Print Friendly and PDF

Seyrler


    ن   N





142





و صالُ الْعـبْد لله بلا بـيْن و لا ايــْن
Visâl’ül- abdi lillâhi bilâ beyne velâ eyne  
                            كذاك الْعبْدُ بالله بلا بـيْن و لا ايــْن
Kezâlike’l-abdu bi-lâhi bilâ beyne velâ eyne     
                       جمالُ قدْ بدى حقًّا بكُلّ الْوجْه اطْلاقًا        
    Cemâlün kad bedâ hakkan bi-külli’l-vechi ıtlâkan





تجلُّ بأنّ تحْقيقًا بلا بـيْن و لا ايــْن                                  





Tecellü bienne tahkîkan bilâ beyne velâ eyne





فإنّ الْخـلْق لمْ يُنْقـلْ من اْلامْكان لا نغْفل       
   Feinne’l-halka lem-yunkal mine’l-imkânı lâ-nagfel
ارى حقًّا وُجُود الْكُـلّ بلا بـيْن و لا ايــْن
Erâ Hakkan vücûde’l-külli bilâ beyne velâ eyne  
            يرى في كُلّ مرْآتٍ باسْقاط اْلإضافات                                         
     Yerâ fî külli mir’âtin bi-iskâti’l-izafâti
وُجُودُ الْـوحْدة الذّات بلا بـيْن و لا ايــْن
Vücûdu’l-vahdetizzâti bilâ beyne velâ eyne                     





بباب الْمُرشدين الْزمُ لهـذا الْمشْهد اْلاعْظم      
Bi-bâbi’l-mürşidîyne elzemü li-hâze’l-meşhedi’l-a’zam





ترى ما لا يرى اْلأعْلـمُ بلا بـيْن و لا ايــْن
Terâ mâlâ yera’l-a’lemü bilâ beyne velâ eyne 
                 سقانى شرْبةً صُبْحًا فاحْيانى به علْمًا
Sekânî şerbeten subhan feahyânî bihi ilmen   
            فصار اْلعلْمُ لى عيْـنًا بلا بـيْن و لا ايــْن                              
   Fesâre’l-ilmü lî aynen bilâ beyne velâ eyne





تجلىّ وجْههُ بالذّات على الْمصْرىّ الْحلات         
Tecellâ vechuhu bi’z-zâtî alel-Mısrıyyı fi’l-halâtı
بافْـناء الْوُجُوديّات بلا بـيْن و لا ايــْن                                         
Biifnâi’l-vücûdiyyâtı bilâ beyne velâ eyne





و صالُ الْعـبْد لله بلا بـيْن و لا ايــْن





Kulun Allah Teâlâ’ya yaklaşması mesâfesiz ve mekânsızdır





[SEYR MERTEBELERİ





Hakîkat erbabına göre sefer, müridin Allah Teâlâ’ya yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş olduğu seyirler­den ibarettir. Bu esnada takip edilen sefer dörttür:





1-SEYR İLÂ’LLAH





  Seyr ü sülûkün dört mertebesinden birincisi hakkında kul­lanılır bir tabirdir. Buna “sefer-i evvel” de denir. (Seyr-i ilâ’llah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Bu şekilde mahlûklara ait bilgiler bilindikten sonra, Allah Teâlâ’nın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca, mahlûklara ait bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fenâ) denir.





Allah Teâlâ’nın, lütfu ve ihsanı ile mâsivânın hepsi, kalb gözünden silinince, isimleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilâ’llah) tamam olur.





Sâlik, yaradılışında Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçtikten sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asıllarında seyr eder. Yani ilerler. Allah Teâlâ’nın lütfu ile bu beş aslın her birini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dairesini (Seyr-i ila’llah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Vilâyet-i suğrâ) makamına başlamış olur.





Hakikî Fenâ ise, sıfât-i ilâhînin ve isimlerinin ve hiçbir bağlılığın, ayrı bir görünüşün de, tamamen görülmediği zaman hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden başka hiçbir şey görülmez ve düşünülmez. Seyr-i ila’llah Allah yolculuğu, işte burada sona erer.





2-SEYR Fİ’LLÂH





  Seyr ü sülûkün dört mertebesinden ikinci mertebesi hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buna “sefer-i sani” (cem) de denir.





Allah Teâlâ’nın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah Teâlâ’nın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yani O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fi’llah diye isimlendirilir. Böylece anlatılamayan, işaretle bildirilemeyen ve isim verilemeyen, bir şeye benzetilemeyen, kimsenin bilemediği, anlayamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ) denir.





 Bu makamda, sülûkten sonra, cezbe hâsıl olur. Bu seyre, seyr-i fi’llah da denmesine sebep, insan bu seyrde, Allah Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfattan bir sıfata geçer. Çünkü aynadaki suretlerin sıfatlarının bazısından aynanın da nasibi olur. Bundan dolayı, sanki Allah Teâlâ’nın isimlerinde seyr etmiş gibidir.





 (Seyr-i fi’llah) hâsıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez. (Seyr-i fi’llah) denilen (İsbât) makamına kavuşmak için çalışılır. Bu makamda, kalb yalnız Allah Teâlâ’yı hatırlamaktadır. Bu makama (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakikâtte bekâ makâmına kavuşan insan, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuştur. Nefs-i emmâresi, nefs-i mutmainne olmuş, küfürden, inkârdan kurtulup, yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuş ve Rabbinden razı Rabbi de ondan razıdır.





Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî kuddise sırruhu’l-azîz; “Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah yani Allah Teâlâ’nın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah Teâlâ’nın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sahiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz” demiştir.





Fenâ fi’llah makamı zahir olunca, dil ile her gün beşbin kere tehlil de yani ‘Lâİlâhe İlla’llâh’ zikrinde bulunduktan sonra, Allah Teâlâ’yı murakabede olmak gereklidir ki, Allah Teâlâ’ya karşı fena-i küllî (tümüyle kendinden geçme hali) elde edilsin.





3-SEYR ANİLLÂH-BİLLÂH





Üçüncü seyre, (Seyr-i ani’llah-i billâh) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûd mertebelerinin bilgisi unutulur.





Üçüncü ve gelecek olan dördüncü seyrler, davet makamını elde etmek içindir.Allah Teâlâ’nın kullarına yardımı gelip fetih müyesser olunca (Nasr,1) vahdet kapısı açılır. Mutlak fenâ ve istiğrakla “‘ayn-ı cem’”de zâtî şühud ve birlik nûru Allah Teâlâ’nın yardımı ile veri­lince irşat seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icazet ve “hazret-i ‘izzet” ten işaret ile olur.





Aynü’1-cem Allah Teâlâ’nın birliğini (Ahadiyyetini) zahirî ve bâtını olan iki zıtta bağlı kılmamaktır. Ahadiyyet makamı, “Kabe kavseyn”[1] makamıdır. İkilik artık kalmaz. Bu makam geçilince de “Ev Ednâ” makamına ulaşılır ki, bu makam velayetin son makamıdır.





Seyr-i bi’llah’a kadar her makamda, en kâmil Allah Teâlâ dostları­nın hepsine göre zikirde sayıyla meşgul olunmalıdır. Lakin beşbin sayısıyla kayıtlanmak seyr-i ila’llah’ın tamamlanmasına ve ondan az sonrasına kadar gereklidir ki, maksat ve meram bulunabil­sin.





4-SEYR-İ EŞYÂ (SEYRİ MÜSTEDİL ) (Dönülen Makamlar)





Bunlardan sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşyâ) denir. Birinci seyrde unutulmuş olan, eşyanın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır.





Bu makam da Hakk’tan halka dönme makamıdır. Bu ise, cem’ ve fark birliği de­mektir. Hakk’ın halka dâhil olması ve onda yok olmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin. Bu da Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönmedir. Bu makam, fenadan sonra beka, cem’den sonra fark makamıdır.” [2]





Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sahip olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki;





“Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makamı, nebilere mahsustur.”





 كذك الْعبْدُ با لله بلا بـيْن و لا ايــْن





Allah Teâlâ’nın da kuluna yaklaşması öyledir,  yani mesâfesizdir.





Velayeti Kübrâ, Allah Teâlâ’nın Esma, Sıfat ve Zat’ına mahsus olan dairede seyirden ibarettir.





[Ne zaman insan Tevhîd-i Vücûdî ve Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına ererse, o zaman nefsinde Arşı Mecid’den, hatta Arş’tan daha yüce bir makamdan zeminin altına kadar uzanan âlem­lerde, zerreler de dâhil olmak üzere, her şeyi kuşatmış olarak yayılan bir nur görür. Bu nurun renkle ilgisi bulunmamakla beraber, semavî ve koyu bir görünüşte olduğu söylenebilir.  Bir hadîsi kutside “Allah Teâlâ Âmâ’da idi.” [3] buyurmaktadır.





Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına eren ve Tevhîd-i Vücûdî’nin şereflisi olan kimse o nur’u, güneşin doğuş anındaki netliği gibi, gö­rür. O zamana kadar bir benzerini görmediği bu nur’a karşı





“Acaba bu gördüğüm Allah Teâlâ mıdır?” diye şüpheye düşecek kadar bu tecellinin tesiri altında kalır. Nihayet bu nur da insanın murakabesinden çekilir ve eseri bile kalmaz. Bu nur ile yok olan imkân âlemi, bu nu­run yok olması ile tekrar meydana gelir. Bir nur tecellisi ile diğer bir âlemin yok olması, birinin diğerini yok ettiği için değil, tıpkı güneşin doğması ile aslında var olan yıldızların gündüz görülemediği gibi, bir şeydir. Fakat kalbe ait seyirdeki görüş, maddî gözle olan görüş gibi, sınırlı olmadığı için, bu makamın yolculuğunda olan zat, yolculuk esnasında gördüğü varlığın, varlığı vâcib olanın (Allah Teâlâ’nın) tecellisi midir, yoksa mümkün olan bir varlık belirtisi midir, ayırt ede­bilir.





Varlığı vacib olan Allah Teâlâ’nın tecellisini görme haline
 “O’nunla olma” hali denilir. Allah Teâlâ’nın lütuf ve kereminin eseri olan, insanda bu görme hali, Velayeti Kübra’da seyreden velilere mahsus bir iltifatıdır ki; Bu makamın velayeti peygamberlere mahsus bir vela­yettir.





 İnsan, mânevî sarhoşluktan ayılma ve uyanma makamında var­lığı olduğu gibi, yerli yerinde görür. Fakat gördüğü şeylerin, Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren şeylerden ve O’nun varlığının gölge­sinden başka bir şey olmayan şeyler olduğunu anlar. Yine bu ma­kamın sırlarına eren zat görür ve anlar ki; Varlığın görünüşü Allah Teâlâ’nın sıfatıdır ve katiyyen aslı değildir. Tevhîd-i Şühûdînin manası işte budur. Öyle bir tevhîd-i Şuhûdî ki, nefis latifesinden müşa­hede edilir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının manası bu makamda anlaşılır.





“O’nunla beraber olmak ve O’na yakın olmak” arasındaki fark’a gelince: Beraber olmanın sonu “Bir” olmaya ve sonunda ikiliği kal­dırmaya gider. Her ne kadar mümkün olanın varlığı ayrıca müşa­hede edilirse de, varlığı kendi zatından değil, Allah Teâlâ’nın varlığındandır. Yine mümkünün sıfatının varlığı da O’nun sıfa­tının varlığındandır.





Beraberliğin ve birliğin hakikâti yokluktur. Yaratılmış olanın Allah Teâlâ’da yok olmasıdır. Bu hususu bundan daha fazla açmak mümkün değildir. Buraya kadar yapılan izahattan anlaşılmıştır ki;





Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böy­ledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.





Ekrabiyyet “Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın oluş” hâlini satırlara intikal ettirmek mümkün değildir.





Aklın gücü de bu makamı anlamak ve anlatmak için çok noksan ve kifayetsizdir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının, kulun kendi kendine olan yakınlığından daha yakın olduğunu kavramak hususunda, idrâk susmuş ve akıl acze düşmüştür. Bu mesele aklın ötesindedir. Bu sırrı meydana koyma yetkisi sınırlı tutulmuştur.][4]





جمالُ قدْ بدٰى حقًّا بكُلّ الْوجْه اطْلاقًا





Allah Teâlâ’nın cemâli her yüzde görünmeye başladı.





تجلُّ بأنّ تحْقيقًا بلا بـيْن و لا ايــْن





Mutlak olarak tecellîsi gerçekten mesâfesiz ve mekânsızdır. 





فإنّ الْخـلْق لمْ يُنْقـلْ من اْلامْكان لا نغْفل





Halk imkândan intikâl etmez, gâfil olma. 





İmkân şudur ki, vücûd ile yokluğu eşit ola,  yani varlıkla yokluğu aynı olmalıdır. Yaratılmışlar hiçbir zaman imkân âleminden ayrılmaz. Yani ilah olmaz.





ارى حقًّا وُجُود الْكُـلّ بلا بـيْن و لا ايــْن





Her bir şeyin vücûdunu mesâfesiz ve imkânsız olarak Hakkın vücûdu görür.





 يرى في كُلّ مرْآتٍ باسْقاط اْلإضافات





Kayıdların yok edilmesiyle de her bir aynada tek bir vücûd görünür.





وُجُودُ الْـوحْدة الذّات بلا بـيْن و لا ايــْن





Yüce Allah Teâlâ’nın vücûdunu mekânsız ve mesâfesiz tektir.





بباب الْمُرشدين الْزمُ  لهـذا الْمشْهد اْلاعْظم





Bu meşhed-i â’zam (bu büyük toplantı, bu görüş için) için Mürşidin kapısına sık sık devam ve eteğine yapışmakla olur.





Hz. Pir Abdülkadir Geylânî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





"Benim halîfelerim, mürîdlere zikre izin versinler ve irşada karışmasınlar, ben irşâd ederim." diye vadetmiştir ki, o, vadinden dönmez.[5]





Hz. Kuddûsî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz de buyurdu ki:





"Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Şeyh Muhammed Bahaeddin kulun bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdülkadir kulun küsmez. Çekinmeden günâh işleselek dahi mu­habbetten geçmez.” [6]





ترى ما لا يرى اْلأعْلـمُ بلا بـيْن و لا ايــْن





O zaman âlemin görmediğini aracısız olarak görürsün





Çünkü Bu Tevhid ilmi zevkîdir.





İlmi değildir, yani öyle kitapları okumakla hâsıl olmaz. Kitap okumakla elde edilen bilgilerden kitapsız haber verilmez. Bu tevhid ilmi ise zevkîdir, yani hâl ehli olmakla elde olunur. 





 سقانى شرْبةً صُبْحًا فاحْيانى به علْمًا





Mürşid sabah vakti bana bir şerbet içirdi ve beni ilmiyle ihyâ etti, yani bana bir tevhid makâmı gösterdi ve yeniden diriltti,





Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz şeyhin elinden içtiği bâde ile sırlara kavuştuğunu anlatmaktadır.





فصار اْلعلْمُ لى عيْـنًا بلا بـيْن و لا ايــْن





Sonra mekânsız ve mesâfesiz olan bilgimi kendimde buldum





تجلىّ وجْههُ بالذّات على الْمصْرىّ الْحلات





Mısrî’nin hallerinde İlâhî yüz bizzat tecellî etti.





بافْـناء الْوُجُوديّات بلا بـيْن و لا ايــْن





İşte o zaman arada hiçbir engel olmadan vücûdların yok olmasıyla onu kendisinde buldu.





"Hiçbir şey bilmeme, hiçbir şey istememe, hiçbir şey olmama noktasına ge­ri dönmeliyiz" [7]





Allah Teâlâ, tecelli-i bizâtihî (Zâtı tecellî) ve Tecelli-i bi-sıfâtihî (Sıfatıyla tecellî) ve ihâta-i bi-esmâihî (İsimleriyle kaplama) ve zahara bi-efâlihî (Fiilleriyle görünme) oldu.  Yani zâtıyla tecelli etti, sıfâtıyla ziynetlendi, isimleriyle bütün âlemleri kapladı, fiilleriyle göründü. 










[1] Necm, 9





[2] Sefine-i Evliya, c.II, s.177 deki Dip not.





[3]Her şey yokluk halinde iken ve kâi­natta hiç bir şey var olmadığı zamanda Allah Teâlâ, varlığı kendi Zatı ile idi.”





[4] (ALTUNTAŞ, 2007), s.785





[5] (Kuddûsî, Tarihsiz), s. 47





[6] (Kuddûsî, Tarihsiz), s. 173





[7] (Max HORKHEİMER, 2005), s. 411


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar