Print Friendly and PDF

Seni Sevmek Ne Güzel


73





Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün





Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir,  ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.
  





Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün dirmek,
Cemâl-i pâkini görmek ne güzeldir ne güzeldir.  





Sürüp dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Visâlin derdine düşmek yanup âşk oduna pişmek,
Sonunda sana erişmek ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenüp kalmak,
Varup bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.  





Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir,  ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.  





Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir,  ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.  





Yolunda baş ve cân vermek, fenâ fi’llâh olmaktır.





Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün dirmek,
Cemâl-i pâkini görmek ne güzeldir ne güzeldir.  





Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün toplamak,
Temiz Cemâlini görmek ne güzeldir ne güzeldir.  





Şayet sen; o büyük velilerin bir başka halini görür:





Bunlar; biz Allah’ı görürüz,  derler Böyle bir hal Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizden başkasına·nasip olması mümkün müdür?.  Şeklinde bir sual tevcih edecek olursan; kısaca cevabımız şu olur:





“Mümkün değildir”  Biz Allah’ı görürüz… Demeleri: Biz Allah’ı biliriz kudret alametlerini müşahede ederiz,   manasına gelir. Yoksa dünyada Hakk’ın zatını görmek mümkün değildir; o böyle bir şeyden münezzehtir.   Sonra





“Gözler onu idrak edemez; ama o,  kudreti ve ilmi ile bütün gözleri ihata etmiştir” [1]Ayet-i Kerimesi de bu durumu gayet açık anlatır.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin





“Allah Teâlâ’yı onu görürcesine ibâdet et.”   [2]





Hadis-i Şerifi de ayrıca sana bir cevaptır.   Sonra,  bu Hadis-i Şerifte anlatılan ibadet şekli,  bir ihsan mertebesidir.  Dolayısıyla demek istiyorlar ki:





“Biz Allah’a; ihsan mertebesinde kulluk ederiz”  Hz. Ali kerremâ’llâhü veche tarafından buyrulan bir cümleyi de burada anlatmayı faydalı buluyoruz.  Şöyle buyuruyor:





“Perde açılsaydı,  yakin hali artıramazdım.”   Bu cümlenin biraz daha açık manası şudur:





Ben,  Allah-ü Teâlâ’yı bildim ve anladım; bu durumuma göre aradaki perde kalksa ve ben onu görsem,  şu anda bildiğim ve anladığım gibi bulurdum. Bilip anladığımdan ayrı bir şey zuhur etmezdi.”    Hz. Ali’nin kerremâ’llâhü veche yukarıdaki cümlesinden de anlaşılıyor ki,  Cenâb-ı Hak bu imkân âleminde bu gözlerle görülmez Bu kelamın sahibi; düşünün ki Hz. Ali kerremâ’llâhü veche dir Allah ondan razı olsun O böyle dedikten sonra,  başkasına ne düşer?  





Arif ol anla. [3] 





Belki de,  yukarıdaki cümle,  garibine gelir; der­sin:





“Bunların sözü yalan olmaz mı?”   Bir şeyin asarını,  izini,  alametini,  belirtisini görmek,  aslını görmek olur mu?  Buna cevabımız; hemen biz:





Olur!  Olur.  Bir kimse güneşin ziyasını görse ve: “Ben güneşi gördüm”   Dese caizdir.  Hâlbuki güneşi görmemiştir.  Sonra Şöyle bir misalle de durumu daha güzel anlatmak mümkündür.   Şöyle ki:





Eline bir ayna alırsın. İçinde suretini görürsün. Orada gördüğün suret; kendi yüzün olmadığı halde ve sen; bile bile:





Yüzümü gördüm,  dersin… Bu sözün yalan değildir.[4] 





Bu durumda görmek; Allah Teâlâ’nın kudret eserlerini görmek ise; bunu herkes görür.   Hâlbuki bunlar:





“Yalnız biz görürüz,   derler.  Bu görüşü,  başkalarına,  yani sofiyeden olmaya’na layık bulmazlar.   Selb ederler.  Buna ne buyurulur?





Buna da cevabımız şudur:





“Doğru Herkes görür.”   Şu var ki o senin:





“Herkes görür.  Dediğin zumre de gördü; ama ne olduğunu bilmedi… Görmek; aynı zamanda bilmek demektir. Bilmeyen; görmemiş sayılır.  Şöyle bir misal var: Bir kimse her zaman helva yese,   Yediğinin de helva olduğunu bilmese… Bir kimseden de öğrenmemiş olsa… Hali ne olur?   Şöyle olur: Helvayı el övdükçe; helva yendikten sonra insanı nasıl yakarsa Helvaya karşı hasreti o adamı öylece yakar,  kavurur. 





Acaba ben onu nerede bulurum?   Diye ister,  gezer. [5] 





Hakiki anlamda görmenin oluşabilmesi için batını gözle zahirî göz arasında sağlam bir irtibat kurulması gerekir “Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı. “ [6] Âyette sözü edilen görmeye konu teşkil eden Cebrail aleyhisselâmın sureti ise,  bu göz ile meydana gelen bir görmedir.   Görmenin konusu Allah Teâlâ'dır denirse, miraç gecesi Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rabbını batın gözüyle mi? Yoksa zahir gözüyle mi? Gördüğü meselesi ihtilaflıdır.  





Görmenin kalple olduğunu söyleyenlere göre,  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gözü kalbine konulmuş,  kalbiyle Allah'ı görmüştür.   Bu düşünceye göre âyetin manâsı “kalp, kalbin gördüğünü yalanlamadı” olur. Bu gördüğün şeytanın aldatmasıdır,  sen Rabbını göremezsin demedi. Kalbiyle gördüğünün gerçek olduğunu idrak etti.  Bu fikre mukabil,  görme olayının gözle gerçekleştiğini iddia edenler de vardır. Necm sûresinin ilk on âyetlik bölümünde Allah Teâlâ'nın konuşmasından sonra görme filini getirmesini göz ile görmeye delil sayarlar.  [7]  





“O'nu gözler idrak edemez.   Fakat O, bütün gözleri ihata eder. “[8]  Bursevî,  burada rüyet ve idrakin farklı şeyler olduğunu söylemektedir.   Bunların arasındaki farkı şöyle belirtir; idrak,  bir şeyin hakikat ve künhüne vâkıf olmaktır.  Rüyet ise gözle görmek demektir.   îdrak olmaksızın rüyet meydana gelebilir.   Şu halde idrak,  niyetten daha hususi bir mana ifade etmektedir.   Daha hususî bir manaya sahip olan idrakin Allah Teâlâ tarafından gözlerden nefyedilmesi,  rüyetin nefyedilmesini gerektirmez,  idrak olmadan Allah Teâlâ görülür.   Nitekim dünyada iken kul ve Allah Teâlâ arasındaki irtibat sayesinde Allah Teâlâ'yı bilmek de (marifet) mümkündür.   Zemahşerî bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak gözlerin Allah Teâlâ'yı niçin idrak edemediğinin sebebini açıklamakla yetinmiştir. Ona göre gözlerin bir şeyi idrak edebilmesi için,  o şeyin bir cihette mevcut olması veya cisim olması gerekir. 





Beydâvî de tefsirinde idrak için ihata etmek manasını verdikten sonra idrakin,  niyetten farklı olduğunu belirtmiştir. Ebü'l-Berekât en-Nesefî âyette zikri geçen idraki İzah babından şunları söyler:





 “idrak,  görülen nesnenin bütün yönlerine ve hududuna vakıf olmaktır.   Buna göre cihet ve huduttan müstağni olan Zâtın görülmesi değil,  idrak edilmesi imkânsızdır.”      





Müfessir Hâzin de buradaki idrake,  bir şeyin hakikatini ve künhünü ihata etmek anlamını vermiştir.   Hâzin'e göre gözler Allah Teâlâ'yı gördüğü halde, O'nu ihata edemezler.   Nitekim kalpler de Allah Teâlâ'yı bildiği halde, O'nu ihata etmeleri mümkün değildir.   Hâzin,  tefsirinde “fasıl” adıyla başlık açarak konu hakkında detaylı bilgiler verir. Biz burada onları aktarmak istiyoruz;





“Ayetin zahirine yapışıp kalan bir kısım bid'at ehli ve Mutezile mezhebi mensupları,  yaratıklardan hiçbirinin Allah Teâlâ'yı göremeyeceklerini ve aklen Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğunu savunmuşlardır.   Çünkü Allah âyette,  gözlerin kendisini idrak edemeyeceğini belirtmiştir.   Gözün rüyeti idrakten ibarettir ve bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur,  Ehl-i Sünnet âlimleri idrak ile niyetin ayrı şeyler olduğunu söyleyerek “O'nu gözler idrak edemez…”   ifadesiyle Allah Teâlâ'nın kendini övdüğünü belirtmişlerdir.  Eğer rüyet caiz olmasaydı,  bu övünme vuku bulmazdı.   Çünkü olmayan bir şeyle övünmek doğru değildir.   Ayrıca söylemek gerekir ki,  idrak olmaksızın rüyet olabilir. Nitekim Şuarâ sûresi âyet 61-62'de şöyle buyurulmaktadır:





“ İki topluluk birbirini gördü.   Mûsa aleyhisselâmın arkadaşları:





“Muhakkak yakalandık (idrak olunduk)” dediler.   Mûsa aleyhisselâm:





''Hayır asla.   Rabbım muhakkak benimledir.   Bana yolunu gösterecektir.”   dedi.   Firavun ve beraberindeki topluluk Hz. Mûsa ve İsrailoğullarını gördükleri halde henüz onları idrak etmemişlerdi.  Hz. Mûsa aleyhisselâm  “hayır, asla” sözüyle görme olayının sübut bulmasıyla beraber idraki reddetti.   Allah Teâlâ,  idrak ve ihata olmaksızın âhirette görülecektir.  Çünkü idrak olabilmesi için görülenin sınırlı ve cihetlerinin olması gerekir.  





Allah Teâlâ bundan münezzehtir.  “ [9]





Hakk’ın pâk cemâlini görmek mümkün değildir.   Kul onu göremez.   Nakşiyenin Hakk’ı gördükleri iddiâsı,  Allâh, Allâh diyerek ziyâdesiyle zikre devam ederler. Sonra zikrin fazlalığından zâkire mezkür (yani zikredene zikredilen “Allâh”) gâlip olur,  fakat bu hal kabilindendir.   Aynı Mecnunun Leylâ benim dediği gibi.   Mecnun Leylâyı ziyâdesiyle tefekkür ettiğinden vücûdunda Leylâ gâlip gelip,  Mecnun da Leylâ benim iddiâsında bulunmuştur.   Hâlbuki o Leylâ mıdır,  hayır Mecnûn’dur.   İşte bu misalde görüldüğü gibi bu bir haldir.   Makâm ehline bu hal gelmez,  çünkü Hakk’ı gören yine Hakk’tır.   Zirâ bu göz ile Hakk’ı görmek mukâbele iktizâ eder,  yani görünen,  gözüne pek uzak,  pek de yakın olmamalı.   Hâlbuki bunların hepsi kayıddır.   Hiç Hakk mukayyed olur mu? Hakk mutlaktır,  mukayyed olarak görünen abiddir,  yani kuldur.   Ancak Hakk Rubûbiyyetle Rubûbiyyetini görür.   Âhiret âleminde mahcupların Hakk’ı görmeleri yine mezâhir (zuhura gelenler) yüzündendi.





Sürüp dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Sürüp dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Dergâhtan murad Beyt-i şerif (Kâbe) dir,  çünkü mazhar-ı zattır.   İster mecâzî âşık olsun,  isterse İlâhî âşık olsun her âşık geceyi sever.  





Visâlin derdine düşmek yanup âşk oduna pişmek,
Sonunda sana erişmek ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Visâlin derdine düşmek yanup âşk oduna pişmek,
Sonunda sana erişmek ne güzeldir,  ne güzeldir.  





Bağdatta bir âşık vardı.   Akşam olunca sokağa çıkıp mâşûkunun (Sevgilisinin) evinin önüne gider,  mâşûkası da pencereye gelir.  Bunlar birbirleriyle konuşmağa doymazlardı.   Müezzin ezan okumağa başlayınca mâşûkası âşıka derki: “Yatsı ezanı okunuyor,  şimdi babam namaz kılmağa camiye giderken seni burada evin önünde görürse ikimiz için de fena olur.”     Hâlbuki az sonra ortalık ağarmağa başlar ve iki âşık okunan ezanın sabah ezanı olduğunu anlarlar.  





Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenüp kalmak,
Varup bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.  





Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenip kalmak,
Varıp bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.  










[1] En'am: 103





[2] Bu hadisi pek çok kimse rivayet etmiştir. Bkz. El-Mevsûa, c. II, 3





[3] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ONBİRİNCİ SUAL VE CEVABI





[4] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ON İKİNCİ SUAL VE CEVABI





[5] Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ON ÜÇÜNCÜ SUAL VE CEVABI





[6] Necm, 11





[7] (ÇELİK, 1994), s. 38





[8] En’am, 103





[9] (ÇELİK, 1994), s. 76-77


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar