Print Friendly and PDF

Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi


193





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.
 





Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi. 





Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi. 





Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi. 





Kahr u lûtfü şey’i vâhid bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi. 





Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi,
Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi. 





Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek,
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi. 





Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi. 





Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalı,
Mısrıyâ şol canlara canân olan anlar bizi. 





Zât-ı Hakk’da mahrem-i[1] irfân olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi. 





Zât-ı Hakk’da irfân mahremi olan anlar bizi,
İlm-i sırda sonsuz derya olan anlar bizi. 





[Sultan Veled kaddese’llâhü sırrah’ül azîz Hazretlerinden nakledilmiştir ki:





“Bir gün bir cemaat Seyyid Burhâneddin Hazretlerinden:





“Allah Teâlâ yolunun sonu var mıdır, yok mudur?” di­ye sordu. O da:





“Yolun sonu var ama menzilin sonu yoktur. Çün­kü bu yolda yolculuk iki türlüdür. Biri Allah Teâlâ'ya doğru yolculuk (seyr ila'llâh), diğeri de Allah Teâlâ'da (seyr fi'llâh) yolculuktur. Allah Teâlâ'ya doğru olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan ve alçak dünyadan geçmek ve kendinden kurtulmaktır. Bütün bunların bir sonu ve bir hududu vardır. Fakat Allah Teâlâ'ya ulaştıktan sonraki yol­culuk, Allah Teâlâ'nın ilim ve marifeti içinde olur ve onun da sonu yoktur” buyurdu. Nitekim denilmiştir:





“Ayak izleri denizin kenarına kadar gider, sonra yokluk (Lâ) denizinde kaybolur. Kurak menzillerde (çöl­lerde) Sâlik'in aştığı mertebeleri bilmesi için, ihtiyaten köyler, evler ve kervansaraylar vardır. Ucu bucağı olma­yan hakikat denizinin dalgalı zamanında ise konakların ne yeri ve ne de tavanı vardır!] [2]





Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi. 





Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi. 





Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz ile Hz. Mûsa aleyhisselâm kademinde olan veliler, Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kademinde olan evliyaullâhdır.





Onlar Kur'an ve hadislerin mânalarını ne bilirler? Kur'an-ı Kerim onlara yüz türlü nikab bağlar. Kur'an'da, "Ona ancak temiz ve abdestli olanlar el sürebilirler" [3] buyurulmuştur. Ancak bazıları Kur'an-ı Kerim'in o güzel yüzünün duvağını nasıl açarlar? Mütabaat,[4] yani Sallallâhü aleyhi ve selleme uyma konusunu yorumluyorum. Bilmiyor, kendi kendine söyleniyor, acaba bu mütabaat nedir ki? Mütabaat önünde duruyor, tekrar önüne düşmüştür, ama o bunu göremiyor.





Mûsa aleyhisselâm, nebi idi. Resul mertebesi ile yüce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem arasındaki farkı sormuyorum. Zahir bilginlerinin aldanmış oldukları o farktan başka bir şeyi, mütabaat sözünü söylüyorum. Şaşırıyor, hatırı nerelere dağılıyor.





Mütabaat[5] evinin kapısına geldi, ama bilemedi. Mûsa aleyhisselâm, git su getir, diye bir dervişin eline bir testi vermişti. Mûsa aleyhisselâm Mülekat'a[6] gitti, ama mütabaatı göremedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mütabaatı tanıdı. O dervişi görünce iltifata lâyık buldu, ona uygun sözler söyledi:





Açlık çekiyor musun?





Safa buluyor musun?  [7]





Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi. 





Dünyâ ve ahireti tamir eylemekten vaz geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp harab olan anlar bizi. 





Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi. 





Biz şu abdalız ki yakamızdan bıraktık şâlımız,
Varlığından soyunup çıplak olan anlar bizi. 





Kahr u lûtfü şey’i vâhid bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi. 





Kahr ve lûtfü tek şey bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi.





Abdulkadir Geylânî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;





 “Allah Teâlâ’nın veli kulları, diğer insanlara nispetle sağır ve kördürler; kalpleri Allah Teâlâ’ya yakınlık peydâ edince başkasının sözünü duymaz ve görmez olurlar. Yakınlık onları mest-u hayran eder, ilâhî heybet onları kendilerinden geçirir. Muhabbet onları mahbuplarının yani Allah Teâlâ´nın huzuruna bağlar. Artık onlar Celâl sıfatıyla Cemal sıfatının tecellileri arasında bir mevkidedirler, ne sağa, ne de sola meyletmezler. Ayrıca Onların ötesi olmayan bir yönleri de vardır. İnsanlar, cinler, melekler ve diğer yaratıklar onlara hizmet eder. İlim ve hikmet onların susuzluğunu giderir. Onlar Allah Teâlâ’nın fazl-ü kereminden yerler, dostluk şerbetinden içerler. Halkın sözü onları meşgul etmez.





Onlar bir vadide, halk da ayrı bir vadidedir.





Halka, Allah Teâlâ’nın emrettiğini emrederler rasüllere vekâleten, halkı Allah Teâlâ’nın men ettiği şeylerden men ederler.





Hakikat de nebilerin vârisleri bunlardır.”





 “Allah Teâlâ’nın hayırlı kulları, O’nun huzurunda edep makamındadırlar. Hakk’tan açık bir izin olmadıkça hareket etmezler, bir adım bile atmazlar. Kalplerine açık bir müsaade ilhamı vaki olmadıkça mubah şeylerden yemezler, giymezler, nikâh yapmazlar ve hiçbir sebepte tasarrufta bulunmazlar. Onlar Hakk ile beraberdirler; kalpleri ve gözleri evirip çeviren yegâne mutasarrıf ile kaimdirler. Rabb´lerine şu dünyada kalpleriyle, ahirette cisimleriyle kavuşmadıkça hiçbir kararları olmaz. Yani Allah Teâlâ’ya kavuşmadıkları müddetçe gönül rahatlığına erişemezler.”[8]





Zâhid â[9] ayık dururken anlamazsın sen bizi,
Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi. 





Ey Zâhid ayık dururken anlamazsın sen bizi,
Sâfî bir yudum içip sarhoş olan anlar bizi. 





Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek,
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi. 





Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek,
Bu cihânda sanmayın hayvân olan anlar bizi. 





Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi. 





Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın derya olan anlar bizi. 





Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalı,
Mısrıyâ şol canlara canân olan anlar bizi. 





Halkı koyup mekânsızlık yurdunda durak tutalı,
Ey Mısrı şol canlara canân olan anlar bizi. 














[1] Mahrem:Gizli.   Dince ve şer’an müsaade olunmayan.   Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.   Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.)   Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.





[2] (KARABULUT, 1984), s. 54; bkz: Sultan Veled, İbtldâ-nâme s. 295; Eflâkî 1/67-68.





[3] Vakıa, 79





[4] Mutabaat: Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.





[5] Allah Teâlâ





[6] Mülakat: Kavuşma. Buluşma. Birleşme.   Resmi görüşme. Yüz yüze olma.





[7] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.268), s.358





[8] (ALTUNTAŞ, 2005), s. 80





[9] Â: Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir “ey” mânası verir. Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir. “rengârenk, lebaleb” gibi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar