Print Friendly and PDF

Yâ Rab Meded


40





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün. 





Zûlmet-i hicrinle bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,
İntizâr-ı subh-ı didâr olmuşum Yâ Rab meded.
 





Gülşen-i vaslın nesîmin irgürüp bâd-ı sabâ,
Andelîb-i bâğ-ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Kalmışam zindân-ı cism içre bugün tenhâ garib,
Bu kafeste rûz u şeb-i zâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz-i Elest,
Ol zamandan mest-i hûşyâr olmuşam Yâ Rab meded. 





Her ne varsam yakar bu cânımı âşk âteşi,
Yana yana külli püryan olmuşum Yâ Rab meded. 





Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,
Kesret
 içre bend-i ağyâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi,
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Zûlmet-i hicrinle bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,
İntizâr-ı subh-ı didâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Yâ Rabbi! Ayrılığın ızdırabıyla uykusuz kalmışım yardım et,
Yâ Rabbi! Eyvah bana sabahlara kadar yüzününü görmek istedim. 





Hazret-i Mevlânâya dimişler sultânum seni Allah sübhânehü ve Teâlâyı görür dirler gerçek midür? diyü buyurmışlar ki





“ben kimüm ki Allah sübhânehü ve Teâlâyı görebilem ve lâkin Al­lah Teâlâ kendini kendi gösterürse, görmemeğe kadir değülüm” dimiş. Mısrî sizün didügünüzden dahi kemterdür amma hakk zuhur itdükçe örtmeğe setr itme­ğe kadir olamaduğumdan söylerüm suç benüm midür hakkun midür kimündür? [1]





Gülşen-i vaslın nesîmin irgürüp bâd-ı sabâ,
Andelîb-i bâğ-ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Saba rüzgârı vuslat gülbahçesinin esintisini ulaştırınca,
Yâ Rabbi vay bana! Gül bahçesi bülbül olmuşum. 





Sabâ





Arapça olan sabâ kelimesine sözlüklerde çeşitli karşılıklar verilmektedir. Sözlüklerde yer alan sabâ ile ilgili açıklamaların bir bölümünde sabânın rüzgâr anlamı dışında edebî metinlerdeki anlamlarına da değinilmiştir. Sabânın farklı anlamlarının verildiği bazı sözlüklerde yer alan karşılıklardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:





Mütercim Âsım Kâmus Tercümesi’nde “Sabâ”ya: “Sadın fethi ve elifin kasrıyla rûzgâr aksâmından şol rûzgâra dinür ki matla‘-ı Süreyyâ ile Benât-ı na‘ş beyninden hübûb ider ola.”  karşılığını verir. (Mütercim Âsım, 1305: C.III, 853)





Kâmûs-ı Türkî’de: “Şark-ı şimâlî cihetinden esen hafîf ve latîf rüzgâr. Bâd-ı sabâ. Eski şi‘rimize sermâye-i makâl olan kelimât-ı ma‘dûdedendir. Sabâ-reftâr: Bâd-ı sabâ gibi hafîf ve serî‘ yürüyüşlü” açıklamaları yer almaktadır. (Şemseddin Sâmî, 1989: 816)





Osmanlıca sözlükte de: “Gün doğusundan esen hafîf ve latîf rüzgâr” karşılığının ardından; Esb-i sabâ-reftâr: Rüzgâr gibi uçan at. Sabâ-berâber: Sabâ rüzgârı gibi hafif ve latîf. Sabâ-reftâr: Rüzgâr gibi hafif ve çabuk giden” tamlamalarının anlamları verilmiş ayrıca, Türk müziğinin en eski makamlarından birinin de sabâ makamı olduğu söylenmiştir. Müziktesabâ-aşîrân, sabâ-pûselik, sabâ-uşşâk, sabâ-zemzeme ya da sabâ-kürdî makam adlarının da bulunduğu açıklanmıştır. (Devellioğlu, 1986:1084-1085)





Farsça sözlükte ise, “Sabâ”ya şu karşılıklar verilmektedir:





“1-Âşık ve ma‘şûk arasında peyktir ve ma‘şûktan haber getirir veya onun için haber götürür.





2- Sabâ rüzgârı sevgiliden haber getirdiği için fitnecidir.





3- Sabâ baharın evâilinde olduğu için ıtır kokuludur. Edebî gelenekte sevgilinin kûyundan geldiği için güzel kokuludur.





4- Sabâ rüzgârı sabah erkenden estiği için sabah rüzgârıdır.





5- Sabâ rüzgârı İsfend ayının sonunda ve baharın evvelinde olduğu için zayıf, hasta ve takatsizdir.





6- Şimâl rüzgârının bahar rüzgârına yakınlığı vardır.”  (Sîrûs Şemîsâ, 1998: C.2, 785-787).





Açıklamalardan da anlaşılacağı gibi bu sözlük bir edebiyat terimleri sözlüğü olduğu için sabânın daha çok şiirdeki anlamları, edebî terim olarak kazandığı anlamlar üzerinde durulmuştur.





Sabâ, gün ile gece beraber olduğunda, gün doğusundan esen latif rüzgâr olarak da tanımlanır. Ancak şiir dilinde sabâ, daha çok sevgilinin semtinden esen rüzgârdır.





Sabâ; bahar tavsifinde, cananın zülfü perişanlığı ve kokusunu tasvirde birçok mazmunlar yapılmasını sağlamıştır. Bazılarına göre seher vakti kıble tarafından esen rüzgârdır ki, Hazret-i Yusûf’un gömleğinin kokusunu Yakup’a bu rüzgâr götürmüştür. Şairler bu rüzgârı âşıkla mâşuk arasında haberleşme aracı sayarlar. Sabâ aynı zamanda peyk-i şuarâdır. Cananın makamına ancak sabâ ve şimal ulaşır (Onay 1992: 353; Büyük Türk Klasikleri, 1988: C.7, 401) .





Sabâ, değişik kaynaklarda sıralanan yukarıdaki anlamların dışında tasavvuf terimi olarak da çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Sabâya, tasavvufta nefsin kuruntular ve vesveseye dalmasıyla bir çeşit iç huzursuzluğu duyması ve perişan olması, feyiz ve tecelli nimetlerine mazhar olma, rûhânî âlemin doğusundan esen ve hayra vesile olan nefhalar, manevî esintiler, nefsin vesvesesinden meydana gelen perişanlık yahut feyiz ve tecelli gibi değişik anlamlar verilmiştir. ( Uludağ 1996: 445; TDEA 1990: C.7, 379; Büyük Türk Klasikleri 1988: C.7, 401)





Sabânın bu özelliklerinden biri “can vermek” olarak nitelenir. Bu açıdan “İsâ nefesli” olarak tasvir edilir. Sevgilinin köyünde, mahallesinde, evinde ve geçtiği yollarda dolaşır. Bu yolların tozu ile arkadaşlığı vardır. Sabâ tozla olan ilgisi bakımından “seferden gelmiş ayağı tozlu” bir kişiye benzetilir. Bazen de “bî-ser ü pâ” olarak nitelendirilir. Suyun yüzünü çiçekler ve yapraklarla doldurur (Pala 1995: 417; Tolasa 1973: 482-483; TDEA 1990: C.7, 374, 379; Büyük Türk Klasikleri 1988: C.7, 401) .





Sabâ, kuzey doğudan hafif hafif esen bir rüzgârdır. En çok sevgilinin izi veya ayağı tozunu, zülfü kokusunu getirmesi, yani haberci oluşu ile söz konusu edilmektedir. Bazen de, uzaklardan sevgilinin diyarından gelmiş bir tüccar şeklinde tasavvur olunur. Âşık can nakdini vererek, ondan sevgilinin ayağı tozunu sermayesine almak isterse de o vermez. Âşık o kadar zayıf düşmüştür ki, sabâ elinden tutup onu yârin eşiğine iletir. Mecnun’u da öldüğünde o alıp götürmüştür. Sabânın yârin kapısından getirdiği toprak âşığın dermanı, ilâcıdır. Gül, onu hasta nergisin gözüne sürme yapar. Sabâ sevgilinin zülfünde dolaşmaktadır. Bu durum, “el oyunları oynamak” deyimi ile anlatılır. Sabâ, sıralanan özellikleri çerçevesinde “peyk, elçi, subaşı, tarak, âşık, âh, dem-i pîr, dâye” vb. unsurlar ile benzerlik içinde ifade edilir (Kurnaz 1987: 499-500).[2]  





Kalmışam zindân-ı cism içre bugün tenhâ garb,
Bu kafeste rûz u şeb-i zâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Bugün beden zindânı içinde kimsesiz garib kalmışım,
Yâ Rabbi eyvah! Bu kafeste gece gündüz inlemekteyim. 





Kafes, bedenin temsili olup gelen gafletin habercisidir. Benim bütün hallerim gaflet ile kurtulmak için çırpınmaktayım demektedir.





Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz-i Elest,
Ol zamandan mest-i hûşyâr olmuşam Yâ Rab meded. 





Şu şarâbı bana Elest günü ki bana sundun,
Yâ Rabbi yardım et! O zamandan beri aklım sarhoş olmuştur. 





Elest günü Kâbe’de Arafatta Hazreti Âdem’e melekler secde ettikten sonra zürriyeti (gelecek nesilleri) latif bir surette sırt tarafından çıkarılıp dört saf oldu.





Birici safta Enbiyâ durdu.   İkinci safta Evliyâ durdu.   Üçüncü safta Mü’minler durdu.   Dördüncü safta Eşkiyâ (şakîler,  imansızlar) durdu.





Birinci saftan “Elestü bi-Rabbiküm”,  yani “Ben Rabbınız değil miyim?” nidâsı Sultânül-Enbiyâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden zuhûr etti.   İkinci safta bulunan Veliler arasında bulunan “Gavs” tarafından dahi “Elestü bi-Rabbiküm” hitabı irâd edildi.   Mü’minler işitip,  eşkiyâ Hakk’ı işitmedi.   Bu kitaplara üç saf birden “Belî” yani “Evet” dediler.   Yalnız eşkiyâ safı ise mü’minleri taklid ederek evet dediler.





Bayezid-i Bistâmî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hazretleri





“O hitap hala kulağımdadır” demiştir.  





Ehlullâhtan da bazıları bugün bile aynı hitap olmaktadır.   Çünkü hitap ile ahid altı defa oldu.   İkisi ef’âlde zâhir ve bâtın,  ikisi sıfatta zâhir ve bâtın ikiside zatta zâhir ve bâtın olarak yapılır.   Böylece ef’âl-i zâhire ef’âli bâtına,  sıfât-ı zâhire,  sıfât-ı bâtına ve zât-ı zâhire zât-ı bâtına olmak üzere ahid altı defa yapılmış olur. 





Her ne varsam yakar bu cânımı âşk âteşi,
Yana yana külli püryan olmuşum Yâ Rab meded. 





Her nereye varsam bu cânımı âşk âteşi yakar,
Yâ Rabbi vah bana! Her yanım yana yana kebap olmuş. 





Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,
Kesret
 içre bend-i ağyâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Noldu bana vahdet ilinde seninin yârin idim,
Yâ Rabbi vah bana! Dünya âleminde başkalarına bende olmuşum. 





Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi,
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ Rab meded. 





Bu Niyâzî düştü varlık saltanatına Yûsuf gibi,
Yâ Rabbi yardım et! Biçarenin elinden tut ve kurtar.





Yusuf aleyhisselâm  “Yusuf: “Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve bilmeyenlerden olurum.” dedi.” [3] dediği halde Mısıra sultan oldu. Yine dünyanın zulmetinden, babası, anası ve kardeşlerinin kendisine secde etmesinden kendini kurtaramadı.





“Anasıyla babasını tahta çıkartıp oturttu ve hepsi de ona karşı secdeye kapandılar.” [4]





Yusuf aleyhisselâmın bu secde halindeki durumunu Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dünyanın aldatıcı büyüklüğünü bu şekilde haber vermektedir.














[1] (MISRÎ, 1223),  v. 100a





Hazret-i Mevlânâya demişler





“sultânım seni Allah sübhânehü ve Teâlâyı görür” derler





“gerçek midir?” deyü buyurmışlar ki;





“ben kimim ki Allah sübhânehü ve Teâlâyı görebileyim ve lâkin Al­lah Teâlâ kendini kendi gösterirse, görmemeğe kadir değilim” dimiş. Mısrî sizin dediğinizden dahi aşağı kuldur amma hakk zuhur ettikçe örtmeğe gizlemeye kadir olamadığımdan söylerim suç benim midir hakkın mıdır kimindir?





[2] (BATİSLAM, 2005)





[3]  Yusuf, 33





[4] Yusuf, 100


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar