Vuslatın Yolunu Göster
54
Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlün Mef’ûlü Mefâ’îlün
Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.
Eyledi hevâ gâret oldu işimiz âdet,
Dergâhın ulu gâyet kudret yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster.
Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl
Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster.
Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı,
Duymaya “Ev ednâ” yı hikmet yolunu göster.
Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr,
Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster.
Şu kim ola vuslatta, halvet bula celvette,
Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster.
Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.
Yâ Rabbi! Bize ihsân et vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.
Uzlet, “yalnızlık, insanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak” manalarına gelmektedir. Zahirde bunun yapılması kolay işlerdendir. Ancak gönlün uzleti hem zor ve güçtür. Manevi uzlet ise çeşitli isimlerde anılmaktadır. [1]
Eyledi hevâ gâret oldu işimiz âdet,
Dergâhın ulu gâyet kudret yolunu göster.
Hevâmıza uyduk yağmacılık âdet işimiz oldu
Dergâhın ulu gâyet kudret yolunu göster.
Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hoşuna gitti,
Güzel dikmişsin, buyurdular. Usta susmadı, dedi ki:
Bundan daha iyisini de dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki:
O halde onu kim için saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin?
Mademki benim için dikmedin kimin için dikmek istiyorsun? [2]
Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,
Meylimi dışardan kes halvet yolunu göster.
Kelime anlamı olarak bir kimse ile yalnız kalmak, ıssız yerde yalnız kalmak gibi manalara gelir. Tasavvufî manada ise, bir kenara çekilip, kimseye karışmadan zikir ve vird ile meşgul olmaktır.
Kaşânî, halveti kimsenin göremeyeceği yerde, gönlün Allah Teâlâ ile konuşması, O’na yalvarması, şeklinde tanımlar. Yani bu işin özü Allah Teâlâ ile beraber olmak ve yalnız olmak topluluklardan ve kalabalıklardan uzak kalmaktır.
Halvet, kişinin yalnız kalarak halktan uzaklaşıp Rab ile baş başa kalma ve kendini manevî yükselişe hazırlama olayıdır. Çeşitli riyâzatlarla açlık, susuzluk, zikir, fikir, tedebbür ve tefekkür gibi faaliyetler sonucu kulu Allah ile yakınlaşmaya hazırlayan bir ön hazırlık konumundadır.
Halvetin ortaya çıkışında bazı Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadislerin motive edici olduğunu görüyoruz. Sûfîler bu konuda Kur’ân-ı Kerim’deki bazı ayetleri kullanmışlardır. Meselâ:
“Musâ ile otuz gece (bana ibadet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’inin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a dedi: Kavminin içinde benim yerime geç, ıslâh et, bozguncuların yoluna uyma.’ Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabb’i ona konuşunca:
‘Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım! Dedi. Rabb’i buyurdu ki:
‘Sen beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!’ Rabb’i dağa görününce onu darmadağın etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca:
‘Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim!’ dedi.” [4]
Bu ayet hakkında müfessirlerin izahları şöyledir: Elmalılı Hamdi Yazır erbaîn kelimesini Bakara Sûresi’nde geçen şekliyle izah eder:
Hz. Musâ aleyhisselâm Allah Teâlâ düşmanlarını yok ederse, Yahudilere bir kitap getireceğini vaat eder. Neticede Firavun helak olunca, Hz. Musâ aleyhisselâm Allah Teâlâ’dan kitabı ister, Allah Teâlâ da ona otuz gün oruç tutmasını emreder. O sırada zilkâdedir ve zilhicce ile beraber Hz. Musâ aleyhisselâm tam kırk gün oruç tutar. Elmalılı’ya göre bu ifadelerden, Allah Teâlâ dostu olanların aydınlık tecellilere ermesi için, gece gibi karanlık çileler ve acılar çekmesi gerekir. İlâhî tenezzüller gece olur ve ızdıraplı ve acılı geceleri bütün başarılı sabahlar takip eder. Bu çileli geceden sonra, Hz. Musâ aleyhisselâm, Allah Teâlâ ile konuşmaya nail olmuş ve şu tecelliye ulaşmıştır: Allah Teâlâ meleklerle olan konuşması gibi, Hz. Mûsa’ya da vasıtasız ama perde arkasından onunla konuştu. Hz. Mûsa aleyhisselâm Allah Teâlâ’nın kelâmını her yönden işitiyordu. Bu da gösteriyor ki, Allah Teâlâ’nın kelâmını işitmek yaratılmışların kelâmını işitmek gibi değildir. Allah Teâlâ’nın sözünü işittiğinde Hz. Mûsa aleyhisselâm da Allah Teâlâ’yı görme isteği uyandı. Böylece o, kendisine görünmesi için Rabbi’ne yalvardı. Rabbi kat’iyyen “Beni göremeyeceksin” dedi. “Lakin dağa bak, Eğer yerinde durursa sen de beni göreceksin.” Bunun üzerine Rabbi, tecelli edince (bu izafî bir tecellidir.) Zatındaki mutlak kudret ve azametiyle olmaksızın dağ parçalandı dümdüz oldu. Hz. Mûsa aleyhisselâm, bu manzara karşısında dayanamayarak bayıldı. Allah Teâlâ’yı görmeye sadece o değil, bu dünyada hiç kimse dayanacak şekilde yaratılmamıştı. [5] “Beni göremezsin” ifadesinin hikmeti bu idi. Yoksa Allah Teâlâ’nın tecellisinden kaçınmak ya da lütufta cimrilik söz konusu değildi. Benzer ifadeler, Muhammed Ali es-Sabûnî’nin tefsirinde de mevcuttur. Çağdaş bilim adamları, tehannüsün kelime kökeni ve manası konusunda çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de itikâf ve onun türevleriyle birlikte dokuz tane âyet mevcuttur. [6]
Halvetin sünnette delili ise, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine nübüvvet gelmeden önce daha ziyade Ramazan ayında Hira Mağarasında ibadete çekilmesi ve yiyeceği bitene kadar burada kalıp gecelemesidir.[7]
Görünürde halvet insanlardan ayrılmak, gerçekte ise sıfatlardan, huylardan ayrılmaktır. Önemli olan yer değiştirmek, yalnız kalmak, tenha yerlerde bulunmak değil, huyları değiştirmek ve güzel huyları yerine ikâme ettirmektir. Ârif, görünürde halkla beraber, ama gizlide onlardan ayrı Hakk ile beraberdir. Kul, ihlâs ile yaptığı amel sonucunda bu amelin bereketiyle Allah Teâlâ’dan kendisini uzaklaştıran perdelerden, engellerden biri kalkarak kırk gece sonunda kırk perde, engel ortadan kalkar. Bu erbâin sonunda, bir hikmetin kula verilmesi, onun dünyadan ve içindekilerden uzak durması, ebediyet yurduna yönelmesi ile olmaktadır. Dünyadan ve onun sevgisinden uzaklaşamayan kimse, erbâinin şartlarına uymamış, kendisini Allah Teâlâ’ya tam olarak vermemiştir. Bunu yapmayanda ibadetinde ve Allah Teâlâ’ya yönelişinde ihlâslı sayılamaz. Çünkü Allah Teâlâ:
“Dini yalnız Allah’a özgü kılarak O’na kulluk etmeleri kendilerine emredilmiştir.” [8] Buyurmuştur. Bu ayette de anlatıldığı gibi kul ibadetinde yaşayışında her hâlinde Allah Teâlâ rızasına ulaşmayı gaye edinmelidir. Ve ihsan mertebesine ulaşmaya gayret etmelidir. Riyâ ve gösterişten uzak, ihlâs içerinde ibadetini yerine getirmek en büyük hedef olmalıdır.
“Ama bunca yıl kalıp boş elle dönmek yakışık almaz bize”[9]
Halvete Giriş
Halvete girmek isteyen kimse, gönlünü mal, mülk sevgisinden arındırmalıdır. Namaz kıldığı yerin ve elbisesinin temiz olmasına dikkat etmelidir. Girmeden önce abdest alır, iki rek‘at namaz kılar ve günahlarından tevbe eder. İçindeki kötü duygu ve hislerden arınmaya çalışır, bu esnada yalnız Cuma namazı için dışarı çıkar ve namazdan sonra tekrar halvete devam eder. Sâlik halvet esnasında vaktini yalnız Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Yalnız O’nun rızasını kazanacak işleri yapmaya çalışır. Kur'an-ı Kerim okur, Allah Teâlâ’yı zikreder, namaz kılar ya da murakabe ile meşgul olur. Bunun dışında yorulduğunda uyur ve dinlenir.
Erbaîn halvetine giren sâlik yeme içme konusunda ölçülü davranmalı ve aşırı yemekten kaçınmalıdır. Midesini fazla lüzumsuz şeylerle doldurmamalı ki, gece rahat ibadet edebilsin. Halvete giren kişinin yemesine ve içmesine dikkat etmesi tavsiye edilmiştir. Mideyi doldurmaktan sakınılması vücudu idare edecek seviyede bir gıda alımına müsaade edilmiştir. Başlangıçta daha fazla bir yemekle başlayan kişi daha sonra tedricen yemesini azaltmalıdır. Sûfîler Rabbi ile beraber olan o ferahlık ve sevinç içerisinde açlığı hissetmez demişlerdir. Yine mutasavvıflar nefsi açlıkla terbiye etmenin kişiye çeşitli faziletleri kazandıracağını belirtmektedirler. Halvet esnasında bazı sûfîler şaşkınlık yaşamışlar ve yanlış ifadelerde bulunmuşlardır. Burada dikkatli olmanın gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Bazı kimselerin daha önceki meşayıh ve mutasavvıfların bazı vakıa ve keşiflere mazhar olduklarını işitmeleri neticesinde halvete girmeyi istedikleri görülmektedir. Bu da niyetleri ihlâslı olmayan kişilerin böyle manevi bir olayı istismara gitmelerine neden olmuştur. Sadık mürid halvetten gayenin zamanını değerlendirmek ve uzuvlarını mekruh şeylerden uzak tutarak Allah Teâlâ’ya yaklaşmak olduğunu bilmelidir. Halvet esnasındaki evrad ve zikir konusunda sûfî gurupları farklı görüşlerde bulunmuşlardır. Mürid halvet esnasında bütün zamanını, kendisini Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak amellere tahsis eder. Bu işler Kur'an-ı Kerim okuma, Allah Teâlâ’yı zikir, nafile namaz, murakabe gibi ibadetlerdir. Bu fiilleri dönüşümlü olarak yerine getirir ki kendisinde bir bıkkınlık söz konusu olmasın. Halvette dikkat edilmesi gereken bir başka hususta Allah Teâlâ’nın ilâhî mevhibeleri nefsi aç bırakmaya münhasır değildir. Her yiyip içen bir insan yemeği azaltan aç kalandan daha üstün olabilir. Ebû Ya’kûb Sûsî’nin halvet hakkındaki görüşü de dikkat çekicidir.
Yalnızlığa (halvete) ancak ricâlden güçlü kişiler dayanabilir. Bizim gibilere birbirinden görüp amel etmek için toplum içinde kalmak, halvetten daha yararlıdır. Burada da görüldüğü üzere halvet olayı belli bir manevî ağırlığa sahip bir hadise olarak herkesin üstesinden geleceği bir iş değildir. Bazı maddî ihtiyaçları azaltma gibi görülse de bu işin dış tarafıdır. Esas iş manayı ilgilendiren yönüdür. Halvet uygulanması özel kuralları olması nedeniyle zor bir iş olduğu muhakkaktır. Kendisini buna hazırlamayan gerekli yeterliliği olmayan kişilerin yapabileceği bir fiil değildir.
İbrahim Havvâs kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz çölde güzel bir edep ve kalp huzuru içerisinde bir zatı görür ve o kişiye bu durumunu sorar o zatın cevabı ise şöyledir:
“Ben halkın içinde ve tanıdıklarımın yanında tevekkül, rıza, tefvîz-ı umûr ile amel ediyordum. Ne zaman ki tanıdıklardan ayrıldım. Bende bunların zerresi bile kalmadı. Buraya geldim ki bildik ve tanıdıklardan uzak olduğum zaman da, nefsimden iddia ede geldiği şeyleri isteyebileyim.”
Burada dikkat çekici husus kişi toplum içerisinde tanıdıkları yanındaki hali ve davranışlarıyla yalnız olduğundaki durumunun kıyaslanmasıdır. Her zaman aynı halde kalabiliyor mu? Yoksa farklı görünümlere girebiliyor mu? Yaptığı işlerde riya ve gösteriş, kendini beğendirme ve başkalarının övgüsünü kazanma isteği mi var. Süfyan es-Sevrî de halveti ilgilendiren şu sözlerinde konuya ışık tutmaktadır:
“Kim halka karışırsa, onları idareye (onlarla güzel geçinmeye) çalışır. Onları idareye çalışan; onların hal ve hatırını görüp gözetmeye mecbur kalır. Onlara göre hareket eden de, onların düştükleri hata ve tehlikelere düşer. Sonuçta, onlar gibi helak olur.” Burada çok dikkatli olunması gereken bazı hususlar da kendiliğinden gündeme gelmektedir.[10] Bir kişi toplum hayatında nasıl insanlardan uzak ve onlarla ilişki içersinde olmadan yaşayacak bu mümkün gözükmemektedir. Fakat önemli olan husus ölçülü olmak ve insanlardan kötü etkilenmenin önüne geçebilmektir.
Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl
Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster.
Candan sana tâlip kıl her tâate râğbet kıl
Bir Pîrle sohbet kıl hizmet yolunu göster.
“Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir. Hakk’ı bulmak pek kolaydır, velâkin Hakk’ı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür. Bunlar kimyâ gibidir, velâkin bulunması kimyâdan güçtür.
Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı,
Duymaya “Ev ednâ” yı hikmet yolunu göster.
İsimleri tâ’lim edip bildir bize eşyâyı,
“Ev ednâ” yı duymaya hikmet yolunu göster.
Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın görünen vücûdu), “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha fazla yaklaştı, tâ ki benimle arası iki yay boyumu kadar”.[11] Âyetlerin bâtını manâları ise: “Denâ” Seyr-i illallâh-tır (Allah Teâlâ’ya yaklaşma), yani tevhid mertebelerinde Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır.
Bunlar tevhidde urûc (yükselme) makâmlarıdır. “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır. “Kaab-e kavseyn” ise Cem-ül Cem makâmıdır. “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir. Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât, Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makamlarıdır. Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ (tekrar kavuşma) iki kavistir. Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem makâmında birleşirler. Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır.
Beyitte geçen “Hikmet yolu” tasavvuf yoludur. İnsanları Allah Teâlâ’ya vâsıl eden iki yoldan biridir. Diğer yol da şer’î yoldur. Kur'an-ı Kerim’de
“Bir kimseye de hikmet verilirse ona da birçok hayır verilir”[12] buyurulmuştur. Burada hikmet sâhibi kimse tasavvuf ehli olan kimselerdir ve onlara birçok hayır verilir. Esasen tasavvuf demek hikmet sahibi olmak demektir, bunlar hakkı hak olduğu için ve iyiyi iyi olduğu için yaparlar.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche "Derinlerdeki hikmet akıl ile akıl da hikmet ile çıkarılır. Hüsn-i siyasetle salih edep zuhur eder. Tefekkür ise kalbin hayatıdır" [13] demek suretiyle, akıl, hikmet ve tefekkürün icra ettiği fonksiyonun önemini belirtmiştir. Ancak bu hikmet anlayışı daha sonra değişmiştir. Olan şeyler ve hadiselerdeki Allah Teâlâ ve kullar nezdinde olması gereken ve gerekmeyen hallerdeki hikmetin durumun halli için Mutezile ve Eşarîler arasındaki kelamî tartışmalara başlamış ve Eşarî anlayışın İslâm dünyasına hâkim olması ve bu durumdan ehl-i tasavvufun da aşırı şekilde etkilenmesine, müridlerin şeyhleri ve işleri hakkında tek taraflı bir hikmet çizgisi ile vahdet-i vücud öğretisinin getirisi olan bir şekilde aklî yönü tamamen ber-taraf eden bir sonuca ulaşmıştır. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin buyurduğu kelâmın dışına çıkılmış tefekkür hayatı inkıraza uğramış İslam Medeniyeti istenilen seviyeye ulaşamayıp tabir-i caizse yerinde saymıştır. Belki “hikmeti vardır” birçok sorunun çözümünü sağladığı gibi nakıs olan kişi ve hallerinde istismarına sebebiyet vermiştir ki neticelerinde noksan haller husule gelmiştir. Bu durumu Süleyman Uludağ şu şekilde izah etmektedir.
“Allah Teâlâ’nın fiillerinde belli bir garaz ve illet bulunmadığını savunan ve irade sıfatını ön plana çıkardıkları için iradeciler diye adlandırılan ashâb-ı meşiyet’i bu şekilde düşünmeye sevk eden âmil, Allah Teâlâ’nın meşiyet ve iradesini sonsuz genişlikte görüp hikmet sıfatıyla bile tehdit etmeye yanaşmamalarıdır. Tabbiidir ki, ilahi irade mutlak ve bu derece kapsamlı bir şekilde ele alınırsa, sebep, illet ve hikmet telakkisini, neticede de aklı ve düşünceyi silip süpürür. Geriye ancak tesadüfler, gelişigüzel vukua gelen, maksat ve gayesi bilinmeyen ve hikmete dayanmayan bir takım hadiseler kalır. Bunun sonucunda da kâinat bir kaos şeklini alır. Allah Teâlâ’nın iradesini ve dilemesini insan aklı veya maddî illetlerle sınırlandırmak Allah Teâlâ’yı zaruret ve mecburiyet prensibinin altında şeklen faaliyet gösteren irade sahibi bir varlık olarak görmek caiz değildir. Ancak Allah Teâlâ’nın irade sıfatını yine O’nun bir sıfatı olan hikmet prensibiyle sınırlı ve uyumlu görmekte hiçbir mahzur yoktur. Zira Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde kendisinin hakîm olduğunu haber veren bizzat Allah Teâlâ’dır. Bundan dolayı irade sıfatının, hikmet sıfatının red ve inkâr edilmesini gerektirecek bir genişlikte anlaşılması doğru değildir”.[14]
“Mutezile’nin, insanın menfaatine ve maslahatına en uygun olan şey ne ise, Allah Teâlâ’nın onu yaratması lazım gelir, demesi Eşârîleri böyle bir çıkmaza itmiş, meseleyi köklü ama tek taraflı derinleştirmelerine yol açmıştır. Eşârîler ilahi iradeyi herhangi bir mecburiyet, zaruret ve illet altında görmemek için, hikmeti de hiç olmayacak şekilde tevil edip reddetmek ihtiyacını duymuşlar veya böyle hareket etmeye hasımları tarafından zorlanmışlardır. Sonradan illiyeti esas alan felsefenin güçlenmesi de Eşârîleri bu konuda zor durumda bırakmış, ötesi aydınlık olmayan ve gittikçe de karanlıklaşan bir sahaya sürüklemiştir. Diğer taraftan Mutezile’nin ortadan kalkması ve felsefenin de Eşârî bir kelamcı olan Gazzâlî tarafından çökertilmesi, İslâm âleminde baştanbaşa Eşârîliğin hükümran olmasına ve rakipsiz bir düşünce tarzı olarak istediği gibi faaliyet göstermesine yol açmıştır. Sebep ve illet fikrinin bu kadar çok zayıflaması ancak mutasavvıfların işine yaramış, kerametler ve olağanüstü hallere ait menkıbeler alabildiğine artmıştır. Artık ermişlerin hikmetleri ve iradeleri dahi tabiat kuvvetlerinden ve kanunlarından daha tesirlidir, daha kolay ve çabuk netice alır, diye inanılmaya başlanmıştı. Aslında Gazzâlî, var olan âlemden daha eşsiz (bediî) bir âlemin yaratılması imkânsızdırdemek suretiyle bu yolda Mutezile’yi ve felsefeyi bile geri gerilerde bırakan bir illiyet, nizam ve hikmet anlayışına ulaşmıştı. Ama ondan sonra İslâm fikir hayatında onun bu telakkisi değil, illiyet ve hikmet fikrine karşı olan telakkiler tesirli olmuştur”.[15]
Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr,
Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster.
Diken içinde biter gül bahçesi, nurlar perde içinde doğar,
Her şeyde tecellin var bakma yolunu göster
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;
Göklerin, akılların hazineleri bile nebinin gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse. Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin! Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer. Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün. O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör! Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar. Sen, tozu Allah Teâlâ eri sanırsın. İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer’idir. Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi. Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis’in mirasıdır. Be inatçı, İblis’in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer? Ben köpek değilim, Allah Teâlâ aslanıyım. Allah Teâlâ aslanı suretten kurtulandır. [16]
Şu kim ola vuslatta, halvet bula celvette,
Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster.
Şu kimsedir vuslatta ola, celvette halvet bula,
Bu Mısrî’ye çoklukta vahdet yolunu göster.
[1] (ÜNAL, 2006 ), s. 30 Halvet, [Sürekli murakabe, Nakşbendiyenin esaslarından önemli bir esastır. (Risâle-i Behâiye, 164.) Mevlevîlerde diz üstü oturarak ve gözleri yumarak kalbe yönelmek, içe dönmek, buradan mâsivayı çıkarmaya çalışmak, şeyhin yüzünü göz önüne getirip ondan feyz beklemek (rabıta). Melâmî-Hamzevîlerde buna “gönül, beklemek” denir.]
[2] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.236), s.323
[3] (SOYSALDI, yıl: 8 [2007], sayı: 19)
[4] A’râf, 142-143.
[5] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Şûrâ Yay., İstanbul 1993, c. 4, ss. 45-47.
[6] Âraf, 138; Hâc, 25; Tahâ, 97; Bakara, 187; Enbiyâ, 25; Bakara, 125; Tahâ, 91; Şuârâ, 71; Fetih, 25, bkz. M. Fuad Abdulbâkî, Mucem, ss.595–596.
[7] Mansur Ali Nasıf, et-Tâc, İstanbul 1961, c. III, ss. 251–254.
[8] Beyyine, 5.
[9] İlyada, ii 298; (ARİSTOTELES, 2006), s. 55
[10] (SOYSALDI, yıl: 8 [2007], sayı: 19)
[11] Necm, 8-9
[12] Bakara, 269
[13] Küleynî, Sikatü'l-İslâm Ebû Ca'fer Muhammed b. Ya'kûb, Usûlü'l-Kâfî ( thk. Muhammed Cevâd el-Fakîh), Beyrut 1413/1992,I, 76. (GÜLER)
[14] ULUDAĞ, Süleyman, Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1988, s.31
[15] ULUDAĞ, Süleyman, Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1988, s. 31-32. (KAHRAMAN, 2002), s. 77-78
[16] Mesnevi, c.I, b. 3955-3964
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar