölümün başlangıcıdır. İnsan, iki kere iki dört ederden hiç olmazsa bir korku duymuştur ve şu an benim içimde de bu korku vardır.





Evet, insanın tek yaptığı bu ke­sin sonuçların peşine düşmek, bunun için okyanusları aşmak ve hatta bu uğurda ölümü bile göze almaktır. Ama diğer yandan da aradığını bulacağından dolayı ödü patlar. Çünkü bilir ki; eğer ara­dığını bulursa, artık arayacak bir şey kalmayacaktır. ….





Peki, biz insanlar nereye gidebiliriz? Hedefe doğru her adım aynı zamanda büyük bir huzursuzluğa sebebiyet verir içimizde. Çünkü insanoğ­lu amaçlarına doğru ilerlemeyi sever, amacını elde etmeyi değil. Gerçekten çok gülünç bir durum, iki kere iki dört eder, yine de çekilecek bir durum değildir.[18]





Ruhun ilk isteği Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır.  Çünkü kavuştuğu şeyler onu tatmin etmediğinden Allah Teâlâ’yı bulmak ancak huzur verir. Çünkü sonsuzluk vardır.





Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe hemm u gam. 





Ey dost ancak ilim tamamen bir noktadır,
Çoğaldıkça dolar kalbe üzüntü ve gam. 





Niyâzî taht-ı “bâ”da nokta oldu,
Ali’nin sırrına olalı mâhrem.
 





Niyâzî taht-ı “bâ”da nokta oldu,
Hz. Ali’nin sırrına olalı mâhrem. 





İlm-i Ledünden nasip almak isteyen Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye muhtaçtır.





İbn-i Abbas, Mücahit ve Ömer bin Hattab'tan naklen, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:





"Şayet ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, cinler hesap etse, insanlar da kâtip olsalar, Ali bin Ebi Talib'in faziletlerini (erdemini) saymakla bitiremezlerdi"[19]





Hz. Ali kerreme’llâhü veche ashab-ı kiramın en büyük fıkıh âlimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer radiyallâhü anh buyurur ki: 





“Şayet Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.”










[1] (YAZICI, 1995), s. 541-(256)





[2] Dem: f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük





[3] Hurrem: f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.





[4] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 185





[5] İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.) c. III, s. 89, 91. 204. (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 217





[6] İbnü’l-Arabî, Fütûhât,  c. IV, s. 85. (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 352





[7]  (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 357





[8] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 357





[9] Hezaran: f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller





[10]  (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 41





[11] Mesnevi, c.I, b. 1144-114 9





[12] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 109





[13] Kâf, 4





[14]Bakara, 189





[15] (ALTUNTAŞ, 2007), s.207





[16] Müsellem: (Selm. den) Teslim olunmuş olan, doğruluğu şeksiz kabul edilen. Herkes tarafından kabul edilip emniyet ve itimad edilen. * Tasdik edilip inkâr edilmeyen. * Ayıplardan teberri olunmu





[17] İbnü’l-Arabî, Risâletü’n ile’l-İmâm er-Râzî, (Resâil), s. 224. (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 88





[18] (Dostoyevski, 2004), s.43





[19] İbn-i  Osman el-El-Zehebi'nin "Mizan'ül İtidal" c.3, s.467 / el-Künci eş-Şafii'nin "Kifayet üt-Talip" s.252 / İbn-i  İbn-i Hacer'in "Lisan'ül Mizan" c.5, s.65 / el-El-Zehebi'nin "Tezkiret'ül Huffaz" s.8 / el-Hamvini eş-Şafii'nin "Feraid es-Simtayn" c.1, s.16 / el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde" s.121 / Menakıb-ı Hüvarezmi s.2 / Menakıb-ı Ahmet bin Hanbel


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar