Print Friendly and PDF

Sen Beşer Değilsin

Bunlarada Bakarsınız


38





Vezin: Mefâilün Mefâilün feûlün





Yine dil na’atını söyler Muhammed,
Dil ü can mülkünü toylar Muhammed.
 





Ne kâdirim seni meth etmeye ben,
Kemâhi methi Hakk söyler Muhammed





Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk
Senin medhinde âcizler Muhammed. 





Giyip hil’at-ı “levlâk”ı giyip
Düşüptür sâye serviler Muhammed,





Alır şems-ü kamer nûru yüzünden,
Saçın “vel-leyl”-i yeldalar Muhammed. 





Kaşındır “Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ”,
Dürründen açılır güller Muhammed. 





Boyun eğmiş durur çeşmine hayrân,
Çemen sahnında sünbüller Muhammed. 





Leb-i la’l-i dehânın ma’denidir,
Lisânın vahyi Hakk söyler Muhammed. 





Şu vaktin kim çıkıp gezdin semâyı,
Bulup Hazrette rif’atler Muhammed. 





Kamû ervâh-ı peygamber hem melâik,
Seni iclâle geldiler Muhammed. 





Seni şâhı âlem kılıp ol anda,





Kamûsu ümmet oldular Muhammed. 





Niçün olmayalar ümmet ki Hakk’ın,
Rızâsın sende buldular Muhammed. 





Ne noksan ire câhına kılursan,
Niyâzî’ye şefâatler Muhammed. 





Yine dil na’atını söyler Muhammed,
Dil ü can mülkünü toylar Muhammed. 





Yine dil methini söyler Ya Muhammed,
Dil ve can mülkünün şenliğidir Ya Muhammed. 





Vücûd-u Muhammedî üç kısma bölünür:





Vücud-u Nûrânî,  Vücud-u Misâlî ve Vücûd-u Unsurî dir. 





Vücûd-u Nurânî





 Cabir b. Abdullah’ın rivayetine göre Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın en önce yarattığı şeyin ne olduğu sorusuna verdiği cevap şudur:





“Allah Teâlâ, kendi nurundan önce senin nebinin nurunu yarattı ve şöyle dedi:





“O nûr Allah Teâlâ’nın kudretiyle dilediği yerlerde devredip gezerdi o zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne güneş, ne ay, ne cin, ne de ins vardı. Hâsılı mahlûkattan bir nesne yaratmamıştı, (devamla):





Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmak istediği zamanda [1] o nuru taksim edip dört parça yaptı; ilk parçadan kalemi yarattı, ikinci parçadan levhi yarattı, üçüncü parçadan arşı yarattı, dördüncü parçayı taksim edip dört parçaya ayırdı ilkinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi; dördüncüsünü yine taksim edip dört parça yaptı, birincisinden müminlerin gözlerinin nurunu, ikincisinden kalplerinin nurunu, üçüncüsünden dillerinin nurunu yarattı (kalplerin nurundan maksad Allah Teâlâ ‘yı bilmedir. Dillerin nurundan maksat da kelime-i tevhiddir.”  [2]





Tasavvuftaki “ilk yaratılış” ile ilgili tartışmalarda da en çok kullanılan hadislerden birisi olan bu rivayet, ilk dönem tasavvuf klasiklerinde bulunmadığı halde son dönem sufîlerinin en çok kullandığı hadislerden birisidir. Özellikle Muhyiddin ibn Arabi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (638/1240) ‘în birçok yerde kullandığı değişik varyantları vardır, örneğin ; “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey, benim nurumdur. “  “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey, benim ruhumdur” ya da’ “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey akıldır” bir başka rivayette“nefistir” Onun bütün bunlardan kastettiği şey Hakikat-ı Muhammedi’yedir. Bütün kainatın O’nun hakikatinden geldiğini ve ruhundan zuhur ettiğini, Hakikat-ı Muhammediye’nin varlık âleminin başlangıcı olduğunu bu hadise dayandırır.  Bir başka yerde yine aynı hadisi yorumlarken şöyle der: “Allah’ın ilk yarattığı şey onun ruhu veya kalemdir.” [3]Diğer ruhlar onun ruhunun cüzleridir. Onun için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimize “Ebu’-l Ervah” derler. Bu ruh küllî aklın suretidir ki Âdem-i hakikidir. Havva ise külli nefsin suretidir. Vücut küllî aklın sağ tarafı, imkân ise sol tarafıdır. Bütün mevcudat akl-i küll ve nefs-i küllün izdivacından meydana gelmiştir. Bu duruma göre insanoğlunun ebeveyni Âdem-i Hakiki olan akl-ı küll ile Havva-i hakiki olan nefs-i külldür.





Son dönemden bir başka sufi, yorumunda yine bu hadisteki nûr, ruh, kalem ve aklı kullanır ve dördünün de bir olduğunu belirtir. Ayn ayn isimlendirilmelerinin hikmetini de şöyle açıklar; “Akıl” denmesinin sebebi; her şeyi, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan bilmesidir. “Nûr” denmesinin sebebi, bütün nurların aslı olmasındandır. Diğer bir yorumda da bu dört unsur uzlaştırılarak ikiye indirilir; Kalem, akıl cinsiden; nûr da ruh cinsinden olarak kabul edilir.[4]





Muhyiddîn ibn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Fütühât’ın girişinde âlemin yaratılışı, ayet ve hadislerden mülhem olarak oldukça canlı bir şekilde, hayâlî bir üslupla şu şekilde anlatmaktadır: “...sonra irade kalemini ilim mürekkebine daldırdı da korunmuş, saklanmış olan levh-i mahfuza kudret sağıyla; olanı, olacak olanı ve hali hazırda olmakta olanı, hattâ olmayacak olan her şeyi yazdı...





İşte bu yüce kalemin, diğer isimlerden ayrı olarak yazdığı ilk isim şu oldu: ‘Ey Muhammed! Ben, senin için, senin mülkün olan bir âlem yaratmak istiyorum ve su cevherini yaratıyorum. Bu su cevherini eşsiz izzet perdesi olmaksızın yarattım. Ve Ben, amâda nasıl isem öyleyim, Benimle beraber hiçbir şey yoktur.’ Yüce Allah suyu soğuk ve donmuş olarak, tıpkı daire biçiminde dönen bir cevher gibi yarattı. Ve bu cevhere, cisim ve ârâzların zâtlarını bilkuvve tevdî etti. Sonra arşı yarattı ve Rahman ismi bu arşı kapladı.[5] Sonra kürsüyü dikti ve iki ayak ona doğru sarktı. Sonra soğuk ve donuk olan bu cevhere celâl nazarıyla baktı da o, utancından eridi, parçalarına ayrıldı ve su olup aktı. İşte, yer yüzü ve gökyüzü var olmadan önce O’nun arşı bu su üzerindeydi..[6] Sonra Allah Teâlâ, bu suya bir nefes gönderdi de su, bu nefesin sarsıntısından dalgalandı ve köpürdü. Dalgalar arş sahiline vurunca Hakk’ka, övülmüş bir hamdle hamdederek nidâ etti. O zaman incik (es-sâk) titredi ve ona ‘Ben Ahmed’im’ dedi. Su utandı, hemen geri çekildi, saf özü olan ve eşyanın pek çoğunu ihtiva eden köpüğünü sahilde bıraktı. Yüce Allah, boyu ve eni övgüye değer bir büyüklüğe sâhip olan arzı yuvarlak olarak işte bu köpükten inşâ etti. Sonra da arzın ondan ayrılırken ki sürtünmesinden oluşan ateşten dumanı inşâ etti. O duman içinde de yüksek semâlar yarılıp meydana geldi...” [7]





Ne kâdirim seni meth etmeye ben,
Kemâhi methi Hakk söyler Muhammed





Ne kâdirim seni meth etmeye ben,
Kemâli methini Hakk söyler Ya Muhammed





Benim seni meth etmeğe gücüm yoktur. Gerçek olarak seni Yâ Rasûlallâh Hakk metheder. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vechi saadetlerine hiç kimsenin gücü yok idi.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Rabbim beni en güzel şekilde edeplendirdi.” [8]





Hatta Hazreti Ali kerreme’llâhü veche efendimiz: “Kim Hazreti Muhammedin gözü şöyle,  kaşı böyle derse yalan söyler.   Ben damadı olduğum halde hiç yüzüne bakamamışımdır”  buyurmuşlardır.   Kitaplarda yazılı olan “şemâil-i Nebî “ Ebû Revvâhanın rivâyet ettikleridir.   Bu zat Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin üvey oğlu idi.   Daha küçük yaşlarında iken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kucağında dikkat edip yazarlardı.   İşte eldeki  “Hilye-i Saadet” onun rivâyeti ile yazılmıştır. 





Bir aziz, Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-azizden:





“Şeytan, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Muhammed’in kalbine vesveseler verir ve hiç şüphe yok ki, Ömer’in gölgesinden kaçar” bu­yurduğu veçhile Ömer radiyallâhü anh hazretlerinin gölgesinden kaçardı. Bundaki hikmet nedir?” diye sordu. Mevlânâ:





“Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bir deniz. Ömer radiyallâhü anh ise su dolu bir kadehdi.” 





“Denizi köpeğin ağzından ko­rumazlar; çünkü bir okyanus, köpeğin dili ile pis olmaz.”  [9]





Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk
Senin medhinde âcizler Muhammed. 





Sen yaratılmış o iki cihanın sultânısın
Senin medhinde âcizler Ya Muhammed. 





Allah Teâlâ buyurdu ki;





“Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım” [10] Bu hadisi kudsiyi teyid eden başka rivayetler de nakledilir. Bunlardan birisi İbn Abbas'ın rivayet ettiği “Cibril bana geldi ve dedi ki:   “Ey Muhammed!  Sen olmasaydın cennet ve cehennem yaratılmazdı.”   [11]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Rabbim bana bu gece en güzel şekilde geldi, (tecellî etti- göründü)” [12]





Bu hadisler kâinatın yaratılışında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin varlığının konumunu bize bildirmektedir.





Giyip hil’at-ı “levlâk”ı giyip
Düşüptür sâye serviler Muhammed,





Giyip “levlâk” kaftanını
Serviler gibi gölgesi düşmüştür Ya Muhammed,





 “Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım” [13] Hadisi şerifi ile bu konu anlaşılır.





Ahmed'den Ahad'e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise mânanın perdesidir. [14]





Alır şems-ü kamer nûru yüzünden,
Saçın “vel-leyl”-i yeldalar Muhammed. 





Ay ve güneş nûrunu onun yüzünden alır,
Saçın “vel-leyl”-i uzundur Ya Muhammed. 





Ebu Hüreyre radiyallâhü anh buyurdu ki:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden daha güzel hiçbir şey gör­medim, sanki güneş olanca parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı.”  [15]





Bera b. Âzib (radıyallahu anh) buyurdu ki:





“Al elbise içinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zülfü kadar güzel bir zülfü (hayatımda) görmedim.”  [16]





Kaşındır “Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ”,
Dürründen açılır güller Muhammed. 





Kaşındır “Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ”,
Terinden ve gözyaşlarından güller açılır Ya Muhammed. 





İbn’ül Arabî, bu hususta meselâ Kur'an-ı Kerim’deki teşbih ve tecsim tevehhümü uyandıran bazı ayetleri zikreder. Çünkü Araplar, akıl ötesi hakikatleri ancak, âşina oldukları şeylerle birleştirilmek sûretiyle anlayabilecekleri düzleme indirildiğinde anlayabilirler. İşte bu sebeple Kur'an-ı Kerim’de bir takım teşbihvârî ayetler bulunmaktadır. İbn’ül Arabî bu hususta şu ayeti örnek verir: “Sonra yaklaştı ve sarkıp daha da yaklaştı. O kadar ki bir yayın iki ucu kadar, hatta daha da yakın.” [17] Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabb’ine olan yakınlığı ayette bu şekilde ifade edilmiştir. Çünkü Arap melikleri sevdikleri kölelerini kendilerine bu derece yakın oturturlardı. İşte bu tarz bir hitap ile Araplar, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabb’ine olan yakınlık derecesini anlayabilmişlerdir. [18]





Boyun eğmiş durur çeşmine hayrân,
Çemen sahnında sünbüller Muhammed. 





Boyun eğmiş durur gözlerine hayrândır
Yeşil bahçelerin sünbülleri, Ya Muhammed. 





Yeşil bahçelerin sünbülleri evliyâullah’dır. Onların halleri ve durmları ancak hayran olup boyun eğmektir.





Allah erlerinin iyi amelleri, ona yakın erenlerin yaramaz işleri derecesindedir….(Bayezid, Cüneyd, Hallac) ….adı geçen kimseler Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin teninde bir tüy bile olamazlar. [19]





Leb-i  la’l-i dehânın ma’denidir,
Lisânın vahyi Hakk söyler Muhammed. 





Kırmızı dudakları ağzın ma’denidir,
Lisânın Hakk vahyini söyler Ya Muhammed. 





Tasavvufta ağız ve dudak; yokluk, vahdet ve fenafillâhın sembolüdür.  [20] Vahdet olan dudak konuşmaya, yani söz sahibi olmaya başlayınca, Allah Teâlâ’nın sırlarının dağıldığı merkezi olur. Bu şekilde ilim, irfan ve ihsan hali zuhur eder.





Şu vaktin kim çıkıp gezdin semâyı,
Bulup Hazrette rif’atler Muhammed. 





Şu vakit ki kim çıkıp gezdin semâyı,
Hazrette yüksek mertebeler buldun Ya Muhammed. 





Allah Teâlâ Kur´an-ı Kerim´de Miracın İsrâ [21] kısmını, yani Mekke´den Kudüs´e olan yolculuğunu açıkça, fakat semalardaki seyrini rumuzlar ile anlatmıştır. Biz bu yolculuğu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin kelamından dinlemiştiriz. Çünkü manevi âlemi beşerin anlayışına uygun olarak O´nun anlatması daha uygundu. Necm Suresinde anlatılan kısa bir bölüme bile çok yorumlar getirilmiş işin içindende çıkılamamıştır. Kur´an-ı Kerim´de ki, hakikate iman etmeyen küfür üzere olacağından rahmet nebisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir şefkati daha açığa çıkmıştır. Çünkü Aişe radiyallahü anha validemiz bile bu konuda teyakkuzda kalmıştır. O,





“Her kim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ´yı baş veya kalp gözü ile gördü derse yalan söyler” demiştir. 





Bu rivayette ki mana “Hakk-ı Hakk görür”demektir. Daha sonraki makamlara ulaşınca Aişe radiyallahü anha  Validemiz bu sözünden vazgeçmiştir. Yani Allah Teâlâ´ya ulaşmanın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olduğunu;





 Ulaştıranın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ulaşılanı Allah Teâlâ’yı bilmeden kavuşturamayacağını anlamıştır. Hiç rehber bilmediği yolu anlatabilir mi?





Zahir ve batın Allah Teâlâ´dır. Allah Teâlâ’nın zahir oluşu isim ve sıfatlarla, batın oluşu zat-ı iledir. O´nun isimleri zat-ına aslında aynadır.





Yaratılanlar ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle O´nu bilebilirler.





Allah Teâlâ dışardan bir şeyle gizlenmemiştir. Fakat isimleri ve sıfatlarını bilmeyene ve özünde bulmayana kendini gizler.





Hz. Ali kerremallâhü vechenin;





“Ben görmediğim Allah (celle celâlühû)´a ibadet etmem”buyurması Allah Teâlâ’nın görüleceğine işarettir. Fakat bu görülme bu sırları bilene olmayıp bunu özünde bulanadır ki; çokları görme konusunda bir şeyler söyleseler de, onlarda bu halden habersizdirler.





Allah Teâlâ’yı beşer âlemi ile ancak mecâzi anlatırız. Hakikati kendinde saklıdır. Kur´an-ı Kerim bile bu ilâhî konuyu beşerin idrakine az bir mana ile aktarmıştır. Hakiki bilgi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize aittir. Onun için “Yetimin malına yaklaşmayın”[22] ayetindeki batinî sır budur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hususî mertebesine ait yakınlığı isteyemeyiz. Yetim olmak insan için eksiklik olmadığı gibi kıymetinin yüceliği ortaya çıkar.





Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz “O bir nurdur, ben O´nu gördüm” buyurdu.





Miraçta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize bütün nimetler ve azaplar gösterildi de, hâlinde bir zerre değişiklik olmadı. Kur´an-ı Kerim´de “Gözü ne kaydı, ne de aştı.” [23] buyruldu.





Bir şeyden etkilenmek eksiklikten olur. Eksiklik yaratılıştan olursa tedavisi olmaz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaratılışı tam olduğuna göre O´nun bu konuda hataya düşmesi olmamıştır.





Bir şeye merak duyan ya hasretinden veya rağbetinden olur ki, bu eksikliktir. O´nun bu halden uzak olması, gördüğü şeyleri önceden bilmesi veya kendinde onları bulmasıdır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bilgisi yaratılışı ile beraber mevcuttu. Fakat O beşere gönderildiğinden beşerin sıfatı gibi sonradan öğretilir gibi öğretildi ve bildirildi.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şaşkınlıktan ve cahillikten korunmuştur. O, kavuştuğu makamlara hakkıyla layıktı.





Bu yakınlıktan dolayı sarhoş olup yanında kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yönelip Sen´i tercih etti. [24]





Yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Benim Allah ile beraber olduğum öyle bir vakit vardır ki, benimle birlikte o vakit içine ne bir mukarreb melek ne de bir mürsel nebi sığar.”   [25]





Kamû ervâh-ı peygamber hem melâik,
Seni iclâle geldiler Muhammed. 





Bütün enbiya ruhları hem melekler,
Seni ululamaya geldiler Ya Muhammed. 





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, Âdem aleyhisselâm ile karşılaşınca “beşerî yaratılış yönünden evlâdım, hakikat yönünden babam olan Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem)  Efendimize salât ve selâm olsun” demiştir. Onun için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize “Ruhların Babası” denilmektedir.





Miraç gecesi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´ye Âdem aleyhisselâm, “Ey Salih Oğul” diğer nebiler ise “Ey Salih Kardeş” dediler. Beşeriyet itibarı ile Âdem aleyhisselâm baba sıfatını kullandı. Fakat diğer nebiler bu konuda nesep yönü ile bir babalık iddiasında bulunmadılar. [26]





Seni şâhı âlem kılıp ol anda,





Kamûsu ümmet oldular Muhammed. 





Seni âlemin padişahı kılıp o anda,





Hepsi ümmet oldular Ya Muhammed. 





O´nun şeriatı ile mülk ayakta durabilmiştir.





Bütün nebilerin dininde Allah Teâlâ rasüllere emretti ki;





“Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) sizin zamanınızda rasül olursa, ona iman etmelerini ümmetlerinize de emrediniz”





Gelmiş olan bütün dinlerde O´nun müjdesi temel alınmıştır.





“Seçilmiş” adı ile şereflenmiştir. O´nun geleceği ümidi ile tevhidin sağlamca yerleşeceği, rasüller ve ümmetleri de O´nun şefaati bekleyerek inanç yolunda emniyet bulmuşlardır. Eğer bu ümit olmasa idi; hiçbir rasül vazifesini yapmakta güç bulamayacaktı. Çünkü kıyamet gününde şefaat konusunda bütün insanlık O´nun yardımına başvurmuştur.[27]





Evrendeki varlıklar, “O”na doğru yolculuk etmedeler... Bu yolda Rasûller, kafile başları gibidir; Kervana yol gösterir, kılavuzluk ederler. Efendimiz ise, onların öncüsüdür; Bu işte, baş da Odur, son da... Ahad, Ahmed'in “mim”inde kendini gösterdi. Bu döngüde ilk, sonun aynısı oldu... Bu yol, O'nunla son buldu; “Allah'a çağırıyorum!” buyruğu O'na indi. İç açıcı makâmı, herkesin toplandığı yerdir, Cana cân katan güzelliği, herkesin elindeki mumdur. O, öndedir; bütün canlar, O'nun izinde… Bütün gönüller, O'nun eteğine tutunmuşlardır, Bu yolu kat eden Velilerin önde olanları da arkada olanları da, O'nun güzellik menzillerinden nişânlar sergilerler. [28]





“Ahmed (Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem adlarından biri) in Mim’i kalkar­sa o vakit Ahad olur. Mim kalkar mı?    Kalkarsa o vakit sen kalmazsın.”[29]





Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemde Ahad'i (tek Allah Teâlâ'yı) bulabilirsin ama Ahad'de Muhammed'i bulamazsın!





Sofi evden dışarı çıkar, hırkası­nın yenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe çevirerek: Ey ekmek der, eğer başka bir şey bulabilirsem elimden kurtulursun, yoksa zaten elimdesin!





Onlar hep Ahad'e uyanlardır, biz de Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme uymu­şuz. İsterse Kâbe’nin damına götürsünler, hayır deriz. Muhammed'e uymak daha doğrudur. Bu, Kâbe’nin damında namaz kılmaktan daha üstündür.[30]





Niçün olmayalar ümmet ki Hakk’ın,
Rızâsın sende buldular Muhammed. 





Niçin ümmeti olmayalar ki, Hakk’ın
Rızâsını sende buldular Ya Muhammed. 





Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ne güzel bir insandır. O´nun gibisi doğmadı ve doğrulmayacaktır. O kulların ihtiyaç kapısıdır.





Ümmet-i Muhammed her türlü ihtiyacı için O´nun kapısına gider.[31] Öyle ki, yüz sene önceye kadar Medine-i Münevvere´de doktor bulunmazdı. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin duası vardı. Bir kimse hastalanınca ona suyundan içirirler. Eğer geçmezse Huzur-u Saadete varıp dua ederler. Eğer yine geçmezse vakti tamam oldu diye hazır olurlar, ölümü korkmadan huzurla beklerlerdi. Çünkü onların hepsi cennetle müjdelenmiş gibidir.





Büyüklerimizin bildirdiği üzere, Medine-i Münevvere körük gibidir. İnsanın içindeki kiri, pası dışarıya atar. Bu beldenin insanları diri olsun ölmüş olsun saadet ehlindendir.





Allah Teâlâ’m bu beldenin ehlinden olmayı bizlere nasip et.





Birçok müşahedelere göre başka memleketlerde ölen imanlı kimseler Medine-i Münevvere´de Baki Kabristanı´na naklolur imiş.[32]





Sevgide uzaklık ve yakınlık yoktur. “Kişi sevdiği ile haşrolacaktır”





Ey Allah Teâlâ’m! Kalbimizde O´nun aşkını üstün edip, ölümden önce müşahedesiyle, ölümden sonra vuslatıyla şereflendir..[33]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Kendisine Allah Teâlâ ve Rasulü her şeyden daha sevimli olmadıkça kişi iman etmiş olmaz.”  [34]





 “Ben nefsinden, malından ehlinden ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça kişi iman etmiş olmaz.”   [35]





 “Size verdiği nimetlerinden dolayı Allah Teâlâ'yı seviniz, Beni de, Allah Teâlâ sevdiği için seviniz, benim ehli beytimi de bana olan sevginiz sebebiyle seviniz. “ [36]





“Rızâsını sende buldular” demek Allah Teâlâ’nın rızasını Sende buldular demektir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Benî gören gerçekten Hakkı görmüştür” [37]





Ne noksan ire câhına kılursan,
Niyâzî’ye şefâatler Muhammed. 





Makamına noksanlık gelmez, kılarsan,
Niyâzî’ye şefâatler Ya Muhammed. 





Ey merhamet edenlerin en çok merhamet edeni Rabb´imiz, şüphesiz ki Sen, her şeyi lâyıkıyla duyar ve bilirsin. Duamızı; bizden kabul buyur. Bizlere yararlı bir marifet ihsan et. Şüphesiz ki Senin her şeye gücün yeter. Tövbemizi de, kabul buyur. Muhakkak ki, Sen, tövbeleri çokça kabul eden Rahîmsin.





Ey Allah Teâlâ’m canımızdan daha sevimli, nefsimizden ve aile fertlerimizden daha aziz olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve selam ederiz.





يآ اَكـــْرَمَ  الْـخَــلْــقِ  مٰاليﹺ مَـنْ  اَلــُوذُ بِــهِ





سِــوَاكَ عِـنْــدَ حُــلُــولِ  الْحـَادِثِ الْــعَـمِـمِ





Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en cömerdi olan Yüce Efendim (sallallâhü aleyhi ve sellem) son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse yoktur”[38]










[1] Allah Teâlâ’nın istemesi:





İbn’ül Arabî’ye göre, Allah Teâlâ’nın her şeyi ayan-ı sâbite aşamasında bulunduğu duruma göre belirlemesi O’nun irade sıfatıyla gerçekleşmektedir. Görünen her şeyin zaman açısından konumları tamamen onun iradesinin bir hükmü olarak belirlenmektedir. O, her varlığın, başlangıcının ve sonunun mutlak irade sahibi olan Allah Teâlâ tarafından belirlendiğini ifade etmektedir. Ona göre, İlâhî iradeyi Meşiet ve Yaratıcı irade olarak iki bölüme ayırmak mümkündür.





İbn’ül Arabî, meşiet kavramı ile her şeyde var olan ilahî bilinç türünden bir şeyi, -kuvve ya da fiil halinde– şeylerin oldukları gibi olmalarını dileyen Allah Teâlâ’nın ezelî kudretidir.  Bu irade türü zaman zaman ilâhî buyruk veya kaderdir. Meşiet, Allah Teâlâ’nın hüviyetidir ve Allah Teâlâ’dan sudur eden ilk akla çok benzemektedir. (İbn’ül Arabî, Fütuhât, c. IV, s. 55; Afifî, Muhiddin İbnu’l Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, s . 155.)





“İrade” sıfatı üzerinde İslam düşünce tarihinde hararetli münakaşalar yapıldığını biliyoruz. Biz burada ne “irade-meşiet” alakasını, ne de ilahi irade ile “fiil” arasındaki ilişkiyi ele alacağız.





 İslam düşünce tarihinde Farabi ve İbn Sina gibi filozoflar, südûr nazariyesini kabul ettikleri için “irade sıfatı” üzerinde durmayı gerekli görmemişlerdir. Filozofların irade sıfatına yer vermeyişinin bir diğer sebebi ise Allah Teâlâ'nın bilgisi hakkındaki görüşleridir. Onlara göre, Allah Teâlâ'nın ilmi nesnesini hemen var kılan bir bilgidir. Başka bir deyişle, Allah Teâlâ'nın bilmesi “yaratması” demektir. Bu durumda ayrıca bir irade sıfatına, kudret sıfatına, gerek kalmıyor. Filozoflar “irade” ve “kudret” sıfatlarını inkâr etmiyor, onları bilgi sıfatları ile uyumlu olacak şekilde yorumluyor. Onların tarif ettikleri irade, pasif bir iradedir, yani “rıza gösterme” dir.





İlahi bilgide suje-obje ilişkisi yoktur, çünkü âlem, Allah Teâlâ'nın karşısında duran bir muhalefet unsuru değildir. Âlem, ilahi hayat içinde bir andır. Allah Teâlâ bir şeye ol der, o şey de olur. Dilimizde, “kendi nesnesini yaratan bilgi” kavramını anlatacak bir kelime yoktur. (TURGUT, 2004), s. 106-107





[2] Hâkim. Müstedrek. II / 60; Ahmet b. Hanbel. IV / 127; Aclûnî, I / 265. 266;





[3] “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey kalemdir.”  Ebu Davud. Sünnet. 16: Tirmîzî. Kader. 17.1 İbn Hanbel. V/3 17: Tirmîzî Ubâde b. Samit yoluyla gelen rivaete “Hasen-Garib” derken (bkz. Tirmîzî Kader 17 ) Ebu Hureyre tarikiyle gelen rivayette bâtıl ve münker olduğu söylenir. Bkz.Suyûti. Leali’l Masnua. 130-131; Aclûnî, 1/309





[4] (ŞEKER, 1998), s. 134





[5] Taha, 5





[6] Hud, 7





[7] (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 52





[8] Tirmizinin Süneninde geçen ve Askerînin Hz. Ali ‘den rivayet ettiği bu hadîs’e İbn. Hacer “garib hadîs” demiştir.. Sem’ani İbn. Mesud”dan munkatı bir senetle naklederken: İbn. Esir. Nihaye’de manasının doğru olduğunu söylemiştir, bkz. Aclunı, I/70





[9] (YAZICI, 1995), c. 2, s. 172, (587)





[10] Hadis kitaplarında aslı bulunmayan bu veciz ifade hadis münekkitlerince de red edilmiştir. Aliyu’l-Kâri. Aclûnî ve Şevkânî, Sağanî’nin mevzu dediğini naklettikten sonra manasının sahih olduğunu kabul ederler. Bkz. Aliyu’l Kâri. 288; Aclûnî, II/164: Şevkâni. Fevâidu’l- Mecmua, 326; Deylemi’nin İbn. Abbas’tan; İbn. Cevzi’nin Selman’dan naklettikleri rivayetlerin her ikisi de mevzu kabul edilir. Suyûti de mevzu olduğunu tasdik etmiştir. Elbâni de yukarıdakileri naklettikten sonra mevzu olduğunu açıklar. Bütün bu değerlendirmeler için Bkz. Sağanı. 52: Aliyul Kâri. 295. 296; EIbâni. Silsileni Ahâdis-i Daire. 1/282 (YerTutucu1),s.138





[11] Aclûnî bu rivayeti Deylemî’nin naklettiğini belirtmektedir, bkz. Aclûnî, I/45, II/232





[12] Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivayet Kuşeyri ve Hucvirî gibi sûfîlerce değişik vesilelerle zikredi­lir. Duafa ve Mevzuat kitaplarında zayıf ve uydurma olduğunu belirtilir; bkz. Sehâvî, 565; Aclunî. I/73: Aliyul Kari, 291





[13] Hadis kitaplarında aslı bulunmayan bu veciz ifade hadis münekkitlerince de red edilmiştir. Aliyu’l- Kâri. Aclûnî ve Şevkânî, Sağanî’nin mevzu dediğini naklettikten sonra manasının sahih olduğunu kabul ederler. Bkz.Aliyu’l Kâri. 288; Aclûnî, II/164: Şevkâni. Fevaidu’l- Mecmua, 326; Deylemi’nin İbn. Abbas’tan; İbn. Cevzi’nin Selman’dan naklettikleri rivayetlerin her ikisi de mevzu kabul edilir. Suyûti de mevzu olduğunu tasdik etmiştir. Elbâni de yukarıdakileri naklettikten sonra mevzu olduğunu açıklar. Bütün bu değerlendirmeler için Bkz. Sağanı. 52: Aliyul Kâri. 295. 296; EIbâni. Silsileni Ahâdis-i Daire. 1/282 (YerTutucu1),s.138





[14] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.250), s.339





[15] İmam Tirmizi, Sünen. Ebvabü’l-Menakib Babu’n-Sür’ati Meşyi’n-Nebiyy sallallâhü aleyhi ve sellem de Ebu Hü­reyre radiyallâhü anhdan İmam Ahmed b. Hanbel Müsned C. 3, shf. 25 ve 28’e bkz.





[16] İmam Müslim; Sahih. Kitabu’l-Fadail Babün fi Sıfati’n-Nebiyyi sallallâhü aleyhi ve sellem ve “İnnehu kâne ahsenu’n-Nasi veçhen” de Bera b. Âzib radiyallâhü anhdan Müslim Hadîs No. 92/2337. Ebu Davud Kitabü’t-Tereceül Bab’9’da Hadîs No. 26, İmanı Tirmizi Sünen “inde Ebvabü’î-Menakib Babu Sıfatı’n-Nebeviyye’de yine Bera b. Âzib (r.a.) dan Bâb. 16, No.3639. Ayrıca Kitab Ebvabi’l-Libas BabuMacae fi’1-Ruhsati fi Sevbi’l-Ahmer lil Rical. No. 1724. İbn Mâce; Kitabü’l-Libas Babu Lübsi’l-Ahmer lil-Ricai. No. 3599.





[17] Necm, 8





[18] İbnü’l-Arabî, Fütûhât (thk.), c. II, s., 68. Ayrıca bkz., Ebu Zeyd, Felsefetü’Te’vîl, s. 272.





[19] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.55), s. 124





[20] (SELÇUK, Yıl:9 Sayı: 25 Güz 2005, s.233-246); (İPEKTEN, 1986)





[21] İsrâ, 1





[22] En’am, 152





[23] Necm, 17





[24]  (ALTUNTAŞ, 2004), s. 60- 63





[25] Muteber hadis kitaplarında olmayan bu rivayete ilk olarak Kuşeyrinin Risalesi’nde rastlanmaktadır. Duafa ve mevzuat kitaplarında zayıf ve mevzu olduğu belirtilir. Bkz. Sehavî, 565; Aclunî, 1/173, 174; Aliyu’l Kari. 291





[26] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 50





[27] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 55





[28] (Şeyh Mahmûd Şebüsterî), b.15-22





[29] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 247





[30] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.315), s. 405





[31] Vahhabi hükümeti kurulmadan önce doğan çocuklar Medine âdetince kırk günlük iken temizlenip ve güzelce giydirilerek Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in Hücre-i Saadete desturla (izinle) konulur. Üzerine türbe örtüsü örtülerek yirmi dakika kadar beklenirdi. Daha sonra izinle alınırdı. Ne kadar çok ağlayan bir çocuk bile olsa ağlamadığı herkesçe görülmüştür. Çocuklar çıkınca ağızlarında bir hareket bulunur. Bu da Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in çocuğun ağzına hurma verdiği müşahede edilmiştir. Yeni doğan çocuğa hurmayı ağızda yumuşatıp eziğini vermek sünnettir.





     Kamerî aylardan Zilkâde´nin on yedinci gecesi akşam ve yatsı namazı arasında bütün şehir halkı Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in huzuruna varıp borçlarını arz ederlerdi. “Ya Rasûlallah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu kadar borcum var, ihsan eyle” diye şebikeden içeriye buğday bırakırlar. Daha sonra toplanan buğdaylardan ekmek yapılıp bazı kimselere hediye edilirdi. Onun için Medine-i Münevvere de borçlu kimse yoktur.





[32] Baki Kabristanı´nda yetmiş bin sahabe gömülüdür. Şehitlerin sayısı belirsizdir. Hicretten bugüne kadar gömülü olan Medineli ve hacının hesabı yoktur. Bu mezarlığa gömülen müslümanın üzerine ertesi gün başkasını gömseler, öncekinden eser bulunmaz. Toprağı tuzludur. Kokuşma olmaz. Büyükler buyurdular ki; mahşer günü hesapsız ve azapsız gül sepeti silkeler gibi Baki Kabristanı´nda yatan müminleri cennete silkeleseler gerektir. Oraya defnolunmak her kişiye nasip olmaz.





[33](ALTUNTAŞ, 2004), s. 93





[34] Buhârî, İman, 9,14; Müslim, İman, 66,67; Tirmizi, İman, 10; Nesai, İman, 2,4; İbn. Mâce. Fiten, 23





[35]  Buhârî, İman, 8; Müslim, İman, 70; Nesai, İman, 19; İbn. Mâce, Mukaddime, 9





[36] Tirmizi, Menakıb, 32: Hâkim, Müstedrek, 3/150; Yorumu için bkz. Kelabâzî, Bahru’l Fevaid, vr. 1 a.





[37] Buhârî. Tabir. 10; Müslim. Rüya. 2: Darimî. Rüya. 4





[38] Kaside-i Bürde


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar