VAHDETNAME
Hazret-i Pîr Muhammed Niyâzî-i Mısrî
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd, insanın kalbine zâtı, sıfatlan, fiilleri ve eserleri ile tecellî eden ve kendi nefsini görmek için insanın nefsini kendine ayna kılan Allah'a; salât ve selâm ise, O'nun sevgilisi olan Hazret-i Muhammed'e ve onun âline olsun.
Bu mukaddime yazıldığına göre, bil ve agâh ol ki, Cenâb-ı Hakk bir kimseyi inâyetine lâyık görürse o kimsenin kalbine, "Biz bu dünyaya niçin geldik?" sorusuna bir cevap bulma arzusu koyar. Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. Yani ârif olsunlar ve birlesinler diye. Rasûlullâh aleyhi’s-selâm şöyle buyurur: "Kur'ân'ın zahiri ve bâtını vardır. Bâtınının da içinde yedi mânâya dek bâtını vardır." Bir başka rivâyette ise, "yetmiş mânâya kadar" şeklinde nakledilmiştir. Müfessirler, "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." âyetinin ikinci batındaki mânâsını, "İbadet itibârı bir emirdir." diyerek, "Ben cinleri ve insanları ancak beni bilmeleri için yarattım.” şeklinde yorumladılar. "Peki bilmekten maksat nedir?" dediler ve üçüncü batnın mânâsına göre, "Allah'ı birlemektir." cevabını verdiler. Ey benim şâhım, demek ki bir kimse kırk yıl ibadet etse, gündüzü oruçlu ve geceyi ayakta geçirse, ama ibadetten maksadın ne olduğunu idrak etmese, bundan zerre kadar fayda görmez.
Bilmek, birliğe ulaşmaktır. Birliğe ulaşmak da, kişinin kendisini zât, sıfat ve fiilleriyle fânî görmesidir. Hatta tüm varlığın Hakk'ın vücûdu olduğunu idrak etmesi, varlığın Hakk'la mâmur olduğunu bilmesidir. Benlikten geçmek bundan ibarettir. Böyle olunca, o kimse her nereye baksa Hakk'ı görür ve kendisinde de Hakk'tan başka bir şey görmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Her ne yöne dönerseniz dönün, orada Allah'ın vechinden başka bir şey göremezsiniz.”
Su ve balçık sûretinde senden gayrı aşikâr kimdir
Can ve gönül halvetinde senden gayrı nihân kimdir
Allah, "Benden başkasını gönüllerinizden çıkarın." buyurdu. Bu ise, "Zâhirde ve bâtında, gizli ve âşikâr, Hakk'tan başka kimse yoktur." mânâsına gelir. Ey cihânın cânı, senden gayrı kim vardır? Bilinmelidir ki, Cenâb-ı Hakk, zâhirde ve bâtında, gizlide ve âşikârda olan her şeyi Kur'ân-ı Azîm'inde zikretmiştir. Fakat aklı kıt olanlar bunu idrak edemezler. Allah'ın, "Yaş ve kuru ne varsa hepsi bu Kitâb içindedir " buyurması bu mânâdadır.
İki cihanda gizli ve aşikâr, O'ndan başkası yoktur, dediğine "Evvel, âhir, zahir ve bâtın O'dur." âyeti delildir. Evvel ile Âhir'in iki kadîm sıfat oldukları düşünülürse, bütün âlemler yaratılmadan önce, O vardı. Evvel olması budur. Bütün âlemlerin yok olmasından sonra da O vardır. Âhir olması da budur. Zahir olması ise cihân ve cihânm aynısı olan insan cismidir. Bâtın olmasına nişan da cândır ki, görülmez ve tüm canlılar onunla diridir.
Bütününün beyânı nûr-i cândır
Zuhûrundan nişân mülk-i cihandır
Ey cihânın cânı, nefs ile rûh birdir fakat içiçe geçmişlerdir. Nefs, cân; rûh ise zâttır. Nefs ve rûh birbirlerinden ayrı mahiyetlere bürünmüşlerdir. Ona insan ve sıfatları denir. Cenâb-ı Hakk, bir hadîs-i kudsîde Rasûlullah'a: "Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" şeklinde; bir âyette ise, "Yerin ve göklerin mülkü Allah içindir." şeklinde buyurmuştur. Hadîs-i kudsîde, yerin ve göklerin Hazret-i Muhammed için yaratıldığı, âyette ise Allah için olduğu buyurulmaktadır. Demek ki Hakîkat-i Muham- mediyye, Allah'tır. Allah da senin özündür. Bu meseleyi Süleyman Çelebi'nin Mevlid'indeki şu beyit ne güzel anlatır:
Kendi nûr-i pertevinden Zü'l-celâl
Kıldı Ahmed nûrunu bedr-i kemâl
İbadetten maksat, Hakîkat-i Muhammediyye'yi bilip has mü'min olmaktır. Has mü'min olan kişi, her şeyin Allah'ı teşbih ettiğini, her teşbih edenin bir isim giydiğini ve ismin müsemmâ ile aynı olduğunu görür. Ondan başka bir şey görmez. "Cenâb-ı Hakk zevâlsizdir. Hâlbuki insanda ve diğer her şeyde bu sıfatlar bir gün tükenecektir." Bu nasıl olur? Hakk'ın zâtının kadîm sıfatı, zevâlsizdir. Fakat hâdis (sonradan zuhûr eden) sıfatları geçicidir. Bu sıfatların fenâsı yani geçici olması, ayn-i bekâdır veya kalıcı olmasıyla aynı şeydir de denilebilir. Eğer bu sıfatlardan birisi fenâ bulursa, ona bedel binlerce sıfat zuhura gelmektedir. "İlâhî tecellîlere son yoktur." denilmesi bu mânâya işâret etmektedir.
Yazıcızâde, Muhammediyye'de tahkîk ehlinin îmânı üç mertebeye ayırdığını beyân etmiştir: Avâmın îmânı, havâsın îmânı, hâssu'l-hâssın îmânı. Avâmın îmânı: Allah'ın birliğine, Rasûl aleyhi's-selâmın hak olduğuna, Kur'ân'a, cennete, cehenneme, gayba, namaza ve niyâza işiterek îmân etmektir. Havasın îmânı: Ayne'l-yakîn hâsıl ederek, Tanrı'nın zât ve sıfatlarını müşâhede etmektir. Lâkin bunlar rûh ile nefsi bir bilmezler, yani onları bir görme makamına erememişlerdir. Kahr ile lütfün aslının bir olduğunu idrak edemediklerinden şeriatten korkarlar.
Kahr u lütfün illeti ma ‘nîde vâhiddir velî
Bilmedi Şeytân hu tevhidi Ehad'den düşdü dür
Hâssu'l-hâssın îmânı: Her şeyi Hakk'ın sıfatlarının maz- harı bilip, zikredenin zikredilen olduğunu, âlemde görünen hiçbir şeyin Hakk'dan gayrı olmadığını müşâhede etmektir. Yani Allah'ta fânî ve bâkî olup hakka'l-yakîn rütbesine ulaşmaktır.
Ere hakkânî vücûd andan saııı keşfola hâl
Kim O'dur mezkûr hem zâkir dahi ezkâr Hakk
Yani zikredilen, zikreden ve zikir Hakk'tır. Bu makama kutbul-aktâb makamı denilir. Eenâ-yı sırf, tevhîd-i sırf, tecellî-i zât, cem‘uî-cem‘, hazret-i ehadiyyet ve hakîkat-i Muhammediyye gibi isimlerle de anılır. Buna, "Ben ona (Âdem'e) rûhumdaıı nefrettim." âyeti delildir. Bir başka âyette de şöyle buyuruluyor: "Biz ona şah damarından daha yakınız."'0 Hadîs-i kudsîde ise: "Ben bir kulu seversem, onun kulağı, gözü ve eli olurum. Benimle yürür ve benimle işitir, benimle görür ve benimle söyler." buyurulmuştur.
Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz, Medine'ye hicret edeceği zaman Hazret-i Ali onun yerine yatmıştır. Kâfirler mübarek evi kuşatmış, Şeytan da yaşlı bir adam sûretinde onların suikastına rehberlik etmekteydi. Efendimiz düşmanların üzerine bir avuç toprak saçarak onları uyutmuş ve evden çıkmıştır. Kendilerine geldiklerinde eve girip, Rasûlullah'ın gittiğini ve Hazret-i Ali'nin onun yatağında istirahat ettiğini gördüler. Rasûl aleyhi's-selâmın, "Düşmanı bir avuç toprakla kör ettim." buyurması üzerine, "Attığın zaman sen atmadın, Allah attı."" âyeti nazil olmuştur. Böylece, herkesin elinden işleyenin Hakk olduğu bildirilmek istenmiştir.
Allah, "dilediğini yapandır "n Burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Bâtılı da işleyen Hakk mıdır?" Bu soruya cevap olarak şu âyeti gösteririz: "Dilediğini sapkınlığa, dilediğini de hidâyete iletirsin."' Bu nedenle ehlullahın mezhebi, "İyi veya kötü, hepsi Allah katmdandır." "Hayrı ve şerri veren Allah ise, bu durumda kulun suçu nedir?" diye sorulacak olursa, şunu söyleriz: Cenâb-ı Hakk dilediğini işleyicidir ve hakîkî müriddir. Ezelî ilmiyle senin amellerini ve hareketlerini murâd edip takdir etmiştir. Bu âlemde sana hayır işletmek isterse Cebrail vâsıtasıyla ilham verir ve sen o hayrı işlersin. Şerri ise Şeytan vâsıtasıyla yani fikir ve vesvese ile işlersin. Hakk böyle yapmakla zâlim olmaz. Zira peygamberlerin hepsi türlü belâlar çektiler ve bu belâları ve fiilleri kendilerinden görmediler, hatta yakınlıklarını arttırdığı için sevinirlerdi. Hakk'ın bir ismi Mümît, bir ismi Kahhâr, bir ismi de Cebbâ/dır. Bu isimler gereği bir kimseyi öldürse, kahretse veya cebretse zulmetmiş olmaz. Sadece irâde etmiş ve dilediğini işlemiş olur. Bunun dışındaki her türlü itikad bozuktur, dikkatli olunması gerekir.
Her kim ki mezhebi cebrî değildir
Peygamber buyurdu ki o kimse kâfirdir'
Cebr, hayrı ve şerri Allah'tan bilmektir. Zira zâhirde ve bâtında Hakk'tan gayrı bir şey görmezsen, nasıl olur da cüz'î ihtiyârım (seçimim) vardır diyebilirsin? Hakk'tan gayrı bir şey görmek veya düşünmek hakikatte küfürdür. Çünkü Hakk'tan başka bir şey yoktur. "Ebediyyen Allah'tan başka bir şey yoktur."
Yer altından göklerin aydınlığına kadar apaçıktır,
Yani yerin altından göklerin üstüne kadar her şey Hakk'tır. Bu sözümü şeriat elbisesinden soyunmuş olarak anlamak gerekir.
Şeriat özün kabuğu, geldi hakikat
Bu ikisinin ortası da tarikat'
Özdeki eksiklik sâlikin yoluna zarar verir
O özün kabuğu kırılmıştır ki kabuksuz gönderilmemiştir
Yani şeriat meyvenin kabuğuna, hakikat de meyvenin içine benzer. Badem ve ceviz gibi. Badem veya cevizin içini yemek istersen kabuğunu kırmak gerekir. Sâlikin yolunda, içe zarar gelmesi hatadır, çünkü iç hakikattir. Kabuğun kırılmasından ise zarar gelmez, hatta faydası vardır. Zira badem ve cevizin kabuğu kırılmayınca yenmez. Bu mânâya işaret eden pek çok âyet, hadîs ve ehlullah kelâmı vardır. Nitekim Yûnus Emre hazretleri vâridâtında şöyle buyurur:
İstedüğümü buldum ben aşikâre can içinde
Taşra isteyen gitdü kendü nihân içinde
Uğru olmış uğurlar kendü kendüyü çıkar
Sahne kendüsü olmuş kendü zindan içinde
Dutun deyu çağırur uğru dahi çağırur
Bu ne aceb uğru bu çağıran içinde
Siyâset meydânında kalabadan bakan ol
Siyâset kendü olmuş girmiş meydân içinde
Aldı kudret kılıcın urdu nefsin boynuna
Kul eylemiş nefsini elleri kan içinde
Haste olmuş iniler Kıır'ân ününü dinler
Kur’ân okuyan kendü kendü Kur'ân içinde
Orucuna güvenme nemâzına tapınma
Um ü amel gark olur nâz u niyâz içinde
Oruç nemâz gusl ü hac hicâbdır âşıklara
Aşık andan münezzeh hâssüd-havâs içinde
Yûnus senün sözlerin ma ’nîdür bilenlere
Söyleyeler sözünü devr-i zemân içinde
Azîzim, Hazret-i Yûnus Emre ümmî idi ve tarzı kendisinden önceki şâirlerin tarzına aykırı görünürdü, fakat hakikate mutabıktır.
Gerçi suret gezdirir ya müstakim
Rast yol varmak garazdır ey hakim
Ey benim ruhum, bir kimse ayne'l-yakîn ve hakka'l- yakîn mü'min olsa, Hakk'ı her yerde görür. Hatta kendisinden görünenin dahi Hakk olduğunu bilir. Yukarıda söylenen sözü, bir hadîs ile teyid etmek gerekirse,
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: 'Mil'minin ferasetinden çekininiz, çünkü o Allah nuruyla bakar.” Mü'min, îmâna gelmiş kimseye ve inanmaya derler. İnanmak ise görmekle olur. Eğer anlamak ve görmeden bilmek isterse yanlış zanna kapılır. Doğruyu idrak etmek çok nadir vâki olur. Bir kişi mü'min olduktan sonra her nefesi bin yıllık ibadet yerine geçer. Zira nazarı Hakk nazarıdır. Onlar hakkında: "Ömründe bir nefes dahi Hakk'ı müşâhede eden kimseye ne mutlu!" denilmiştir. Ömürlerini dâima Hakk'ın zâtını müşâhede ile geçirenler, O'ndan başka bir şey görmeyenler, Hakk'ın mahbûbları ve âşıklarıdır. Onlara müttekîn ve mukarrebîn denilir. Zâhir ehli, takvaya korku, muttakîlere de Hakk'tan korkanlar derler. Ancak takvanın hakikati, ikiliği kaldırıp Hakk'ın müşâhedesinde müstağrak olarak her şeyi O'nun zâtıyla, sıfatlarıyla veya eserleriyle müşâhede edip, zahirde ve bâtında O'ndan başka bir şey görmemektir. Takvanın gayesi ikilikte kalmamaktır. İkilikte kalan kişinin içi ve dışı kör olur.
Fâ ‘il-i mutlakdan özge kimse yokdur arada
Ger sen idrâk eylemezsen bil ki şendendir kusur
Bayezid Bestâmî hazretleri şöyle buyurmuştur: "Beni ilk zamanlarımda gören zâhid ve âbid olurdu. Son zamanlarımda gören ise ilhâda düşer, mülhid olur." Sebebi sorulduğunda, "İlk zamanlarımda gündüz oruç tutar, gece namaz kılardım. Vuslata eriştiğimde "Cübbemin içinde O'ndan başka bir şey yoktur. Yüce şânımı teşbih ederim. İki cihanda benden başka bir şey yoktur." dedim. Gelenek ve görenekleri ibadet zanneder, yerine getirirdim. Onları bırakıp, o vadiyi geçince halktan câhil kimseler benim hakikî hâlime vâkıf olmadılar. Benim ne mertebede ve ne menzilde olduğumu anlamadan ve gafletlerinden, "Eğer ibadet iyi bir şey olsaydı, bu terk eder miydi?" diyerek ibadeti terk edip, kimi mülhid, kimi de zındık oldu." şeklinde cevap verdi.
Şeyh Şiblî bir gün namaz kılmaya başlayacakken duraksayıp sonra namazı kılar. Ardından bir âh çekip şöyle söyler: "Kılsam müşrik, kılmasam fâsık olurum." Yani şunu söylemek ister ki, "Eğer kılarsam kulluk kabul etmiş olurum." Çünkü onun vardığı makamda, kendisinden bir şey yoktur ve sadece Hakk'ı müşâhede eder. Bu makama tevhid-i sırf makamı derler. "Tatmayan bilmez." kabilindendir. Bu makamda ikilik kalmaz, zira onların katında ikilik makamı makam-ı şirket ve makcım-ı te'addüddür. Bir kulun, bir de Tanrı'nın olması gerekir ki buna makam-ıfark denir. Yani, "Kılarsam makam-ı farkta olurum ve kılmazsam şe- riate göre kâfir olurum." demiştir. Kılmazsam dediği ise şu mânâdadır: Rasûl-i Ekrem aleyhi's-selâm bir hadîsinde, "Kim namazı bilerek terk ederse küfre düşmüş olur." ve diğer bir hadîsinde de, "Birlik öyle bir hâldir ki lisân ile anlatılamaz. Bu hâle gelmeden buna inanan kimse küfre düşmüş olur. Vuslattan sonra ibadet etmek isteyen de Allah'a şirk koşmuş olur" buyurmuştur.
Azîzim, Cenâb-ı Hakk bir hadîs-i kudsîde, "Ben bir hâzineydim. Severek bilinmekliğimi istedim ve beni bilmeleri için halkı yarattım." buyurmaktadır. Öyle ise Adem'in yaratılması Hakk'ı bilmek ve birlemek içindir ve îmân da bu- dur. Bir kimse bu dâireye varmazsa, hakikatte insan değil hayvandır. Nitekim Rasûlullah aleyhi’s-selâm "Mü’minin inlemesi teşbih, susması tehlil ve uykusu ibadettir." buyurmuştur. Fakat bazı kimseler akla ve nakle dayanarak, her şeyin zâhirine bakıp bâtınından mahrum kalırlar. Bu bakış, alçaklıktır. Arif olan zahirden bâtını anlayan kimsedir.
Hazret-i Peygamber zamanında münafıklar gelip Rasûlullah ile namaz kılarlar ve şeriatin emirlerine uyar görünürlerdi. Onlar hakkında şu âyet nâzil olmuştur: "Münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.'n9 Riya ile namaz ve niyazda olanlar hakkında şu âyet indirilmiştir: "Vay şu namaz kılanların hâline ki, onlar namazlarında gaflet ederler, gösteriş yaparlar, en ufak bir yardımı esirgerler."
Ehlullah görünüşe bakmaz. Onlardan niceleri vardır ki, kendilerini gizlemek için haram şeyleri yapar, puthâne ve meyhâne köşelerinde şarap içip Hrıstiyan haçını boynuna takıp cemâl müşâhede ederler ki kendilerine melâmîler denilir. Onları görenler, zâhire bakarak bunlar fâsık veya kâfir derler. Lâkin kabiliyet sahipleri, onların sözlerini anlayıp, nefeslerinden hisse alıp, ehlullah olurlar. "Ömründe bir nefes dahi Hakk'ı müşâhede eden kimseye ne mutlu!"
Zâhidlik eski püskü bir posta bürünmek değildir Zâhidlik pak olmaktır atlas kumaşa bürünmektir
Temiz olmak, Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanmaktır ki, Rasûlullah bu hususta, "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın ve sıfatlarıyla sıfatlanın.'' buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ise şöyle buyuruldu: "Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim.''
Bazı kimseler hakikatin söylenmesinden incinirler. Hakikati söylemekle onlardan bir şey eksilir sanırlar. Oysa bu akıllarının kıt, anlayışlarının kısır olmasındandır. Bu nedenle "İnsanlara akıllarının alacağı kadar konuşun." buyurulmuştur. Bir kimsenin nasibi, anlama kabiliyeti yoksa ona dünyada ne kadar Rabbânî sır varsa söyleseniz, hiç bir şey anlamaz, inkâr eder. Bilmez ki Cenâb-ı Hakk tüm âlemleri bu ilimden ötürü yarattı.
Eğer bir kimse sevse, şu sözden başka bir şey söylemez: "Kişi neyi severse onun zikrini çoğaltır, sürekli onu anar.” Ey sadık âşık! Âşık mâşuğun aynısı olmuşdur. Allah'ın, "Onları severim, onlar da beni severler.” buyurmuş olmasıyla sâbittir ki, seven ve sevilen Hakk'tır. Arada başkası yoktur. Hatta "O'nunla birlikte başka bir şey yoktur.” itibariyle, bâtılda görünen dahi Hakk'tır.
Şehvet kişinin gönlünü nereden yakalar
Bazen hak bazen bâtıldan görünür
Ey benim şâhım, Hazret-i Rasûl aleyhi1s-selâm, bu makama gelmiş azizlerin ve Hazret-i Hakk'ın mahbûblarınm hasretliğine âh vâh etmiştir. Bunların, cemâl temâşa etmekten başka işleri yoktur. Hakk'ı müşahede etmek um- manına dalmışlardır.
Eğer, "Cenâb-ı Hakk bu dünyada nasıl görünür?" diye sorulacak olursa, "Âhirette, cennette görünür." derler. Bu sözleri tamamen cehaletten kaynaklanır. Zira yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadîsler Hakk'tan başka her şeyin varlığını nefyetmiştir. İsrâ sûresinde "Bu dünyada kör olan âhirette de kördür." buyurulmuştur. Hazret-i Şâh-ı Velayet efendimiz de: "Perde kaldırılsa, bana bundan ziyade yakîn hâsıl olmaz." ve "O'nu gördüm, O'na arif oldum, O'na kul oldum ve görmediğim Rabb'e kulluk etmem." buyurmuştur. Buna bir de şu sözü delil olarak sunalım: "Hazret-i Hakk güneşten daha açık ve zahirdir. Bu kadar ayan olmasından sonra beyân isteyen ziyan görür."
Nazar ehli olanlar, cennet ve cehennemi, haşri ve neşri hep burada görürler. Yârın kıyamet kopmasını beklemezler. Zira Hazret-i Şâh-ı Merdân şöyle buyurur: "Doğum, ölümün elçisidir” ve "Kim öldü ise kıyameti kopmuştur." Birinci beyânında, "Doğan öldü." İkincisinde ise, "Ölen kıyamete durdu." buyurmuştur. Buradan anlaşılıyor ki, erenler haşri ve neşri, cenneti ve cehennemi burada görürlermiş. Bil ki, bir nesnenin adı hem evvel, hem âhir, hem dünya, hem âhiret olmuştur. Bu iki âlemin hâllerini içinde barındıran tek bir âlem imiş. Nesîmî hazretleri buyurur:
Haşr ü neşrin sâ ‘ati geldi vü hem yevmül’hisâb
Uyhudan dür kıl ki ol günden ibâretdir bugün
Ehlullahtan Nâsır Hüsrev hazretleri de buyurmuştur ki:
Tenin kabir, ayağın lahit, gönlün ölmüş canın tabutudur
Terk etmek cennettir, bağlanmak cehennem
Can ölmüştür veya gaflet uykusundadır; zira "Uyku ölümün kardeşidir." denilmiştir. Dünya ve âhiretten geçmek, işi gücü terk edip, birilerine muhtaç olup, ömrü felâketle geçirmek demek değildir. Bunlara dünya ve âhiret gözüyle bakmaktan geçmek gerek. "O zahirdir" itibariyle bunlar Hakk'm sıfatlarıdır. Nitekim Hazret-i Hüdâvendigâr Mesnevi'sinde buyurur:
Allah'tan gafil bırakan dünya değil de nedir?
Yoksa elbise, para, oğul ve kız değildir
Bunlar seni Hakk yolundan alıkoyma sebebi olmasın. Şunu hatırla ki, Hazret-i İbrahim aleyhi’s-selâmnı yirmi bin sürü koyunu vardı. Hepsi helak oldu, buna rağmen bir an olsun nazarını Hakk'tan ayırmadı. Süleyman ve Yûsuf aleyhimi's-selâm aynı zamanda sultan idiler. Sultanlık onların nazarını Hakk'tan ayırmadı. Hakk'ın lütfü olan bir şey, niçin yaramaz olsun? Cenâb-ı Hakk, cenneti huriler ve güzel saraylar ile methedip kullarına vaad etmiş olduktan sonra niçin yaramaz olsun? Ancak Hakk'tan gafil olunursa yaramaz olur.
Bir sâlik Hakk'ı bulup O'na vâsıl oluncaya kadar, onu dünya sevgisinden menederler. Hakk'a vâsıl olduktan sonra terke gerek kalmaz. Çünkü başlangıçta, "O sizin için düşmandır." Vuslattan sonra ise, "Ölmeden önce ölünüz." sıfatında olup yine dirilirler.
Bulmak istersen hayât-ı câvidân Ölmeden ölmeğe sa ‘yet öl diril
Hazret-i Rasûl aleyhi's-selâm buyurur ki: "Dünya âhiret ehline haramdır. Âhiret de dünya ehline haramdır. Ehlullaha ise her ikisi de haramdır." Eğer bu hadîse zâhir mânâsı verilecek olursa, bütün peygamberler ve velîler haram yemiş olurlar. Hâlbuki "Sen olmasaydın, saı olmasaydın felekleri yaratmazdım." hadîsi gereğince, dünya ve âhiret onlar içindir. Buradan çıkarılacak mânâ şudur: Dünya ve âhiret ayrımı yapmak ehlullah için haramdır. Çünkü dünya ve âhiret dedikleri, Tanrı'nın sıfatıdır. Bunları başka bir şey tasavvur etmek bâtıl ve haramdır.
"La ilâhe illallah: Allah'tan başka ilâh yoktur." mânâsının remzi hakkında meşâyih şöyle söyler: Lâ ilâhe kalkar, illallah kalır, ondan da geçince illâ gider ve Allah kalır. Lâ yok demektir. Seni Hakk'tan ayıran bu yokluk âlemi olduğuna göre, ölmek gerekir. Sen yok olunca, Hakk'ın bekası ile bakî olursun ve fenânın (yok olmanın) beka (bakî kalmak) ile aynı olduğunu görürsün. Sen küçük bir kimse iken, öldüğünde dört unsura karışır, büyür dünya olursun. Nitekim Rasûl aleyhi’s-selâm buyurur: "Mü'minler ölmezler, fena âleminden bekâ âlemine geçerler." Dünya zannedilen, Hakk'ın vücûdu olur. Bazı kimseler bilmediklerinden bu mezhebe ilhâd, zındıklık, hulûliye veya tenasüh derler. Bilenler ise, âlemin nizâmına halel gelmemesi için söylemezler.
İmâm Ali Rızâ, İmâm Mûsâ Kâzım ve İmâm Câfer, dedeleri Hazret-i Şâh-ı Merdân'dan şöyle naklederler: Allah bir hadîs-i kudsîde buyurur: "Dehre (zamana) sövmeyin, çünkü dehr Allah’tır.'' Azîzim, iş böyle olunca, Hakk'a fenâ yoktur. Dünyaya dahi fenâ yoktur. Bunu böyle hileler. "Kıyamet hakkında ve bu cihânın yıkılması hakkında bunca âyet ve hadîs vardır, buna ne dersin?"diye sorarlarsa şöyle cevap veririz: Cenâb-ı Hakk buyurur: “O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır.'' Vech bu âlemdir.
Şey dediği, insan, bitki, ağaç ve sairdir ve bunlar fenâ bulur; fakat yeniden biterler. Öyleyse fenâ bekânın aynıdır. Zira, "Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz." Cenâb-ı Hakk başka bir âyette buyurur ki: "Sizi topraktan yarattık, yine ona dönersiniz ve yine ondan çıkarsınız." Yani siz fânî olup, ateş ateşe, hava havaya, su suya, toprak toprağa kavuşunca mahvolursunuz ve yine sizden bir tane daha gelir. Şimdi, sen bunlardansın. Sen ve senden önce gelenler de bu dört unsuru geçmişlerdir. Ben ve sen dediğin, dört unsur imiş ve dört unsur fenâ bulmaz imiş. Çünkü bunlar Hakk'ın sıfatı imiş.
Hadîs-i kudsîde: "Rüzgâra sövmeyiniz, zira rüzgâr Rahmân'ın nefesidir." buyurulmuştur. Ateş hakkında: "Ben o ateşim ki yâ Musa sana göründüm ." ; su hakkında: "Her canlı şeyi sudan yarattık." ; toprak hakkında: "Muhakkak yeryüzü Allah'ındır; dilediğini ona vâris kılar." buyurulmuştur. Cenâb-ı Hakk, Mûsâ aleyhi’s-selâma Tûhda zeytin ağacından "Yâ Mûsâ, iyi bil ki ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."3* diye seslendi. Ağacın çıktığı yer, en büyük kısmı ve terkibi topraktır. Demek ki, bunlar Hakk'm vücûdu imiş. Görmeyen ancak görünce, "Rüzgâra sövmeyiniz, zira rüzgâr Rahmân'ın nefesidir." mânâsının doğruluğunu anlar.
Yâri yârın görmek içün kim bugün yâri göre
Görmeyen yârin bugün yârın kaçan yâri göre
"Bu dünyada kör olan âhirette de kördürbuyurulmak- tadır. O hâlde ihtilâfa düşmek olmaz, çünkü dünya dedikleri âhiret imiş. "Adem yani yokluk ve yaratılış hakkındaki ihtilaf ve bölünmeyi vücûd hakkında zannediyorlar."
Bu âlem-i kesretde sen Yûsuf ü ben Ya ‘kûb
O âlem-i vahdetde ne Yûsuf ü ne Ken ‘ân
Âhiret dedikleri Hazret-i Rabbu'l-âlemîn imiş ki, fena bulmaz. Fakat "Semâ yarıldığı zaman ve yıldızlar dökülüp seçildiği zaman…" gibi birçok âyet vardır. Bu suretler, nizâm için konulmuştur. Çünkü insanda, kâinatta bulunan her şey vardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk buyurmuştur: "Biz onlara ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz..:" "… görmüyor musunuz?"
Yarılır, yıkılır dediği, kişinin göbeğinden yukarısıdır. Ehlullah ittifakla, kişinin göbeğinden yukarısının yedi kat göğe taksim olunduğunu beyân etmiştir. Rûh güneşe, akıl aya, rûhânî tefekkür diğer yıldızlara mazhar düşmüştür. Diğerlerini buna kıyas et. Şimdi, yer ve gök yıkılır demek, insana ölüm geldiği vakit insanın yeri, göğü ve yıldızları helâk olur demektir. Bu mânâya Kur'ân'da müteşâbih âyetler denir.
Hakk'tan gayrı bir nesne olmadığı; cennet ve cehennemin bu dünyada olduğu; bu cihânın fenâ bulmadığı anlaşıldı. Zira Hayy ve Kayyûm, cihândır ve her şey canlılığını bundan alır. Dört unsur onun sıfatıdır. Hayy olduğunu Kur'ân'da şu âyet göstermektedir: "Her canlı şeyi sudan ya- rattıkKayyûm'dur, yani kâimdir, durur, değişmez, oturmaz, devamlı ve dâimdir.
"Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'adır buyurulması, âlemleri besleyici olduğunu işâret ediyor. İnsanda on sekiz bin âlem vardır ve insanın gıdası yine bunlardandır. Güneşin şiddetiyle sular buharlaşıp gökyüzüne yükselir ve oradan tekrar yağmur hâlinde yere iner. Yağmurun yere hayat vermesiyle, bitkiler yetişir, hayvanlar bu bitkileri yer, hayvanı insan yer ve hayat bulur. Binlerce meyve ve hububat yağmur sebebiyle hâsıl olur ve insanın beslenmesine neden olur. Onun için Hakk'a Müsebbibü'l-esbâb ve Rabbüıl-âlemin denilmiştir.
Ey uman yârın günün cennâtım gel gör ki ben
Satmışam anı bugün yârin leb ü dendâmna
Enel-Hakk çağırır çeng ü defü ney
Yalancı lâ ile illâ'ya düşmüş
Her şey Eneî-Hakk diye zikreder, fakat şeriat ehli bu sözü anlamaz. Çünkü onlar yarın olacak şeyi, kıyameti beklerler, bunlara "ferdâyî" denir ve ahmaktırlar. Uykunun ölümün kardeşi olduğunu bilmezler. Oysa her gece ölüp, sabah kıyamete durup haşrolurlar. Bunun haşir ve neşir olduğunu bilmeyip, evliyanın rumuzunu anlamazlar.
Bugün vâ ‘iz beniferdâya saldı
Yalancı kıssa-hân billâh değil mi
Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Aıımâferdâ gussasın ferdâya sal
Sorgu, hesap dedikleri bu dünyadadır. Mizan dedikleri akıl; cennet dedikleri güzel yaratılış; cehennem dedikleri kötü yaratılış; azap dedikleri cehâlet ve gaflettir.
Zâhid aceb mi cennete girsem hesâbsız
Yokdur ki günâhım haşrde çün azâbsız
Sırât dedikleri kişinin doğru yoludur. Hakk'a gider ve Hakk'ı hazır görünce ölür ve dirilir. Sırât ve mîzâm görüp geçer, cehennemden, azap ve ikâbdan kurtulur, cennete girip cemâl görür.
Sıratın köprüsüne hak deyüp durursun ey zâhid
Göresin nice yanarsın eğer geçmezsen ol hakdan
Bu âlemde kişinin ehlullah olması, cennet ehli olması demektir. Zira cennette Allah'tan başka bir şey yoktur. Ehlullah puthânede ve meyhânede Allah'tan başka bir şey görmez. "Allah'a kavuşmadan, mü'mine rahat yoktur."
Kabe'yi büthâneden fark etmezem
Kad raeytul-Hakk'a fi küllil-makâm
Kabe'yi büthâneden fark eylemezse vechi var
Yârinin her yerde dîdârın görür bınâ-yı aşk
Cennette âdemin gönlü ne isterse, gözü onu görür. Nitekim Cenâb-ı Hakk: "Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı her şey var" buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de böyle buyurulunca, ne diyebilirler? Cennette Hakk'ın cemâlinden başka nesne gerekmez. Rasûlullah efendimiz, "Mîrâc gecesinde Rabbimi güzel bir yiğit sûretinde gördüm." buyurmuştur. O hâlde âşık olanlara mâşuk gereklidir.
Ey veren yârin visalin kün-fe-kânın varına
Vermişem kevn ü mekânı dilberin dîdârına
Yani Rasûlullâh'ın hâtırı için bir iki gün ayık geldik, şeriat ehlinden olduk. Yoksa biz dünyaya din, îmân, mezhep, millet, dünya ve âhiret için gelmedik. Biz İlâhi aşk için geldik ve işimiz aşktır.
Azîzim, Rasûlullah aleyhi's-selâm nübüvvet makamında iken, Cebrail aleyhi's-selâm gelir giderdi ve haber verdiği zaman, "Cebrail bu âyeti getirdi." buyururlardı. Hakikatte Cebrail, Hazret-i Rasûlullah'ın akl-ı küllisidir. Akl-ı külliden ne haber gelse, Efendimiz, "Hakk'tan âyet geldi." buyururlardı. Çünkü o makamda Hakk'dan gayrı bir nesne olmaz. Nitekim Efendimiz, "Benimle Hakk arasında öyle bir vakit vardır ki, o vakitte oraya ne büyük meleklerden biri ne de bir rasul sığar." buyurmuşlardır. Bu makam istiğrâk-ı tâm ve tevhîd-i sırf makamıdır. Hakk'tan başka bir şey görünmez. Yerde, gökte, hayvanda ve insanda hep Hakk'ı görür. Kendinde dahi görünen ve gören, Hakk olur.
Her kande bakdım ise yüz göründü
Şol yüz ki derim düpdüz göründü
Bakdığın gördüğün cemâl kamu
Sen sanursun anı hayâl kamu
"Her ne yöne döneliseniz dönün, orada Allah'ın vechinden başka bir şey göremezsiniz." âyeti bunu bildirir. Bu mânâdan haberi olmayan kimseye "aklı başında adam" derler. Tâlibin isteği son mertebede ise, Hakk'a vuslat buluncaya kadar ona âşık derler. Eğer şeriat gülünden koklayıp tarikat âdâbını yerine getirirse, âşıklık, ubûdiyyet yani kulluk makamında olur.
Nasıl olur da cam olmayan bir kul, sultanın emrine muhalefet etsin? Fakat meczuplar denilen bir zümre vardır ki, bunlar "Kutbiyyet ve nübüvvet makamı hizmet ve kulluk makamıdır, biz o makama esir olmayız ' derler. Onlar bunu itibârı bir emir gibi anlarlar. Gerekirse de o makama esir olmaktan çekinmezler. Rasûlullâh aleyhi's- selâm, "Hayır sahiplerinin sevabı kurbiyet sahiplerinin günâhıdır." buyurmuştur. Çünkü hayır sahipleri namaz kılıp, dua edip, sevaptır derler. Bu ise kurbiyet sahipleri için ikiliktir ve günahtır. Bu yüzden kulluğu terk ederler. Onlar öyle bir hâldedirler ki, yerde ve gökte Hakk'tan başka bir şey görmezler. "O, evvel, âhir, zahir ve bâtındır mucibince, âşığın mâşuğun aynı olduğunu bilirler ve Hakk'ın mahbûbu olup dilediklerini işlerler. Cenâb-ı Hakk, onlara "Niçin böyle işledin?" diye sormaz. "Onlar için hesap ve azap yoktur." denilen zümre bu zümredir. Eğer "Rasûlullâh aleyhi’s-selâm da mahbûbluk dâiresine varmış mıydı?" diye sorulacak olursa; "Evet, varmıştır. Lâkin nübüvvet makamına tenezzül etmiştir." Bu makama tenezzül eden kimsenin de, Hakk'ın buyruğunu tutması gerekir. Çünkü günah işlense, Peygamber aleyhi’s-selâm şöyle yapmış diyerek insanlar azar ve kimseye itibâr edilmezdi. Fakat peygamberlik vazifesi olmayan bir velî nasıl isterse öyle hareket eder.
Bazı mürâîler vardır ki, işlerini uzatıp riyâ elbiselerini giyip, geçinecek bir yol bulmayıp, mecburen bu şekle
bürünüp, velî gibi görünmeye çalışırlar. Halk bunlar hakkında hüsn-i zan beslesin diye oruç tutarlar. Bunlara kaba zâhid derler. Mihnetleri çok, yükleri ağır ve bağları kavı olup, Şeytan azapta yaraşır. Cenâb-ı Hakk, Rasûlullah'a buyurur: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye.''
Bir başka âyette de şöyle buyurulmuştur: "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve esirgeyendir" Rahîm ismi şöyledir ki, Rasûl-i Ekrem aleyhi's-selâm miraçta cismini ve nefsini koyup, "iki yay uzunluğu kadar veya daha az", makamına vardı. Yani kendi benliğinden fena bulup Hakk'la mâmur oldu. O vakit bir kubbe gördü. O kubbenin içinde bir deniz, o denizin sonunda bir ağaç, onun üzerinde bir kuş ve onun gagasında bir zerre görüp sordular: "Yâ Rabbe'l-âlemîn bunlar nedir?" Nidâ geldi ki: "Habîbim, bu sıfatımdır. Zira rûh, kudretimin hakikatidir. Buna zât veya bâtın da derler. Bunu böyle görenler sıfatımdan zâtıma yol bulurlar. Gördüğün deniz, benim rahmetimin deryasıdır. Ağaç, dünyadır. O kuş, ümmetinin misâlidir. Zerre de, ümmetinin günahlarının bir damlasıdır.
Kesme şeyhî hafu edüp ol balır-i rahmetden recâ
Kim olur her katre ol yüz bin cihanın cürmüne
Azîzim, kişi kendisinin o zâtın sıfatı olduğunu görüp bilmeli. Yani ayrılık yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde şöyle buyurur: "Aşkı gördüğünde onda fena bulman
gerekir. Çünkü aşk dahi âşık ve maşuk icrasında bir perdedir." Âşık maşuk ile birdir, fakat mâşukuna vâsıl olmadığından âşıktır. Vâsıl olduğunda, aşk makamında temkin bulur.
Aşk ile âşık ve ma 'şûk bir imiş
Hem emen hem emziren hem şîr imiş
Bir hadîsi kudsîde şöyle buyurulmuştur: "İnsanın cismi, ruhu, kalbi, kulağı, gözü, eli, ayağı, dili, nefsi ve onu meydana getiren her şey Belidendir ve Ben onun gayrı değilim."
Kim bundan daha acaip bir söz işitmiştir?
Hem kendi evine gelmiştir hem de ev kendisidir
Şimdi azîzim, Hakk nûruyla Hakk'ı, bâtıl nuruyla bâtılı görürler.
Hakk'a münkirdir fakih inanma ol Şeytân'a kim
Yokdur ol cinn hilkatin zâtında ikrar isteme
Hakikatte Şeytan o fakîhlerdir ki, Hakk'ı görünmekten menederler ve ehl-i Hakk'a mülhid ve zındık derler. Hâlbuki kendileri mülhiddir. Cin ve Şeytan, o fukahâ mezhebidir. Çünkü onlar Hakk'ın görünmeyeceğine inanırlar. Bu birliği bir kimse bilmese, muhakkak kâfir olur. Benim azîzim, tembih çoktur, nihâyeti yoktur. Sen seyrânından geri kalma, bir nefesin kadri nice yüz bin cevhere değer ve bir daha ele geçmez.
Ko geçmişi geleceğe bakma hemân
Sâ ‘at bu sâ ‘at dem bu dem
Geçmiş, ruhlar âlemidir. Zahir âlimleri, "Elest bez- minde ruhların bir kısmı ikrar bir kısmı inkâr etti." derler. Biz ise, "Geçmişi bırak, çünkü o dediğin zaman bu zamandır ki, kimi inkârda ve kimi ikrârda yürür." deriz. Onların gelecek dedikleri, kıyâmet günüdür. Biz ise, "Kıyamet dahi bu demdir. Zira kimine azap, kimine ikâb, kimine cennet ve dîdâr bu âlemde müyesser olmuştur." deriz.
Maziyi müstakbeli ko hâle bak
Ef'âl ü evsâfı bırak zâta bak
Sûfî vaktin oğlu olur ey dost
Tarîkatin şartından söz açmaz
Hâle nazar edildiğine göre, sen de kendi hâline bak ve münasip olan ne ise onu yap. Zira Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde, "Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri adediııce- dir." ve Kur'ân-ı Kerîm'de, "Her bölük ellerinde olan ile memnun olurlar.” buyurmuştur.
Her birini bir işe düş eylemiş
Anınla gönlünü hoş eylemiş
Muhyîddîn Arabi hazretleri, "Cehennem ehli ateşle oynar” buyuruyor. Fâsıka fışkı doğru göründükten sonra, senin onu çirkin görmenin ona ne ziyânı olabilir? Hakk'ın isimlerinden biri de Mudilidir. Azizim, Cenâb-ı Hakk müşrikleri sevmez, o yüzden de şöyle buyurur: "Allah'a ortak koşanlar necistirler, pistirler." Fukahânın şeytanlarından sakınmak gerekir. Çünkü onlar, bir kimsenin birliğe ulaşmasına razı değildirler. Onlar Şeytan ve cinnîdir, ittifakla yürürler, seni Hakk'tan mahrum bırakırlar. Fukahâdan sakınasın. İnsan suretinde Şeytan onlardır.
Dedim ki küfür ve imândan kor hırım O da dedi
Sen ki benimlesin küfür ve îmândan korkan olmasın
Cehâlet içinde kalmak cehennem; Hakk'la olmak cennettir. "Allah’ın velîleri için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır" "Muhlis kimseler büyük tehlike üzerin- dedirler." buyurulması kutbiyet makamına işarettir. İlk zamanlar nübüvvet makamı da denilirdi. Fakat velayet ismi mahbûbiyyettir. Onda kıyamete dek korku ve tehlike olmaz.
Kametinden fâş olubdur ey sanem
Zâhid-i ebter ne bilsün hep hesâb üstündedir
Ben yüzün bağında gördüm cennet ü dîdârımı
Zahidin olsun behişti kim kitâb üstündedir
Beğenilen ve istenilen bu risaleyi ehlinden saklamamak gerekir. "Sırları yabancılardan saklayınız." derler. Bu sözün gereği yerine getirilmelidir.
Rasûl aleyhi's-selâm buyurur; "İnsanın vücudunda öyle bir et parçası vardır ki, ofesâda uğrarsa bütün vücut fesada uğrar, o salah üzre olursa bütün vücut salah üzre olur. İşte o et parçası kalptir." Kalp gönüldür ve cesedin sultanıdır, azalar onun mahkûmudur. Bu sultanı kullanan kimdir dersen, Rasûl aleyhi's-selâm şöyle buyurur: "Kalp Rahmân'ın iki parmağı arasındadır, onu dilediği ıjöne çevirir.” Kahır ve lütuf, küfür ve îmân, hepsi Hakk'tan gelir. Gönül ne tefekkür ederse, cisim onu işler. Fakat iki parmaktan kastedilen şeyin, ittifakla celâl ve cemâl olduğu söylenmiştir.
Mukallib-i usbu ‘eyndir çil taklibine her kalbin
Ayıran kim pây-mâl olsun celâlini cemâlinden
Bu sözler zahirde birbirine muhalif görünse de, hakikatte birdir.
Nâr-ı gam nûr-i safa hep bir çerâğın pertevi
Çeşm-i irfan ile baksan arada bî-gâne yok
Kahr ıı lütfün illeti ma ‘nıde vâhiddir velî
Bilmedi Şeytân bu tevhidi Ehad'den düşdü dür
Bu hakîr ve fakîr Mısrî, kahr ile lütfün aslının bir hakikat olduğunu söyler. Küfür ve îmânı, kahrı ve lûtfu Hakk'tan gayrı bilen Şeytan olur ve ona lânet edilir. Hadd-i zâtında Şeytan dedikleri, Hakk'ın Mudili sıfatıdır.
İki gözümdür celâlinle cemâlin çün benim
Ey gözüm nûru anı görmeyen Şeytân olur
Dostunu ve düşmanının muhalefetini Allah'tan bil
Her ikisinin gönlü de O'nun tasarrufundadır ’
Cenâb-ı Hakk'un "Dilediğini işleyen" olduğu malumu olan kişi, fiillerin tecellîsine mazhar düşmüştür. Bunu böyle bilen kimsenin, her şeyin Hakk'ın mazharı olduğunu bilmesi ve şöyle itikâd etmesi gerekir: Cenâb-ı Hakk, zâtıyla, sıfatlarıyla, fiilleriyle ve eserleriyle bilinmek, kendi kendini görmek diledi. Sıfatını zâtına, yani bu cismi rûha ve yokluğu varlığına ayna kılıp kendi kendisini temaşa eder. Bakan ve bakılan, gören ve görünen hep O'dur.
Hem can ü hem ten oldur hem sen ve hem ben oldur
Cümle görünen oldur ırakta ve yakînde
Bakan da bakılan da sensin, senden başkası değil
Peki neden bu kavga?
Denilir ki: "Cennette bir bahçe vardır. Ona kişi nasıl isterse girer ve dilerse şehristân, bedestân, bağ ve bostan olur. Alış veriş yapar. Alan ve satan Hakk'tır." Aslında cennetten kasıt, bir kimsenin Hakk ile olmasıdır. "Yer bir gün başka bir yerle değiştirilir," Müfessirler bu güne kıyamet günü derler. Fakat âşıklar katında kıyametin hakikati çocuğun ayakları üstünde durmasıdır. Ne zaman ki çocuk yürümek üzere ayağa kalkar, o gün kıyamet olur. Ailesinden gördüğü terbiye üzerine amel işler. Yani hangi mezhep ve millet üzere zuhûr edersen o kavmin taklidine boyanırsın. Cennetlik olmak Hakk'la mâmur olmak; cehennemlik olmak ise mevcûdâtı Hakk'tan gayrı görmektir. Esma, her ne şekilde zuhûr ederse, kişiden o amel zuhûr etse gerektir. Yukarıda bahsedilen şehristan, bağ ü bostan, bu dünyadan başka bir yer yoktur ki orada olsun. Hepsi bu dünyadadır, lâkin ne evde ve ne de ev içindedir.
Bağlandığım o kişi ağyar oldu, bir anda
Külhan görünen, gül bahçesine dönüverdi
İbrahim aleyhi's-selâm, en başta dünyayı yabancı ve düşman gördü. Sonra anladı ki hep yâr imiş. Ateşin gül bahçesi olması bundan ibarettir. Tefsirlerde geçer ki Süleyman aleyhi's-selâm şöyle söylemiştir: "Ey Allah'ım, Şeytan'ı niçin insanlara musallat buyurdun ki günah işlerler? Senden onu hapsetmek üzere izin isterim. Artık insanlara vesvese verip azdırmasın." Hakk'tan izin alıp Şeytan'ı bir kumkumaya koyduktan sonra denize attırır. Herkesin basireti açılır ve görürler ki bu cihânda emlâk, erzak ve evlâd hep oyunmuş. Nitekim Kur'ân'da buyurur: "Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır." Herkese malı ve evlâdı düşman imiş: "Ey îmân edenler, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının." İnsanlar ölüm düşüncesiyle dağlara çıkıp, mağaralara kapanıp ibadetle meşgûl olmuşlar. Dünyada nizam bozulmuş ve Süleyman aleyhi's-selâm "Nübüvvet, sultanlık ve dünyanın düzeni Şeytan ileymiş." demiş. Süleyman aleyhi's-selâmııı sanatı zembil örüp satmak olduğundan, kimse ondan almayınca Şeytan'a izin verilmesinde bir hikmet olduğunu anlamış ve Cenâb-ı Hakk'tan Şeytan'ın serbest bırakılmasını niyâz etmiş. Şeytan tekrar dışarı çıkıp, herkes yerine dönünce, yine gaflete düşmüşler. Bu arada devlet işlerinin merkezi, saltanat ve nübüvvet yeniden kuvvet bulmuş. Şimdi, Şeytan ve mahlûkat insanın maslahatı içindir. İnsan her hâli bilip kendisine, kahır veya lütuf, her ne düşerse onu işlemelidir.
Ben öylesi değilim ki kıymetli gönlümü her şuha vereyim
Gönül hâzinesinde senin mührün bir nişane gibi durur
Yûnus Emre hazretleri şöyle buyurur:
Tehî görmen siz beni dost yüzün görüp geldim
Bakî devrân rüzgâr dost izin sürüp geldim
Âdem oldum bilmedim nefsin boynun urmadım
Yanılup buğday yedim cernıetden çıkup geldim
Nûh oldum Tûfân içim çok çalışdım dîn içün
Dînime dönmeyeni suya gark edüp geldim
îsâ oldum kudretden bahane bir avretden
İnayet oldu Hakk'dan ölü dirildüp geldim
Mûsâ oldum Tür oldum bin bir kelime küdım
Asayı yere urdum ejderhâ olup geldim
Eyyûb oldum tenime cefâ küdım canıma
Sığındım Subhânıma kurdlar doyurup geldim
Zekeriyyâ olup kaçdım vardım ağaca geçdim
Dört yana kanım saçdım tenim biçdürüp geldim
Çün yer oldum basıldım Mansûr olup asıldım
Elim ile külümü göğe savurup geldim
Muhammed'i bir gece Hakk okudu mi ‘raca
Ser-te-ser yüce yüce gökler seyredüp geldim
Yalnız Subhân idim peygamberler canı idim
Yûnus'da pinhân idim suret değişüp geldim
Cenâb-ı Hakk kendi sıfatlarına bürünüp kiminde Isâ, kiminde Mûsâ ve kiminde Muhammed aleyhi's-selâm olarak kendisini seyretmiş ve hep edecektir. İbrâhîm aleyhi's- selâm, Hâdî sıfatının mahkûmu ve mazharıdır. Nemrûd, Ebû Cehil, Firavun ve Yezîd gibiler ise, Mudili isminin mazharıdırlar ve kâfirdirler. Fakat onları dahi hariçte görmek olmaz. Bu gelip gitmek tecellî iktizasıdır, sonsuzdur ve birbirine benzemez. Baştan sona Allah'ın azametini gösterir. Demek ki her şey Hakk'ın kendisi imiş. Nitekim Muhyiddîn Arabî hazretleri buyurur: "Eşyayı yaratan ve o eşya ile aynı olan zâtı teşbih ederim."
Bu serisin dediğin bil sen değilsin
Sen Ol'sun cân değilsin ten değilsin
Hem perdeyi kaldır ruh tecellî etsin
Hem kendi perdeni yok et zîra perdenin arkasındaki gizli kaldı
Cenâb-ı Hakk, Âdem aleyhi’s-selamdan Rasûl-i Ekrem aleyhi's-selâma ve ondan bu deme gelinceye dek hep kendi kendini seyreder. Birinden birine geçer. Kesretle geldiği için âlemi mest ve hayran eder.
Ben o kişiyleyim ki onıın talihi idim ya da benim o
Hem tenime tatlı bir can hem cana tendir
Âlem-i cân ve cân-ı âlem bu mânâdadır.
Hem bitiren hem biten hem yetiren hem yeten
Cümle menem cümle men dehr ile hem kâinat
Küfür, cehalet ve zulmet, Hakk'ın kahrına mazhar düşmüştür. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Hayır, doğrusu onlar o gün Rabblerinden perdelenmişlerdir."
Cenâb-ı Hakk, Âdem hakkında, "Gerçekten biz Âdem oğullarım bütün mahlûkattan üstün kıldık." buyurmuştur. İnsan tüm kemâlâta mazhar olmuştur. Âdem aleyhi's- selâmdan Hazret-i Muhammed'e ve Hazret-i Ali'ye kadar gelen ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan kâmil kimselerde hep kendisini görür. Cenâb-ı Hakk, Hazret-i Muhammed ve Hazret-i Ali efendilerimizde kemâliyle kendisini görmüştür. Hazret-i Ali evliyanın kutbudur ve onun hakkında Rasûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben ilmin şehri, Ali de o şehrin kapısıdır."; "Ben hikmet evi, Ali de onun kapısıdır." ve "Ben ve Ali bir nârdanız." Cenâb-ı Hakk onlardan sonra kendisini en kâmil şekilde diğer imamlarda görmüştür ki onlar: İmâm Haşan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeyne'l-Abidîn, İmâm Muhammed Bakır, İmâm Câferü's-Sâdık, İmâm Mûsâ Kâzım, İmâm Ali Rıza, İmâm Muhammed Takı, İmâm Ali Nakî, İmâm Hasenü'l-Askerî, İmâm Muhammed Mehdî aleyhimi's-selâm hazerâtıdır. Hazret-i Şâh-ı Velâyet'ten sonra her kim ki esrara mazhar düşmüştür, Hazret-i Şâh-ı Velâyet'in irşâdıyladır. "Âlimler peygamberlerin vârisleridir." buyurdukları, bu vârislerdir.
Meczuplar Hakk'ın mahbûblarıdır, onların şeriatteki eksiklerine bakılmaz. Zira bu kimseler Uveys el-Karanî hazretlerinin sırrına mazhardırlar. Elbette bu âlemden göçmüş ehlullahın ve küfür ehlinin yeri boş kalmaz.
Şia mezhebinde olanlar derler ki: "Bu sırlı yolun silsilesi Hazret-i Şâh-ı Merdân'dan sonra evlâdıyla devam etmiştir." Hazret-i Rasûlullâh: "Benden sonra imamların sayısı on iki olup, Kureyş'tendirler. Onların ilki Ali sonuncusu Mehdî'dir.” buyurmuştur. Ebû Hanîfe mezhebine göre, Şia mezhebi bâtıldır. Fakat Acem fâzılları, "Şia mezhebi, İmâm Cafer es-Sâdık, İmâm Mûsâ Kâzım ve İmâm Ali Rızâ mezhebidir ki, her biri bir ilim deryası idi ve pek çok eser yazdılar." diye beyânda bulunmuşlardır. Ebû Hanîfe, İmâm Cafer es-Sâdık'ın talebesi olduğu hâlde, başka bir mezhep icâd etmiştir. Bu mezhebe göre de, Muâviye'ye lânet etmek hatadır ve lânet edenler cezalandırılır. Oysa Muâviye, İmâm Ali'nin üzerine asker göndermiş, savaşmış ve on iki bin sahabenin vefatına sebep olmuştur. Daha da ilginç olan, Hazret-i İmâm'a karşı çıkanlar arasında Aişe Hanım hazretlerinin de olmasıdır.
Rasûlullâh aleyhi's-selâm zamanında Rûm gazasına giderken, bir gece Aişe Hanım hazretlerine daha önce namzed olan şahıs da oradan geçer. Aişe Hanım hazretlerini görünce, kim olduğunu sorar ve o da Aişe olduğunu yolunu kaybettiğini söyler. O kimse Aişe Hanım hazretlerini devesine bindirip Hazret-i Rasûlullah'm yanına getirip teslim eder fakat dedikodular başlar. Efendimizin üzüldüğünü gören Hazret-i Ali: "Yâ Rasûlallah, bu kadın artık sizin hânedânınıza lâyık değildir." der ve ardından Aişe Hanım hazretleri babasının çadırına gönderilir. Bu olaydan altı ay sonra, Aişe Hanım hazretlerinin suçsuz olduğunu ve iftiraya uğradığını belirten bir âyet gelir. Bunun üzerine Efendimiz, Aişe Hanım hazretlerini tekrar kabul eder. Şurası bilinmelidir ki, Hazret-i Muhammed'in kelâmıyla Hakk'ın kelâmı aynı şeydir. Hakk, bâtıl sûretinde bile görünüyorsa, Muhammed aleyhi's-selâm sûretinde görünmesi hata mıdır?
Bu meseleyle alakalı bir şey hatırladım. Rivâyet edilir ki İstanbul padişahı, "Artık size haraç vermeyiz. Alimlerinizden gönderin gelsinler, bakalım kimin dini hak ise onun hükmü galip olsun." diye Arap diyarına haber gönderir. Fâzıl kimselerden olan Ebû İshak hazretlerini İstanbul'a gönderirler. Ruhbanlar, konuyu Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinden açmak üzere anlaşırlar. Ebû İshak geldiğinde derler ki, "Sizin peygamberiniz iyi, zâhid bir kuldur ve Al-i Abâ'dandır. Fakat Aişe Hanım hakkındaki söylentiler onun hânedânma lâyık değildir." Ebû İshak şöyle cevap verir: "Bu söyledikleriniz Hazret-i Meryem'e olan bühtan gibidir. Hazret-i Isâ aleyhi's-selâm babasız doğduğu için ona haramzade dediniz. Hazret-i Meryem, Hazret-i îsâ'yı doğurmuşken bu iftiraya uğradı. Aişe Hanım hazretlerinin çocuk doğurmadığı hâlde bu iftiraya maruz kalması insaflı değildir." Utançlarından, "Susturun şunu, daha fazla konuşursa bizi dinimizden edecek." diyerek Ebû İshak'ı geri gönderirler.
Aişe Hanım hazretlerinin, Şâh-ı Velâyet efendimize bu mesele yüzünden olan kini onu Muâviye ile birlikte hareket etmeye kadar itmiştir. Hatta tarih kitaplarında nakledilir ki, Rasûlullâh aleyhi's-selâm, âhireti teşriflerinden önce bir gün, Hazret-i Ali ile otururlarken Aişe Hanım hazretlerini çağırtıp şöyle buyurmuşlar: "Eğer benden sonra Ali'ye muhalefet edersen, seninle olan nikâhımı feshetmek konusunda mutlak vekilimdir." Cemel Savaşı'nda Hazret-i Ali, Aişe Hanım hazretlerine: "Yâ Aişe, Rasûlullah'ın sözünü duymak ister misin?" diye hatırlatınca, Aişe Hanım hazretleri hemen atından inip özürler dilemiştir. Bunun üzerine Şâh-ı Velâyet hazretleri, onu çadırına göndermiştir.
Hanefî mezhebinde, yine bu savaşta yer alanlardan Talha, Zübeyr, Sa‘d ve Sa‘îd gibi on kişiye, aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenmiş on kişi) ismi verilmiştir. Hâlbuki bu on kişinin tamamı Muâviye'nin dostlarından ve beylerinden olup, Ebû Hureyre ve Amr bin el-As fetvasıyla Hazret-i Ali'ye kılıç çekmişlerdir. Yine rivayet edilir ki, yetmiş üç bölükten yalnızca bir bölüğü Hazret-i Ali'ye tâbi olmuştur. Büyük çoğunluğu sahabeden olan diğerlerini ise, Muâviye para ve altınla kendisine bağlamıştır. Bunların hepsi de Ebû Hanîfe'ye göre ırıakbûl kimselerdir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyurmuştur: " Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Biri hariç hepsi cehennemdedir."
Yine Ebû Hanîfe hakkında, Al-i Muhammed taraftarı değildi, Yezîd'e tâbi olup Kûfe'nin seçkinlerin dendi, onların gönlünce kitaplar yazdı, âyet ve hadîsleri te'vîl etti şeklinde rivâyet edilir. Bu husustaki delil de, Muâviye'ye, Yezîd'e, ve Mervân'a lanet edenin onun mezhebine göre cezalandırılması gerektiğidir.
Hazret-i Ali'ye defaatle asker çıkaran kimseye lanet edilmez de ne yapılır? Nihâyetinde bir hile ile Hazret-i Ali'yi İbn Mülcem'e şehîd ettirdiler. On İki İmâm, Peygamberin dört yâri ve Haseneyn efendilerimiz hazerâtının ve nesillerinin şehîd olmalarına da onlar sebep olmuşlardır. Allah'ın laneti hepsinin üzerine olsun. Ne kadar Hâricî varsa, onların yolundadır ve onlardandır.
On ikinci velî, Hazret-i Mehdî'dir. Zira Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, “İlki Ali sonuncusu Mehdi." buyurmuştur. Tarih kitaplarında, Yezîd zamanında Hazret-i Ali'ye hutbede lânet edildiği ve Muâviye'nin methedildiği yazar. Bunların neslinden Ömer bin Abdülazîz hükümdar olunca lâneti menetmiş, iyilikle yâd etmeyi emretmiştir.
Şia mezhebi ki İmâm Ca‘fer es-Sâdık mezhebidir, onların, kendilerine ve nesillerine lanet edilmesini engellemek için korkudan böyle yaptıklarını söylerler.
Mansûr hazretlerine, "Hangi mezheptensin?" diye sorduklarında, "Rabbimin mezhebindenim." buyurmuş. Nasır Tüccârî'ye sorduklarında, "Mezhebim malumdur. Meşrebimin ne olduğun sorarsanız, Mehdi gelince Ebû Hanîfe mezhebini kaldıracaktır." dediği kaydedilmiştir. Eğer hak mezhep üzereyse niçin değiştiriyor? Kişi cehd ederek Mehdi olup, Muhammedi makamı ve Hakk'ın mezhebini bulmalıdır. Yani Hakk'tan gayrı bir şey görmemek ve kavgaya girmemek gerekir.
Tezkiretü'l-Evliyâ'da kaydedilmiştir ki, Râbia Ade- viyye'ye sorarlar: "Hazret-i Muhammed'i sever misin ki "Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin." der. Şeytan'ı düşman tutar mısın ki, "Ey Adem oğulları, ben size and vermedim mi ki, Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanmızdır," buyurur?" Şöyle cevap vermiştir: "Sevmem, düşman da tutmam." Niçin âyete muhalefet ettiğini sorduklarında da: "Hakk'tan gayrısın bilmem ve görmem." demiştir.
Ben onu bunu bilmem aşk kadehiyle sarhoşum
Sâkî kadehi sun, mutrib nâmeye başla
Aşktan başı dönenlerdenim ne gönül ne din ne dünya
Eğer yolu gören istersen bizim her hâlimize nazar et
Benim azîzim, insan, Muhammed isminin yazılış şekli üzere yaratılmıştır. Başı mim harfi gibi dâire şeklindedir. İki elleri hâ harfine, göbeği mim harfine re iki ayağı dal harfine benzer. İnsan, Hazret-i Muhammed'in sırrı ile sırlanırsa onun gibi mahbûb olur ve hakkında "Sen olmasaydın, sen olmasaydın…" denilir. Zira sen olmasaydın, cihan olmazdı. Eğer bu anlattığımız meselelere vâkıf olursan, sana şu hakikat apaçık görünecektir ki, Muhammed hakikatte Ahmed'in aynısıdır, Ahmed de Ehad'ın aynısıdır.
Ehad Ahmed'dir amnıâ mimi eder fark
İki âlem o mim içredir gark
Bilmek gerekir ki, insan aynı zamanda lafza-i celâl (Allah ismi) mazharıdır. Sağ el, Allah isminin elif harfine, iki ayak lam harfine ve sol el he harfine benzer. Fakat insanın başı gitmeyince bu tahakkuk etmez. İnsanın pençesi yani avucu da lafzatullaha mazhar düşmüştür. İnsanda bilinmesi gereken başka bir nükte olmasına rağmen, o kendini bir nesne zanneder. Baş gidince ayrı harfi olur.
Nefs alt üst olur maşuk gizli
Gönlün ve canın binasını aşktan muteber kıl
Ehad'in ortasına bir mim harfi konulduğunda Ahmed olur. Mim cisimdir fakat görmeyenler ve bilmeyenler o cismi Hakk'tan gayrı zannederler.
Senin âlemin tevellâ ile yüce ve bağlıdır
Bilmiyoruz, her şey tevellânın nakşıdır
Ne mümkindir ki gayrı göre aynım
Ki aynın noktası şekl-i hebadır
Çü nokta-i aynın aslından gelür
Niçün münkir bana der kim hatâdır
Nokta-i Şems denilen, zât-ı Bârî'dir ve nokta-i hakikat kastedilir. O noktadan Hakk'ın bütün sıfatlarının mazhar- ları meydana çıkmıştır. Öyle bir noktadır ki, ancak kalemi kâğıt üstüne değdirdiğinde görünür. Noktayı hareket ettirip uzatmaya başladıkça harf olur. Öyleyse ayn harfi üstüne bir nokta konulup, ğayn harfi olmasında ne hata olabilir? Yani vücûd elbisesi nokta gibidir.
Dostun sevgilinin sureti âlemde nedir
Onun kendi suretinin resmi ne olabilir, her şey O
Her an deryadan taşan şeyi arıyorsun
Oysa senin aradığın o deryâdır
O Yegâne olana tapan görmeye geldiğinde
Bir ağacın yaprağı, çekirdeği saran zar
Bunların hepsi cem olmuştur dersen hata değil
O Yegâne olan bizâtihi var olandır
Yüz ayna O'nun vechine mukabil değildir
Her ne kadar yüz farklı aynada görüntüsü varsa da o tektir
Gördüğün her resim öndendir
Ki o nakkaş nakşın da kendisidir
Gördüğün kaş ve göz
Yakîn olarak bil ki, o bu göze kaştır
Ey dost! sevgili! İyilere nazar kıl
Sevgilinin ruhunun güzelliğini orada ara
İyiler onun zâtının mazharıdır
Mağribî de O'na hayrandır
Yani her nakşedilmiş şey Hakk'ın cemâlidir. İnsanın vechi Hakk'ın vechidir. İnsanın başı, yüzü ve kalbi arştır, cennettir, hûridir, melek ve peridir. Ne türlü vasfolunsa lâyıktır. Cenâb-ı Hakk zât, sıfat, fiil ve eserlerini bunlar- da göstermiştir ve bunların zâhir ve bâtını Hakk'tan gayrı değildir.
Ey gönül gel ki aşk gür bir sesle çağırıyor
Onun anlattığı bizim hikâyemizdir ki bizden dinlemişti
"Beni zikredin ben de sizi zikredeyim." mânâsını hatırlatıyor. "Allah işiten ve görendir." Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "Miraç gecesi Âlemlerin Rabbi ile gizlice doksan bin kelâm söyleştim. Halkın arasına geldiğimde onlardan bu kelâmları duydum.” buyurdu. Kaygusuz Abdâl da şöyle buyurur:
Zihİ muhît-i zevrak gözün aç anlayu bak
Gayrı ne var külli Hakk lâ ilâhe illallâh
Cümle âlem zât imiş deryâ-yı hikmet imiş
Hakkla vuslat imiş lâ ilâhe illallâh
Hakk'ı gördüm diyen kişi, Hakk'ı insandan başka bir yerde göremez. Nitekim Kuhân'da buyurulur: "Biz insanı en güzel şekilde yarattık." Yaratılanların her biri bir sûret gösterdi, insan ise Hakk'ın sûretini gösterdi. Hazret-i Rasûlullah, "Allah âdemi kendi sûretinde ve Rahmân suretinde yarattı." buyurdu. Yani isimlerinin sûretinde yarattı. Kendi kendini seyreder, fakat halkın azıp birbirine düşmemesi için bunun üstünü örterler.
Kim dilerse görmeği tahkik Rahman suretin
Gelsün uş görsün yakın canla câııân s üret m
"Mü'min mü'minin aynasıdır." hadîsine bakacak olursak, insanın bir ismi mü'min Hakk'm bir ismi de mü'min- dir. Bu durumda insan, Rahman'in aynasıdır, Rahman isminin mazharıdır ki, Hakk'ı Hakk'a gösterir. Nitekim sen aynaya baksan kendini görürsün.
Yârin yanağının aksi aynada belirdiğinde
Kendi yanağımın aksinde sevgilinin cemâli peydıî oldu
Hakk cemâlin vech-i hûbânda çü peyda eyledi
Çeşm-i uşşaklar kendüsün temaşa eyledi
O, gâh âşık olur gâh mâşuk olur. Benim ruhum, dış görünüşe aldanma, korkup hakikatten mahrum kalma! İki cihân O'nun sıfatı ile zâhir olmuştur.
Hakikatin gül bahçesinde diken yoktur ey zâhir ehli
Miskin kişi diken yerine o gülden doyar
Zâhir ehli ölür, fakat hakikat ehli olanlar âlemin kutbu olurlar. Rasûlullah'ın, "İşlerinizde şaşıp kaldığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz." buyurması, zâhir ehli için geçerli değildir. Bu emir, "Ölmeden önce ölünüz." ile âmil olanlar hakkındadır. Onlar ölümü görmüş ve mülâhaza edip kendilerini hareket hâlinde bir ölü bilip, Allah'ta fenâ bulup, O'nda bekaya vâsıl olmuşlardır. Rasûlullah buyurur:
"Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabir ehlinden say.”
Dedi dünyâdan şöyle ol nitekim bir garıb insan
Kiya‘nîhiç vatan tutma Semerkand ü Buhârâ'dan
Dahi bir yolcu gibi ol ikâmet eyleme asla
Ki ya 'nî hiç karâr etme elin çek zîr ü bâlâdan
Yani kendini kabir ehlinden olmuş bil. Dünyayı terk edip bu sırlı sözlerden haberdar olasınız. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem fenâya tâlip olunmamasını tembih etti.
Ma ‘zûr geçe beyzâ ve sevdadan
Ol kim gelmezden evvel kubûra
Girmeden dura bekâ-i zâta
Haşr ola tecellî ede esmâdan
"Ölmeden önce ölünüz." buyurulmuştur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden hakikat ehli bu mânâyı tahsil ettiler ki, tecellî esmâdandır. Yani bunu anlamak için "Ölmeden önce ölünüz." sırrına girmek gerekir. Elbette insanın tabîi ölümü iki kere olmaz. Bu hadîsten kasıt, "Ölmeden evvel kendini ölmüş bil." demektir. Yani öyle fânî ol ki, görünürde bâkî kalan yalnızca Hakk olsun. O zaman görürsün ki, Cenâb-ı Hakk esmâdan tecellî eder. Yani Hakk, esmâsını kendi sıfatına hâkim kılmıştır. O sıfatın adı insandır. İnsan da, madem ki esmânın tecellîlerine mazhar- dır, esmânın gereği olan hâlleri ortaya koymak durumundadır.
Rasûlullah'm, "Kabir ehlinden yardım isteyiniz.1' buyurduğu kabir ehli, makam-ı Muhammed'de ve Ali'de karâr etmiş kimselerdir. Her zaman bu kimselerden dünyada muhakkak vardır. Onlar üçlerdir. Üçlerin ikisi, kutbun iki tarafında otururlar, vezirdirler ve isimleri imâmâtı (iki imâm) dır. Kutup ile üç olurlar. Zâttan her ne feyiz nazil olursa, önce kutba erişir, ondan imâmâna erişir, onlardan da yedilere erişir. Hakk'm emriyle erişen bu feyiz Hakk'ın sıfatlarıdır. Yediler, yedi yıldıza emreder, yedi yıldız da sıfat hükümlerini yerine getirirler.
Çünki iş takdirdir ahterden efgân eyleme
Hükm-i sultândır siyâset ağlama cellâtdan
Çünkü bütün tesirler Hakk'ındır ve eşya dahi sıfat yönünden O'dur.
Hüve'z-zâhir ki zahirdir sıfatı
Hüve'l-bâtın ki gizlü gmjb zâtı
Hakk muhtelif isimlerle ve muhtelif suretlerle zâhir oldu. Aziz isminin suretini görmek istersen, dünya ile veya amelle azız olan bir kimseyi görmek gerekir. Mudili isminin sûretini görmek istersen, azgın yani Hakk'tan gafil olanı görmek gerekir. Hâdî isminin sûretini görmek istersen, hidâyet bulmuş, Allah'ı bilmiş bir kimseyi görmek gerekir. Müzill isminin sûretini görmek istersen, zelîl ve hor olanı görmek gerekir. Cenâb-ı Hakk bütün isimlerin ahkâmını icra etmektedir. Fakat hepsinin çıktığı yer zâttır. Bu nedenle de hakikatte hepsi birdir. Eğer bir türlü hâl olsaydı, bir isim sûreti olurdu. Kur'ânda buyurulur ki: "Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı/' Fakat bu durumda tek bir tecellî ve bir isim sûreti olurdu. Cenâb-ı Hakk her zevki ve her hâli görmek istediğinden böyle yapmıştır.
Her birini bir işe düş eylemiş
Anınla gönlünü hoş eylemiş
Herkes Hâdî isminin mazharı olup bu ismin getirdiği safayı sürerek salih kimselerden olsaydı, esmâ-i hüsnânın diğerlerinin tecellîleri hangi sûretlerde görünecekti? Bilinmelidir ki, hayvanların dahi çeşitliliği esmâ-i hüsnânın gereğidir. Nitekim Şeyhü'l-Ekber buyurur: "Eşyayı yaratan ve o eşya ile aynı olan zâtı teşbih ederim" Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" ve "Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz." Bir hadîs-i şerîfte de: "Her şey aslına döner" buyurulur. Benim azîzim, bütün âlemin ve âdemin aslı Hakk'tır. Buna, âlem ve âdem henüz yokken, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın var olması delildir. Her zuhûr eden, Hakk'tan zuhur etmiştir ve Hakk kendini kendinde seyreder.
Bu küçük önsözden anlaşılması gereken şudur ki, bütün amellerden daha kıymetli olan şey, Hakkla mâmur olup kimseyi incitmemektir. Kimseyi kendinden ayrı görmeyince, başkasına kötü gözle bakmak da mümkün olmaz.
Her ne istersen yap yeter kı kimseyi incitme
Bizim şenatimizde bundan gayrı günah yoktur
Cihan bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü cinn
Ne kimse senden incinsün ne sen bir kimseden incin
Sevap dedikleri, mahlûkata ziyan vermeyip iyi geçinmek, incinmemeye gayret edip tehlike ve zarardan kaçınmaktır. Cenâb-ı Hakk buyurur: "Ey Hcibîbim, sana gönderdiğimi onlara bildir. Eğer bildirmezsen, risâleti yerine getirmiş olmazsın/' Yani sen bildiğini söyle, yapmazlarsa sana bir zararı yoktur.
Eğer gelirse dinle rağbet et
Rasullerin haberine de kulak ver
Aziz kardeşim, bu emânetimi ehli olmayan kimselerden sakının ki, Cenâb-ı Hakk "Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder." buyurmuştur.
Mağribi söz söylemekten sakın
Zira bu âlem o sözü taşıyamaz
İnsaf edelim ki şeriat sınırlarını bu risalede yazdıklarımızdan daha fazla zorlamamak gerekir.
Af eteğini giy benim zilletime karşı
Şeriatın onuru bununla gitmez
Ey mürid, artık her şeyin aslı ortaya çıktığına ve bâtını bilindiğine göre, bundan sonra efsane peşine düşmek olmaz. Eğer zâhir-perestlerin sözlerine inanırsan, seni tek başına öyle mihnetli yerlere ve vahim vadilere salarlar ki ölünceye kadar oradan çıkamazsın ve kendine gelemezsin.
Ko selefi var ol rind-i kallâş
Gehi ol lâübâlî gâhî ol bâş
Gerçekten bu risâle, herkesin anlayamayacağı gizli mânâları içinde toplayan ve fitne koparıcı bir risâledir. Birçok gizli şeylere işâret edip, "Kamer Devri"nin sırrını meydana çıkarmıştır. "Kıyamet gününde bütün sırlar meydana çıkarız' âyetinin sırrını âşikâr etmiştir. Tuhfetü'l-Uşşâk, Turfetü'l-Müştâk, Zübdetül-Esrâr ve Hakikatüi-Ahbâr meydana geldi. "Kelâm arûs-i ma'nâya hicâb olmuş” O peçeyi kaldırırsan cemâli gün gibi ayân gösterdik. Örtüyü açmada bundan fazla mürüvvet ve cömertlik olmaz.
Aşkım selef den artık olur ise aceb değil
Bezm-i şerâba sonra gelen kati mest olur
Harf zarf oldu ve sâkî kâfiye
Nûş eden abdâla sahhal-âfiye
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar