Print Friendly and PDF

Pîrimiz Pîrdir

Bunlarada Bakarsınız


46





5+5=10





Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,
Karamız nûrdur yerimiz Tûr’dur
.  





İsteyen yâri izlesun Pîri,
Pîrden ayrılan Hakk’dan ayrıdır.  





Pîrdir envârım Hakk’dır etvârım,
Düşmanım bî-şek Hakk’dan ol dûrdur.  





Şol ki Süfyânî arttı tuğyânî,
Oldur şeytânî bir gözü kördür.  





Azdırır halkı bezdirir Hakk’ı,
Kizbi çok sıdkı bindebir yokdur.  





Hakk’a kul ol,  kul olasın makbul,
Dil müslümanı şâhidi zordur.  





Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle millette Hamzavî hordur. 
[1]





Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,
Karamız nûrdur yerimiz Tûr’dur.  





Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,
Karanlığımız ışıktır yerimiz Tûr Dağıdır.





Hazreti Mûsa aleyhisselâm Tûr dağında Cenab-ı Hakk’la konuştuğu gibi,  ayni muvahhid olan tevhid ehli de her yerde Hakk’la konuşur.   Bu durumda her bir tevhid ehli bir Tûr’dur.  





İsteyen yâri izlesun Pîri,
Pîrden ayrılan Hakk’dan ayrıdır.  





Yâri isteyen izlesin Pîri,
Pîrden ayrılan Hakk’dan ayrıdır.  





Pir Allah Teâlâ’nın tecelli ettiği makamdır. Pir’e ittiba etmek dolayısıyla Hakk’ı bulmaktır.





Pîrdir envârım Hakk’dır etvârım,
Düşmanım bî-şek Hakk’dan ol dûrdur.  





Nurlarım Pîrdir, hallerim tavırlarım Hakk’dır,
Şüphesiz Hakk’dan uzak olan düşmanımdır.  





Şol ki Süfyânî arttı tuğyânî,
Oldur şeytânî bir gözü kördür.  





Şu Süfyânînin[2] arttı azgınlığı,
O bir gözü kör olan şeytândır.





Vanî Mehmed Efendinin verdiği sıkıntıları ile deccâlın zuhuru ile eşleştirilmiştir.





Azdırır halkı bezdirir Hakk’ı,
Kizbi çok sıdkı bindebir yokdur.  





Halkı azdırır Hakk’ı bezdirir,
Yalanı çok bindebir doğruluğu yoktur.





Burada vaizlere sitem vardır.  Çünkü vaizler kürsüden hitap ederken gönüle hitap etmeyi unutup, Allah Teâlâ’nın yerine unutup din bezirgânı olunca halkı bezdirir.  Din sahibi Allah Teâlâ yerine hükümler irad ederken birçok kişiyi dinden çıkarır.





Hakk’a kul ol,  kul olasın makbul,
Dil müslümanı şâhidi zordur.  





Kul ol Hakk’a,  makbul kul olursun,
Müslümanlığı dilde olanın şâhidi zordur.





Dilde müslüman olmak nifak alametidir. Onun dinini ispat etmesi için zorluk yani kuvveti kullanır. Vanî efendi gibi devleti arkasına alır. Bu tür insanların dini hakkında yorum yapmak şöyle dursun canı emniyette değildir. Onun için Niyâzî-i Mısrî hakkında sürekli sürgün ve gurbet kader olmuştur. 





Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle millette Hamzavî hordur.
 





Mısrî’nin izzeti dinde sağlamdır,
Bütün inançlar içinde Hamzavî hordur. 





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;





“Mü’minlere cennet hak münafıklara ve hamziyyelere cehennem hak.[3] Ham­ziyye kefere ve feceresine rağmen. Ve yazdım ki cemî enbiyâ ve evliya cümle mahlukat ile sulh olurlar amma hamziyye ile zıddiyetleri zatiyye olmak ile ebe­dî onlar ile sulh olmazlar dedim dahi söz çok hele fehva bu idi.[4] hem câhilim hem fâsıkuim hem müfsidim hem ahmak ve ebterim hem merkeb hem köpek hem kedi hem domuzum her ne olursam olayım ancak hamziyye olmakdan Allah Teâlâ’ya sığınırım.”  [5]





İnsan hayatı boyunca fikirlerinde devamlı olarak değişim gösterebilir. Bu durum o kişinin bugün doğru diyebildiğine yarın yanlış demesi gibi olabilir. Bu nedenle müslüman kişi düşüncelerinin temelini dini kıstaslar ile oluşturduğu için sonunda hakikatı muhakkak görür bilir ve hatalarından vaz geçer. Bu durum Allah Teâlâ’nın ikramlarındandır. Çünkü Allah Teâlâ kulların her zaman velisidir.





 “Allah Teâlâ imân edenlerin velîsidir. Onları zulmetlerden nûra çıkarır. Kâfir olanların velîleri ise tağuttur. Onları nûrdan zulmetlere çıkarırlar. İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalan kimselerdir.”  [6]





Mesela:





Hikmet İlaydın’a göre Abdulbâki Gölpınarlı, bir “maneviyat yolcusu” olarak, yaşamının uzunca bir bölümünde zikzaklar yapmaktan kurtulamamıştır. Mevlevilik gibi, Bektaşîlik gibi apayrı târikatların dervişi olmuş, sonraları Melâmîliğe ilgi duymuştur. Hatta bir zamanlar Atheisme’e saptığını bile söylemiştir. Fikir ve sanat alanlarındaki çalkantılara da, uzunca bir süre karşı koyamamıştır. Kopmadığı eksen, Mevlânâ Celâleddin kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin coşkusu ve onun büyük temsilcisi saydığı Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz sevgisidir. Dört beş ay önce, ömrünün seksen ikinci (kendi hesabıyla) seksen üçüncü yılında, şimdiki huzuruna, ancak bu çelişkileri yaşamak suretiyle erdiğini söylemiş ve hamdetmiştir.[7]





XVI. Yüzyılda Hamza Bâlî’nin çevresinde toplanan ve ondan sonra da “Hamzevî” adıyla anılan Bayramî melâmîleri, melâmeti tam mânâsı ile temsil eden kişilerdi. Bunlar târikat erbabının tekke, esma ile sülük, evrad, husûsi kisve ve kendilerine âit âyinlerle,  törelerle halktan ve diğer târikatlerden uzaklaşmış, vakıfla geçim esaslarını kabul etmemiş, tasavvuf ehlinden ayrılmışlardır. Vahdeti, bir zevk,   bir şuhûd ve ta­hakkuk olarak kabul etmişler; her zaman bir kişiyi muktedâ tanıyıp ona bağlılıkla, âşk ve cezbe ile yol alınacağını, târikatin, şerîatle hakîkat arasında bir berzah olduğu kanâatini gütmüşlerdir. Târikatlere, bu inançla “Turuku berzahiyye”  demişler, geçim hususunda da çalış­mayı esas tutmuşlardır, (bk. A.  Gölpınarlı Mevlânâ Celâleddîn, üçün­cü baskı, istanbul, 1959, s.  140-152).  





Târikatlere bile ehemmiyet vermeyen Hamzevîler, elbette Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzi hoş göremezlerdi. Ancak Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bir aralık Hamzevîlerle müsbet münâsebeti olduğunu da biliyoruz.  Meselâ en yakını olan ve Limni’de kendisiyle beraber bulunan Kavala şeyhi Mustafa’nın elyazısıyla yazılmış fatiha tefsirinin sonunda şöyle bir fet­vası var:





“Bu fetvayı müftüye götürsünler, sahih ise imza edüp sultan Muhammed’e versünler;  ziyâde ihsana mazhar olmak mukarrerdir.





Suâl: Mısrî’yi Sultan Muhammed Hamzevîlere cebren tasarruf etti­rirse cemi-i dâvası bâtıl olur mu, olmaz mı? Zira Allahu Teâlâ’nın rûh-i kudsîsi ile koydum derken tasarruf olunursa Lâhût-i İsâ’ya nâsut ola­bilir mi?





el-Cevâb: Tasarrufa kadir olurlarsa bâtıldır; Hamzevîler mezhebi haktır.” 





Burada adı geçen Sultan Mehmed, IV. Sultan Mehmed (1058-1099 1848-1687)’tir. Şu hâlde bu yazı da, saltanatı sırasında yazılmıştır. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, mec­muasında





“bir taifenin ameline değil, ilmine kanarak” [8]arasına katıldı­ğını sonra onlardan kurtulduğunu yazıyor. Sonradan iddialarını kabul etmeyen, belki de ru­hî haletlerini anlayıp içlerinden atılan bu taifeye, yâni Hamzevîlere şiddetle düşman olmuştur. Onların dinsiz, imansız olduğunu söyleye­rek, olmadık şeyleri onlara isnad edecek kadar da bu düşmanlıkta ileri gitmiş ve şiirinde     Cümle millette hamzevî hordur  şeyleri söylemiştir.





Hatta Lâlî-zâde Seyyid Abdülbâki (1159 h. 1746), Sergüzeşt-i Melâmiyye’sinde, “emr-i garibdir ki ehl-i Hakk geçinen nadanlar, Hamzevîlerdir, dördüncü esmada kalmışlardır ve nakıs olmalarıyla ilhâda düşmüşlerdir, deyü güne güne ifk u iftiraya cür’et ederler; Mısrî Efendi “cümle millette hamzevî hordur” deyu ilâhi söyler; bilen bilmeyen, tâife-i aliyye mezemmetinde kîl u kale mübtelâlardır” diye Hamzevîlere dahl edenleri ve bilhassa Mısrî’yi anmaktadır.[9]





Yine; Ve dahi Merhum Şeyh Yûsuf Sinan Ummî Efendi hazretleri kendilerinin, veled-i necâbet eserleri ile Mısrî Efendiyi şerefyâb-ı hizmet-i (49b) aliyyeleri iken mean berây-ı maslahat mahrüsa-i İslâmbola irsal eyleyüb anlar dahi bi’l-yemn ve’sseâdet ba’del-vusül ol vakitde İslâmbolda şöhret-i şi’ârr olub Oğlan Şeyhi dinmekle maruf şeyhi ne bil-isâle ve ne bi’t-teb’i  ziyaret ü mülâkâtdan Mısrî Efendi ictinâb-ı tâm ile ibâ ve bu hâl üzre musırr ba’del-itmâmi’l-mesâlih yine Hazret-i Sinan Ummî Efendi hâkipâylarına rûmâl olduklarında Mısrî merhumun şeyh-i mezbûrı adem-i ziyareti Sinan Ümmi Efendi Hazretlerinin mesmü-i şerifleri oldukda ber-vech-i ğâyet istihsân buyurmuşlar. [10]





1253 (1827/l828)’te İstanbul’da vefat eden ve hâtıralarını, gördük­lerini, duyduklarını birkaç mecmuada kaydeden mevlevî ve Hamzevî Süleyman Faik Efendi, aynı Hediyyetul-ihvân’ın aynı sayfasının ke­narına,





“Malum ola ki bu mahalde dâhi, sâhib-i risale Mehmed Nazmî Efendi merhum hakk-ı tarîka riâyet buyurmamışlar; bilmem niçün böyle Hazret-i Mısrî hakkında nâ-becâ kelâm tahrir buyurmuşlar?





Zannolunan budur ki hasbel-beşeriyye miyânelerinde bir şîve vukuu ola. Hazret-i Mısrî, mazhar-i hüsn-i zan ve icmâ-i müteahhirîn ile esrâr-ı velayete mazhar ve nice nice hârika ve keramete masdar bir zât-ı âlîkadr; caiz ki bir muktezâ-yı neş’e-i ezelî bu makale hâlâtı ve kelimâtı me’muren ola ve Nazmî Efendi merhum sırrına vâkıf olamamış ola. Yoksa Hazret-i Mısrî kemâlâtı manevîye sahibi idüğünde sûfiyyenin sâhib kemâl olanları müttefiklerdir ve icmâ-i sûfiyye bunun üzerinedir; fe’fhem. Faik” satırlarını yazmış.İdrîs-i Muhtefî bahsinde Hediyyetu’l-ihvân ınifâdelerini haklı ola­rak cerh eden haşiyeler yazmış bulunan Faik Efendi merhum, Mısrî’nin, hamzevîye hakkındaki yazılarını görseydi, bilmem ki gene ‘‘me’muren” yazmış der miydi? Ancak Mısrî’yi incelemeyen son zaman hamzevîlerinin Cümle millette hamzevî hordur mısraını, bütün milletleri yâni inanç sahiplerini cennete, hamzevîleri de o cennet içinde hurilere benzettiğini zannederek Misrî’yi müdâfaa ettik­lerini de biliyoruz. [11]










[1]  Mısrî’nin bunda izzeti zinde,
      Dinler içinde Hamzavî hordur.





Bu beyiti Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l azîz daha sonra el yazısıyla varak kenarına yazmıştır. (Abdulbaki Gölpınarlı, Niyâzî-i Mısrî, Şarkiyat Mecmuası, c. VII, s.216)





[2] Süfyanî: Süfyan’dan olan, Süfyan’a mensub, Süfyan’a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.





[3] (MISRÎ, 1223), s. 2b; (ÇEÇEN, 2006), s. 34





[4] (MISRÎ, 1223), s. 9a;  (ÇEÇEN, 2006), s. 43





[5] (MISRÎ, 1223), s. 48b;  (ÇEÇEN, 2006), s. 79





[6] Bakara, 257, bkz.





[7] (ÇİFÇİ, 2003), s.45





[8] “Hatıralar” 105 b de bir taifenin ameline değil, ilmine kanarak “Hak din sanup kabul etmiş idim; elhamdulillahi teâlâ inâyet-i ilâhiyye yetişip tarttı, bu fakiri ol çamurdan çıkardı... dokuz yıldır yanarım, dahi halâs uma­rım. Bin seksen üç tarihinden beri yanarım; bu şevvalin ihtidasında dokuz sene tamam oldu, onuncuya geçti. Canım da berk imiş, ölüp kurtulamadım” diyor. (Abdulbaki Gölpınarlı, Niyâzî-i Mısrî, Şarkiyat Mecmuası, c. VII, s.216; Halil Çeçen, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İst. 2006, s.158)





[9]  Abdulbaki Gölpınarlı, Niyâzî-i Mısrî, Şarkiyat Mecmuası, c. VII, s.220





[10] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 50a





Niyazî-i Mısrî, ziyaret etmekten vazgeçtikleri bu şeyhin kim olduğu hususunda hiç bir bilgi vermemekle beraber, İbrahim Rakım Vakıât-ı Mısrîsinde Niyazî-i Mısrînin şeyhin oğlu ile birlikte ziyaretten vazgeçtikleri bu şeyhi, “oğlan Şeyhi demekle ma’ruf” ifadesiyle ipucu verir ki bu o dönemde İstanbul’da yaşayan döneminin meşhurlarından Olan Şeyhi İbrahim Efendi (hyt.1065/1655) olabilir. Çünkü bu şeyh o tarihlerde İstanbul’da yaşamakta ve hemen herkesten hürmet görmektedir. (Bkz. B. Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 26-27; Fevziye Abdullah Tansel, “Olanlar şeyhi İbrahim Efendi ve Devriyesi”, AÜİF Dergisi, Ankara 1971, c. XVII, ss. 185-190), (AŞKAR, 1997), s.62 





[11]  Abdulbaki Gölpınarlı, Niyâzî-i Mısrî, Şarkiyat Mecmuası, c. VII, s.223


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar