Print Friendly and PDF

Sarhoş Neylesin

Bunlarada Bakarsınız


160





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Teşne-i bahr-ı mûhît olan dile reş neylesin,
Tûti-i sükker-feşân uftâdeye keş neylesin.
 





Cür’a-i sahbâ-i zât-ı nûş edip temkin bulan,
Afitâb olan gönül telvîn-i meh veş neylesin. 





Arifin esrârı settâr olduğun etme aceb,
Tâ’n eder zâhid denilen div-i serkeş neylesin. 





Âdemin vechinde Hakk’ı görmedi iblîs-i lâin,
Sûretâ gördüğü bir şekl-i munakkaş neylesin.  





Can Niyâzî ehl-i âşka nazikâne va’z eder,
Ehl-i nefs olan işitmez dil-i müşevveş neylesin.  





Teşne-i bahr-ı mûhît olan dile reş neylesin,
Tûti-i sükker-feşân uftâdeye
[1] keş[2] neylesin. 





Büyük deryayı arzulayan gönüle serpinti neylesin,
Papağana şeker saçan düşkün olan aşığa keş neylesin. 





Birinci beyitte geçen engin denize susamış bir gönüle su serpintisi neylesin,  yani tevhid ehline ilmi-i rusûm (resmî ilimler) ne yapar? O resmî ilimlere hiç iltifât etmez. Tevhid-i ef’âl, tevhid-i sıfât,  tevhid-i zât telvin makâmlarıdır, yani renklenme makâmlarıdır. Cem makâmı ise temkin makâmıdır, yani vakâr,  sebât,  ağırbaşlılık makâmıdır. Hazret-il cem makâmı yine telvin makâmıdır. Ahadiyyet makâmı temkin makâmıdır.   Temkin ehli olan, yani Ahadiyyet makâmında bulunan bir kimse bir daha telvin makâmına inmez, ancak tevhid mertebelerini başkalarına öğretmek için olabilir. 





Cür’a-i sahbâ-i zât-ı nûş edip temkin bulan,
Afitâb olan gönül telvîn-i meh veş neylesin. 





Bir yudum zâtın içkisini içip sakin olan,
Güneş olan gönül ayın renklerini gibi şeyleri neylesin.





Arifin esrârı settâr[3] olduğun etme aceb,
Tâ’n
[4] eder zâhid denilen div-i serkeş neylesin. 





Arifin esrârını saklar olmasına şaşırma,
Hoş görmeyen zâhid denileni sarhoşluğu büyük olan neylesin. 





Âdemin vechinde Hakk’ı görmedi iblîs-i lâin,
Sûretâ gördüğü bir şekl-i munakkaş neylesin.  





Âdemin vechinde Hakk’ı görmedi lânetlenmiş iblîs,
Sûretâ gördüğü bir nakış işlenmiş şekli neylesin.





İnsan bilmediği şeyi görmez. İblis meleklere uzun süre hocalık yapınca her şeyden haberi olduğunu zannetti. Bilmediği şeyleride görmekten aciz kaldı.





[Mesela; bir kişi geceleyin bir şehre girmek isterse, yolu bilmezse,  yol üzerinde haydutlar olduğu bildirilse veya bilse, iki şeye muhtaç olur.





Biri fener, ikincisi rehber’dir.





Buna göre nefis yolunda; fener esaslar, yol usul, rehber yol gösteren dir. Terbiyede gideceği şehirde hakikât şehri yani insan olmanın sırrına kavuşmaktır.





Eğer feneri olsa, rehberi olmazsa isteğine kavuşamaz. Fenersiz gidecek olursa bu sefer de yolunu kaybedip telef olur. Rehberi olsa feneri bulunmazsa, rehberini göremez yolu kaybeder.





 “Beynimiz sadece mümkün olduğuna inandığımızı gösterecek şekilde çalışır. Örnekleri daha önce içimizde var olanlarla şartlanma yollu eşleştiririz. Doğru olduğuna inandığım harika bir hikâyeye göre Kızılderililer Karayip Adalarındaki yerli Amerikan Kızılderiler Columbus’un gemilerinin yanaştığını gördükleri zaman onları hiçbir şekilde görememiş. Çünkü daha önce gördükleri hiçbir şeye benzemiyormuş görememişler. Columbus’un donanması Karayiplere vardığı zaman hiçbir yerli gemileri göremedi ufukta var olmalarına rağmen. Gemileri göremeyişlerinin nedeni beyinlerinde yelkenlilerin var olduğuna dair bir bilgi ya da deneyim bulunmamasıydı. Bu yüzden bakan, okyanusta dalgalanmalar olduğunu fark eder. Fakat hiç gemi görmez. Sonuca ne sebep oluyor diye merak etmeye başlar. Böylece her gün çıkıp bakar bakar ve bakar. Ve belli bir zaman sonra gemileri görebilir. Ve bir kez gemileri gördüğü zaman gemilerin orada var olduğunu herkese anlatır. Çünkü herkes ona inanmıştır ve güvenmiştir onlar da görürler.” [5]][6]





Can Niyâzî ehl-i âşka nazikâne va’z eder,
Ehl-i nefs olan işitmez dil-i müşevveş neylesin.  





Can Niyâzî ehl-i âşka nazikâne va’z eder,
Nefis ehli olan işitmez gönlü şüpheliyi neylesin.





 [Âşk ne şeydir, nasıl olur der isen, sana bir temsil ve hikâye ile aşkı beyan edeyim. Bir deveci, devesini kaybedip aramak için sahralara şuraya buraya gider imiş. Bir sahrada bir çeşme başında bir kız görmüş. Murat etmiş ki, bu kıza sual edeyim, belki deveyi görmüştür deyip yanına yaklaşıp kızdan develeri sual etmiş. Kız ona cevabında demiş ki,





“Beni babam dayımın oğluna verecektir. Ben ona varmıyorum, istemem, ben filâna varacağım!” Deveci tekrar:





“Kızım ben senden develeri sual ediyorum.” Tekrar kız cevabında:





“Canım emmi, dedim ya, ben ona varmayacağın, filâna varacağım” demiş. Deveci birkaç defa tekrar tekrar böyle demiş ise, de fayda etmeyip yine o kendi efkârını söylüyor. Deveci anlamış ki, buna işi anlatıveremeyecektir, oradan gitmiştir. İşte âşk-ı ilâhîde olan zat böyle olmalı, yani âşk-ı ilâhîden başka bir şey bilmemeli demektir.][7]














[1] Üftade: f. Düşmüş. Fakir, biçare.   Âşık, tutkun





[2] Keş: Yağsız peynir





[3] Settar(e): Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten





[4] Ta’n: Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek.   Küfretmek.   Muhalifin iddialarını çürütmek.   Vurmak.   Duhul etmek, dâhil olmak, girmek





[5] (Kuantum Fizik Belgeseli)





[6] (ALTUNTAŞ, 2007), s.802





[7] (ALTUNTAŞ, 2007), s.620


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar