Print Friendly and PDF

Sen Kul Değilsin

Bunlarada Bakarsınız


53





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün





Hakk’ın kullarını bâzı kul eyler,
Anı kul eylemez yine ol eyler.
  





Alan veren O dur bâzâr içinde,
Kimin bây ve kimini yoksul eyler.  





Kiminin bakırını eder altun,
Kiminin altunun kara pul eyler.  





Kimini güldürür dâim cihânda,
Kiminin âh u efgânın bol eyler.  





Kiminin sevdiğin alur elinden,
Kiminin erini alır dul eyler.  





Kimine istemezken verir evlad,
Kimi ister ona yâd oğul eyler.  





Kimi bulmaz giye culdan abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler. 





Kiminin tatlı balın eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.  





Eder ak güneşin geh kara balçık,
Kara bakçığı açar gâh göl eyler.  





Kimine kimya ilmini öğretir,
Ne varsa bakırlarını altın yapar.  





Kimin bülbül eder güle kılur zâr,
Kimin pervâne-veş yakıp kül eyler.  





Kimi İsâ nefestir eder ihyâ,
Kimi Deccâl olup sağa öl eyler.  





Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,
Solu sâğ ve sâğı gâhı sol eyler.  





Ayağı baş eder,  başı geh ayak,
Dili kulak,  kulağı hem dil eyler.  





Fili gâhî karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhî fil eyler.  





Çıkarır gâhî yoldan nice yolcu,
Gehî yolcuyu göstermez yol eyler.  





Gâh ıssız harâbı şenlik edüp,
Gâhî şenliği dağıtıp yel eyler.  





Anâsır ipliğin tab iğnesinden,
Geçirüp onu bu bunu şol eyler.  





Yeli gâhî letâfetle eder od,
Odu gâhî kesâfetle yel eyler. 





Suyu dondurup eder taş u toprak,
Taşı toprağı akıtır sel eyler.  





Seli deryâ çıkar tatlı su ondan





Suyu yel yeli dahi vabil eyler





Hurûf-ı carre gibi cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el eyler.  





Eder âkilleri çok işde âciz,
Eder öyle bir iş san âkil eyler.  





Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Lûgaz bunda muammâsın ol eyler.  





Hakk’ın kullarını bâzı kul eyler,
Anı kul eylemez yine ol eyler.  





Hakk’ın kullarını bâzı kul eyler,
Onu kul eylemez yine ol eyler.  





Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Allah Teâlâ sıfatında yok olmuştur. O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur. Fakat muma bir pamuk tuttun mu yanar… şu halde vardır. Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu bakımdan da yoktur. İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir gider. Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır. [1]





Bir gün Mecnûn hasta olup yatağa düşer. Tedâvî için bir doktor çağırırlar. Doktor:





“Damardan kan almak gerek!” diyerek Mecnûn'un kolunu bağlar. Tam iğneyi batıracağı sırada Mecnûn bağırır:





“Ey doktor, bırak!. Ücretini al ve git!. Bu hastalıktan öleyim, zararı yok. Vazgeç kan almaktan..” 





Doktor Mecnûn'a:





“Sen çöllerde kükremiş arslanlardan korkmuyorsun da koluna bir iğne batmasından mı korkuyorsun?” diye sorar. Mecnûn'un cevabı şu olur:





“Ben neşterden korkmuyorum. Benim vücûdum, varlığım Leylâ ile doludur. Korkarım ki benim kolumu yararken Leylâ'yı incitirsin, işte ben bundan korkuyorum...”   





Bir sevgili aşkını sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey falan oğlu falan, Ey dertlere uğramış âşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? doğru söyle. Âşık dedi ki: Ben, sende öyle bir fani olmuşum ki tepeden tırnağa kadar seninle doluyum. Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı.  Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok. Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum. Hani taş halis lâal (yakut) haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya, Artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da. Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım. O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur. Halis lâal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.[2]





Allah Teâlâ rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ sallallâhü aleyhi ve sellem, parmağındaki yüzüğü döndürdüğünden seni oyalanmak.-oynamak için yaratmadık diye paylandı. Var, bundan kıyasla da günün, suçla mı geçiyor, ibâdetle mi, bir düşün. Mûsâ aleyhisselâmı halkla oyalandırdı, bu da Allah Teâlâ emriyleydi, aynı zamanda Allah Teâlâ ile de meşguldü; fakat bir yandan da öyle gerektiğinden halkla oyalandırmıştı onu. Hızır'ıyla tümden kendisiyle meşgul etmişti. Allah Teâlâ rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ aleyhisselâmı önce tümden kendisiyle meşgul etti; ondan sonra halkı çağır, halka öğüt ver, onları düzene sok diye emretti. Allah Teâlâ rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ aleyhisselâm, ah, ne suç işledim de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye ağlayıp inlemeye de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye ağlayıp inlemeye koyuldu. Ulu Allah Teâlâ,





“Ey Muhammed dedi, gam yeme, seni halkla oyalanmaya koymam ben; onlarla oyalanır, uğraşırken de benimle meşgul olursun; şimdi neysen halkla uğraşırken de benimle meşgul olursun; şimdi neysen halkla uğraşırken de bu halinden bir kıl kadar eksik bir hale düşmezsin; ne işle meşgul olursan ol, vuslatın ta kendisindesin, benimlesin sen.”  [3]





Alan veren O dur bâzâr içinde,
Kimin bây ve kimini yoksul eyler.  





Alan veren O dur pazar içinde,
Kimin bey ve kimini yoksul eyler.  





Ömer Nesefî şöyle der: “Bir kişi halkın sıfatıyla Hakk'ın sı­fatını fark etmezse, o kişi sapmıştır; saptırmıştır.”   Yani bir kimse halkın sıfatı ile Hakk'ın sıfatını fark edip ayıramazsa, o kimse azmıştır; halkı da azdırır. Halkın sıfatı demek unsurların tabiatı demektir. Nefis dedikleri budur. Hakk'ın sıfatı dedikleri övülen huylardır. Yani rûhaniyettir. Çünkü ruhlar, çirkin görülen bütün sıfatlardan uzaktır. Allah korusun zina ve livâta edip, içki içip ben arada yoğum, bunu Hak yaptı, diye nefsin isteklerini ve çir­kin işlerini Hakk'a isnat etmek değildir. Eğer senden bir noksan zuhur ederse, kendi kusurun bilerek Hak'tan bunun affını iste. Nitekim Âdem-i safî günah işledi. Eksikliği kendinden bildi; bağışlandı. Şeytan, Hakk'ın emrini tutmadı. Kendinin dalâletini Hak'tan bildi; kovuldu.





Gerçi hidâyetin ve dalâletin hakikatte faili Hak'tır. Fakat edep gözetmek lâzımdır.”  Yâ Rab! Bu noksanlık bendendir, be­nim unsurlarımın hidâyete kabiliyeti olmadığından dalâlete kul­landım” diyerek noksanlığı kendinde bil. Ama kendine zerre miktarı hareket ve kudret isnat etme ki, şirk olmasın. Gerek cüz'î ve gerek küllî hepsi Hakk'ındır. Görünüşe aldananların cüz'î irade isnat etmeleri Hakk'ın kudretini bilmediklerindendir. Böyle desen, onların aklına ters geldiğinden cebriyye sanırlar. Zorlama ile isteği anlayıp ayırt edemezler.





Şimdi, bunu bildikten sonra şunu da bil: Nebilerin gönderilerek emir ve nehiylerin bildirilmesinden maksat, Hakkın rızâsına uymaktır. Hakk'ın rızâsı, dalâleti bırakıp hidâyet hareke­tiyle hareket etmektir. Çünkü Hakk'ın bu halk yüzünden zuhuru Hâdî (hidâyet verici) ve Mudil (dalâlete düşürücü) ismiyledir. Evliyâullah, Hâdî isminin mazharıdır. Sıradan insanlar, Mudili isminin mazharıdır. Bunları fark et. Gerçi hidâyet ve dalâlet hakîkatte Hakk'ın vücudundan meydana gelir. Fakat dalâlete rızâsı olmadığından peygamberler ve mürşidler gönderip halkı hidâye­te davet etmiştir. Bunları fark edip hidâyet hareketiyle hareket eden ve şeriata riâyet edip dört kapıdan baş gösteren âşığa âşk olsun! [4]





 





İrade Hürriyeti





İrade hürriyeti meselesi ile ilgili kesin ve genel bir sonuca var­manın güçlüğü açıktır. Bu güçlük kısmen terminoloji problemin­den ileri gelmekte, kısmen de iradî karar ve davranış konusunda­ki ilmî araştırmaların henüz doyurucu bir yeterliğe ulaşmama­sından doğmaktadır.





İrade hürriyeti meselesi, zorunlu olarak sebeb, düşünme, karar, seçim, illiyet ve benzeri çeşitli terimlerin açık seçik tanımını gerektirmektedir. Bu konuda ise düşünürler arasında bir birlik bulunduğu kolaylıkla söylenemez. Bunun yanında, determinizm[5] il­kesinin geçerliği, mesele ile ilgili tartışmaları etkilemektedir.





İradî davranışların belli sebeblerin zorunlu sonuçları olduğu kabul edildiği zaman bile, psikolojik alandaki illiyetin tabi­atta var olan illiyetten farklı bulunduğu bir gerçektir. Bu farklılığı doğuran sebebler çeşitlidir. İrade meselesinde seçim ile karşılaşılmaktadır. Hâlbuki genel olarak tabiatta “seçim” den söz edilmemektedir. İnsanın ancak belli bir iradî hareketi yapmaya başlamasından sonra hareket diğer insanların duyu organlarıyla bilebileceği bir özellik kazanmaktadır, öte yandan, muhtemel ola­rak neyin doğru olduğu veya ödevimizin ne olduğu düşüncesi de davranışlarımıza tesir edebilmektedir.





İradenin hürriyeti esası kabul edildiği takdirde dahi davranış­larımızın belli ölçüde de olsa iç ve dış şartlar tarafından belirlendiği bir gerçektir. İnsanın fizyolojik ve psikolojik yapısının ve içinde yetiştiği içtimâi ortamın karakterin belirmesinde ve karak­terin de davranışların yöneltilmesinde rol oynadığı kabul edilme­lidir.





Ayrıca, karakteri belirmiş ve duygu hayatı eğitilmiş, olgun bir kişinin davranışının nasıl olacağını önceden tahmin etmenin ço­ğunlukla mümkün olacağı söylenebilir. Ancak bu tahminin kesin bir gerçekliği ifade etmediği açıktır. Mesela:





Bir insanın karak­ter özelliğini belirtmek için onun cesur olduğunu günlük konuşma dilinde zaman zaman söyleriz. Acaba cesur olarak nitelendirdiği­miz kişinin belli bir durumda davranışının ne olacağını kesinlikle tayin etmemiz mümkün olur mu? Bu soruya kesin ve olumlu bir cevap veremeyiz. Çünkü çoğu zaman cesaretle hareket eden bir ki­şinin bazan cesaretle bağdaşmayacak bir davranışta bulunması mümkündür. Bu davranışı doğuran sebebin ne olduğunu bilemeyebiliriz. Tuzun suda eridiğini söylediğimiz zaman cümlemizde bir ke­sinlik vardır. Fakat davranışlarla ilgili tahminlerimiz hiçbir zaman bu kesinlik derecesine yaklaşamaz.[6] Bununla beraber davranışları, kişinin karakterini ve ona tesir eden faktörleri bilmek şartıyla ço­ğunlukla tahmin etmeye muktedir olabilmemiz, determinist görü­şün kuvvetli yanını göstermektedir.





İnsanın iradî davranışının sebepsiz olmadığını bu vesile ile söy­lemekte fayda vardır. Eğer irade hürriyeti Sebebsiz hareket etmek yeteneği olarak anlaşılırsa, irade hürriyeti görüşünü savunanların o kadar üzerinde durdukları sorumluluğu belirtmek imkânsızlaş­maktadır. Çünkü Sebebsiz bir hareket, zorunlu bir sebebin tesiri al­tında yapılan bir hareket ölçüsünde ve hatta daha fazla, sorumlu­luğu göstermek hususunda yetersiz bulunmaktadır. Tartışılması gereken nokta insanın kendisine tesir eden sebepler arasında bir se­çim yapıp yapmadığıdır.





İradenin hür olduğu tezine inananların en büyük dayanağı, irade hürriyeti olmadan ahlâki ve hukukî sorumluluktan söz edilemeyeceği noktasında belirmektedir. Bunun irade hürriyeti görü­şü için önemli bir delil olduğu şüphenin dışındadır. Ancak irade hürriyeti problemini, sorumluluktan ayrı olarak tartışmak müm­kün olduğu gibi, insanın ahlâki benliğinin ve karakterinin zorunlu sonucu olan hareketler dolayısıyla sorumlu sayılmasının gerek­li olduğunu söylemek de mümkündür.





İrade hürriyeti meselesi, aklın beden üzerinde hâkim olup olmadığı hususuyla ilgili değildir. Çünkü hem deterministler hem de irade hürriyeti taraftarları, akıl ve beden arasındaki karşılıklı tesirleşmede, belirli bir determinizmin varlığını reddetmemektedir­ler. Önemli olan husus, davranıştan önce gelen ve akıl tarafından yapılan düşünme ve tartışma işinin ve özellikle insanın davranışta bulunmasını sağlayan kararın belli sebeplerin zorunlu ve kaçınıl­maz sonucu olup olmadığıdır. Psikoloji alanında gözlem yapan bi­lim adamı, gözlediği kişinin kesin bir illete göre mi, yoksa sebepleri hür şekilde değerlendirerek mi davrandığını bulmaya muk­tedir olamamaktadır.





Bazı psikologlar, kişinin iki türlü illetin etkisi altında bulunduğunu söylemektedirler. Bu illetlerden birisi kişinin karakterini etkilemekte, diğeri ise belli bir davranışı düzenleyen illet olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir psikolojik görüş ise, insanın karar verirken yalnızca karakterin ve dış sebeplerin değil, daha başka unsurların da etkisi altında kaldığını savunmakta­dır. Eğer bu görüş doğru sayılırsa, henüz bilinmeyen ve iradî ha­reketlerde rol oynayan bu unsurların faaliyeti, iradî karar me­kanizmasının işleyişini aydınlatmakta rol oynayabilir ve irade hürriyeti sorununa ışık tutucu neticeler doğurabilir.





Determinizm ilkesinin olaylar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kesinlik taşımadığı yolundaki itiraz bugün de ileri sürülmekte­dir. Determinizmin hiç olmazsa makroskopik alan bakımından ge­çerliğinin tartışma konusu olmaması gerektiğini söylemekte fayda vardır. Zaten genellikle, determinizm ilkesinin mikroskopik alan bakımından doğruluğu görüşü tenkidlere sebeb olmaktadır. An­cak mikroskopik alanda kesin kanunların henüz bulunmamasının, ölçme ve araştırma hususundaki yetersizlikten ileri gelmesi kuv­vetle muhtemeldir. Determinizm olmadan bilimden söz edilemiyeceğî açık bir gerçektir.





İrade hürriyeti meselesi, Malebranche'in dediği gibi bir “sır” olmakta devam etmektedir. Bu sırrı açıklayacak ve insanın iradı davranışını bütün ayrıntılarıyla belirterek, problemi, kökünden çö­zecek bir psikoloji teorisi henüz ortaya konulmuş değildir.[7]





Kiminin bakırını eder altun,
Kiminin altunun kara pul eyler.  





Kiminin bakırını eder altın,
Kiminin altının kara pul eyler.





Kimini güldürür dâim cihânda,
Kiminin âh u efgânın bol eyler.  





Kimini güldürür dâima cihânda,
Kiminin âh ve efgânını bol eyler.  





Keder insanlar için bir değerde olmayıp çeşitlilik gösterir. Birinin üzüldüğüne başkası çok sevinebilir. Aslında Allah Teâlâ insanı gördüğünden geri bırakmamasıdır.





Allah Teâlâ çok büyük mutluluklar verir,





İnsanların iyi niyetinden mi, hayır,





Ellerinden alınınca nasıl mutsuz olacaklarını göstermek için. [8]





Kiminin sevdiğin alur elinden,
Kiminin erini alır dul eyler.  





Kiminin sevdiğin alır elinden,
Kiminin erini alır dul eyler.  





Kimine istemezken verir evlad,
Kimi ister ona yâd oğul eyler.  





Kimine istemezken verir evlat,
Kimi ister ona evlatlık eyler.  





Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.





“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir. Yahut hem kız hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir, her şeye Kadir'dir.” [9]





Kimi bulmaz giye culdan abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler. 





Kimi bulmaz giye çuldan abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler. 





Kiminin tatlı balın eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.  





Kiminin tatlı balın eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.  





Eder ak güneşin geh kara balçık,
Kara bakçığı açar gâh göl eyler.  





Ak güneşin eder bazan kara balçık,
Kara bakçığı açar bazan göl eyler.  





Kimine kimya ilmini öğretir,
Ne varsa bakırlarını altın yapar.  





Kimine kimya ilmini öğretir,
Ne varsa bakırlarını altın yapar.  





Kimin bülbül eder güle kılur zâr,
Kimin pervâne-veş yakıp kül eyler.  





Kimin bülbül eder güle kılur zâr,
Kimin pervâne gibi yakıp kül eyler.  





Pervâne âşık olduğu için kendisini ateşe atar dedikleri doğru değildir.   Pervâne ve kelebek gibi hayvanların gözlerinde kirpik olmadığından görüşlerinde yanılırlar,  gözlerinde kirpik olanlar ise yanılmazlar.   Pervâne de günün nuruna alışır,  gece olup karanlık basınca nerede bir ışık görse,  bir mum görse,  onu nûrlu bir kapı sanır,  geçmek ister,  ateşte kavrulup kül olur.  





Kimi İsâ nefestir eder ihyâ,
Kimi Deccâl olup sağa öl eyler.  





Bazısı İsâ nefestir eder ihyâ,
Bazı Deccâl olup yalandan sağa öl eyler.  





Hazreti İsâ aleyhisselâmın mu’cizesi ölüleri diriltmedir,  bir kızla iki erkek diriltmiştir.   Vefat etmiş bir kızın cenâzesini götürürlerken,  ardınca ana ve babası çok gözyaşı dökmekte idiler.   Ana ve baba Hazreti İsâ aleyhisselâmı görünce;





“Rica ederiz,  evladımız yalnız bu kız idi.  o da öldü,  ne olur duâ et dirilsin.”     Hazreti İsâ aleyhisselâm duâ etti,  kız tabut içinden kalktı ve konuşmağa başladı.  





Biri de yeni ölmüş bir erkek mezarına götürdüler,  duâ etti,  o da dirildi.   Sonra dediler ki,  “bunlar yeni ölülerdi, eski bir ölüyü dirilt de görelim.”     Hazreti İsâ aleyhisselâm





“kimi isterseniz dirilteyim” dedi. Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm aleyhisselâmı diriltmesini istediler.   Şam’ın bir kasabasında gömülü bulunan Hazreti Sâm’ın mezarına gidildi.   Hazreti İsâ: “Kum bi-iznillâh”,  “Allah Teâlâ’nın izniyle kalk” deyince Sâm mezarından doğruldu,  sakalı ağarmıştı.   Hazreti İsâ aleyhisselâm Sâm’a





“Niçin sakalın beyazlamış,  sizin zamanınızda bu hal yoktu, zira sakal ağarması hazreti İbrâhim aleyhisselâm zamanından beridir,”  ona ikrâm olmak üzere Cenâb-ı Hak kullarına bunu tecellî ettirir.   Hazreti Sâm:





“Kalk” sadâsı kulağıma geldi,  zannettim ki,  kıyâmet koptu zannettim.   Anın için sakalım ağardı”.   Sonra hazreti İsâ aleyhisselâm tekrar “yat” dedi,   ve yattı. 





İkici beyitte “sağâ” demek yalancı demektir,  çünkü Deccâl yalancıdır; maiyetinde cinler bulunur.   Birini çağırıp,  senin ananı ve babanı dirilteceğim ve tutar cinleri o kimsenin ana ve babası kıyâfetine koyar.   İşte o bu gibi yalancılık ile âlemi aldatır. 





Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,
Solu sâğ ve sâğı gâhı sol eyler.  





Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,
Solu sâğ ve bazen sâğı sol eyler.  





“Çürüğü sâğ” demek,  işte Hazreti İsâ aleyhisselâmın Nûhun oğlunu çürümüş iken sağ etti.   Yani diriltti demektir.   Cenâb-ı Hak cisimler çürüyüp toprak olsa ve madenlere karışıp meselâ demir olsa,  kıyâmet gününde o insanın herbir organını toplayıp diriltir.   “Sağı çürük” demek,  işte insan sağ iken ölür. 





İkinci beyitte “solu sağ,  sağı sol” demek ise,  meselâ bir memur küçük bir mertebede iken yüksek bir mertebeye,  terfi ettirilir,  kezâ büyük bir mertebede iken işlediği bir hatadan dolayı rütbesi aşağıya indirilir.   Gerçekte bütün mertebeleri veren Hakk’tır.  





Ayağı baş eder,  başı geh ayak,
Dili kulak,  kulağı hem dil eyler.  





Ayağı baş eder,  bazen başı ayak,
Dili kulak,  kulağı hem dil eyler.  





“Ayağı baş,  başı ayak” demek fakiri Sultan,  Sultanı fakir eder.   Buna misal olarak; işte İbrâhim bin Edhem kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin hikâyesinde olduğu gibi o bir beldenin Sultânı iken,  tahtını ve tâcını terkedib fakir oldu. 





Diğer bir misal de,  Hazreti Mûsa aleyhisselâm zamanında olmuştur: Mûsa aleyhisselâm Allah Teâlâ ile görüşmeye giderken yolda büyük bir taşın üstüne bir adamın oturmuş dâima orada yatıp kalkdığını görür.   Ne zaman oradan geçse fakir ona:





“Yâ Mûsa,  Allah Teâlâ ile görüşürken beni hatırla ve benim için rica et,  bana mal versin”.   Hazreti Mûsa aleyhisselâm görüşmenin sonunda,  fakirin hali için rica etti.   Cenâb-ı Hakk:





“Onun hakkında fakirlik hayırlıdır” demiş ise de Hazreti Mûsa:





“Aman yâ Rabbî buna mal ver” deyince,  İlâhî hitap vâki oldu:





“O fakir üstünde yattığı taşı kaldırsın,  altında define var,  alsın”.   Dönüşte Hazreti Mûsa aleyhisselâm bunu fakire bildirdi. Fakirde taşı kaldırıp defineyi alıp şehre gitti ve kendisine mükellef bir konak yaptırdı ve çevresinin en zengini oldu. Bu sırada orası hükümdârsız kalır,  halk da çok zengin olan bu adamı başlarına hükümdâr yaptı. 





Birgün Hazreti Mûsa aleyhisselâm onun sarayının önünden geçerken fakir adamı ziyâret etmek ister. Yeni hükümdâr olan adam vekil vükelâsıyla oturmuş görüşme yapıyor. Sarayın merdivenlerini çıkmakta olan Mûsa aleyhisselâmı gören adam hizmetkârlarına:





“Bir dilenci geliyor,  ona vurun ve saraydan kovun” diye emir verir.   Derhal hizmetkârlar Hazreti Mûsa aleyhisselâmı hakaretler ederek saraydan uzaklaştırırlar. 





Hazreti Mûsa aleyhisselâm tekrar Allah Teâlâ ile görüşmesinde:





“Yâ Rab,  o fakir adam bana şöyle şöyle yaptı onun malını geri al” diye rica etti.   Sonra Cenâb-ı Hak o memleket halkına adamın hükümdâr olmasından dolayı pişmanlık verir,  onu azlederler,  malını,  mülkünü yağma edip,  adamı eski haline getirirler.   Adam gelip tekrar o eski taşın üstünde yatıp kalkar,  Hazreti Mûsa aleyhisselâm görür,  bu defa Hazreti Mûsa ona:





“Allâh buyurmuştu,  fakirlik senin için hayırlıdır”.   İşte “ayağı baş,  başı gâhı ayak eyler” buyurduğu budur.  





Fili gâhî karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhî fil eyler.  





Fili dâhî karınca kursağına,
Koyup karıncayı dâhî fil eyler.  





Çıkarır gâhî yoldan nice yolcu,
Gehî yolcuyu göstermez yol eyler.  





Ara sıra yoldan çıkarır nice yolcuyu,
Zaman zaman yolcuyu göstermez yol eyler.  





“Herhangi bir kimse, insanları hidayete çağırır da ona tâbi olunursa, ona tâbi olanların mükâfatlarından bir şey eksilmeksizin davet edene de aynı mükâfat verilir. Buna karşılık dalalete davet eden bir kimse de sapıklığa çağırır da, kendisine tabi olunursa, ona tabi olanların günahlarından bir şey eksilmeksizin aynı günah peşinden gidilen kimseye de yazılır.” [10]





Geh ıssız harâbı şenlik edüp,
Gehî şenliği dağıtıp yel eyler.  





Bazan ıssız harâb yeri şenlik edip,
Bazan şenliği dağıtıp yel eyler.  





“Anâsır ipliğin tab iğnesinden,
Geçirüp onu bu bunu şol eyler.  





“Unsurlar ipliğin iğne deliğinden,
Geçirip onu bu, bunu o eyler.  





Anâsır da dörttür: Ateş,  su,  toprak,  havadır.   İşte tabiatın yaradılışı olan ısılık,  soğukluk,  katılık ve nemlilik bu dört unsurdan ikisinin birleşmesiyle meydana gelir.  





Yeli gâhî letâfetle eder od,
Odu gâhî kesâfetle yel eyler. 





Yeli bazan letâfetle eder ateş,
Ateşi dâhî yoğunlaştırıp hava eyler. 





Suyu dondurup eder taş u toprak,
Taşı toprağı akıtır sel eyler.  





Suyu dondurup eder taş ve toprak,
Taşı toprağı akıtır sel eyler.  





Tuz ve diğer madenlerin katılaşmasından dolayıdır,  çünkü su taşlaşır.  





Seli deryâ çıkar tatlı su ondan





Suyu yel yeli dahi vabil eyler





Tatlı su ondan Seli deryâ çıkar





Suyu rüzgâr rüzgârı dahi yağmur eyler





Hurûf-ı carre gibi cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el eyler.  





Cer Harfleri [11] gibi cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el sallar.  





Eşyâ da harfi cerler gibi birbirlerine bağlıdırlar.  





Eder âkilleri çok işde âciz,
Eder öyle bir iş san âkil eyler.  





Eder akıllıları çok işde âciz,
Eder öyle bir iş aziz âkil eyler.  





Her işde âkil-i danâ olanları âciz bırakır,  çünkü iş akıl ve tedbir işle olmaz,  Hakk’ın tesiriyle olur.   Hakk’ın tesiri olmadıkça akıl ve liyâkat ve tedbir fayda vermez.   Akıl âciz kalır.   Cenâb-ı Hak öyle bir iş ederki,  sanırsın onu akıl etti,  hâlbuki tesir eden yalnızca O’dur. Öyleki yaratılışın hikmetinde dahi kendi sırrından aciz kalır. Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz Vahdet-i Vücut Risalesi’nde anlattı.





Tefsirlerde buyururlar ki, Süleyman aleyhisselâm bir gün eyitti[12]:





“Ey Bârî-i Hudâ, şeytanı niçin Âdemoğullarına musallat eyledin ki dâima günah işlerler? Senden dilerim ki onu hapseyle. Yani artık Âdem evladına vesvese vermeyip azdırmaya.”





Hakk’tan izin olup şeytanı tutup bir mahfaza içine koyup denizin dibine attırdı. Bunun üzerine herkesin basireti açılıp gördüler ki bu cihanda bakî değillerdir. Bu oğul ve kız, emlâk ve erzak[13] dedikleri hep oyuncak ve hevâ imiş.





Nitekim Kur'an'da buyurulur:





اِعْلَمُوا اَنَّمَا الْحَيَوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِى الْاَمْوَالِ وَاْلاَوْلاَدِ كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِى اْلاَخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللهِ وَرِضْوَانٌ وَمَاالْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ





“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir.[14]





Dahi bildiler ki avrad ve oğul ve kız ve mal düşman imiş. Nitekim Kur'an'da buyurulur:





يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلاَدِكُمْ عَدُوًّا لَكُمْ فَاحْذَرُوهُمْ وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللهَ غَفُورٌرَحِيمٌ





“Ey inananlar! Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur, onlardan sakının; ama siz affeder, suçlarını örter ve bağışlarsanız bilin ki Allah da bağışlar ve acır. [15]





Pes bunların kalblerine ölüm gussası[16] musallat olup dağa ve sahralara dağılıp mağaralara girdiler. Bütün âlem ve bu hoş tavır nefsi nefsi olup anası evlâdını, koyun kuzusunu terk ve her biri ibâdat-ı Hakk’a yapıştılar. Nizam ve intizam kalktı. Süleyman aleyhisselâm gördü ki nübüvvet ve sultanlık ve cümle saadetler ki kendine verilmiştir, hepsi şeytanın sayesinde imiş.





Süleyman aleyhisselâmın san'atı zembil örüp satmak idi, kimseler almaz oldu. Böyle olunca Süleyman aleyhisselâm yüzünü secde-i Rahman'a koyup itti:





"Ey Bâri-i hüdâ senin her işin bir hikmete mebnî (dayanmakta) imiş, ben kusur eyledim. Senden sana niyazım budur ki şeytanı salıver. Herkes umuru[17] ile meşgul olsun." deyüp Hak teâlâ da izin verip hemen şeytan kurtulup serbest bırakıldıkta herkes acaba evimizden bir şeyimiz gaip oldu mu? dediler.





Divân-ı saltanat ve nübüvvet yine kuvvet buldu. Pes şeytan ve hayvan cümle mahlûkat insanın maslahatı görülsün içindir. İnsan dahi her hâli bilip her ne teklife düşerse gerek lütuf gerek, kahır onu işlese gerektir:





Beyit meali:





Bana bu çimende kim der ki kendi reyinle[18] bittin,





Zira nice bitirirlerse öyle biterim.[19]





Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Lûgaz bunda muammâsın
[20] ol eyler.  





Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Bilmeceyi [21] bunda anlaşılmaz şey eyler.  





Yunus harfleri (Yi-nun-sin) Yasin kelimesine de işaret ediyor olmalıdır. Bu Sure bilindiği gibi- mutasavvıflarca kâmil insana veya Muhammedî nura işaret eder.





Lugâz sözü,  zâhir mânâsından bir şey anlaşılmayacak derecede söylemektir.   Meselâ,  Fakîhler,  tuzu çok yersen oruç bozulur,  kefâret lâzım gelmez.   Az yersen oruç bozulur,  kefâret dahi lâzım gelir,  çünkü kefârette tad duyma şarttır.   Hâlbuki tuzun çoğu ile tad alınmaz,  ancak az yenirse tad alınır,  bu sebepten kefâret lâzım gelir derler.   İşte lugâz budur. 





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bu beyitlerde belittiği paradoksların hepsinde “her işi eden eyleyen Allah Teâlâ olduğunu, kuvvet ve kudretin kendinde baki ve kimseye tevdi edilmediğini” beyan etmektedir.














[1] Mesnevi, c. III, b. 3570-3575





[2]Mesnevi, c. VI, b.2020-2030





[3] Mevlâna, Fîhi Ma Fîh, 15. Bölüm





[4] (Çeltik, 2004), s. 130





[5] Determinizm: (Gerekircilik): Tabii ve içtimai bütün varlıklar arasındaki bağlılığı ve zorunluluğunu savunan öğretilerin genel adı. Her olayın başka olayları gerekli ve kaçınılmaz olduğunu ileri süren doktrin. Her olayın bir nedeni olduğunu ileri süren bir görüş. Aynı şartlarda aynı sebebler aynı sonuçları verir, bundan da olayların zorunlu ve tabii kanunlara göre meydana geldiği anlaşılır.





[6] Belirsizlik: Heisenberg tarafından sürülen ilke; mikrofizikte belli bir anda, bir parçacığın konumunu ve hareketini belirlemek mümkün değildir.





[7] (GÜRİZ), s. 217-219





[8] (ARİSTOTELES, 2006), s. 151





[9] Şura, 49-50





[10] İmam Nevevî, Şerhu Müslim, I-XVIII, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411, İlim, 15.





[11] Harf-i Cerr: Gramer: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar Arapçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)





[12] Söyledi





[13] Rızıklar





[14] Hadid, 20





[15] Teğabun, 14





[16] Gam, keder, üzüntü,





[17] İşi ile





[18] Görüşünle





[19] (Niyâzî-i Mısrî, 2003), s. 49-50





[20]  Muamma: Divan şiirinde, başta Esma ül Hüsna (Allah Teâlâ’nın doksan dokuz güzel ismi) olmak üzere konusu insan ismi olan manzum bilmeceler. Kelime “gizli, örtülü, anlaşılması güç veya işaret remiz yoluyla söylenmiş söz” anlamlarına gelir. Muammalar lügazlardan farklıdır. Muammalar Allah’ın isimlerinden biri veya insan ismi için düzenlenirken lügazlar her şey hakkında düzenlenirler. Yalnız muammaların bazen lügaz, hatta âşık edebiyatında bir çeşit bilmece (âşkı -muamma) karşılığı olarak da kullanıldığı görülür. Muamma alanında en çok eser veren şairimiz Emri (Edirneli Emrullah Çelebi) olmuştur. Muammanın düzenlenmesinde ebced hesabı kullanılır.





[21]  Lügaz: Edebiyat: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesi Oğlunun karnında yatar annesi.) Bu manzum çözülürse cevap olarak “İpek böceği” çıkar.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar