Print Friendly and PDF

Sen Varsın Ya...


   ح   H





33





 Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





İster isen olasın ehl-i felâh,
Kulluk
 eyle bi’l gadatü ve-r’revâh. 





Dünya ile bağlanıp kalmak neden,
İstemez misin ki bulasın necâh.. 





Nefs-ü şeytandan emin olma müdâm,
Âdetin olsun gece gündüz salâh. 





Yola gidersen sana rehber gerek,
Hem yanında düşmana lâzım silâh. 





Zikirle tevhide ererse gönül,
Ma’rifetle bula sadrın inşirâh. 





Açılup gönlü gözünün perdesi,
Hayretinde eyleyesin çok siyah. 





Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş,
Gicesi yok dâimâ olmuş sabah. 





Kamû müşkiller yanında hallola,
Cümle yanlış işlerin ola sıhâh. 





Ey Niyâzî dost iline uçmağa,
Her kelâmın oldu nûrdan bir cenâh.





İster isen olasın ehl-i felâh,
Kulluk
 eyle bi’l gadatü[1] ve-r’revâh.[2] 





Felâh ehl-i olmak istersen,
Bil ki; güneş batışından sabaha kadar kulluk eyle





Ehli felâh demek,  her şeyden korunmuş ve âhirette de zararlı çıkmayan kârlı olan kimselerdir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“İnsanların en faziletlisi, amel açısından en faziletli olanıdır.”   [3]





İbadetteki fazilet ise neden ve niçinden kurtulup Allah Teâlâ’nın rızasını umarak ibadet etmek demektir.





Dînî yapı içerisinde ibâdetlerin yeri ve neden değişmez alanı oluşturduklarını daha iyi anlamak için şu tespitin dikkatli bir şekilde okunması gerekmektedir:





“Dinin ikinci unsuru olan ibâdetler (ritüel), Tanrı'ya itaatin biçimsel göstergeleri sayılır. Yalın ve teorik bu Tanrı inancı yeterli olmayıp, bu inancın pratik olarak eylemle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. Tapma, tapınma eylemi olan ibâdetin öz ve genel yapı itibariyle kaynağı da vahiy olduğu için belirli ibâdetler, Tanrı'ya itaat çerçevesinde ve bir inanç ve kanaat gereği olarak yapılırlar. Tapma ihtiyacı, beşer düşüncesinin ürünleriyle karşılanamaz. Kaldı ki beşerin bu alana müdahalesi asgari olarak, dinin esaslı unsurlarından birinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu bakımdan Tanrı, bizim ibâdet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibâdet etmemizi emretmiştir”.





“İbadetler biçimsel olarak basit görünseler bile Tanrı'nın tasarımı oldukları için, aslında onların gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri Tanrı ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet edecek mahiyettedir. Hatta bir ibâdete bağlı olarak belirli duaların ezberlenmesi ve okunması da ibâdetin bir parçasını teşkil edebilir ve bu okumanın etkisi salt bir zihnî kavrayış şartına bağı değildir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin namazlarda özellikle Fatiha'nın okunması yönündeki direktifi bu açıdan değerlendirilebilir” [4]





Gazzâlî'nin İhyâ-u ulûmiddin adlı eserinde ortaya koyduğu görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:





“Allah Teâlâ kullarına, ruhların alışık olmadığı, mahiyetini akılların tam olarak anlayamadığı bazı ibâdet şekillerini vazife olarak yüklemiştir. Hac'da şeytan taşlama esnasında cemreleri atmak, Safa ile Merve arasında tekrar tekrar sa'y etmek ve benzeri ibâdetler böyledir. Teslimiyet ve kulluğun kemali bu gibi ibâdetlerle ortaya çıkar. Zira zekât, keyfiyeti bilinen bir yardımlaşmadır. Aklın buna meyli vardır. Oruç, Allah düşmanı olan şeytanın aleti durumunda olan şehvetin kırılmasını sağlarken, aynı zamanda bütün meşgalelerden uzak durmak suretiyle kendini tamamen ibâdete verme anlamını da taşımaktadır. Namazdaki secde ve rükû tevazuun şekli olan fiillerle Allah'a karşı saygı ve alçak gönüllülüğü sergilemektir. Bu ibâdetlerde Allah'a saygı bulunduğunu akıl kolaylıkla kavrar. Fakat sa'y etmek, cemreleri atmak ve benzeri Hac fiillerinin hikmetini akıl idrak edemez ve bunları insan tabiatı kolaylıkla benimseyemez. O halde insanı bunları yapmaya sevk eden saik, sırf ilahi emirdir ve sadece uyulması gereken emre uyma niyetidir. Bu gibi ibâdetlerde aklın tasarrufunu engellemek, ruhu ve tabiatı alışıp benimsediği şeyin dışına çıkarma anlamı vardır. Zira aklın mânâsını anladığı her şeye insan tabiatı bir derece meyleder. Bu meyil emri yapmaya yardımcı ve sevk edici olur. Bu ibâdetleri yapmakla da tam bir boyun eğme ve kulluk hemen hemen ortaya çıkmaz. (Zira bu hareketlerin gerçek sebebini akıl kavrayamaz).   Bundan dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem özel olarak Hac ibâdeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah'ım! Kul olarak senin hac hakkındaki emrine hakkıyla uydu” [5]





Hâlbuki namaz ve benzeri ibâdetler hakkında böyle bir şey söylememiştir. Allah Teâlâ'nın hikmeti, insanların kurtuluşunu, arzularının hilafına olan bir takım amelleri yapmayı ve kendilerini Allah Teâlâ'nın hükmüne bağlamayı gerektirmiştir. Böylece onlar, boyun eğmenin usûllerine uygun ve kulluğun gereği olan ibâdetleri yapar dururlar. Çünkü mahiyetini anlayamadan arzularının hilafına olarak yapılan bu gibi ibâdetler, insanı tabiat ve huylarının gereğinden ayırıp, kulluğun icabına sevk etme ve nefsini tezkiye etme konusunda daha müessirdir” [6]





Kulluğu bu zirveye çıkaran cennet ve cehennem korkusundan azade kılan Allah Teâlâ’yı akıl ve nefsin esiri olmaktan kurtarıp aşkın derinliklerinde bularak ibadet etmektir.





Dünya ile bağlanıp kalmak neden,
İstemez misin ki bulasın necâh.. 





Dünya ile bağlanıp kalmak neden,
İsteğini bulmak istemez misin?.. 





Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;





“Efendim ve can bağım Şemseddin (Tebrizi), bir kimseden incindiği vakit ona: “Allah Teâlâ sana uzun ömür ve çok mal versin.” diye dua ederdi.”





 





DÜNYA NEFRETİ





 





Dünya’ya Nefretin Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki Durumu





Yahudilik, materyalist bir dünya tasavvuruna sahiptir. Hayatın ötelere, âhirete uzanan bir boyutu söz konusu değildir. Bu bakımdan ölüm, insanı biricik hayat sahnesinden ayırdığı için, istenmeyen korkunç bir sondur. Kısaca, “Benim memleketim yalnız bu dünyadır” cümlesi, Yahudiliğin dünya görüşünün en kısa ifadesidir.





Hıristiyanlıkta ise, tarihinin bütününü kapsayacak tarzda, tekdüze bir dünya anlayışından söz etmek kolay görünmemektedir. Bu din, tarihinin ilk döneminde, dünyadan el etek çekmeyi teklif eden münzevî bir karaktere sahiptir. İlk Hıristiyanların dünyadan vazgeçmelerinin temelinde, onun sonlu olduğuna inanmaları yatmaktadır. Dünya ile arasına büyük bir mesafe koyan ve “Ruhbanlık” kelimesiyle ifade edebileceğimiz bu anlayışın yaygınlaşmasında, İncil’in tahrifini de hesaba katmak gerekir. Bugün elimizdeki İncillerde, bu dünyaya ait bir değerin bulunmadığına, kadının ve her türlü dünya nimetinin kaçınılması gereken boş şeyler olduğuna dair birçok söze rastlamak mümkündür. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinin geliştirdiği bu ruhbanlık anlayışının en olumsuz sonuçlarından biri de, aile kurumunu yerle bir etmesidir. Kadını tehlikeli bir varlık sayarak, her türlü fıtrî ve bedenî arzuyu öldürmeyi öneren bu anlayışı sonucunda ortaya çıkan olumsuzluklar, birçok kitabın veya filmin konusu olabilecek zenginliktedir. Tarihçilerin bildirdiklerine göre, rahipler kadınların gölgesinden bile kaçıyor, onlara yaklaşmayı günah sayıyorlardı. Kadınlara yollarda bile rastlamak, onlarla konuşmak itikatlarınca, amellerini ve ruhî mücadelelerini mahvederdi.





Zamanla İslâm dünyasında da yer yer yansımalarına tanık olacağımız için, bu olumsuzluklar, ruhbanlık anlayışının bir etkilenmesi olabilmektedir. Çünkü ruhbanlık, insanın tabiî içgüdülerine alan açma yerine, onları köreltmeyi veya tamamen yok etmeyi tercih ettiği için, bir başka anlatımla fıtrata aykırı olduğu için, toplumda bir düzeltme ve olgunlaşma aracı olmak şöyle dursun, toplum ahlâkını bozan bir işlevi yerine getirmiştir.





Sonuçta, Yahudiliğin aksine, ana karakteri itibariyle dünyayı dışlayan, ebedî mutluluğun her türlü dünya değerinden vazgeçmekten geçtiğini savunan ilk Hıristiyanlığın dünya görüşünü en özlü şekilde dile getiren cümle, “Bu dünya benim memleketim değildir” sözüdür. [7]





İslam’da Dünya’ya Nefretin Çıkışı Nasıl Olmuştur.





İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren konuya yaklaşırsak görünen odur ki, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürümesinden dan sonra, onun eşsiz rehberliğinden mahrum kalan insanlık, ilerleyen zaman içinde, özellikle de Emevîler döneminde ortaya çıkan dünyevîleşmeve sefahat yaşantısı karşısında,  dünyaya ve dünyevîleşmeye karşı tavır koymaya başlamışlardır. Tasavvuf Tarihi kitapları, başlangıçtan beri, tarihî süreç içinde müslümanlarda gözlenen dünyevîleşme temayülü ile tasavvuf hareketlerinin güçlenmesi arasında, bir çeşit doğru orantı bulunduğunu göstermektedir. İslâm’ın ilk iki asrında zühhad adı verilen zümrenin dünyaya bakışlarında, genel olarak yadırganacak bir durum söz konusu değildir. Dikkat çekici olan yegâne husus, dünya nimetlerine karşı soğuk ve mesafeli durmaları, bunların ayartıcı ve azdırıcı özelliklerini daha çok dile getiriyor olmalarıdır. Zaman ilerledikçe ve ahlâkî anlamda yozlaşma ve bozulmalar ortaya çıktıkça, sûfîlerin zühd konusundaki ısrarları artmış; dünya ve nimetlerini yerme hususunda üslûplarında yer yer sertleşmeler ve kastı aşan ifadeler görülmeye başlamıştır.





Diğer taraftan, Muhasibî’nin eserlerinde, Hıristiyan kültürünün etkisinden söz edilmiş, önceki kitaplarında hadisleri senetleriyle verdiği halde, sûfî çevrelere dahil olduktan sonrakilerde, senetli hadis sevkinden vazgeçtiği belirtilmiştir. Devrinin ünlü hadisçisi Ahmed b. Hanbel (241/856) kendisine yüz vermemiş, Ebu Zür’a er-Râzî (264/877), eserlerini, “uzak durulması gereken bid’atlarla dolu kitaplar” olarak değerlendirmiştir.  Bu ise hakkındaki bu tespitlerde, başka sebepler yanında, onun zühd anlayışında belirleyici olmuştur. [8]





Dünya niçin sevdirilmek istenmiyor?





Dünya özellik açısından Allah Teâlâ’dan uzaklaştıran şeylerden oluşmuştur. Bu nedenle korku veren bir özelliği vardır. Fakat dünyayı sevmedeki sınır nasıl tespit edilmeli o başlı başına bir sorundur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatındaki usul ve denge bu meseleyi güzel çözümlemiştir. Bu ise dünyayı terk etmek değil de, gönülde ona yer vermekten kaçınmak şeklindedir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Allah’ım, dünya fitnesinden sana sığınırım.”  [9] 





“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”  [10]





“Allah’ım, hayat, ancak âhiret hayatıdır.”  [11]





“Eğer dünyanın Allah Teâlâ katında sivrisinek kadar değeri olsaydı, Allah Teâlâ ondan kâfire bir yudum su içirmezdi.”  [12]





 “Allah’ım, Muhammed ailesinin rızkını ihtiyacı görecek kadar ver!”[13]





“Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı.”  [14] 





Bu ve benzeri hadisler işin temelinde Allah Teâlâ’nın gönülden çıkarılmaması ve dünyanın hedef nokta olmamasıdır. Çünkü dünya hayatına gelmemiş bir kul için, ahiret hayatı denilen bir hayat yoktur. Neticede Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Unutturan fakirlik ve azdıran zenginlikten Allah Teâlâ’ya sığınması” [15] “Ecelin kulu arayıp bulduğu gibi, rızık da kulu arayıp bulur.”  [16] Dünya konusunda mihenk taşımız olmaktadır. 





İmam Rabbânî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz (1034/1624) bu konudaki sözü şu şekildedir: “Dünya, seni Allah Teâlâ’dan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, mal, rütbe ve mevki düşüncesi, Allah Teâlâ’yı unutturacak kadar zihninizi doldurursa, dünya haline gelir.”  [17]





“Dinden sonra zenginlikten daha hayırlısını görmedim,





Küfürden sonra fakirlikten daha kötüsünü görmedim.”  [18]





Dünyanın nefret edilmesi gereken bir yer olduğu bu anlatılanlardan anlaşıldı. Ancak dünyada sevilmesi gereken bir şey yok mu diye bir konu hatıra gelirse Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku, namaz” [19]





Kadın: noksanlığımıza, güzel koku: tabiatımıza, namaz: kulluğa işaret oldu.





Kadın hakkında düşünülmesi gereken erkeklerin noksan halleridir. Aliyyü’l-Havvas kuddise sırruhu’l-azîz buyurdular ki;





“Karı ve kocanın ahlakını inceleyince kadınının ahlak ve davranışı erkeğinki gibidir. Çünkü kadın ondan yaratılmıştır. Bir kimse kendi huyundan habersiz ise, kendi eşinin huy ve ahlakına bakmalıdır. O zaman kendi huy ve ahlakını aynada görmüş gibi, kendisine göz kırpıp baktığını görür.”[20]





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz.Hatice radiyallâhü anha ile geçen günlerindeki hatıralarını unutmamış her fırsatta onu anmış ve iyiliklerini anlatmıştır. Yine Onun hatırasını andığı bir günde Hz. Âişe radiyallahü anha:





“O yaşlı kadını ne anıp duruyorsun, Allah Onun yerine sana daha iyisini verdi” deyince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buna sitem etmiş ve





“Allah Teâlâ, bana Ondan daha hayırlısını vermedi. O, kimsenin kabul etmediği bir zamanda bana iman etti, herkesin beni yalanladığı bir zamanda, o beni tasdik etti, kimsenin bana bir şey vermediği bir esnada, O malını benim için kullandı ve kimsenin çocuk vermediği bir dönemde o bana çocuk verdi” diye cevap vermiştir.[21] Bu şekilde erkeğin sevdiği ve sevildiği kadına olan ihtiyaç açıklanmaktadır.





Koku’ nun Arapçada karşılığı “Tıyb” tabiat demektir. İnsanın sevdiği koku onun vasıflarını açığa çıkarır. Mesela yerin altında çilehanede ibadet eden ehl-i kemâl yerin altında toprağın özü ile karışıp halvet edince aslını bulmuş Allah Teâlâ’ya kul olduğu zahiren de isbat etmektedir. Bu şekilde vuslat makamı olan namazın aslına erişmiştir.





Namaz ise kulluğun zirve noktası olup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en üstün sıfatı olan “abd” (kulluk) in işaretidir. Bu sebeple namaz kılmayıp Allah Teâlâ’yı sevmekten bahseden birinden hazer etmek gerekir.





Bu üç sevgi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme emredildi ise bu sevgilerden noksan olanlar Muhammedî makamda olamayıp daha alt makam sahipleri olduğunu da anlamak gerekir.





Nefs-ü şeytandan emin olma müdâm,
Âdetin olsun gece gündüz salâh. 





Devamlı nefs ve şeytandan emin olma,
iyilik gece gündüz âdetin olsun. 





Bir keresinde iblis, Hz. İsâ aleyhisselâma İhtiyar görünümünde bir şahıs olarak gelmişti.





Çünkü iblis, nebiler’in (aleyhimüsselâm) bâtınlarına etki edecek bir yol bulamaz. Ayrıca nebilere (aleyhimüsselâm) gelen havatırın tümü, ya Rabbânî, ya melekî ya da nefsî’dir. Ve şeytanın, nebiler aleyhimüsselâmın kalblerinde bir nasibi yoktur. Velîlerden, Allah’ın ilminde muhafaza olunmuş olanlar da, şeytanın ilkasının kendilerine ulaşmasında değil de, korunmada nebiler konumundadırlar. Korunmuş olan veli, şeytanın ilka edeceği vesveseyi bilme hususunda Allah’tan bir alâmete sahip olur. Bunun nedeni, velinin kanun koyucu konumda olmamasıdır. Nebîler (aleyhimüsselâm) ise, konun koyuculardır. Bu nedenle onların bâtınları da korunmuştur. Bunun üzerine iblis, Hz. İsâ aleyhisselâm “Ey İsâ! Lâ ilahe illallah, de!” dedi. Böylece iblis, Hz. İsâ aleyhisselâmın kendi emrine bu kadar itaat etmesine bile razı oldu. Hz. İsâ aleyhisselâm da;





“Bu kelimeyi, senin Lâ ilahe illallah demenle değil, kendi sözüm olarak diyorum.”  Deye cevap verdi. Bunun üzerine iblis, berbat bir biçimde gerisin geri döndü. [22]





Yola gidersen sana rehber gerek,
Hem yanında düşmana lâzım silâh. 





Yola gidersen sana rehber gerek,
Hem yanında düşmana lâzım silâh. 





Silah kuvvet ile izah edildiğinden yol hazırlığı aşamasında gerekli tedbirât ve emniyetin sağlanmasıdır. Yol emniyetinde en büyük öncelik rehberdir. Bir ordu saldırı hareketinden önce rehberler vasıtasıyla istihbârat hazırlıkları ile ön aşamayı geçerek hazırlık yapar. Bu yolda ise mürşid öncelik sahibidir.





Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. İnliyor, ağlıyor ve şöyle söylüyordu:





Ömrümüzü kadınlardan ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah Teâlâ kitabını arkamız­da bıraktık. Allah Teâlâ bizden ömrümüzü nelerle tüketmiş olduğu­muzu sorunca ne cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne işittiğimizi, kalbimizden ne gibi düşünceler geçirdi­ğimizi soracaklar...





Bilginin burada Allah Teâlâ kitabı demekten maksadı Kur´ân-ı Kerim değildir. Yol gösteren adam yani Mürşid'dir. Allah Teâlâ kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur´ân-ı Kerim'de, bu açık kitapta neler yok...





Bu mesele bize bir kaç kere Bağdat'ta kadılık ya­pan Yahudi'yi hatırlattı. Yahudi hazineler elde etti, yer altında gizli mağaralar yaptırdı. Silâhlı yiğit kişiler bularak pusuya yatırdı. Hali­feyi tahtından indirecek, Bağdat'ı kuşatacaktı. Hikâye uzundur:





Halife Yahudi'nin düzenlerini haber aldı. Onu yakalattı. Şu hale göre kadılık mesleği, din bilgisi ve Kur´ân-ı Kerim öyle bir hale getirilmişti ki, bir Yahudi Bağdat kadısı olmuştu. Hâlbuki o içinden bir Yahudi ve bir mahlûktu. Şimdi anlattık ki seni kurtaracak ancak Allah Teâlâ kuludur. Yoksa o yiyecek ve azık fayda vermez. (Karanlıkta yürüyen şaşırır)





Kadir Gecesi'ni geceler arasında gizledikleri gibi Allah Teâlâ erlerini de iddiacılar arasında gizlemişlerdir. Bunların gizlenmiş olması düş­künlüklerinden değil, belli ki çok açık ve parlak olduklarından dolayı gizlenmişlerdir. Nasıl ki, güneş yarasa kuşu için gizlidir. Yarasa, güneşin tam karşısına geçer de ondan hiç bir şey anlayamaz. Dünya sevgisi perdesi onu dilsiz ve sağır etmiştir. [23]





Zikirle tevhide ererse gönül,
Ma’rifetle bula sadrın inşirâh. 





Zikirle tevhide ererse gönül,
Ma’rifetle göğsün açıla 





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılarken göğsünden sanki kaynayan bir tencerenin sesinin gelmesi hadisi [24]sadrın zikirle açılmasını göstermektedir.





Açılup gönlü gözünün perdesi,
Hayretinde eyleyesin çok siyah. 





Gönlün ve gözünün perdesi açılıp,
Hayretinde eyleyesin çok siyah. 





Cenab-ı Hakk zâhir ve bâhirdir ( görünmekte ve belli olarak dâimâ nûr saçmaktadır).   Lakin gözünde perde bulundurman dolaysıyla o nûru göremezsin İster ki bir göz doktoru gözünden o perdeyi kaldırsın, Bu göz doktoru Mürşid-i Kâmildir.   Ancak gözündeki manevi perdeyi o kaldırır. 





Siyah: Tasavvufta zât-ı Hak anlamına gelir. Karanlıkta hiçbir şey birbirinden ayırt edilemediği gibi, Hakk’ın zatında da hiçbir şey diğer şeylerden ayırt edilemez. Bahtı siyah olanlar, seyr ü sülûkte yolda kalan, Hakk’a ermeden yoldan dönenlerdir





Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş,
Gicesi yok dâimâ olmuş sabah. 





Görürsün güneş doğmaz dolanmaz,
Gecesi yok dâimâ sabah olmuş. 





O zaman doğmaz ve batmaz dâimî bir güneş görürsün.  Burada güneş-den murad Hakk’ın zâtıdır.   O güneş doğmaz evveli yok,  dolanmaz âhiri yok. 





Kamû müşkiller yanında hallola,
Cümle yanlış işlerin ola sıhâh. 





Bütün müşkiller yanında hallola,
Cümle yanlış işlerin geçerli ola. 





İşte o zaman bütün müşkül ve yanlış inanışların hepsi hal olur ve hatta başkalarının da sen o zaman müşküllerini halledersin.  O kıvâma gelirsin,  yeterki sen gerçek Mürşid-i Kâmili bul. 





Ey Niyâzî dost iline uçmağa,
Her kelâmın oldu nûrdan bir cenâh.





Ey Niyâzî dost iline uçmağa,
Her kelâmın oldu nûrdan bir kanat.





Allah Teâlâ’yı bulduğun her hal ve yer senin için Dost ilidir. Şer ve hayır sende bir etkiyi meydana getirmelidir. Bazen mescidde zikirde iken Hakkı ayan kılarken, bu bazen meyhânede işret meclisinde çekilen ahlar ilede olabilir. Bütün bu haller ile Allah Teâlâ için çıkan yolculuğun kuvvet ve kudretidir.





 














[1] Gadat: Sabahın erken zamanı. Sabah vakti





[2] Revah(ara.) er. 1. bir şeyi elde etmeden doğan neşe. 2. güneş battıktan sonra gece oluncaya kadar geçen zaman.





[3] Taberânî, 10531





[4] (KAHRAMAN, 2002), s. 173; Bardakoğlu, "Kur'ân ve Hukuk", s, 94-95.





[5] Hadisi Bezzar tahric etmiş, merfu ve mevkuf olarak nakletmiştir. İbn Hacer'in hadisle ilgili değerlendirmesi şöyledir: Darekutni bu hadisi el-ilel'de merfu bir senetle zikr etmiş ancak mevkuf olduğunu tercih etmiştir.





[6] Gazzali, İhya, I, 274.





[7] (İBN'ÜL ARÂBÎ), s. 86-97





[8] (İBN'ÜL ARÂBÎ), s. 107





[9] Buharî, Cihad, 25; De’avât, 37, 41, 44, 57; Müslim, Zikir, 76; Nesâî, İstiâze, 5, 6, 7.





[10] Müslim, Zühd, 1; Tirmizî, Zühd, 16; İbn Mâce, Zühd, 3; Ahmed, II, 197, 323, 389, 485.





[11] Buharî, Cihad, 33, Rikâk, 1; Müslim, Cihad, 126, 129, Tirmizî, Menâk_b, 55; Ahmed, III, 381,V, 332.





[12] Buharî, Tefsir (18) 6; Müslim, Münâfikîn, 18, Tirmizî, Zühd, 13; İbn Mâce, Zühd, 3; Ahmed,V, 154, 177.





[13] Müslim, Zühd, 19.





[14] Beyhakî, Şu’abu’l-İman, IV, 267; Ebu Nu’aym, Hılye, III, 53, VII, 253.





[15] Tirmizî, Zühd 3





[16] Heysemi, IV/72





[17] İmam Rabbânî, el-Mektûbât, I, 83 (73. Mektup).





[18] Mâverdî, Edebu’d-Dünya ve’d-Dîn, 146.





[19] Nesai. Aşretü’n- Nisa. 1: İbn. Hanbel. III/128. 199. 285





[20] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 740





[21] (VAROL, 1990), s. 135; İbn Asâkir, Menâkıb, 96-97, îbn Kesîr, el-Bidâye, III/128; İbn Hanbel, Müsned, VI/117,118; Taberânî, XIII/23; Âişe Abdurrahman, Terâcimü Seyyidâti Beyti'n-Nübüvve, Kahire, 1987, s.234; Halebî, 33,34. (VAROL, 1990)





[22] (ATAÇ, 1993), s.625; Futûhât, 1, 281-283, (Thk. O. Yahya, IV, 278-287.) Bu konu için ayrıca bak: Futûhât,





3, 93. Havâtırla ilgili olarak el-Gazzâlî’nin (hyt. 505 / 1111) yorumlan için bak: Ravdatu’t- Tâlibîn, 78-80. Abdu’l-Kâdir el-Geylânî’nin (491-561 / 1097-1165) de havâür hakkında benzeri görüşleri vardır. Bak: Behçe, 67-68,75-76,77-78.





[23] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.366-368) s.450-451





[24] Buhârî İman 37: Tefsir sure 31-2: Müslim. İman 1.5.7: Nesâi. İman. 5, 6; Tirmîzî, İman. 4


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar