Print Friendly and PDF

ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir


RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HUYU VE AHLAKI


Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, halkın sadece düşünceleriyle ilgilenen birisi değil­di. O, siyaset, savaş ve güç adamı olduğu halde maneviyat, tak­va ve sevgi daha çok belirgindi. Hayatını kaplayan askerî ve si­yasî kargaşalar, yüzünde bir peygamberden beklenen huzur, duruluk ve samimiyetin görünmesine engel değildi.
Toplum içinde ondan daha etkili ve sevilen kimse yoktu. Onun sözleri ve davranışları, ümmeti üzerinde hayatta iken olduğu gi­bi öldükten sonra da etkisini sürdürdü. Asırlar sonra şimdi bi­le onun sünneti Kur’an’ın yanında Müslümanların ikinci ilham kaynağıdır.
Sözü ilham gibiydi, düşüncesini aşılıyordu. Münakaşadan, fel­sefî ve mantıkî tartışmalardan nefret ediyordu. Kendisiyle mü­nakaşaya kalkışanlara Kur’an ayetlerini okuyarak karşılık verir­di. Düşüncesini sade ve doğal bir üslupla açıklıyor, tartışmaya girmiyordu.
Sözü, Kur’an’ın sözünden tamamen farklı bir özellik taşıyordu. Herkes onu ayırt edebiliyordu. Anlatım şekli, Kur’an’dakinin tersine normaldi. Sözleri ve düşüncesi, karmaşık ve sanatsal ta­birlerden yoksun olmasına rağmen çok çekiciydi. Dinleyicinin mantığına girmeden önce kalbini ele geçirip duygusunu etkili­yordu. O, daha çok beşerin fıtratına eğiliyordu. Halkın uyanışı­na, onların bilgilenmesinden daha çok önem veriyordu. Sözü, dinleyicileri felsefî ve mantıkî düşünceden çok, vicdanî ve içsel düşünceye sevk ediyordu:
“Aranızda biri konuşan, diğeri susan iki vaiz bıraktım. Konuşan vaiz Kur’an, suskun vaiz ölümdür.”
Onunla ilk görüşmede kendisiyle yaptıkları en basit ve kısa ko­nuşma ile ona teslim olan kimseler, ölünceye kadar imanları üzere kalıyorlardı. Bu insanların çabuk inanan safdil kimseler olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü safdil kimseler her zaman safdil olurlar ve sürekli renkten renge girerler. Ayrı­ca onların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme çok kolay teslim oluşlarının sebebi, onların bedevîliklerinden, bilinçsizliklerinden dolayı da değil­dir. Çünkü bilginler ve aydın görüşlüler, her yeni sözü özellik­le din hakkında söylenen sözü cahil, bedevî ve tutucu halktan daha kolay kabul ederler.
Şiiri severdi, fakat şiir söylemekten sakınırdı. Sanki onu kendi­si için bir zaaf sayıyordu. Konuştuğunda, konuşmasının ahenk­li ve vezinli olmamasına özen gösteriyordu. Eğer bir cümlesi tesadüfen kafiyeli ve vezinli olursa, onu kasıtlı olarak bozuyordu. Sanki lafız ve ibarelerdeki sanatın ve yeniliğin, sözünün sadakat ve samimiyetine gölge düşürdüğüne inanıyordu. Kendisini ve düşüncesini, anlatımına yapay bir renk katmaktan daha önem­li sayıyor ve sözüne şairimsi bir aldatıcılık vermeye ihtiyaç duy­muyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, faaliyetine bir an olsun ara vermedi. İnsanlardan istediği şey, sade, makul ve sağlıklı insanın fıtratına uygundu. Anlattıkları, anlaşılması ilim, felsefe veya karmakarışık düşün­celer edinmeyi gerektiren karmaşık ve kapalı felsefî meseleler değildi.
İnsanın mutluluğu ve toplumun kurtuluşu ve olgunlaşması da bu tür fıtrî, sade ve makul ilkelere bağlıdır.
Sadece Allah’a ta­pın.
Ondan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye boyun eğmeyin.
Birbirinize ihanet etmeyin.
Kızlarınızı utanma veya yoksulluk korkusuyla öldürmeyin.
Boşuna birbirinize kılıç çekmeyin.
Bir topluluğu çekici sözlerle düşmanca karalayan, bir topluluğu sahte bir övgüyle temiz, üstün ve iyi gösteren, ruhları boş ha­yallerle, şehvet, yağma, tahrik, kibir, saygısızlık ve ailevi ve ırk­sal övünmelerle kirleten şairlerin sözlerine kulak vermeyin.
Ye­timleri okşayın, açları doyurun. Kâhinlerden, üfürükçülerden ve büyücülerden uzak durun. Ticaretin içinde tamamen boğul­mayın.
Kendinizi zulüm, yalan, hıyanet, nifak, hurafe, kan dök­me, acımasızlık, faizcilik, tefecilik ve kincilikten kurtarın.
İnsanlara yumuşak ve şefkatli davranıyordu. Diğer dinlerin bağ­lılarına da sevgi, saygı ve edeple muamele ediyordu, insanlık ve ahlak söz konusu olduğunda böyleydi ama toplumun kaderi söz konusu olduğu zaman sert ve acımasızdı. Namazı çok se­verdi. Fakat onda aşırı gitmezdi. Namazını uzun tutmazdı. Di­ğerlerine de onu tavsiye ederdi.
Hz. Aişe diyor ki:
“O, gizlice namaz kılmayı çok severdi. Bazen ge­ce yarısı uykudan uyandığımda onu yatakta bulamazdım. Ara­dığımda, onun mescidin tenha ve karanlık bir köşesinde namaz kıldığını, Allah ile konuşup dua ile meşgul olduğunu görür­düm.”
Hayatı, zahitlerin ve dünyadan el etek çekenlerin hayat tarzını andırıyordu. Zırhı, bir Yahudi’nin yanında rehin tutulmuştu. Dünyayı terk ettikten sonra Hz. Ebubekir borcunu ödeyip zırhını geri aldı.
Açlığı severdi. Direncini onunla ölçerdi. Bazen o kadar aç kalır­dı ki açlığın sancısını biraz hafifletmek için kamına taş bağlar­dı. Sanki bu durumdayken hem kendi zaafını hem de gücünü deneyerek ruhunu gündelik hayata alışmaktan korurdu. Kendi­sini doymuş hayatlara özgü tortulaşma ve orta hallilikten çile kırbacıyla kurtarır, yerden uzaklaştırırdı.
Hz. Aişe’nin dediğine göre:
“Ömür boyu bir öğünde iki yemek ye­medi. Hurma bulduğunda ekmek yemedi. Ekmek yediğinde hurma yemezdi.”
“Bütün bunlara rağmen sufîlik, dünyadan el etek çekme ve riyazet ruhunun, toplumda yayılmasından kor­kup onunla mücadele ediyordu. Osman bin Mazun ile Amr bin As ruhbanlık ve Hıristiyanlığın huy ve ahlakından etkilenerek günlerce iftarsız oruç tutuyorlardı. Kadın ve ev hayatından el çekmişlerdi. Peygamber onları bundan sakındırarak şöyle dedi: “Ben Peygamberken iftar edip geceleyin yatarım; yemek yerim, evlenirim, benim sünnetime uymayan benden değildir.” İşte Osman dünyadan öylesine yüz çevirmişti ki bir gün kendisini hadımlaştırarak takvasının şehvete bulanmamasına karar verdi. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu bu karardan vazgeçirdi.
Peygamber’in güçlü ve sağlam bir mizacı vardı. Acıkmadan ye­mek yemezdi. Tam doyacak şekilde yemek yemekten kaçınırdı. Kendisinin ve dostlarının sağlığının buna bağlı olduğuna inanıyordu. Hiçbir zaman hastalanmadı. Sadece bir defa Hayber’deki bir Yahudi kadınının zehir kattığı kuzu etini yemesinden sonra hastalandı. Gerçi ısırınca zehirli olduğunu hemen anladı ve onu bir kenara fırlattı. Fakat zehir onun üzerinde etki bırak­tı. Ondan bir lokma alıp yutan dostu ise öldü. Bu zehrin etkisi­ni devamlı kendi içinde hissediyordu. Hatta ashabın bir bölü­mü onun ölümünü buna bağlıyorlardı. Bu nedenle onu şehit olarak niteliyorlardı. Hz. Ali diyor ki: “Ölüm döşeğindeyken boğazından kan geldi.” [1] Bu delil, onun ölümünün şüpheli olduğu­nu gösteriyor. Belki de onun zehirlenişini bilen ashabın bu ko­nudaki görüşlerini bu olay güçlendirmiştir.
Halkı davranışıyla çağırdığı din uğrunda can veriyordu. Pratik­te yoksullarla ve mahrumlarla yakın ilişkide bulunmaya çalışı­yordu. Sıradan halk, Kureyş kabilesinin büyüklük taslaması ve Arabın ırkçılığı karşısında aşağılanan garip kimselerle dostluk ve yoldaşlık ediyordu. Davranış şekli tamamen aristokrasi kar­şıtı bir şekil arz ediyordu. Uygulamada buna dikkat ediyordu. Aristokratik hayatın değerlerini, geleneklerini ve âdetlerini yok etmeye çalışıyordu.
Abalarını aristokratların tersine kısa dikmelerini emretti. Hatta onların diz üstü dikilmesini vurguladı. Kolların dar ve kısa ol­masını istedi. Uzun sakaldan nefret ederdi ve şöyle derdi: “Bir tutamdan fazlası ateştedir.”
Kasıtlı olarak çıplak eşeğe binerdi. Bazen başkasını da arkasına bindirirdi. Yolda toprak üzerinde otururdu. Dilencilerle aynı sofraya otururdu. Toplu bir iş yapılacağı zaman Müslümanların hepsi, Kureyş’li ve Kureyş’li olmayan, hür, köle, toplumun bü­yükleri ve adsız sansız kimselerle birlikte çalışırdı. Onun, bu genel eşitlik karşısında müstesna bir yeri yoktu. Herkes gibi ça­lışırdı. Hatta daha zor bir işte çalışmayı tercih ederdi.
Onun ve arkadaşlarının samimiyet ve dostlukları diğerlerine il­ginç gelirdi. Hudeybiye yılında Kureyş’i temsilen Peygamber ile görüşen Urve bin Mesut, ondan ayrıldıktan sonra şöyle dedi:
“Ey Kureyş, ben Hüsrev’i kendi beldesinde, Kayser’i kendi ülke­sinde, Necaşî’yi kendi ülkesinde görmüşümdür. Allah’a ant ol­sun, hiçbir padişahın kavmi arasındaki konumunun, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı arasındaki konumu gibi olduğunu görmedim. Kavminin onu hiçbir bedele karşılık teslim etmeyeceğini anla­dım. Kendi çarenize bakın.”[2]
Onu ister istemez dostlarının gözünde ve gönlünde saygın ve değerli yapan peygamberlik makamı dışındaki şey, onun sade ve samimi davranışı, ruhunun temizliği, muhabbeti, seçkinliği, büyüklüğü, hatta ses tonunun, bakışının ve davranış biçiminin cazibesi de kalpleri kendisine bağlıyordu. İnsanlar ona büyük, seçkin ve iyi bir dost olarak bakıyor ve seviyorlardı. Otoriter şahsiyeti, güçlü ruhu herkesi kendiliğinden, karşısında huşu ve alçak gönüllüğe sevk ediyordu. Fakat aynı zamanda onunla halk arasındaki ilişki tarzı, hatta Büyük Fransa Devrimini geri­de bırakan, demokrasiyi çağımızın iftiharı sayan, hümanizmi din olarak seçen, insan haklarını bulan, kütüphaneleri, hürri­yet, liberalizm, ferdin siyasî ve toplumsal haklan, düşünce, ya­zı ve hareket hürriyeti konusundaki kitaplarla dolduran bizleri hayrete düşüren şey, kendi düşüncelerini açıklamada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin görüşünün tersi olsa da Müslümanlara tanınmış olan mutlak hürriyettir.
Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi, peygamber, takva, züht ve ahlak adamı ola­rak bilen bizler için pek ilginç olmayabilir. Fakat onu dâhi in­san sayan kimseler, tarihte sürekli sertlik, acımasızlık, istibdat simgesi, deri soydurup samanla dolduran, saray duvarının dip­lerine ya da şehrin girişine asan, gözlere mil çeken, tandıra atan, kellelerden kule yapan, bir aileyi, bir üyesinin suçundan dolayı topluca imha eden, kafatasında içki içen, bu tip alışık ve normal siyaset şekillerini uygulayan Doğulu bir sultanı, nasıl olur da Arabistan Yanmadası’nda bedevi, kaba ve vahşi Arap kabileleri arasında kendi siyasetini, hürriyet, kardeşlik, eşitlik üzere ku­rar, etrafa da kendi görüşüne hatta aldığı karara karşı durup muhalefet etme hakkı tanır, kendisinde bir noksanlık ve zaaf ol­duğunu sandıklarında açıkça söyleme, kendi karşısında serbest­çe görüşlerini savunma hakkı tanır da kendilerini tehlikede his­setmeleri, hatta onun çehresinde en ufak bir öfke ve hoşnutsuz­lukla karşılaşmaları mümkün olmaz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin siyasî ha­yatında, birçok defa dostları, hatta sıradan ve sorumluluğu ol­mayan halk kesimleri, onun karşısında durup milletinin kade­riyle ilgili olan en hassas konulara ve en önemli olaylara müda­hale ettikleri ve karşıt görüş belirttikleri görülmüştür.
Bedir’de kendi seçtiği savaş üssünü beğenmeyip başka bir yeri öneren bir askerin teklifini hemen kabul ettiğini görüyoruz. Uhud’da ordusundaki genç askerler şehir içinde savunma yap­ma görüşüne karşı çıktılar ve kendi görüşlerini ona empoze et­tiler. O da azınlıkta kaldığı için buna boyun eğdi. Savaşın sonu­cu onun görüşünü doğruladığı, en büyük yenilgiye uğradığı, en değerli dost ve akrabalarını kaybettiği, İslam’ın varlığı tehlikeye düştüğü halde o asla onları kınamadı, hatta hoşnutsuzluğuna dair en ufak bir tepki göstermedi.
Hendek savaşında, o resmen Gatafan taifeleriyle görüşerek düş­man saflarına rüşvet gücüyle ihtilaf sokmak istedi. Bunu ger­çekleştirmek için onlara Medine’nin hurma ürününün yarısını vereceğini taahhüt etti. Düşman da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Müslümanların lideri olarak antlaşma imzaladı. Bu arada Ensar başkanlarınca sert bir muhalefet gösterildiğinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, antlaşma metnini yırtmaları için onlara teslim etti.
Hudeybiye’de barış şartlarını Hz. Ali’ye imza ettirdiği sırada dostla­rından bir grup şiddetle itirazda bulunup onu açıkça tenkit et­tiler. Hatta onun gerçekleşmesini önlemeye çalışan Hz. Ömer, açık­ça Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve diğerleri karşısında “Bu antlaşma alçaklıktır.” diye konuştu ve resmen şöyle dedi: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aldığı karar, Müslümanların zillet kaynağıdır!” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise onun öfkeli ve kırıcı bağırışı karşısında sakince gülümseyerek sabrını koru­du. O da fikir arkadaşlarına cevaben samimi ve güven verici bir şekilde şöyle dedi:
“ALLAH BENİ ZAYİ ETMEYECEKTİR.”
Onun davranış tarzı, dostlarını hatta toplumun sade ve basit ki­şilerini korkutacak, görüş belirtmekten sakındıracak bir tarzda değildi. Kendisine besledikleri sevgi ve iman onları dalkavukça övgüde bulunmaya sürüklemiyordu. Onun İnsanî şahsiyeti kar­şısında kendilerini kaybetmiyorlardı. Onunla ilişkilerde sami­mi, özgür ve açık tavır takmıyorlardı.
Bir savaş seferinden Medine’ye dönerken şöyle dedi: “Fecre ka­dar kim bizim için nöbet tutar? Biz belki uykuya dalabiliriz.” Bi­lal,
“Ben!” dedi. Peygamber konaklama emrini verdi. Hepsi uyudu. Bilal fecri beklemek için namaz kılmaya başladı. Doğu­şunun eşiğinde yorgun bir durumda devesine dayanmış ve uf­ka bakar halde uykuya daldı. Doğan güneş ilk defa Müslüman­ların kendisine karşı gözlerinin kapanmış olduğunu gördü. Peygamber güneşin okşamasıyla yerinden fırladı. Sert ve kınayıcı bir şekilde Bilâl’e şöyle dedi:
“Bize ne yaptın Bilâl?” Bilal de gayet açık ve sade bir şekilde şöyle cevap verdi:
“Seni tutan şey beni de tuttu.” Peygamber, doğru söyledin, dedi. Ardından gü­lümseyerek onun ezan okumasını istedi. Namazdan sonra hal­ka hitaben şöyle dedi:
“Namazı unuttuğunuz ve sonra hatırladı­ğınız zaman onu kılın; zira Yüce Allah, beni anmak için namaz kılın, diyor.”
Kadınlara karşı davranış şekli de çok samimi ve sadeydi. Hayber savaşında da diğer birçok büyük savaştaki gibi Müslüman kadınlar savaşa katılıp yaralılara hemşirelik yapma görevini üstlenmişlerdi. Kadınlardan birisi şöyle anlatıyor:
“Gıfaroğullarından birkaç kadınla Peygamber ile görüşmeye gittik. O, Hayber seferine çıkmaktaydı, dedik ki:
Ey Allah’ın Elçisi, biz seninle ge­lip yaralıları tedavi etmek, gücümüzün yettiği işlerde Müslümanlara yardımcı olmak istiyoruz. Peygamber, Allah’ın bereke­ti üzerinize olsun, dedi. Biz de onunla birlikte hareket ettik. Peygamber beni bineğinin arkasındaki yolluğun üzerine oturt­tu. Yolda namaz için indiler, genç bir kız idim, fakat olgun de­ğildim. İlk olarak kendimi temiz görmedim. Utançtan devenin yanında gizlenip kaldım. Peygamber beni görüp yolluğunu kir­lenmiş bulduğunda şöyle dedi:
“Sana ne oldu, belki âdet olmuşsundur?” Ben de
“Evet” dedim. O da şöyle buyurdu:
“Kendini te­mizle, bir kap su al ve içine tuz koy, onunla yolluğun kirlerini yıka ve daha sonra bineğine dön.”
“Hayber fethinden sonra bize “Fey” den pay ayırdı. Boynumda gördüğünüz bu kolyeyi bana bağışladı ve kendi eliyle boynuma taktı. Allah’a ant olsun, onu hiçbir zaman çıkarmayacağım.”
Ölüm döşeğinde bulunduğun­da, Peygamber’in kolyesi boynunda olduğu halde, cenazesini tuzlu suyla yıkayıp kolyeyle birlikte defnetmelerini vasiyet etti.
Yoksullar, sıradan halk kesimi, onu kendilerinden bildikleri için, onunla ilişki kurduklarında âdâb-ı muaşeret kurallarına bi­le uymuyorlardı. Hz. İbni Ümmümektum, yoksul, kör bir ihtiyardı. Çok konuşan, çok soru soran, her işe burnunu sokan tahammül edilemez tiplerdendi. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona tahammül ediyor­du. O, yerli yersiz bastonu yardımıyla Peygamber’e gelip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iş ve uğraşma aldırmadan bağırıyordu:
“Ey Rasûlüllah, bana hadis söyle!” O da söylüyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir zaman bu yoksul ve çaresiz âmâya rahatsızlığını belirtecek şe­kilde davranmadı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bir gün düşman kabilelerinin başkan ve ileri gelen­leriyle görüşmekteydi. Var gücüyle onları İslam’a çekmeye uğra­şıyordu. Aniden İbni Ümmümektum’un baston sesi duyuldu. O Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yetişip abasının eteğine tutunarak şöyle haykırdı:
“Ey Rasûlüllah, bana hadis söyle!” Peygamber yüzünü buruş­turdu. O ne bir şey görüyor ne de anlıyordu, yaptığından da vaz­geçmiyordu. Peygamber yüzünü çevirip ona cevap vermedi. İbni Ümmümektum, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden böyle bir tavır beklemiyor­du. Çok rahatsız oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hali aniden değişiverdi. Yüzü kızardı. Vahy çok sert ve ağır idi ki bir önsözü yoktu. Hi­tap ve nida bölümü gözükmüyordu. Onunla üçüncü şahıs ola­rak konuşuyordu; sanki onunla karşılaşmak istemiyordu.
“Surat astı ve döndü, kör geldi diye.
Ne bilirsin, belki o arına­cak?
Yahut öğüt dinleyecek de kendisine yarayacak.
Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.
Onun arınmasından sana ne?
Fakat koşarak sana gelen (Al­lah’tan) korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.
Hayır (olmaz böyle şey) o (öğüt), bir hatırlatmadır.
Dileyen onu dü­şünüp öğüt alır.
O, sahifeler içindedir.
Şerefli, şanlı, yüce ve te­miz, değerli, çok iyi elçilerin ellerinde.
Kahrolası insan, ne ka­dar da nankördür. (80/Abese Suresi 1-17)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunca sertlikten dolayı acı çekti. Öylesine kork­muştu ki titriyordu. Kalkıp üzgün dostunun peşinden koştu. Onu bulup özür diledi. Kendini bağışlamasını istedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir zaman bu olayı unutmadı. Halkın unutma­sını istemediği gibi kendisi de devamlı hatırlatıyordu. Bundan sonra İbni Ümmümektum’a çok saygı ve ilgi gösterdi. Hatta bir­kaç defa gazveye çıktığında onu Medine’ye başkan atadı. Onun­la karşılaştığı zaman sevinçle şöyle diyordu:
“Aferin, aferin! Al­lah’a ant olsun, artık Allah senin için beni kınamayacaktır.”[3]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi kınayan, onun hatalarını hatırlatan Kur’an ayetle­ri az değildir. Onu öven ayetlerden daha çoktur.[4] Bu, aşklarla ve güzelliklerle tanışan kimsenin gözünde, övgüden daha de­ğerli ve önemlidir. Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en güzel fazileti ve Allah’ın en sevgi dolu sözlerindendir. Nitekim Shandel’in deyişiy­le:
“Aşk, uçuşunun en son sınırında tamamen kınayıcı olur. Sevgili en görkemli cilvesinde, âşığın gözünde, kendisinden ta­mamen şikâyet edilen bir varlık olur.”[5] Bu söz, sanki imamın şu güzel ve zarif sözünün tefsiridir.
“İyilerin iyilikleri, Allah’a yakın kulların kötülükleri konumun­dadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu kınayıcı ayetleri insanlara samimiyet ve özel bir heyecanla okuyor ve sürekli tekrarlıyordu. Esirlere iyilik üzere davranıyordu. Bedir’de kendileri de yoksul olan Müslümanlara şöyle emir verdi:
“Elbise ve yemeklerinize onları da ortak edin.”
Kendisi okuma yazma bilmediği halde okuma yazmayı öğren­meye teşvik ediyordu. Dostlarını öğrenmeye zorluyordu. Be­dir’de okuma-yazma bilen esirlere, on tane Müslüman çocuğa okuma yazma öğretebildikleri takdirde serbest bırakılacaklarını söyledi.
Savaş sahnelerinde hayret verici bir kabiliyet gösteriyordu. Onun çatışmalarında en ufak bir zaaf noktasına rastlanmadı. Herkesi nasıl bir fedakârlığa yönelteceğini, gözlerde ölümü na­sıl küçük düşüreceğini biliyordu. Zorluk anlarında çok yürekli ve sabırlıydı. Hz. Ali gibi birisi diyor ki:
“Savaşın gidişatı zorlaştığın­da biz ona sığınırdık.”
Kendisini azarlayan kimselere karşı öylesine fedakârlıkta bulu­nuyordu ki kötülüğe sevgiyle karşılık vererek onları utandırıyordu.
BİR SOKAKTAN HER GEÇİŞİNDE BİR YAHUDİ ONUN ÜZERİNE EVİNİN ÇATI­SINDAN SICAK KÜL DÖKÜYORDU. O SİNİRLENMEDEN SAKİNCE GEÇİP Gİ­DİYOR, BİR KÖŞEDE DURUP ÜSTÜNÜ BAŞINI TEMİZLEDİKTEN SONRA YO­LUNA DEVAM EDİYORDU. BİR BAŞKA GÜN BU İŞİN TEKRARLANACAĞINI BİLDİĞİ HALDE GÜZERGÂHINI DEĞİŞTİRMİYORDU. BİR GÜN ORADAN GE­ÇERKEN KÜL DÖKÜLMEDİĞİNİ HAYRETLE GÖRDÜ. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM BÜYÜK­LERE YAKIŞIR BİR TEBESSÜMLE,
“BUGÜN DOSTUMUZ BİZE NİYE UĞRAMA­DI?”
DEDİ. HASTA OLDUĞUNU SÖYLEDİLER.
“ONU GÖRMEYE GİTMELİ.” DEDİ.
HASTA, PEYGAMBER’İN YÜZÜNDE ÖYLESİNE SADAKAT VE SAMİMİ­YET GÖRDÜ Kİ YILLARDAN BERİ DOST OLDUKLARI HİSSİNE KAPILDI. ADAM, BU DURU, COŞKUN, SEFA VE SEVGİ DOLU HAYIR ÇEŞMESİ KARŞISINDA RU­HUNUN TEMİZLENİP YIKANDIĞINI HİSSETTİ VE KÖTÜLÜK, EZİYET VE HI­YANET LEKELERİNİN İÇİNDEN TEMİZLENDİĞİNİ GÖRDÜ.
Öylesine mütevazıydı ki bencil, mağrur ve kibirli Arapları hay­rete düşürdü. Hayatı, davranış tarzı ve ahlakî özellikleri, sevgi, güç, ihlâs, direnç, yüksek düşünce ve ruh güzelliği ilham edi­yordu.
On yıllık Medine hayatında 38 seriyeye, 27 gazveye bizzat ka­tıldı:
Ebva, Buvat (Rıdvan bölgesinde), Aşire, Birinci Bedir (Kurz bin Cabir’i takip), Büyük Bedir, Keder (Selmoğullan), Sevik (Ebusüfyan’ı takip), Zîemr (Gatafan ile), Bahran (Hicaz’da maden), Uhud, Hamrâulesed, Nadiroğullan, Zatürrika, Son Be­dir, Dumetülcendel, Hendek, Kureyzaoğulları, Beni Lihyanoğulları, Hüzeyl, Mustalikoğulları, Hudeybiye, Hayber, Kaza Umresi, Mekke’nin Fethi, Taif, Tebük.
Dokuz gazvede bizzat savaştı.
Bedir, Uhud, Hendek, Kureyzaoğulları, Mustalikoğulları, Hayber, Fetih, Huneyn, Taif.
BÖYLECE ON YIL BOYUNCA 65 SAVAŞ YAPMIŞTIR. Yaklaşık 50 günde bir savaşmıştır. Bu da hem onun enteresan kabiliyetini (son on yıllık ömrü, 53 ile 63 yaşları arasında), hem de şahsiyetinin ni­teliklerini gösteriyor.
13 defa evlendi.
Vefat ettiğinde 9 eşi vardı.
Eşlerinin çoğunun mihri 400 dirhem idi. (Hatice hariç; onun mehri 20 genç devey­di.)
Kureyşli ile Kureyşli olmayan, esir ile hür, kız ile dul kadın arasında fark gözetmezdi. Hz. Aişe’nin mehri ile Huzeyme kızı Hz. Zey­neb’in mehri eşitti. Hz. Ümmü Seleme’ye verdiği mehir, hurma lifin­den bir yatak, bir kadeh, büyük bir kap, bir takım değirmen taşı.
Huyey bin Ahtap’ın kızı Hz. Safiye’yle evlendiğinde (Beni Nadir ka­bilesi başkanının kızı) düğün yemeği verdi. Fakat İbni Hişam’ın deyişiyle
“Ne yağ ne de eti vardı. Arpa unu ile hurmadan iba­retti.”[6]
Seçkin şahsiyeti, ahlak ve tavırlarındaki alışılmamış özellikler, ruhunda bulunan sertlik ve hücum gücü, hareketli özelliği, duygusundaki incelik, sevgi ile iç içe geçmiş sertlik ve haşinli­ği, her gönülde anlam bulan sözlerinin gizemli cazibesi ve dav­ranışının güzelliği kadınların kalbini de etkiliyordu. Kadınların çoğu ona ya iman karışık bir aşk ya da aşk karışık bir iman ile bağlanmışlardı.
Ruhunun güzellikleri ve vücudunun gizli defineleri bitip tüken­mezdi. Öyle ki aşk ona yaklaştıkça daha bir kendini kaybedi­yor. Ondan tat aldığı oranda daha çok susuyordu. Hanımları in­citmelerine rağmen ona tutkundu. Onunla baş başa kalıp daha iyi tanıdıklarında iman ve aşkları daha bir güçlenip kök salıyor­du. Yaptıkları azarlar da aşk ve kıskançlıktan ileri geliyordu. Eşin imanı ve aşkı, bir erkeğin yolunun hakikatine, ruhunun güzelliğine sadık tanıklardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında Hatice inanmış bir âşıktı. Hz. Aişe âşık bir mümindi. Diğer eşlerinin kalp­leri ve gönülleri de bu ikisiyle dolup taşıyordu.
Tarih, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin fetih ruhunun etkinliği, bakışının güçlü cazibesi karşısında dağılan, ele geçirilen, onun büyük ve güçlü şahsiyetinin güzelliğine tutkun olup onunla bütünleşen kalpler­den söz ediyor.
Haris’in kızı Meymune, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi onun üç günlük Mekke ikametinde görmüştü. 16 yaşında bir kadın olmasına rağmen 60’ındaki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme vurulmuştu. Onun güçlü cazibesine, gizemli şahsiyetine, metanetli davranışlarına öylesine tutkun ol­muştu ki Peygamber’in temsilcisi onu istemeye geldiğinde, de­ve üzerinde iken öylesine heyecanlanıp kendisini kaybetti ki ona cevabında şevkle şöyle dedi:
“Bu deve üzerindeki her şey Allah’ın ve Rasûlü’nündür!”[7]
Onunla evlenirken Kureyş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin düğün ve tören düzenlemesine izin vermedi. Bu yüzden gerdek çadırını Medine’ye dönüş yolunda Surf’da kurdular. Üç yıl sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dünyasını değiştikten sonra, Meymune 25 yıl daha onsuz yaşadı. Fakat onu unutma­dı. Ölüm gecesinde Surf’da o noktaya defnedilmesini vasiyet etti.
Kur’an ve siyer, öz varlıklarını ona bağışlayan, hibe eden kadın­lardan bahsediyor:
Birisi Meymune’dir. İslam inancı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem aşkı, benliğine gönül ve beyin yoluyla kazandı ve ruhunu büyüledi. Diğeri Cahş’ın kızı Hz. Zeyneb’tir. Çok olaylı ve karışık bir öyküsü vardır. Diğeri Ümmü Şerik’tir. Adı Güziye’dir, Cabir bin Vehb’in kızı­dır. Peygamber ona,
“Biz susalım, gelecek konuşsun.” dedi, fa­kat “gelecek” de sustu.[8]
Kur’an’da: “Bir de kendisini Peygamber’e hibe eden ve Peygam­ber’in de kendisini almak istediği inanmış kadını diğer mümin­lere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık). (33/Ah- zab Suresi 50)[9]
Ne kadar zarif ve güzel bir anlatım!
Kadınlara davranış şekli, incelik ve zarafet doluydu. Bu tutum o günlerde hayret uyandırıyordu. Onu defalarca sertçe azarladık­ları ve şiddetle sinirlendirdikleri halde onlara elini bile kaldır­madı. Hâlbuki diğer erkeklerin görüşü, (günümüzde de birço­ğunun görüşü olan)
“Kötek kadının gıdasıdır. Ara sıra onu döv­mek gerekir, yoksa isyan eder!” [10] idi. Bu düşünce tarzı, yarı vahşi, medeni toplumlardan uzak erkeklere has değildir. Böyle sözleri Aristo gibi şahsiyetlerin dilinden de duyuyoruz.
NİETZCHE diyor ki: “Her kadınla buluşmaya gittiğinizde kırbacınızı unutmayın!”
Firdevsî diyor ki:
“En iyisi kadınla ejderhanın toprak olması En iyisi dünyanın bu iki pislikten arınması. ”
BUDA, misyonunu başlattığında bir süre kadınlarda hidayet ka­biliyetinin olup olmadığında tereddüt ediyor. Onların da bu di­ne davet edilebilmesi konusunda düşünüyordu. İşin başında kadınları davet etmedi. Nihayet takipçilerinden bir grup bu ko­nuda görüşünü sorduklarında (tebliğcilerin görevlerini belirle­mesini istediklerinde) bir süre düşündü, sonra kadınların da di­nine girmeleri için davet edilmesine karar verdi.
Ama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, dünyamızdan sadece güzel koku, kadın ve namazı seviyor.
HER ŞEYE İSİM KOYMAYI SEVERDİ; BİNEKLERİNİN, KILIÇLARININ, MIZRAKLARININ, KALKANLARININ, HATTA SARIĞININ VE GİYSİLERİNİN BİLE ÖZEL ADLARI VARDI. Dostlarını da seçtiği adlarla çağırıyordu. Bu adlandırmaların her biri kendine göre incelik ve özellik taşıyordu. Onlarla olan samimiyet ve yakın ilişkilerini artırıyordu. Bir gün mescide geldiğinde Hz. Ali’nin toprak üzerinde uyuduğunu gördü. Uyandırdı, üstünün başının toprak olduğunu gördü; “EBU TURAB” adını taktı. Sonraları Muaviye, Ali’yi kınamak ve küçük dü­şürmek için onu bu adla çağırıyordu. Ali ise bu adıyla iftihar ediyordu. Zeydülhayl ile görüşünce onu “ZEYDÜLHAYR” diye ad­landırdı. Ebulâs’a EBUMUTİ adını verdi. Bir gün ashaptan birinin kediyle geldiğini görünce onu Ebu Hureyre diye çağırdı. O da bu adla ün kazandı.
Latifeli ve şakacı olmayı severdi. Ancak yumuşak ve güzel şaka­yı tabiî. Bir gün dostları arasında bir ağaca sırtını dayayarak oturmuştu. Bir ayağını diğer ayağının üzerine koyup şöyle de­di:
“Bu ayağım neye benziyor?” Herkes bir şeye benzetti. Kimi­si şimşir ağacı dalına, kimisi bitki dalma, kimisi kristalden ya­pılmış kandil direğine, kimisi de... benzetti. O da ayağını yere koyarak diğer ayağını üzerine yerleştirdi ve şöyle dedi:
“Hayır, bu diğerine benziyor!”
Eşleriyle çokça konuşup gülüşürdü. Hz. Aişe’yle şakalaşmayı çok severdi.
Davranışının sadeliği, yumuşak huyluluğu ve alçak gönüllülü­ğü, şahsiyetinin büyüklüğünü, maneviyatını ve cazibesini azalt­mıyordu. Her kalp, karşısında huşuyla otururdu. Her gurur, onun iyi ve güzel ihtişamı altında kırılırdı. Onun üstünlüğü her toplulukta herkesçe biliniyordu.
Yanma gelen herkes yaklaştıkça onu daha büyük görüyordu. Onunla daha fazla ilişki kuran, onu daha sevimli ve daha yeni buluyordu.
Hz. Ali, onu çok iyi tanıyor ve seviyordu. Simasını ve vücut yapısı­nı kendine özgü ve canlı kelimelerle tasvir etmiştir:
Geniş alnı vardı.
Elleri ve ayaklan büyüktü.
Omuzları geniş ve güçlü idi.
Orta boyluydu.
Ne uzun gözükecek kadar uzun ne de ufak gözükecek kadar kısaydı.
Yüzü açık, rengi pembe ve bir de­yişe göre esmerdi.
Siyah gözleri, gür kirpikleri vardı.
Bir avuç dolusu gür sakalı vardı.
Ömrünün son dönemlerinde çenesinin kıllan ve kulaklarına yakın bölümleri ağarmıştı.
Pazı ve omuzları üzerinde sıkı kıllar çıkmış, iki taraftan birbirine kavuşmuş, bir ip gibi göbeğine kadar inmişti.
Başı büyüktü.
Saçlarını kulaklarının altına kadar, bir deyişe göre omuzlarına kadar uzatırdı.
Gömleği çok severdi.
Bazen iki parça (kadife) ile örtünürdü. Bi­rini beline, diğerini omuzları üzerine atardı. Bazen sarık, bazen külah giyerdi. Üç tane külahı vardı. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de kulaklıydı ve savaşlarda giyerdi.
Genellikle elbise ve ayakka­bısını bizzat kendisi yamardı.
Cuma günleri için özel bir elbise­si vardı.
Temizlik ve yıkanmayı çok severdi.
Saçlarını her zaman tarardı.
Güzel koku sürüp süslenirdi.
Uykudan önce ve sonra üç defa misvak kullanırdı.
Bir havluyu iki defa kullanmazdı.
Çok az konuşurdu.
Az gülerdi.
Gülüşü kahkahalı değildi.
Sade­ce gülümserdi.
Ses tonunun kalpleri etkileyen bir cazibesi var­dı.
Genellikle gözlerini kısar, yere bakardı.
Başını pek az kaldırırdı.
Hiçbir zaman bir tarafa yan taraftan bakmazdı.
Bütün vü­cuduyla dönüp tam karşıdan bakardı.
Şaşırdığı durumlarda eli­ni hızla döndürüp avuç içini üst tarafa çevirirdi.
Konuşurken anlaşılmayan bir söz duyunca sol elini sağ elinin üzerine vurur­du.
Sinirlendiği zaman yüz çevirirdi.
Sevinçliyken gözlerini kı­sardı. Daha çok sevindiğinde gözlerini yumardı.
Çok sade dav­ranışlı ve alçak gönüllü olmasına rağmen büyüklük ve yiğitlik zamanında çok hassas ve sertti.
Amre ya da Esma’yla[11] evlilik gecesinde; gelin, Arap kadınlarının âdetine göre kendini naza çekmek istedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bakarak şöyle dedi:
“Vah, senden Allah’a sığınırım!”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem soğukkanlılıkla, Allah’a sığınan kimseye el sürmek yakışmaz, cevabını verip onu geri gönderdi. Şöyle dedi:
“BİZE NAZEDENLER VAR. BİZ KİMSEYE NAZ ETMEYİZ.”[12]
Yürürken saldırırcasına yürürdü.
Adımları baş ve omuzlarından daha geride kalırdı.
Uzaktan bakınca yüksek bir yerden iniyor­muş gibi görünürdü.
Yaklaştığında bir kayanın kayıp yuvarlan­ması ya da dağdan akan su gibiydi.[13]

Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir Muhammed Kimdir, İstanbul, Fecr Yay. 2009, s. 537-552

RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN ONBEŞ YILLIK SUSKUNLUĞU


25 yaşındaki Peygamberimiz, 45 yaşında zengin bir kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Aristokrat Hz. Hatice, dört deve karşılığında işe al­dığı yoksul işçilerinden biri olan Peygamberimizi temizliği, güve­nilirliği ve ahlakî üstünlüğü nedeniyle seçmede gerçekten bü­yük bir fedakârlık yapmıştı. Bu cömertliğin ödülü olarak tarih onun adını, yazıya geçtiği en parlak sayfaların başına kaydetti. Serveti için kocasını gözden çıkarmış olan Hz. Hatice, şimdi kocası için serveti gözden çıkarıyordu. Kader, bu fedakârlığın mükâfa­tı olarak bu 45 yaşındaki kadını Hicaz’da Peygamberimizin eşi, Hz. Zehra’nın annesi, Hz. Ali’nin hemşiresi yapıyor.
Hiçbir zaman bu fedakârlığa karşılık bu kadar ödül, kimseye verilmemiştir.
Peygamberimizin hayatı değişiyor. Kararit’te Mekkelilerin koyunlarını güden Hz. Ebû Tâlib’in yetimi, şimdi Hz. Hatice’nin kocasıdır ve onun develerini idare etmektedir. Peygamberimiz, müreffeh bir hayata başlar.
Bugünlerde Mekke’de birtakım haberler dolaşmaktadır. Abdül­muttalip’in ölümünden sonra herkes, Mekke’nin liderliği ve Kâbe’nin perdedarlığı iddiasında bulunmaya başlar. Haşimoğullarına rakip çıkmıştır. Kureyş’in büyük aileleri arasında düşman­lık ve reKâbet baş göstermiş, Mekke’yi parçalanma ve dağılmay­la tehdit etmektedir. Öte yandan Kâbe’nin saygınlığı, Kureyş’in nüfuzu ve Beytullâh sorumlularının gücü bu perişanlık içinde gittikçe zayıflamaktadır. Bazı Yahudi ve Hıristiyanlar, özellikle Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmı Kureyşlilerin dinine açıkça dil uzatmaya başlamışlardır. İnsanlar arasında dinsizlik ve inanç zayıflığı görünmeye başlamıştır. Şam, Yemen ve Hire’ye gidip gelen gruplar, yeni sözler söylemekte, rahiplerden duydukları­nı tekrarlamaktadırlar. Varaka bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd b. Amr ve Abdullah bin Cahş, “TANRILAR BAYRAMI” törenle­rine katılmamışlar, üstelik putlara alenen dil uzatmışlardır.
Hz. Hatice’nin amcası Varaka bin Nevfel, Hıristiyan olur, hatta İncil’i Arapçaya tercüme eder. Karısının yüzünden Şam’a ve Irak’a ka­çan Zeyd bin Amr, Mekke’ye döndüğünde putları resmen “güç­süz taş parçaları” diye niteler. Derler ki: Geldi, Kâbe’nin yanın­da, Lât ve Uzza’nın gözleri hizasına durdu ve yüksek sesle
“Al­lahım! Hangi yolu sevdiğini bilsem sana o şekilde ibadet ede­rim; ama bilmiyorum.” demiştir.
Hz. Hatice’nin akrabası olan Osman bin Huveyris, Kostantiniye’ye gidip Hıristiyan olmuştur. Roma kayseri, onu Mısır kanalıyla Mekke’nin yöneticisi yapmak ve böylece Mekke’yi imparatorlu­ğa bağlamak istemiştir. Halk onu Mekke’den çıkardıktan sonra o, Gassanîlere sığınmış ve onların desteğiyle Mekke’nin ticaret yolunu kesmek istemiştir. Fakat daha sonra Mekke halkı Gassanîlere rüşvet vermişler; neticede Osman zehirlenmiş ve plan­ları suya düşmüştür.
Sâd’ın hikayesi, Mekke’de her yerde dilden dile dolaşır: Birisi develerini Sâd’a vakfetmek için onun önüne getirir. Develer pu­tun yakınına varınca ürküp kaçar, her birisi çölün bir köşesine dağılır. Öfkeli adam develerin peşine düşer, fakat onları bula­maz. Yorgun ve kızgın bir halde geri döner, bir taş alıp şiddet­le Sâd’ın kafasına vurur ve şöyle feryat eder: “Sana Allah’tan bir iyilik gelmez.” Sonra pişman olur ve şu şiiri okur:
“Bizi birleş­tirsin diye Sâd’ın yanına geldik, fakat o bizi birbirimizden ayır­dı. Artık Sâd’ın takipçisi olmayacağız. Yoksa Sâd, yerin bir kö­şesine düşmüş, hayır söylemekten de şer söylemekten de aciz bir taş parçasından başka bir şey mi?”
Adiy bin Hatem ve Filis putunun hikâyesi herkesi hayrete düşür­müştür:
Filis’in sorumlusu Sayfi, Alimoğulları kabilesinden Malik bin Gülsüm’ün komşusu olan bir kadının “dişi deve”sini alır ve Filis mabedine vakfeder. Kadın Malik’in eteğine yapışır. Malik çıplak bir ata biner, mızrağını alıp Sayfi’nin peşinden koşar ve de­veyi ondan geri alır. Sayfi, putun karşısında ona beddua eder ama Malik’e hiçbir zarar dokunmaz. Adiy bin Hatem ve bu olayı izle­yen başka bir adam putperestlikten vazgeçer ve Hıristiyan olur. Ama bu arada Peygamberimizin adı geçmez. Bu çok ilginçtir. Biz bi­rinci el tarihî belgelerde hiçbir zaman Peygamberimizin putlar önünde tapındığını veya başkaları gibi devrinin dinî şenliklerine katıldığını görmüyoruz. Fakat o asla putlarla alay eden, onlara ve müşriklere açıkça dil uzatan kimselerin yanında yer almamıştır. Bu onun hayatının en karmaşık ve sıra dışı düğümlerinden biri­dir. Çünkü hayatının kırkıncı yılının 27 Recebinden itibaren (Mi­ladî 610 ağustos) putlara karşı tehlikeli ve sert bir isyana kalkışan ve putlara en ağır ifadelerle saldıran bir kimse, bu dini eleştirme konusunda daha önce şehrinin ve toplumunun diğer birçok ay­dınıyla ağız birliği yapmamış veya en azından halk arasında zayıf imanlı olarak suçlanmamış olamaz.
A. TOYNBEE der ki:
“Tarihin dâhilerinin (Bununla, bir hipotez, teo­ri veya kanun keşfetmiş olan felsefe veya bilim dâhilerini değil, toplum ve medeniyet hayatında yeni bir tarih meydana getirmiş olan dâhileri kast eder.) hayatı iki belirgin merhaleye ayrılır: Bi­risi, “TOPLUMDAN KOPUŞ” merhalesi, diğeri “TOPLUMA DÖNÜŞ” merhalesidir. Birinci merhalede toplumuna tahammül edeme­yen kişi, ondan uzaklaşır ve kayıplara karışır. Uzaklaşma devre­si kısa veya uzun sürebilir. Sonunda kabul ederek topluma ge­ri döner, risâlet görevine başlar. Bu dönüşte adam artık bambaş­ka birisidir. Kendiliğinden başka birisi olmuştur. Musa, Kıptîyi öldürdükten sonra toplumdan kaçıyor. Kayboluş yıllarından sonra kardeşi Harun’la birlikte peygamber kılığında geri geli­yor. Giden Musa, Firavun karşıtı bir devrimcidir. Buda, salta­nat, eğlence, dans, içki ve şehveti bırakır ve kayboluş yılların­dan sonra Nars’a devrimci bir peygamber kisvesiyle geri döner. Sdartha adlı bir şehzade olarak gittiği yerden Buda olarak geri döner. Mani de böyledir.
Ama Peygamberimiz 25 yaşından 40 yaşına kadar Mekke’yi terk et­memiş olmasına rağmen onun hayatı da Toynbee’nin dediği gi­bi iki dönemden oluşur. Toplumdan uzaklaşması ve topluma dönüşü onun gizemli iç dünyasında ve heyecanlı ruhunda ger­çekleşmiştir. Onun Hirâ ve Sevr mağaralarındaki tek başına te­fekkür dönemi, Mekke’den, onun putları, âdetleri, gelenekleri, ilişkileri ve hayat tarzından uzaklaşma dönemidir. Hirâ’dan çev­resinde Mekke’nin yayıldığı vadiye doğru koşması, büyük tarih­çinin deyişiyle “tarihle buluşmak için aşağı inmesi” topluma dö­nüş döneminin başlangıcıdır. Ama asla Peygamberimizin şahsı gözlerden kaybolmamıştır.
Diğer peygamberler de toplumlarından uzak kaldıkları uzun sü­re içerisinde tedricî olarak ruhsal ve fikrî bir eğitim geçiriyor ve kendilerini yavaş yavaş risâlet görevlerine hazırlıyorlardı. Eğer tarih, toplumu terk ettikleri dönemde onlarla temas halinde ola­bilseydi, şahsiyetlerinin normal ve genel durumdan rehberlik ve peygamberlik aşamasına nasıl dönüştüğünü ve onlardaki bu bü­yük düşünce, ruh ve ahlak devrimi öncüllerinin neler olduğunu bize söyleyebilirdi. Nitekim Buda’nın hayatında bu şahsiyet de­ğişimi, efsanevî ve mitolojik bir şekilde anlatılmıştır: Onun or­manların derinliğinde ölüm, hastalık, cahillik, yoksulluk ve zu­lüm tanrılarına karşı tek başına verdiği mücadele, prens Sdarta’nın Buda olma hikayesidir.
Mekke halkı, Peygamberimiz ile her gün ilişki halindeydi. Peygamberimiz de Mekke sosyal hayatının bütün faaliyetlerine ve toplantılarına katılıyordu. Ukaz ve Mucne pazarlarına gider, dört yıl süren Ficar savaşlarına katılır, Darunnedve’ye gidip gelir, Kureyş başkanlarıyla Kâbe’de sohbet eder. Kâbe’nin yeniden inşası ve Hacerülesved’in yerleştirilmesi esnasında Kureyş önderleriyle işbirliği yapar. Kaside dinler, di­ğer Araplar gibi şiir ve şairler hakkında konuşur, tanışır ve gö­rüş ortaya koyar. Peygamberimiz, seçkin bir şahsiyet olduğu 25 ile 40 yaşları arası nispeten uzun olan bu dönemde Kâbe’nin sucu­su ve perdedarı, Kureyş’in en kutsal ve nüfuzlu dinî şahsiyeti Abdülmuttalip’in torunu, Mekke’nin en zengin ve saygın kadını Hz. Hatice’nin kocasıdır. Bundan dolayı onun en ufak bir hareketi ve tepkisi toplumda yankı bulur. Nasıl olur da Abdülmuttalip’in to­runu putperestlikten nefret ettiğini sergiler, Kureyş’in dinî top­lantılarına katılmaz da Kureyş onu fark etmez ve halk, Kureyş dininin en üstün yetkilisi, Kâbe’nin yöneticisi ve Kâbe ziyaretçi­lerinin sorumlusu olan bir hanedanın, Abdülmuttalip’in bu zayıf inançlı evladını anlamaz, anlasalar bile pek önem vermez ve bu­nu büyük bir sapıklık görmez?
Tarihten edindiğimiz bilgilere göre, İslam’ın ve Kur’an’ın Peygamberimizi ile pek bağdaşmadığı halde, cahiliye döneminde Peygamber’in şahsiyeti ile ilgili olarak nakledilen mucize ve kerametlere rağmen Peygamberimiz bu on beş yıl boyunca olağanüstü bir şahsiyet, din düşmanı bir unsur, Hıristiyanlık, Yahudilik, Mani dini ve Zerdüştîlik gibi yeni ve ya­bancı fikirlerin, mistik Doğu ekollerinin, Yunan ve İskenderiye felsefelerinin etkisinde kalan bir aydın veya zihinleri kendisine çeken sıra dışı bir düşünür olarak tanınmamıştır. Üstelik onun ailevî soyluluğu, ahlakî üstünlüğü ve güvenilirliği, fikri ve itikadî yönlerinden daha çok belirgindir.
Maurice de Barres’in güzel ifadesiyle,
“Aydınlar, yerine şuur koymadan vicdanlarını kaybeden kimselerdir.”[14] Peygamberimiz Mekke’de bir aydın olarak ünlenmemiştir. Onda vicdan, fikir­den daha çok belirgindir.
Ona verilen “EMİN/DÜRÜST” lakabı, toplumun onun kişiliği hakkındaki kanaatini yansıtıyor. Mekke’nin dört dâhisi vardır ama bunlar arsında Peygamberimiz yer almaz:
Muaviye bin Ebu Süfyan,
Muğire bin Şube,
Amr bin As
Ziyad bin Ebihi’dir.
Dışarıya gi­dip gelenler, meşhur şair, tüccar ve kervancılar vardır ama Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
Yahudilik ve Hıristiyanlığa aşina olanlar ve bilginler arasında sa­yılanlar, Varaka bin Nevfel, birkaç şair ya da Arap olmayan ün­lülerden ibarettir. Peygamberimiz onların içinde de değildir. Dal­galı muhayyile sahibi, yüksek tabiatlı ve ince ruhlu kimseler vardır. Adları tarihe geçmiştir. İnsanlar onları herkesten daha anlayışlı kabul eder. Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
OSMAN BİN HUVEYRİS, ZEYD BİN AMR, MALİK BİN GÜLSÜM ve ADİY BİN HATEM gibi putlara dil uzatan, Kureyş dinine muhalefeti başlatan ve putperestliği resmen terk eden kimseler vardır. Peygamberimizi onların arasında da göremeyiz.
Araplarca olgun kabul edilen yani eğitimli, okçuluk ve yüzme bilen kimseler vardır. Bunlar tarihin tanıdığı birkaç kişidir. Peygamberimiz onların arasında da yer almaz.
Okuma yazma bilen, dolayısıyla dinlerin kitaplarından ve baş­kalarının fikirlerinden haberdar olan sekiz on kişi vardır. Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
Bundan dolayı kesin olan şudur ki Peygamberimiz ne şair, ne eği­timli, ne “kâmil”, ne yeni dinlerin etkisi altında olan birisi, ne yeni düşüncelere ve dış dünyaya aşina, seçkin Arapların üstün zekâlılarına mensup bir kimse, ne bilgin, ne önünde düşünce gücü ölçüsünde eğilen, yeni fikirler üreten ve miras kalmış sa­pık inançları anlayan küstah aydınlar kulübü üyesidir.
Peygamberimiz sadece ve sadece emin yani güvenilirdir. Şefkatli, soylu, doğru ve güvenilir bir kimsedir. Bunlar tamamen bireye ait ah­lakî üstünlüklerdir. Siyasal, sosyal ve dinî düşünce açısından da bir üne sahip değildir. Onda görülen tek değişiklik şudur:
Yir­mi beş yaşına kadar hayatını yetimlik, sıkıntı, yoksulluk, çöl şartları ve çobanlık ile geçirmişken şimdi zengin bir kadın ile evlendikten sonra müreffeh bir hayata, sıcak bir yuvaya ve ço­cuklara sahip olur. Son yarım asırdaki devrimleri ve çağdaş devrimci toplumları SINIF PSİKOLOJİSİ açısından incelediğimizde ve toplumumuzdaki siyasî akımlarda yer alan çeşitli sınıflara mensup bireylerle doğrudan ilişki kurduğumuzda çok önemli bir sosyal psikoloji meselesiyle karşılaşmaktayız.[15] Bireyler, kendi sınıflarını değiştirip bir üst sınıfa yükseldiklerinde muhafazakâr olurlar ve mevcut duruma, statükoya hoşgörüyle bakar­lar. Hatta derin düşünceli ve yedinci göbekten aydın olsalar ve kendi toplumlarının zamanına, şartlarına ve durumlarına karşı çıksalar bile kalben ve fiilen ondan yana tavır alırlar, devrimden ve güvenliğin alt üst olmasından korkarlar. Çünkü onlar müref­feh hayatlarını mevcut duruma borçludurlar. Şehre göçüp ora­da sanayi işçisi veya devlet memuru olan köylüler ve aşağı sınıf­tan orta sınıfa yükselen bireyler, devrimci ve eleştirel ruhlarını kaybedip sağcı olurlar. Avrupa’daki siyasî tecrübe, itinalı etütle­re ve istatistikî verilere dayanarak, ekonomik göstergelerin hal­kın ekonomik durumunun daha iyi olduğunu, siyasî gösterge­lerin politik eğilimlerin sağa kaydığını ve sağcıların başan şans­larının daha çok olduğunu gösterdiğini ispatlamıştır. Tersi de mümkündür. Savaş sonrası Fransa, bu durumun açık örneğidir.
Yirmi yıl öncesinde sosyalistlerin ve komünistlerin çoğunlukta olduğu parlamentoda şimdi De Golcüler, hatta onlardan daha sağcı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Fransa ekonomisinin bu yirmi yıldaki yükseliş eğrisi, bunu çok güzel açıklamaktadır. Günümüzde Batı kapitalizmi, mantıken Marks’ın öngördüğü gi­bi şekillenmesi gereken gelişme halindeki proletarya devrimi vasıtasıyla meydana gelecek bir iç patlamayı önlemek için “işçi­lerin refah seviyesini yükseltmek” şeklindeki en makul yolu be­nimsemiştir. Sosyal sigorta, düzenli maaş artışı ve işçinin buz­dolabı, radyo, ev, gaz, banyo, kalorifer, sinema, tiyatro, plaj ve araba gibi çağdaş hayatın nimetlerinden faydalanmasına imkan sağlanması, onda yalancı bir sömürülmemişlik ve mahrum bırakılmamışlık hissi uyandırır, sosyal ve ekonomik adaletin ger­çekleştiği duygusunu oluşturur, kompleks ve öfkelerinin yu­muşamasına vesile olur ve düşüncede devrimci bile olsa pratik­te muhafazakar olmasını sağlar. Buna bakarak “Kapitalizm akıl­lanıyor.” denmektedir. Çünkü kendisini korumak için işçiyi burjuvalaştırmaya kalkışmıştır. Bu da Marks’ın Alman, İngiliz, Fransız ve Amerikan kapitalizminin işçi devrimi ve komünizm­le yıkılacağı şeklindeki bilimsel ve mantıksal öngörüsünün ger­çekleşmemesine yol açmıştır. Bugün gelişmekte olan geri kal­mış ülkelerde dahi statükoyu korumak ve tehlikeyi gidermek için köylünün ve işçinin anarşi kaynağı olmak yerine konfora kavuşmasına, güvenliğin ve huzurun sağlanmasına yönelik ola­rak orta sınıf oluşturmaya çalışılmaktadır.
Peygamberimiz şimdi ekonomik hayat bakımından müreffehtir. Çok çocuklu fakir amcasının evinde sıkıntı çeken yoksul genç, şimdi Mekke’nin zenginleri arasında yer alır. Sınıf değiştirmiş, amburjuvaze olmuştur. Doğal olarak sebat ve emniyeti koruma­sı, muhafazakâr olması gerekir. Hâkim rejimi ve statükoyu sağ­lamlaştırmak için çalışmasına da Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr ve Malik bin Gülsüm gibi bozguncularla iş birliği yapmaz; mutlu, huzurlu ve müreffeh hayatını tehlikeye atmaz.
Peygamberimizin 25 yaşından 40 yaşına kadar süren on beş yıllık hayatı bunu gösterir. O bu dönemde iyi ve hoş kalabilmek ve ba­şını derde sokmamak için sadece bireysel ahlak ilkeleriyle yetinir.
Eğer 610 yılı 25 Recep gecesi [16] olayı gerçekleşmemiş olsaydı tarih, Abdülmuttalip, Ebusüfyan, yedi şair, Osman bin Huveyris, Vakara bin Nevfel ve İran ile Şam arasını o günlerde Hicaz ve Mekke üzerinden geçen birkaç ticaret kervancısını hatırlardı ama Abdullah oğlu Muhammed’in adını kesinlikle unuturdu. Ne Peygamberimizin ne de Abdullah’ın tarihin gözünde bir çeki­ciliği vardır. Onlar tarihin ilgisini çekecek bir iş yapmamışlar­dır. Bugün tarih, çölde yaşayan, fakirlik ve zayıf bir dadı olan Ebuzüeyb kızı Halime’den bile bahsediyor; yetim bir çocuğun sütanneye verilmesini, bir Arap delikanlısının çobanlığı, yoksul bir gencin orta yaştaki zengin bir kadınla evlenmesini ve daha birçok detayı bu kadar ciddiye alarak muhafaza ediyorsa bunun tek nedeni “o geceki olay”dır.
Bundan dolayı tarihin tanıdığı kadarıyla Cahiliye devrindeki Peygamberimiz, ne az ne çok işte budur.
Ama tarih her şeyi biliyor mu? TARİH SADECE OLAYLARI NOT EDER, YALNIZCA GÖRÜNEN OLAYLARI VE SEMBOLLERİ BİLİR. BİR İNSANI ANCAK DIŞTAN TANIR, ONUN İÇİNE NÜFUZ EDEMEZ.
Acaba şimdi tarihin yardımıyla Peygamberimizin iç dünyası hak­kında bilgi edinebilir miyiz? En azından yarın ilginç bir devri­min üssü olacak bir ruhun derinliklerinde neler olup bittiğini anlayabilir miyiz? Bu soruların cevabı tamamen olumsuzdur. Çünkü tarihçinin nesnel ve kesin delil ve belgeler dışında bir şeye dayanma hakkı yoktur.
Fakat bildiğimiz ve kesin olarak inandığımız bir şey varsa o da şudur: Peygamberimiz, Mekke’de miladî altıncı yüzyılın sonlarıyla yedinci yüzyılın ilk on yılında, yüzünde, yeni bir düşünce geti­receği, yeni bir proje ortaya koyacağı, büyük bir harekete lider­lik edeceği, şaşırtıcı bir düşünce ekolü kuracağı, insanlık tarihi­ne yön vereceği, dünyanın büyük siyasî güçlerini ve medeniyet­lerini kendi düşüncesine bağlayacağı, gelecek toplumlarda de­rin devrimlere ilham kaynağı olacağı ve güçlü ve parlak bir me­deniyet inşa edeceği okunan bir adam değildir.
Tarihin, yedinci yüzyılın ilk yıllarında, Abdülmuttalip’in torunu ve Hz. Hatice’nin kocası olan bir kişiden bu tür beklentilerinin ol­duğunu ve onun alnında böyle bir geleceği okuduğunu söyle­mek çok yanlış olacaktır.
Bu yıllarda tarih, gözünü “içinden bir adam gelecek ve elini ye­ninden çıkaracak” diye büyük üniversitelerin kapısına, MEDAİN, KOSTANTİNİYE, İSKENDERİYE, REHA, NUSAYBİN ve ATİNA gibi mede­nî şehirlerin girişine dikmişti. Kesinlikle o bu yıllarda, dünyaya yeni bir şekil verecek ve önüne başka bir yol açacak kayıp ön­derini İran, Roma ve Yunanistan’ın medenî, gelişmiş, güçlü, bil­gin, sanatçı ve filozof insanları arasında arıyordu. Farzımuhal, eğer suskun ve unutulmuş Arabistan çölünden bir koku almış­sa akıl, geleceğin o büyük devrimcisini geçmişi ve medeniyeti olan ve şimdi bile güngörmüş, dünya siyasetinin büyük karı­şıklıkları içine düşmüş ve olgunlaşmış bir halkı bulunan Mutlu Arabistan’da (Yemen); İran’ın yanı başında ve İran medeniyeti­ne âşinâ olan Hire’de veya Rumlarla içli dışlı olan ve putperest­likten kurtulup Hıristiyanlığa geçen Gassan’da aramak gerekti­ğine hükmeder. Mevlana’nın deyişiyle, Şeyh Ebul Hasan Harakanî’nin doğumundan önce geçtiği Harakan Köyü’nde onun koku­sunu aldığını söyler:
“Dedi ki buraya dostun kokusu geliyor
Bu köyün içine padişah geliyor.
Tarihin, şahın bu Mekke’den, bu Kureyş’in içinden çıkacağını anladığını farz edelim. O zaman kimlerin yüzünde bir parıltı belirir? Zeki insanların, şairlerin, İran ve Roma’yı bilenlerin, bil­ginlerin ve zihinlerine yüksek düşünceler ve yeni Hıristiyanlık girmiş olan kimselerin yüzünde Asla Abdullah’ın oğlunu, Hz. Hatice’nin kocasını takip etmeyecektir.
Ama tarih, kendi hallerinde yollarını gözleyen kimselerin, onun hiçbir zaman bakmadığı bir köşeden yukarı çıktıklarını unut­muştur. Defalarca tekrarlandığı halde tarih, Filistin, Mısır, Ara­bistan ve Mezopotamya çöllerinde güttükleri birkaç koyunun başında sessizce oturup düşüncelere dalan, kendilerini yalnızlık ve tefekküre kaptıran o fakir gençlerin, hem kendi yazgısını hem de dünyaya hükmeden kahramanların yazgılarını, medeni­yetleri, toplumları, düşünceleri ve duyguları nasıl değiştirdikle­rine hâlâ şaşmaktadır.
Bu defa tarih, yetim ve yoksul Kararit çobanıyla randevulaşır. Bir kez daha, belki son defa bugün bazılarının varlığını hisset­tikleri çözülmez gerçek tecelli eder: İnsanlığın eğitim sistemi ve medeniyet, “en gizemli ve en üstün İnsanî yeteneği,” dalgalarını medenî bilginler ve düşünürler tarafından eğitilen kalıplaşmış beyin sisteminin kavrayamadığı bu varlığın hakikatlerini anla­mak için felç eder ve öldürür.
Abdullah’ın oğlu sadece güvenilir kişidir, başka hiçbir şey değil. Ondan öne çıkan şey ne beyin, ne bilim, ne okul eğitimi, ne sa­natçı tabiat, ne filozofça mantık, ne de olağanüstü zekâdır. On­da yalnızca koyu bir vicdandır. Böyle bir toplumda güvenilir ol­mak, onun için münferit bir faziletten ibaret olamaz. Üstelik onun ruhunun derinliğinde tezahürlerinden birisi doğruluk olan gizemli bir kaynaktır. Hiçbir eğitim ve öğretimin kirletme­diği aynı gizemli kaynaktan daha sonraları zamanı ve var olan her şeyi içinde boğan dalgalar kabarmış, fırtınalar kopmuştur.
Güvenilir Peygamberimiz, kendisini böyle bir gelecek için hazırlamamıştır. Çünkü ondan haberdar değildir. O sadece mutlak bir kabullenmedir, başka hiçbir şey. Bu yeteneği hayatının süt em­meden kırk yaşına kadar olan süresi boyunca kazanmıştır. Onun sade ve macerasız hayatının tek rehberi, an ve doğal fıt­ratıdır. ONDA GÖRÜLEN TEK ÇABA İYİLİK, GÜZELLİK VE HAYRA DOĞAL OLARAK MEYLETMEK VE KÖTÜLÜK, ÇİRKİNLİK VE ALÇAKLIKTAN KAÇIN­MAKTIR. BU ONUN DİNİDİR. FİLOZOFLARIN BAHSETTİĞİ ŞEYLERİ OKUMA­MIŞTIR; ARİFLERİN DÜŞÜNDÜĞÜ ŞEYLERDEN HABERSİZDİR; HIRİSTİYANLA­RIN, YAHUDİLERİN, ZERDÜŞTÎLERİN, MANİHEİSTLERİN VE MAZDEKLERİN BENİMSEDİĞİ, PROPAGANDASINI YAPTIĞI VE UĞRUNDA MÜCADELE VER­DİĞİ ŞEYLERİ DUYMAMIŞTIR; İRAN’I, ROMA’YI, KOSTANTİNİYE’Yİ, İSKEN­DERİYE’Yİ, MEZOPOTAMYA KENTLERİNİ, MEDAİN’İ, PARİS’İ, ISFAHAN CEYİ’Nİ VE DİĞER MAMUR VE MEDENÎ ŞEHİRLERİ GÖRMEMİŞTİR. OKUMA YAZMA BİLMEZ, OKULA GİTMEMİŞTİR, DIŞANYA YOLCULUK YAPMAMIŞ­TIR, BİLGİNLER VE DÜŞÜNÜRLERLE OTURUP KALKMAMIŞTIR.
ÖZETLE, ONDA VİCDAN AKILDAN DAHA GÜÇLÜDÜR. BEYNİ ÜMMİ BİR ARAP ERKEĞİNİN BEYNİ KADAR BASİTTİR. AMA GÖNLÜ VE RUHU İNSANI DEHŞETE DÜŞÜRÜR. AMA BU RUH HENÜZ GÜN YÜZÜNE ÇIKMAMIŞTIR. BUNDAN NE KENDİSİ HABERDARDIR NE DE BAŞKALARI.

BAŞLANGIÇ
Abdullah’ın oğlu, Hz. Hatice’nin kocası Peygamberimiz, şehirdeki gün­delik hayatın tantanasından uzaklaşmak, kendi kendisine dü­şünmek, oruç tutmak, inzivaya çekilmek ve ruhunu toplum ha­yatının kirlerinden, şöhret ve rızık telaşından, ev, aile, sokak ve çarşının rahatlık ve zevklerinden arındırmak için bu yılki Ra­mazan ayında da Hirâ’ya gitti. Yılda bir şehri terk etmek, inzi­vaya çekilmek ve yalnızlığa ve tefekküre dalmak o asırda Peygamberimize has bir tutum olmadığı için bu işin onu bizzat sıra dışı yaptığı ve insanların ondan gelecek bir söz ve iddiaya göz­lerini diktiği söylenemez. Aksine bu bir gelenekti. Kureyşli Hanifler çoğunlukla böyle yaparlardı.[17]
Peygamberimiz, diğerleri gibi bir süre inzivada yaşamak için bu yıl da Hirâ mağarasına gitti. Bu yıl da mağarada tek başına oturup kendisi, geçmişi, geleceği, başkaları, İbrahim’in Evi, putlar, put­lara tapanlar, Araplar, insanlık, yer, gök ve varlık hakkında dü­şünüyor. Sonra dışarı çıkıp saatlerce Hirâ dağının üzerinde ma­ğaranın etrafında dolaşıyor; dağın vakarını, çölün sessizliğini, berrak Arabistan göğünün ihtişam ve suskunluğunu ve sessizce konuşan, ışıklı pencereler gibi insanın hayat ve yaratılışın etki­siyle daralmış bakışlarını sonsuzluğa doğru götüren yıldızlar kümesini seyrediyor.
Dağın sessizliğinde dolaşan adamın ayak sesleri o gece birden kesildi. Ruhunda sonsuz olarak düğümlenen uzun ve dertli dü­şüncelerden yorgun düşmüş bir halde mağaraya döndü ve me­raklı bakışları gidecek bir yer bulamadan göklerden ve uzaklar­dan onu bekleyen gözlerine geri geldi. Biraz oturdu, tekrar da­kikalarca kendi kendine düşündü ve kendinde hissettiği o ya­bancıyı beklemeye durdu. Var olan bir şeyi bulamamanın ver­diği üzüntüyle uykuya daldı.
Ansızın uykudan sıçrıyor; sanki biri boğazını sıkıyormuş gibi neredeyse ölümü hissediyor. Kapıldığı dehşet o kadar şiddetli­dir ki onu hâlâ anlayamaz. Boğazını sıkan gizli el onu bırakır. Gözlerinin önünde bir kâğıt görür. Sanki evrenin bütün zerre­lerinden, tüm varlığından kopup gelen gizemli bir ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Tekrar öldüğü hissini verecek şekilde boğazını sıkar. Yine aynı ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Yine boğazını ölüm hissi verecek şekilde sıkıp bırakır. Yine ay­nı ses:
OKU!
Ne okuyayım?
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin cömerttir. Kalem ile öğretti, insana bilmediği şey­leri Öğretti. [18] (96/Alak Suresi 1-5)
Bitti, bütün varlık birden durdu ve sessizliğe gömüldü. Geride Peygamberimiz, mağara, sessizlik ve yalnızlık kaldı. Korkusu gitti. Mağaradan dışarı fırladı, aşağı doğru koşmaya başladı. Sanki ru­huna her yönden korku yağıyordu. Kendisini eve atmak için hızla koşuyor. Aklını kaybetmekten korkuyor. Gök suskun... Birden onun gece göğün ortasında tekrar belirdiğini hissetti. Sanki onunla konuşuyor. Korktu, yüzünü başka tarafa çevirdi, onu yine gördü. Sanki her yerdeymiş gibi her taraftan o çıkıyor­du. Durdu.
Ne yapmalı?
Izdırap ve korku, ruhunu tahammül edilemeyecek derecede sı­kıyor. Onun gecikmesine canı sıkılan Hz. Hatice, birini onu arama­ya gönderdi. Adam onu bulamadan geri döndü. Göğü suskun, yeri durgun gören Peygamberimiz, eve varabilmek için dağın ya­macındaki taşlıkları hızla geçiyor.
“Hatice, üstümü ört, üstümü ört, üzerime su dök!”
Titrer.
Artık konuşamaz.
Bir köşeye yığılır. Hz. Hatice, üzerine bir yorgan örter. Sanki nöbet geçiriyormuş gibi ateşlidir. Yorgana sarındı. Bir süre geçti. Rahatladı.
Gözlerini, yanında oturmuş acısına ortak olan şefkatli eşi Hz. Hatice’nin üzerine açtı. Hz. Hatice’nin şefkatli ve acılı gözlerinden yakınlık ve güven duygusu aldı. Hz. Hatice susmuş, onu seyrediyordu. Peygamberimiz de susmuş onu sey­rediyordu. Konuşmaya dermanı yoktu. Dakikalar böyle geçti.
“ Hatice, bana ne oluyor?”
“Ne oldu, bilmiyorum. Yoksa cinler ba­na zarar vermiş olmasın? Yanlış bir şey yapmaktan korkuyo­rum. Ben kâhin olmak istemiyorum.
Kocasına inanan ve kendisinde iyilik, sevgi ve doğruluktan baş­ka bir şey görmediği Peygamberimizi hatadan masum kabul eden Hz. Hatice, bu sefer de 15 yıl önceki gibi kendisini zor bir gelecek bekleyen bu adamın rahmet meleği oldu ve onu teselli etti:
“HZ. HATİCE’NİN CANINI ELİNDE BULUNDURAN ALLAH’A YEMİN OLSUN Kİ ALLAH SENİ KÜÇÜK DÜŞÜRMEYECEKTİR. SEN HERKESE ŞEFKAT GÖSTERİR VE İYİ­LİK YAPARSIN. BU KADAR SIKINTI ÇEKTİN. MİSAFİRLERİNİ EN GÜZEL Bİ­ÇİMDE AĞIRLARSIN. HAK YOLUNDA ZORLUKLARA KATLANMAKTAN KAÇINMAZSIN. SEN İYİSİN. BEN SENİN GÖRDÜKLERİNİN HAYIR OLDUĞUNDAN EMİNİM. ALLAH SENİ KENDİSİNE ÇAĞIRMIŞ. GÖNLÜNÜ SAĞLAM TUT.”
Peygamberimiz, hakşinas gözlerle, her zaman kendisi için birçok sevgi, teselli ve fedakârlık kaynağı olan Hz. Hatice’nin huzurlu ve şefkatli yüzüne bakıyordu. Sakinleşti. Kendisinde şiddetli bir konuşma arzusu hissediyordu. Yorganın içinde kıvrılıp uykuya daldı. Bu onun son uykusu idi.
Hz. Hatice, yaşlı, bilgin ve aydın görüşlü amcası Varaka bin Nevfel’i görmek ve uzun süre önce putperestliği bırakıp Hıristiyanlığa girmiş ve bu sözlere aşina olan bu insanla eşinin olayını konuş­mak için yerinden kalktı. Peygamberlerin hayat hikâyesini ve vahyin onlarla ilk temas şeklini duymuş ve okumuş olan Vara­ka, onun sözlerine iman ederek ve Peygamberimizin Hirâ’daki se­rüvenini Musa’nın Sina dağında yaşadıklarına benzeterek yeğeni Hz. Hatice’ye ümit verir:
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki eğer söylediğin gibi ise Musa’ya inen Yüce Namus ona da inmiş­tir. O bu ümmetin peygamberidir. Söyle, içi rahat olsun.?
Hz. Hatice, eşinin yaşadıklarına duyduğu ümit ve imanla, onun ma­ceralı büyük geleceğine ilişkin korku ve ızdırap duyarak döndü. Peygamberimizi yorgana sarındığı gibi uyur halde buldu, yavaşça yanına oturdu. On beş yıldır ruhunu aşkıyla ısıttığı, kendisini ve her şeyini uğruna feda ettiği bir adamın yüzünü seyrediyor ve ne zaman kalkıp yeni hayatını başlatacak diye düşünüyordu.
Ne olacak?
Onun ve ailesinin başına neler gelecek?
Allah onu ne ile görevlendirecek?
İnsanlar ona karşı nasıl bir tutum sergileyecek?
Onu seyrederek bu düşüncelere dalmışken Peygamberimiz birden sarsıldı, titremeye başladı. Zor nefes alıp veriyordu; sanki birisi boğazını sıkıyordu. Yüzünden iri ter taneleri akıyordu. Yataktan kalktı ama uyanık değildi. Sanki gizli bir acının etkisiyle kendi kendisine kıvranıyordu, içinde âniden o tanıdık sesi duydu. Ke­sin ve buyurgandı, insan sözüne benzemiyordu:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini yücelt. Elbiseni/gön­lünü temiz tut. Çirkin işlerden uzak dur. Yaptığın iyiliği çok gö­rerek başa kakma. Rabbin için sabret. ” (74/Müddessir Suresi 1-7)
Peygamberimizin ruhunda ümit, ihtişam ve güven duygusu can­landı. Kalktı. Açıkça yeni bir hayatın eşiğinde ve fizikötesi gi­zemli bir dünya ile temas halinde olduğunu hissediyordu. Ken­disini, ona ağır ve önemli risâlet görevini yeniden daha açık bir şekilde gösterecek olan gelecek ilişkiler için hazırladı. Onun macerası Mekke’de yankılandı ve hızla ağızdan ağza dolaştı. Kü­çük bir şehrin daha çok bir araya gelerek saatlerce havadan su­dan konuşan, hurma sütü içen ve gıybet eden işsiz, sorumsuz ve rahat insanları için bu olay ne kadar ilgi çekici ve oyalayıcı­dır. Normal insanlar onu hayret ve tereddütle anlamaya çalışı­yor ve onun hakkında meraklı meraklı konuşuyorlardı ama böyle bir olayın daha çok kendileriyle ilgili olduğunu gören ka­bile başkanları konuya ciddiyetle eğildiler.
Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalip’in torunu, Hz. Hatice’nin kocası, Ebû Tâlib’in yetimi peygamber olduğunu mu iddia ediyor? Ona vahiy mi geliyor­muş? Şu bizim Peygamberimiz dün geceden beri peygamber mi ol­muş?
Ne acayip iddia!
Böyle bir adam değildi. Sakin, dürüst ve soylu bir adamdı. Ömrünü sadakat ve inançla Kâbe’ye hizmet ederek geçirmiş olan Abdülmuttalip’in torunu böyle sözler sarf eder mi?
Dinin ocağında eğitilmiş biri nasıl dinsiz olabilir ve kâfirce iddialarda bulunabilir?
Hayası, temizliği, alçakgönüllü­lüğü ve güvenilirliğiyle tanınan bir adam nasıl böyle yalanlar uydurabilir? Hayır. O yalancı bir adam değil. Büyülenmiş ve cinlere yakalanmış. Onu cinler yoldan çıkarmış.
Hayret ve merakla sorulan bu sorular gitgide alaya dönüştü. Mekke’nin yeni gündemi buydu. Gruplar halinde insanlar ve özellikle kavmin ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında oturup Peygamberimizin macerasını konuşuyorlar, içki içiyorlar, latife yapı­yorlar ve kahkahalarla gülüyorlardı. Burada herkes gözünü, ye­ni bir fıkra ve tatlı bir latifeyle meclisi ısıtacak, insanları güldü­recek ve herkesin Peygamberimiz ve davası hakkındaki şiddetli alay, yuhlama ve yargılama arzusunu tatmin edecek latifeci, hoşsohbet ve şakacı ağızlara dikmişti.
Peygamberimizin yeni hayatının en zor anları gelip çattı. Yolunu gözleyen belalar ve sıkıntılar tek tek gerçekleşmeye başladı. Şe­hir top yekün alay, suçlama ve dedikoduyla dolmuştu. Dışarı çıkamıyordu. Bütün dünyada sadece iki ümit kaynağı, iki sevgi ve dostluk sığınağı vardı:
Birisi, büyük Hz. Hatice, temiz Ali, Zeyd, de­ğerli oğlu, sevgili kızlan Zeynep, Rukiye, Ümmügülsüm ve kü­çük Fatıma ile paylaştığı evi; diğeri ise musibetlere ve insanların suçlama ve düşmanlığına karşı tahammül gücü veren Hirâ idi.
Peygamberimiz, alay, sövgü, iftira ve kahkaha gürültüleri ara­sından kendi adını duyduğu Mekke’yi terk etti ve büyük bir ümitle dağa tırmandı. Bütün ruhunu ve gönlünü O’na teslim ediyordu. Pür dikkat bekliyordu. Adım adım kendisini O’nun huzurunda buluyordu. Dağın kenarına ulaştı. Durdu. Her yeri yorgun ve istekli bakışlarla inceliyordu. Bakışları yeri, göğü, uf­ku ve her yanı dolaşıyordu.
Hiçbir haber yoktu.
Kendisini ma­ğaranın içine attı, o gece durduğu aynı noktayı dikkatle seçti ve oturdu. Bakışları ateşli bir şekilde mağaranın içi ile dışı arasın­da gidip geliyordu. Ayağa kalkıyor, oturuyor, eğiliyor. Acı saat­ler, böylesine susuz ve bitkin bir beklemede olabildiğince yavaş ilerliyordu. Sanki zaman durmuştu. Ne korkunç, sessiz ve sus­kun bir halde geçiyordu. Tabiat dilini yutmuş, konuşmuyordu; sanki ölmüştü.
Peygamberimiz gitgide ümitsizleşip sakinleşiyordu. Ateşi ve çar­pıntısı soğuyordu. Izdırap ruhunu vahşice sıkıyordu. Nefes bo­rusu tıkanmıştı. Bağırmak, bir şey istemek ve konuşmak istiyor­du ama yapamıyordu.
Boğazını sıkan düğüm yeniden çözüldü. Ağlamaya başladı. Ayağa kalktı. Mağaradan çıktı. Halsiz, yorgun ve bitkin düş­müştü. Gök aynı şekilde dilsiz, Ay aynı şekilde suskundu. Ma­ğaraya döndü. Sonra mağaradan çıkıp aşağıya doğru koştu.
Ümitsizdi.
Gürültü ve düşmanlık dolu Mekke, ayaklarının altın­da, vadinin dibinde, Kâbe’nin etrafında dağınık halde duruyor­du. Evler intikam dolu onu beklemekte, bütün pencereler yüzü­ne kapanmış, hayâsız ve günahkâr şehir, aptal ve dilsiz putlar et­rafında rahat ve huzurlu bir şekilde uyumakta. Yarın tekrar kal­kacak, Peygamberimizle uğraşacak, onu konuşacak, ona gülecek.
O gece Peygamberimiz ümitsiz bir halde uyudu. Yarın olunca Mekke uyandı ve işine kaldığı yerden devam etti. Gece olunca Peygamberimiz bir mesaj alırım ümidiyle yeniden dağın yolunu tuttu, seher vaktine kadar uyanık kaldı ama yine ümitsiz geri döndü. Her zaman olduğu gibi Mekke onunla uğraşıyor, o da Hirâ’dan gelecek mesajı bekliyordu.
İşkence dolu günler ve beklentili geceler art arda gelip geçiyor­du. Mağara aynı şekilde suskun, tabiat aynı şekilde dilsiz ve göklerin kapısı yüzüne kapalı idi.
Üç yıl geçtiği halde bir tek mesaj gelmedi.[19] Vahiy kesilmişti. Bu üç yılın her ânının ağırlığı, Peygamberimizin göğsünü, ona ölümü temenni ettirecek ölçüde daraltıyordu. Sonuçsuz bekleyişlerin canını sıktığı ve ıssız mağarada saatlerce yılan sokmuş gibi kıv­randığı gecenin suskun ve karanlık derinliklerinde, defalarca içinden, ölümün kendisini ruh törpüsü üzüntünün pençesinden kurtarması için oradan vadinin dibine atlama düşüncesi geçti.
Peygamberimizi bitkin bırakan tek şey, insanların alay etmesi, Mekke aristokratlarının düşmanlık yapması ve onun kendinden bıkması değildi. Çünkü onun sıkıntılar içinde pişen ve olgunla­şan büyük ruhu her musibeti içinde eritir, hiçbir darbenin onu sarsmasına imkân vermezdi.
Peygamberimizi en çok üzen şey vahyin kesilmesiydi.
Acaba dos­tu onu unutmuş mudur?
Artık onunla konuşmayacak mı?
Aca­ba Peygamberimizde bir hata görmüş de risâleti ona teslim etmek­ten vaz mı geçmiştir?
 Artık mesaj gelmeyecek mi?
Acaba onun risâletini sadece bu ilk mesajla anlayıp ona göre davranması is­tenmiş de o bunu yapmamış mıydı?
Acaba bir görev verilmiş de o bunu fark etmemiş miydi?
Acaba onu bu intikamcı Mekke’de onun vahşi halkı içinde savunmasız mı bırakacaktı?
Acaba onu yapayalnız mı koyacaktı? Yakalandığı bu uçurumda elinden tut­mayacak mı?
Onu unutacak mı?
Üç yıl böyle geçti. Ümitsizlik ve perişanlığın zirvesindeyken bir gün, ızdırap verici düşünce ve ürkütücü soru yağmuru altında oturduğu, derin bir ümitsizliğe kapıldığı ve geleceğinin karan­lık ve ürkütücü ufkunu seyrettiği bir sırada aniden güçlü bir elin şiddetle boğazını sıktığını hisseti. Vücudu titremeye başla­dı, ağırlaştı. Kıvranıyordu. Sanki gizli bir dertten dolayı acı çe­kiyordu. Kızaran yüzünü iri ter damlaları kapladı, sakinleşti. İçinde, kendisiyle şefkatli ve buyurgan bir şekilde konuşan ve yangında denemek için üç yıl önce gönlüne kor bıraktığı ada­ma şimdi geçmişinde kalan iki tabiat olgusuna yemin ederek güven veren üç yıl önceki o tanıdık sesi duydu:
“Kuşluk vaktine ve sakinleştiğinde geceye yemin ederim ki Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.
Gerçekten ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.
Pek yakında Rabbin sana vere­cek, sen de memnun olacaksın.
O seni yetim bulup barındırma­dı mı?
Şaşkın bulup yol göstermedi mi?
Fakir bulup zenginleş­tirmedi mi?
Öyleyse yetimi sakın ezme. İsteyeni azarlama. Rabbinin nimetini anlat. ” (93/Duha Suresi)
Peygamberimiz ümitle ayağa kalktı ve hemen çetin risâlet yoluna samimi olarak adım attı. En yüce insanî özellikleri en aşağılık ve donmuş vahşi ruhlara yerleştirmekle; gelişmiş Roma ve İran medeniyetlerinde Atina, Kostantiniye, Medâin ve İskenderiye düşünürlerinin bile henüz elde edemediği en yüksek fikirleri akıllarının üst limiti develerinin hörgücünden öteye gitmeyen kimselerin beyinlerine sokmakla ve tarihin, adını anmaktan utandığı bir kavmi tarihçilerin hâlâ gözlerini kamaştıran muh­teşem bir tarihin kurucuları haline getirmekle görevlendirildi.
O, bitkinin dahi yeşermekten korktuğu ölüm kusan sessiz çölde ve süreklilik bilmez bu yakıcı ve dalgalı kum denizinde, tevhid temeline dayalı, dört duvarı eşitlik, adalet, özgürlük ve aşktan oluşan ve içinde insanların para, güç ve kan tanrılarının egemen­liğinden bağımsız olarak yaşadığı sağlam bir şehir kuracaktır.

Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir, Muhammed Kimdir, İstanbul, Fecr Yay. 2009, s.464-481

RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN GÖZÜNDE VE GÖNLÜNDE KADIN


Bu konuda çok söz söylenmiştir ama daha söylenecek çok şey vardır.
Söylenenler ya düşmanın yalan, iftira, saçma ve tarih!
Gerçekleri çarpıtan sözleridir ya da dostun sözleridir.
Dostun sözleri, genelde meseleleri zamanın ve zamane insanının hoşu­na gidecek şekilde açıklamaya ve yorumlamaya yönelik çabalar­dır. Her ikisi de gerçekten başka bir şeyi aramayan ve hakikat dışında bir taassubu bulunmayan araştırmacıyı araştırmadan müstağni kılmaz.
Kadın meselesi, ister duygusal açıdan, ister toplumsal açıdan ol­sun, bizim çağımızda da söz konusudur, ilim bu problemi he­nüz çözemediği için, ister istemez inanç aşamasında kalmıştır. Bundan dolayı ilmin kesin olarak cevaplayamadığı diğer bütün meseleler gibi kadın meselesi de mecburen felsefe, din, gelenek, zevk ya da ihtiyaç tarafından açıklanır. Bu yüzden her ekol, her dönem veya her toplum bir şekilde onun hakkında konuşur. Doğal olarak bu konuyu Peygamberin hayatında incelemek is­teyenler, kendilerini, (genel düşünce tarzı manasındaki) felsefe, din, gelenek, zevk ve ihtiyaç etkenlerinin ürünü olan önyargı bağından kurtaramamışlardır.
Bu yüzden erkeğin toplum, hayat ve duygudaki kadın anlayışı, zamandan ve çevreden çok etkilenir. Her dönemde ve toplum­da özel bir şekle bürünen böyle bir mesele hakkında ilmî araş­tırma yapmak o kadar zordur ki eğer araştırmacı görüşünü ken­di zamanının ve çevresinin inanç, gelenek ve zevklerinin etki­sinden arındırmaz ve büyük hocam Profesör Jacque Berque’in deyişiyle, başka bir döneme ve başka bir çevreye ait olan bir meseleyi kendi zaman ve çevresinin bakış açısıyla inceler ve öl­çerse hem gerçeği göremez hem de boş yere konuşmuş olur.
Çeşitli açılardan incelenebilecek olan kadın meselesi, zamana ve çevreye o kadar bağlıdır ki onun en insanî usul ve adetlerin­den birçoğu başka bir zamanda ve çevrede insanlık karşıtı bir cinayet olarak şekillenebilir.
Birden fazla kadınla evlilik de böyledir. Kuşkusuz çağımızın vicdanı, kadına yönelik böyle çirkin bir aşağılamadan dolayı çok yaralıdır. Fakat geçmişte, özellikle ilkel toplumlarda bu il­ke, çocuklarıyla birlikte sıcak, güvenli ve sağlıklı bir aile haya­tından yoksun olan birçok mahrum ve himayesiz kadına, fakir­lik, perişanlık ve fesadın tehdit ettiği geleceğini o dönemde ka­dın ve çocuğun tek sığınağı olan bir erkeğin himayesinde kur­tarma ve geçmişte genellikle erkekleri takip eden kızıl ölüm ile hamisini kaybeden ve sarsılan aileye yeniden toparlanma imkânı veriyordu.
Çarşaf da böyledir. Günümüzde çarşaf, kadının elini ayağını bağlayan bir nesne olarak anlaşılmakta ve çağımı­zın ruhu onu kadın için çirkin ve aşağılayıcı bir şey görmekte­dir. Fakat geçmişte çarşaf, kadının toplumsal kişilik alameti, sosyal itibar göstergesi, izzet ve saygınlığının koruyucusu olarak görülüyordu. Bu anlayış köy toplumlarında ve şehrin gelenek­lere bağlı itibarlı ailelerinde hâlâ devam etmektedir.
İslam’da kadın hakları meselesi son yıllarda bazı araştırmacılar tarafından incelenmiştir. Ben burada onların söylediklerini tek­rarlamayacağım.[20] Fakat kesin olan şudur ki tarihin büyük dü­şünür ve ıslahatçılarının çoğu kadını ya görmezlikten gelmişler ya da ona değersiz bir şey gibi bakmışlardır. KADININ YAZGISIYLA İLGİLENEN VE ONA İNSANÎ ONURUNU VE SOSYAL HAKLARINI GERİ VEREN YALNIZCA PEYGAMBERİMİZDİR. Kadına ferdî mülkiyet hakkı ve ekono­mik bağımsızlık kazandırmıştır. Erkeği kadının geçimini temin etmekle yükümlü kılmıştır. Hatta ona kendi çocuğunu emzir­meye karşılık olarak kocasından ücret alma hakkı tanımıştır. Mehir verme yükümlülüğü, her ne kadar günümüzde reddedil­se de kadının şahsiyetinin göstergesi ve geleceğin uğursuz ihti­mallerine karşı ekonomik garantidir. Ayrıca kadınla erkeğe dinî ve hukukî alanda eşitlik tanıyarak kadını toplumda söz sahibi yapmıştır. Ayrıca kadın üzerinde sürekli baskı ve otorite kurma­ya çalışan erkek karşısında ona bağımsızlık sağlamıştır.
Benim İslam açısından karmaşık ve hassas bir mesele olan kadı­nın toplumdaki yeri konusunda söyleyeceklerim, bu ekolde ka­dının sosyal haklan ve İnsanî itibarı titiz ve kapsamlı olarak incelendiğinde çıkarılabilecek olan şu hususlardır: İslam erkekle kadın arasındaki ayrımcılık ile şiddetli bir şekilde mücadele etti­ği halde eşitlikten yana da değildir. Bir başka deyişle ne ayrımcılık taraftandır ne de eşitliğe inanmaktadır. Toplumda her birini kendi doğal konumuna oturtmaya çalışmaktadır. Ayrıcalığı cina­yet, eşitliği yanlış olarak görüyor. AYRIMCILIK İNSANLIĞA, EŞİTLİK TA­BİATA AYKIRIDIR. Kadının tabiatını ne erkekten aşağı kabul eder ne de eşit sayar. Bu ikisinin tabiatı, hayatta ve toplumda birbirinin tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. BUNDAN DOLAYI İSLAM, BATI ME­DENİYETİNİN TERSİNE, BU İKİSİNE “EŞİT VE BENZER” HAKLAR DEĞİL, DOĞAL HAKLAR TANIMA TARAFTANDIR. Bu konuda söylenebilecek en önemli söz budur. Bu sözün değerini ve derin anlamını ancak, “Avrupa’dan izinsiz” düşünme ve olayları bizzat gözleriyle gör­me cesaretine sahip bilinçli okurlar kavrayabilirler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, uygulamada İslam’ın kadın için tanıdığı hakları ve şahsiyeti ona vermeye çalışır. Erkeklerden olduğu gibi kadınlar­dan da biat alır. (Kendi inanç ekolünün esaslarına dayalı rey, sorumluluk, sosyal ve siyasal antlaşma) Onlara erkekler gibi as­habı arasında yer verir.[21] Kızı Fatıma’yı küçükken insanların önünde dizine oturtuyor, onlarla konuşurken onu okşuyor ve ona karşı özel bir sevgi göstererek sanki kızın aşağılık olmadı­ğını, onun da erkek gibi değerli olduğunu göstermeye çalışıyor­du. Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş ola­rak yüzü kapkara kesilir. (16/Nahl Suresi 58; 43/Zuhruf Suresi 17) Ba­zen de gururlarına yediremeyip diri diri toprağa gömüyorlardı. Ali, Fatıma’yı istemeye geldiği zaman, çok güzel bir adabımuaşe­ret, nezaket ve incelikle Fatıma’nın kapısı arkasında durup on­dan izin istiyor ve “Fatıma, Ali bin Ebû Tâlib senin adını anıyor.” diyor. Sonra onun cevabını almak için sessizce bekliyor. Fatıma’nın olumsuz cevabı kapıyı yavaşça kapatmak ve olumlu ce­vabı ise cevap vermemek şeklinde olacaktı.
Fatıma kocasının evine gittiğinde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem her gün ona uğ­ruyor, kapı eşiğinde dışarıda durup giriş izni alıyordu. Ona se­lam vermede erken davranıyordu. Onun kadınlarına davranışı öylesine edep, incelik ve sevgiyle birleşmişti ki bu, o günkü ka­ba toplumda pek hayretle karşılanıyordu.
Evinin dışında güç ve sertlik abidesi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, evinin içinde öylesine yumuşak huylu, sevgi ve saygı dolu davranıyor­du ki hanımları ona saygısızlık yapıyor, açıkça onunla münaka­şa edip pervasızca konuşuyor ve onu incitmekten çekinmiyor­lardı. BİR GÜN ONLARA ÇOK DARILIR -DİĞERLERİ GENELLİKLE KADINLARI KAPI DIŞARI EDERLERDİ; ŞİMDİ DE BAZI MÜMİNLER ÖYLE YAPIYORLAR- VE EVDEN ÇIKIP BİR TARAFINDA TAHIL BULUNAN AMBARDA KALIR. BU AMBAR YÜKSEK BİR YERDE OLDUĞU İÇİN, HZ. PEYGAMBERİMİZ BİR AĞAÇ KÜTÜ­ĞÜNÜ KOYUP ÇIKIYOR VE AMBARA ÇIKTIKTAN SONRA KİMSENİN KENDİ­SİNİ RAHATSIZ ETMEMESİ İÇİN ONU KALDIRIYOR. O, bir ay boyunca hanımlarına küstü. Hatta öylesine üzülmüştü ki (farzların dışında) mescide bile gitmiyordu. Halk da üzgün ve perişan olmuştu. Hz. Ömer onları temsilen gelip görüşme izni istedi. Ona izin vermedi. Hz. Ömer de ona,
“Eğer seninle kızım hakkında görüşmek istediğimi sanı­yorsan, ben ondan nefret ediyorum, izin verirsen boynunu bile vururum.” diye mesaj gönderdi. O da ona girmesine izni verdi. Hz. Ömer diyor ki:
“Yanına vardığımda ambarın bir köşesinde has­ra uzanmış olduğunu gördüm. Ayağa kalktığında böğründe ha­sır izleri görünüyordu. Ben ağlamaya başladım.” Hz. Ömer’i üzgün gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ona, dünyadan uzak durmanın ve zahitliğin lezzetinden söz ediyor ve onu sakinleştiriyordu. Hanımlarının davranış biçimi onun hayatının en büyük zorluklarından biriy­di. Bu doğaldır. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı ve ruhu onlardan çok uzaktır. Ayrıca köleler gibi aşağılık sayılan o dönemin ka­dınları, sadece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evinde karşılaşılan hürriyet ve saygıya layık değillerdi. Bugün biz bu gerçeği herkesten ve her zamankinden daha iyi biliyoruz. Şahsiyetsiz birine şahsiyet atfetmek, başlangıçta hep kasıntılara ve hastalıklı ve tehlikeli tep­kilere yol açabilmektedir.
Hz. Ömer’in dilinden nakledilen bir söz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında ka­dının sosyal hakları ve kadın-erkek ilişkileri konusunda yapılan köklü devrime açıkça işaret etmektedir. O diyor ki:
“Allah’a ant olsun, biz cahiliye devrinde kadınları hiçbir konuda hesaba katmazdık. Nihayet Allah ayetler indirip onlar için haklar belirle­di. Ben bir iş konusunda biriyle istişare ettiğimde karım, “Şöy­le şöyle yap.” derdi. Ben ise, “Benim işim seni ne ilgilendiriyor?” derdim. O da
“Kimsenin senin işine karışmasını istemiyorsun ama kızın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle münakaşa ediyor ve onu bütün gün si­nirlendirip küstürecek şekilde davranıyor.” dedi. Ben de abamı alıp evden dışarı çıktım, Hafsa’nın yanına gidip dedim ki:
“Kı­zım, sen bütün gün Resulüllah ile onu küstürecek şekilde mü­nakaşa mı ediyorsun?” Hafsa,
“Evet, onunla münakaşa ediyo­rum.” dedi. Dedim ki:
Sen Allah’ın azabı ve Resûlullah’ın gaza­bından sakın! Kızım kendi güzelliğine ve Peygamberin sevgisi­ne karşı nazlanan bu kadına uyma.” dedim.
HZ. ÖMER VE HZ. EBUBEKİR BİR GÜN ŞU OLAYA ŞAHİT OLUYORLAR:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem oturmuş, hanımları onu aralarına almışlar, bağırarak, kaba ve saygısız bir üslupla konuşarak yaşadıkları sıkıntılı hayattan şikâyetçi oluyorlar ve ondan nafaka istiyorlardı. O ise sessiz ve üzgün bir şekilde onları dinliyor ve acı acı gülümsüyordu. Hz. Ömer’i ve Hz. Ebubekir’i görünce,
“BUNLAR BENDEN ELİMDE OLMAYAN ŞEYLERİ İSTİYORLAR.” diye şikâyette bulunuyor. Hz. Ömer ile Hz. Ebubekir hemen kalkıp kızlarını dövüyorlar. Bu dile alışık olan kadınlar sakinleşiyorlar ve ondan bir daha elinde olmayan bir şey iste­meyeceklerine dair söz veriyorlar. Onların bu tutumu, babaları ve hatta Peygamberin azarlanmasına üzülen Müslümanlar için bile tahammül edilemez olmuştu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, toplumunun vahşî ve sert yapılı erkeklerine yeni bir ders vermek ve mahrum ve çaresiz kadınlara yeni bir şahsiyet kazandırmak için bunların yaptıklarına tahammül ediyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hanımlarının hoşnutsuzluğunun diğer nedeni, İran Hüsrevlerinin, Roma kayserlerinin ve hatta Yemen, Gassan, Hire ve Mısır padişahlarının kanlarının görkemli saraylarda yaşa­yıp dans, şarap, eğlence ve kumarla iç içe olduklarını duymuş olmalarıydı. Hâlbuki bunlar da Arap padişahının karılarıdır ve aylar geçmesine rağmen mutfaklarının bacasından duman tütmemiştir. Kabuklu arpa unu pişirip yiyorlar. Bu onların tek sı­cak yemeğidir. Sofralarında genellikle su ve hurmadan başka bir şey bulunmaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile eşleri arasındaki bu geçimsizlik öylesine arttı ki vahiy müdahale edip şunu önerdi:
Eğer dünya dirliğini ve re­fahını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel dav­rananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (33/Ahzab Suresi 28,29)
Kadınlar, yoksulluğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi tercih ettiler.[22] Onlardan sadece birisi dünyayı tercih etti. Fakat dünya da ona vefa etmedi, kara kadere yakalandı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “Ben sizin dünyanızda üç şeyi sevdirildi: Koku, kadın ve gözümün nuru namaz.” diyor. Hanımlarına adaletli davranıyordu. Her gece birisiyle beraber geçiriyordu. Ama kal­bi Hz. Aişe’nin aşkıyla doluydu. Onun evine gelen tek kız Hz. Aişe’ydi. Diğerlerinin hepsi duldu ve siyasî ya da ahlakî maslahat için ev­lenmişti.
Hz. Aişe, hem genç ve güzel, hem de zeki, zarif, güzel konuşan ve âlim bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme âşıktı. Diğer hanımlarını ve Peygamberin çok sevdiği Fatıma ve Ali’yi kıskanıyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onunla görüşüp konuşunca siyasî hayatının zorluklarını ve yorgunluklarını unutuyordu. Ağır düşüncelerin baskısı altında bunaldığında ve ruhunun çetin dalgaları ve düşüncelerinin yüksek miraçları karşısında takatsiz kaldığında, Hz. Aişe’yi çağırıp “Benimle konuş ey Hümeyra (pembelim)!” diyordu.
Hıristiyan misyonerler ve onların dinî veya siyasî propaganda­larının etkisi altında kalan bilgisiz ya da kötü niyetli yazarlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhunda bir zaaf noktası bulmaya çalışıyorlar. Hıristiyan ahlak eğitimi, kadının güzelliğini şeytanın tuzağı ve ona meyletmeyi fesat ve düşüş, evlenmemeyi Allah Teâlâ’nın rızasının kaynağı ve dinî takvanın koruyucusu saydığı için ve günümüz Avrupa vicdanı birden fazla kadınla evlenmeyi iğrenç ve çirkin kabul ettiği için, onu Doğu’nun kadın düşkünü “Don Juan”ı ve Doğulu sultanlar gibi harem kurmuş birisi olarak tanıtmaya ça­lışmışlardır. Bunlar iki konuda çok gürültü koparmışlardır:
Bi­risi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin çok kadınla evlenmesi, diğeri de Hz. Cahş kızı Zeyneb’in öyküsü. Onların çıkardıktan gürültü dalgaları ülke­mize kadar gelmiştir. Birçok entelektüelimizi (yani diplomalıla­rımızı) de tutsak etmiştir. Ben bu konunun gerçek yüzünü an­ladığım kadarıyla göstermeye çalışacağım. Kanaatime göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin duygusu ve hayatındaki kadın meselesi onun için bir zaaf noktası ve saldın konusu olmaktan çok, bu büyük ru­hun parlak ve en güzel yönünü teşkil etmektedir. Nitekim Mı­sırlı Abbas Mahmut Akkad diyordu ki:
“Hıristiyan misyonerler ve sömürgeci yazarlar bu yoldan İslam’a can alıcı ve öldürücü darbe indirmek istemelerine rağmen çok büyük bir hata yap­mışlardır. Çünkü dinini tanıyan, Peygamberinin siyerini bilen bir Müslüman için hakikatin görülmesi, her şeyden daha açık ve daha basittir. Onların katil yolu sandıkları şey, Peygamberinin büyüklüğünün ispatı, dininin çirkin ithamlardan bera­at etmesi için ispatlayıcı bir belgedir. Başka bir delile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira bir Müslüman için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüv­vetinin doğruluğu konusunda hiçbir delil, onun hanımlarına davranış tarzından ve hanımlarını seçme şeklinden daha doğru değildir” [23]
Burada ilk önce Hz. Zeyneb olayına değinecek daha sonra diğer me­seleyle ilgileneceğiz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için tasarlanmış olan aşk, he­ves ve harem saraylığının ne olduğunu anlayacağız.

HZ.CAHŞ’IN KIZI ZEYNEB
Hz. Zeyneb, Cahş’ın kızı ve iftihar dolu hayatını şehadetle noktala­yan büyük muhacir Abdullah’ın kız kardeşidir. Cahş ailesi, Kureyş içinde soyluluğuyla ünlenmiştir. Cahş’ın güzel kızı Hz. Zeyneb, Abdulmuttalip’in kızının torunudur; iki soylunun evlenmesiyle doğan bir çocuktur. Bundan dolayı Peygamberin halasının kızı­dır. Hz. Zeyd bin Harise, Şam’da esir edilen bir köledir. Kader onu Hatice’nin evine getirdi. O da Hz. Zeyd’i eşi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hediye et­ti. Şam’ın aristokratlarından olan “Harise” oğlunu aramak için Mekke’ye geldi ve onu buldu. Efendisine Hz. Zeyd’i satın almak için teklifte bulundu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem isteği kabul etti. Fakat Hz. Zeyd kabul etmedi. Gurbette Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hatice’nin kölesi olmayı, anne­si ve babası yanında hür yaşamaya tercih etti. Esir çocuğunu bul­mak için çilelere katlanmış ve şimdi onu alıp geri götürmek için sabırsızlanan babasına şöyle dedi:
Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzünde öyle bir duruluk görüyorum ki gönlümü ondan ayıramıyorum.”
Hz. Zeyd’in vefakârlığını ve kabiliyetini bilen ve ona Harise’den daha çok değer veren Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu hemen azat etti ve evlat edin­di. Bundan sonra onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kölesi “Zeyd bin Harise” değil, “Zeyd bin Muhammed” adıyla çağırmalarını istedi. Böylece Hz. Zeyd hem kaybettiği babasına ve vatanına kavuştu hem de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda yitirdiği iki çocuğu Kasım ve Abdul­lah’ın matem dolu evde boş kalan yerlerini doldurdu.
Bu iki ruh arasındaki hayranlık uyandıran sıkı dostluk bağı, Peygamberin hayatının en güzel tezahürlerinden biridir. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evinde büyüyordu. Babası Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, annesi Hatice, bacısı Zehra, kardeşi Ali. Kabiliyetini medenî bir top­lumdan ve seçkin bir aileden devralmış olan bu Şamlı zeki genç, akıncısı Allah olan bir ailenin beşinci üyesi oldu. Hz. Zeyd, ne kadar şuurlu bir şekilde kendine gelen mutluluğu tanıyıp ona kapısını açtı ve kendi güzel kaderini seçti.
Evlatlık edinme, Araplarda gelenekti. Sahiplerinin gözünde de­ğer kazanan köleler, serbest bırakılıp evlatlık mertebesine yük­seltilirlerdi. Fakat kölelik hatırası, toplumsal çevresinde canlılı­ğını olduğu gibi koruyordu. Bu durum değişikliği ona yeni sos­yal haklar sağlasa da onun sosyal konumu hep lekeli kalıyordu. Azat edilen insana hiçbir zaman özgür insan gözüyle bakmıyor­lardı. Evlatlık, evladın yerini almıyordu. Mevla (azatlı köle) sa­dece ruhsal bakımdan ve sosyal konum açısından aşağılanmak­la ve manevi ve psikolojik mahrumiyet hissetmekle kalmıyor, üstelik birçok sosyal haktan da mahrum bırakılıyordu. Birçok ayrımcılık onu diğerlerinden ayırıyordu. Bunlardan biri, efendi­nin, daha önce kölesi olan kimsenin boşadığı kadınla evlenme yasağı idi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, özgürleştirilmiş insanı özgür insandan ayıran bütün ayrımcılıkları ortadan kaldırmak suretiyle bu ikisi arasındaki mutlak eşitliği sağlamaya çalışırken onun kölelik hatırasını da zihinlerden silmek ve toplumda sürekli hissettiği aşağılık duy­gusunu yok etmek ve ona şahsiyetini ve hak ettiği sosyal, ma­nevi ve ruhsal itibarı vermek istiyordu. Böylece haklarını elde eden kimse, bireysel ve toplumsal vicdanını özgürleştirilmiş de­ğil, özgür bir insan olarak hissedecekti.
Bu yüzden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd’i büyük ve önemli görevlere getir­mekle onu değerli Muhacir ve sahabiler gibi tanıtmaya çalışı­yordu. Onu Medine’de kendi makamına vekil bırakıyor, Roma savaşına gidecek olan ve Hz. Cafer bin Ebû Tâlib, Hz. Abdullah bin Revaha ve Hz. Halit bin Velid gibi büyük şahsiyetlerin sadece er olarak katıldıkları büyük ordunun başına komutan atıyor, en önemli meseleler üzerinde onunla istişarede bulunuyor ve önemli seriyelere başkan seçiyordu. Hatta genç oğlu Üsame’yi ailevî bir mesele olan “Ifk hadisesi” konusunda Hz. Ali bin Ebû Tâlib ile aynı düzeyde birisi olarak istişare heyetine alıyor ve hayatının son günlerinde, 18 yaşındaki bu genci Roma imparatoruna karşı sa­vaşacak olan ve içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi büyük şahsiyet­lerin asker olarak bulunduğu ordunun kumandanı yapıyor.
Bütün bu çabalar, özgürlüğüne kavuşturulmuş olanların, İslam toplumunda eşit olmaları gibi Müslümanların duygu dünyasın­da da eşit olmalarını sağlamaya yönelikti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Arap aristokrat ailelerinden olan bir kızı Hz. Zeyd’e is­temekle hem yabancıların ve özellikle azat edilmiş kölelerin his­settiği aşağılık duygusunu ortadan kaldırmayı hem de özellikle evlilik konusunda daha belirgin olan ailevî taassubu kırmayı amaçlıyordu. Hiçbir soylunun böyle birine eş olmayı kabul et­meyeceğini bildiği için, üzerlerindeki nüfuzunu kullanarak ve razı ederek Hz. Zeyd’i kendi akrabalarından bir kız ile nişanlamaya karar verdi. Bu nedenle halasının kızı Hz. Zeyneb’i seçti. Fakat tah­min edileceği gibi kardeşi Abdullah, Muhacirlerin en temiz ve en fedakârlarından olmasına rağmen bu evliliği kendi ailesine karşı yapılmış bir hakaret sayarak reddetti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ısrar et­ti ve 20. yüzyılda, medeni Avrupa toplumunda bile hâlâ yürür­lükte olan bu cahiliye geleneğini kırmaya çalıştı. Nihayet vahiy, Abdullah’ı ve kız kardeşi Hz. Zeyneb’i bu işe razı etti:
“Allah ve Re­sulü bir işe hükmettiği zaman inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Re­sulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. ” (33/Ahzab Suresi 36)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in mehrini bizzat kendisi ödedi ve çirkin bir geleneği kırıp yerine yeni bir insanî gelenek yerleştiren bu evliliği gerçekleştirdi. Fakat bu evlilik, topluma mutluluk getir­diği ölçüde ailede mutsuzluğa sebep oldu. Hz. Zeyneb, kendi ailesi­nin üstünlüğünü, Hz. Zeyd’in sosyal konumunun aşağılığını unuta­mıyor ve bunu sürekli Hz. Zeyd’in başına kakıyor ve onu incitiyor­du. O da Hz. Peygamber’e şikâyette bulunuyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise Hz. Zeyd’in sabırlı olmasını istiyor, her ikisini de iyi geçinmeye da­vet ediyordu. Hz. Zeyneb, Hz. Zeyd ile evlenmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emriyle kabul etmesine rağmen onu hiç sevmedi. Çünkü gönül bam­başka bir ülkedir. Ona aşktan başka bir şeyin hükmü geçmez. Bu, Hz. Zeyneb’i de aşan bir durumdu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin büyük gayretlerle bağladığı bu evlilik bağı gün geçtikçe zayıflıyordu. Hz. Zeyneb ise onu, bir maslahat icabı göğsü üzerine konulmuş bir kaya ve bir çıkar için boğazına atılmış bir düğümden başka bir şey olarak hissetmiyordu. Gün geçtikçe sabrı daha bir tükeniyordu. Hz. Zeyd ise aralarına sürekli mesafe ko­yan ve günden güne kendisinden hızla uzaklaştığını gördüğü bir kadınla birlikte olmaktan dolayı çok inciniyor ve bu sevgi­siz beraberlik, anbean hayatın rengini karartıyor ve evliliğin ta­dını acılaştırıyordu. Kimsenin de elinden bir şey gelmiyordu.
Şüphesiz Chandel’in dediği gibi “Aşka muhtaç bir kalp, aşksız olduğu zaman, gönül ehlini kaybettiği sevgiliyi aramaya gönde­rir ve onu bulmadıkça sakinleşmez. Allah, özgürlük, bilim, sa­nat, güzellik ve dost, onu arayış çölünde, yolu üzerinde tozlu ve boş testisini kimin çeşmesinden dolduracak diye beklemekte­dir.”[24]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in derin bakışlarında aniden gönlüne haber verdiği bu sırrı okudu. Hz. Zeyneb’in içine düşen gizemli ateş, ya­naklarına yansıdı ve canını sıkan rahatsızlıklar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem karşısındaki suskunluğunu daha da zorlaştırdı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, önünde çakan ilk şimşekle gözlerini kapattı ve hemen kendi içi­ne daldı ve hızla geri döndü. Ancak Hz. Zeyneb nereye dönebilirdi? Artık Hz. Zeyd’le görüşmeye tahammül edemiyordu. Gök, göğsü üzerine ağırca çöküp nefes yolunu tıkamıştı. Bir çehreyle karşı­laşmak, bir sözü duymak onun için dayanılmaz bir çileydi. İçin­de iki yabancı gibi ayrı köşelerde, bıktırıcı sessizlik içinde otur­dukları ve hiçbir şeyi beklemeden zamanın geçişini ve güneşin ve ayın doğuşunu ve batışını seyrettikleri soğuk evde bacadan içeri ansızın bir ateş kıvılcımı düşse ve ev yansa ne Hz. Zeyneb ne de Hz. Zeyd bir an bile orada kalamazdı.
Hz. Zeyd, dayanamayıp dertli bir şekilde evden dışarı fırladı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme sığındı. Sevgili babalığından onları birbirinden kur­tarmasını istedi. Çünkü artık hiçbirisinin dayanacak gücü kal­mamıştı. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme âşıktı; onun büyüklüğü ve sevgi­siyle doluydu. O, kılıç, vefa ve iman adamıydı; kalbini ona ver­meyen bir kadının nâaşını omzunda taşımazdı.[25] Kureyş kabi­lesiyle akrabalık bağlılık uğruna ya da ruhsuz ve soğuk bir hey­kelin güzellik lezzetini tatmak için odalarının çatısından başka bir şeyi paylaşmadıkları ve oturduktan ev dışında başka hiçbir şeyin kendilerini bir araya getirmediği bir hayatta kimseye esir de olamazdı, kimseyi esir de edemezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için bu olay başlı başına büyük bir meseleydi. Üzerinde çokça düşünüp ça­re arıyordu fakat bulamıyordu. Hz. Zeyneb’in bakışlarında okudu­ğu şeyi acaba kalbinde de hissetmiş miydi?
Acaba hayatını, gençliğini ve her şeyini Allah, insanlar, düşünce, takva, çile ve mücadeleye adayan büyük bir ruh, şimdi kendisine tutkun bir kalp karşısında kendini kaybetmiş miydi?
Bu soruya verilen birçok cevap vardır ve bundan hayal ürünü hikâyeler ve uydurma efsaneler üretilmiştir. Ancak ben, böyle bir soruyu da ona verilen cevapları da temelsiz buluyorum. Çünkü aşkın gizli yolunu ne tarih ne de araştırma bilebilir. Hem de “çeng” gibi bir bakışın ya da gülüşün yumuşak bir par­mak ucu işaretiyle figan eden ve tahammülsüzlükten sabrın ve sükutun yakasını yırtan bir gazel şairinin gönlünde değil, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlü gibi derin, büyük ve güçlü bir gönülde.
GÖ­NÜL OKYANUSTUR.
Hangi göz, sabahın seherinde esen ve kendisi­ni denizin üzerine vuran meltemin, denizin kalbini ne ölçüde sarstığını görebilir?
Hem de denize 1400 fersahlık bir mesafe­den bakan bir göz!
Üstelik her gönlün sevebildiği ölçüde.
Gö­nüller ne kadar hayrette ise onlardaki aşk da o kadar hayret ve­ricidir. Biz aşkları Doğu’da Menuçehrî’nin çukurundan Mevlana’nın göğüne kadar, Batı’da ise Bolitis’in kokuşmuş bataklığın­dan Dante’de Beatris’in kutsal melekutî cennetine kadar birbi­rinden uzak olduğunu biliyoruz. BİZ BÜTÜN BUNLARI BİR KELİME KALIBINA DÖKMENİN, BU KELİME SINIRSIZ AŞK TERİMİ BİLE OLSA, NE KADAR ÇİRKİN OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ. Böyle bulanık tabirleri, çü­rük ve dar kelimeleri öykücülerin, gazelcilerin, heyecanlı, ateş­li ve hareketli gençlerin elinden ve dilinden ödünç almış oluyo­ruz. Söz konusu olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi gibi derin bir kalbin içindekiler ise, yersiz ve gerçekten uzak sözler söylüyoruz. Ya­ratılış giysisi kendisine dar gelen bir kalbin derinliğindeki esra­rengiz çeşmelerin kaynamasını, meyve tozuyla kabaran bir bar­dak suyun kaynamasıyla karşılaştırmış oluruz!
Biz hiçbir zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın nasıl ve ne ol­duğunu anlayamayız. Onun sadece göklere uzanan ve kalbi böyle bir ateşin tutuşmuş ocağı olan bir aşka değil; aynı zaman­da kalpten kalbe akan bir aşka da aşina olduğunu biliyoruz. Bu durum, ariflerin kendisinden rivayet ettiği şaşkınlık ve güzellik­ten titreyen şu peygamberce sözden de anlaşılmaktadır: “Kim âşık olur ve onu gizleyip kendisini tutarak ölürse cennet ona vacip olur.” [26]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlünde bir aşk varsa bile bu ilginç bir öykü­dür; Hıristiyan din adamlarının, Dozy gibi Hıristiyanlık veya sö­mürgeciliğe bağımlı oryantalistlerin ya da Conde ve Brass gibi piyasa yazarlarının uydurdukları gibi değildir. BUNLAR NE KADAR ÇİRKİN, İĞRENÇ VE CAHİLCE YAZILARDIR. Mesela:
“...Aniden hafif bir rüzgâr, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabından biri olan Hz. Zeyd’in güzel eşi Hz. Zeyneb’in yatak odasının perdesini bir kenara çekti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, alımlı bir ince giysiyle yatağında uyuyan Hz. Zeyneb’le karşı­laştı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yan çıplak haldeki uzun boylu Hz. Zeyneb’i gö­rünce kalbi heyecanla doldu...” [27] Hz. Zeyneb, öyküsünü gizlemeyip Hz. Zeyd’e açıkladı. O da Peygamberin Hz. Zeyneb’le evlenebilmesi için onu boşadı.
Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aşkını, kiliselerin gizli köşelerinde ve halvetlerinde kutsal bacılarla kutsal pederler arasında olup bi­tenler ve “VİCTOR HUGO”nun ifşa ettiği aşklar gibi sanıyorlar.[28]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem çok üzgün ve ızdırap içindedir. Kaçacak yolu olma­yan bir darboğaza düşmüştür. Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’in birlikte yaşa­ması artık imkânsızdır. İkisinin de kurtuluşu ayrılıktır. Ayrıca Hz. Zeyneb’e karşı, onu böyle bir kadere mahkûm ettiği ve kendi akrabasını halkın çıkarma kurban ettiği için ağır bir sorumluluk hissetmektedir. Hele Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buna sebep olan birisi ola­rak Hz. Zeyneb’i yakmakta olan dert karşısında seyirci kalması, ça­re düşünmemesi mümkün müdür?
Hz. Zeyd’ten boşandıktan sonra onu dertli ve başıboş kaderiyle, ümitsizlikle baş başa bırakabi­lir mi?
Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin karşısına dikiliveren beşerî gerçeklerdir. İnsanlığın en gerçekçi toplum ve ahlak önderi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gerçeği hiçbir zaman yadırgamaz ve ona karşı savaş açmaz. İslam’ın ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en doğru ve parlak özelliklerinden biri, gerçekleri kabul etmektir. Savaş, öfke, intikam, hayat lezzetleri, güzellik, heves, servet, ilişki kesme, ilişki kurma ve hatta tek ev­lilikten sapma, bireyin ve toplumun sürekli karşı karşıya olduğu gerçeklerdir. Birçok sosyal felsefenin, irfanî ekolün ve çoğu di­nin insanî ilişkileri görmezden geldiklerini ya da ortadan kaldır­ma mücadelesi verdiklerini ama asla başarılı olamadıklarını gö­rüyoruz. Çünkü görmezden geldiğimiz her gerçek, kendisini da­ha tehlikeli ve çirkin bir çehreyle gösterecek ve onunla yüz yüze olmadığımız her an bizi arkadan hançerleyebilecektir. Bu, tarih boyunca hep tecrübe edilegelmiş bir gerçektir.
İSLAM HER ZAMAN GERÇEKLERLE YÜZ YÜZE GELİR, ONLARI KABUL EDER, DENETİMİ ALTINA ALIR, ONLARI KENDİ YOLUNA ÇEKER VE BÖYLECE TAŞ­KINLIĞA, TEHLİKEYE VE KÖTÜLÜĞE YOL AÇMASINI ÖNLER. Çünkü toplu­mun en tehlikeli iç düşmanları, resmiyette kabul edilmeyen ve hayat hakkı tanınmayan unsurlardır. İslam, cihat, boşanma, birden fazla kadınla evlilik, tekrar evlenme, kısas, mülkiyet, dünya nimetlerinden[29], maddî hayatın servet ve lezzetlerinden yararlanmaya ruhsat vermekle, her zaman ve her yerde rastla­nan bu olguları kabul ederek isyancı ve tehlikeli gerçekleri diz­ginlemeye çalışmıştır.
Aşk da kin, intikam ve savaş gibi Hıristiyanlık’ta görüldüğü şe­kilde kapıların yüzüne kapatılması halinde duvardan atlayacak olan böyle bir gerçektir.
Burada aşkın anlamını anlamayan, iki akraba ruhu birbirine doğru çeken gizemli ve olağanüstü gücü tanımayan, onu miza­cın defi haceti olan hızlı ve sakinleştirici heveslerle bir tutan ve­ya iki insan arasındaki ilişkiyi şöhret, ekmek ve lezzet bağı zan­neden, ne desem, hatta insan ile Allah Teâlâ arasındaki ilişkiyi ateş to­pu ve cehennem zebanisi korkusu veya huri, gılman ve kara gözlü, nar memeli kızları arzu etme dışında anlamsız ve imkânsız gören kimseler vardır. Onlar burada nelerden söz ettiğimi nasıl bilirler?
Öyleyse Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sorunu nedir?
Niçin önünde duran bu güçlü ve tehlikeli gerçeği itiraf etmekten korkuyor?
Niçin Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd’in de yakalandığı ve kırmak için uğraştığı o zincirden kurtarmıyor ve ümitsiz kurtuluştan korkarak çaresiz bir şekilde kendisini duvarlara çarpan bu yaralı kuşun çıkıp o sığınağa gir­mesi için kafesin kapısını açmıyor?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem iki şeyden çok korkuyor:
Korku ile hiç tanışmamış olan bu kalp, şimdi üzüntü, bunalım ve korkuya tutsak olmuş­tur. Biri halkın anlayışı konusunda duyduğu nefrettir. Kendisi­nin temiz ve yüce duygularının, halkın iğrenç ve alçak anlayış­larıyla kirletilmesinden korkmaktadır. Gök ile irtibatı olan gü­zel ve yüce bir ruh için, kendi pis hayat bataklıklarında debele­nen insan kurtçukları arasındaki geri düşüncelerden ve dar gö­rüşlerden daha iğrenç, daha çirkin ve nefret uyandırıcı bir düş­man yoktur.
Günümüz medeni Avrupa yazarlarının Batı edebiyatına şekil veren ve geliştiren sinema aşkı ve duygusal aşk olarak ifade et­tikleri şeyi, duygusal aşk konusunda deve seviyesinde olan Hi­caz, Necid ve Tihame Araplarının gözleri nasıl görebilir?
Gök gibi temiz ve içinden yüzlerce gayb çeşmesi fışkıran kalbi han­gi pisliklerle bulandıracaklardı?
Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yolu üstünde bir lüzumsuzluk durmakta­dır. Her toplumun duvarlarını ve her yolun engellerini oluştu­ranlar bunlardadır. Bu lüzumsuzluk, toplumun duygu derinlik­lerinde kök salmış olan ve koyu bağnazlık tarafından korunan eski ve sağlam gelenektir.
Evlatlık, kölelik ile özgürlük arasında bir merhaledir. Evlatlık çocuk, yarı özgür bir insandır. Onu diğer özgür insanlardan ayıran özelliklerden biri, şimdi üvey babası olarak bilinen eski efendisinin, onun bir zamanlar eşi olan kadınla evlenememesidir. Çünkü Araplar böyle bir evliliği büyük bir ayıp sayarlar.
Ama neden ayıp?
Neden bir kadın daha önce azatlı bir köleyle evlenmiş olduğu için bütün kadınların yararlandığı bir haktan mahrum kalsın?
Yoksa özgürleştirilmiş biri özgür insan değil midir?
Bu âdet, hayalî ve insanlık dışı bir lüzumsuzluktur ve hem kadın, hem eşi, hem de onlarla içli dışlı olan kimseler için adamın kölelik günlerinin uğursuz hatıralarını ve onunla evli olma utancını canlandırmaktan başka bir anlamı olmayan bir kölelik kalıntısıdır. Onu ortadan kaldırmak ve özgürleşmiş ada­mı ve karısını, onları kölelikle ilişkilendiren ve özgür insanlar­dan ayıran her türlü kayıttan kurtarmak gerekir. Sürekli top­lumda ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerine inen vahyin kesin emri, onu bütün zamanlar için ortadan kaldırdı ve bu yanlış geleneği söküp attı.[30]
Şimdi Hz. Zeyneb, Hz. Zeyd ile maslahat üzerine yaptığı evlilik cendere­sinden, Hz. Zeyd de araları görünmez duvarlar tarafından ayrılan Hz. Zeyneb ile evlilik işkencesinden kurtulmuştur. Hz. Zeyneb’in çileli bir hayat anısından başka sermayesi yoktur. Böyle bir kurtuluş, onu saygın akrabasının himayesine girmesi yönünde daha bir sabırsızlandırıyordu.
Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem henüz cesaretsiz ve tereddütlüdür. İnsanlar ne diyeceklerdi ve onu nasıl anlayacaklardı?
Onun şafak kadar temiz olan duygusunu iğrenç tabirleriyle bulandıracaklar mıy­dı?
Güneşin doğuşu gibi güzel ve görkemli olan bir ruhu, kara ve dar düşüncelerine yerleştiremeyecekler miydi?
Tereddüt ve korku Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhuna çöreklenmiş ve onu acılı işkence altında kıvrandırmaktadır. Kara günler ve boğucu ve can sıkıcı geceler böyle gelip geçmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, için­deki bu kor gibi yakıcı ve kararsız sırrı insanların aptal ve kö­tümser gözlerinden gizlemektedir. Derdiyle baş başa kalarak susmuştur. Birden göğün ağır ve kapalı kapısı açıldı ve başına vahyin sitemli ve sert nidası indi:
“İnsanlardan korkarak Al­lah’ın açıklayacağı şeyi içinde gizliyorsun!”
Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gizlediği sırrı açıkladı. Şimdi insanlardan korkmak, hayalî bir korkudur. Eski geleneklerin, çirkin ve akıldışı âdetlerin eseri olan bir halkın beğenisinin bu konuda ne de­ğeri olabilir?
Hem aynı kapana yakalanmış, birbirine katlanan ve bir türlü mutsuzluktan kurtulup mutlu olamayan iki uyum­suz insanın özgürlüklerine kavuşması, hem onun dışında biri­sinin yanında yaşamaya güç yetiremeyeceği bir adamın yanında olmaktan başka bir şey istemeyen özgür bir kadının aşktaki ba­şarısı, hem de adamın köleliğini ve utancını hatırlatan ve kadı­nı mahrum edip aşağılayan bir geleneğin kaldırılması söz konu­sudur.
Bütün bunlara rağmen, halkın gözünde gelini olarak görülen, evlatlığının eski karısıyla evlenmek, kanuna uygun bile olsa çok zor bir iştir. Öyle bir toplumda böyle bir işi kim yapabilir?
Kim ilk adımı atarak bu eski geleneği ayaklar altına almaya cüret edebilir?
Allah, böyle zor bir sorumluluğu yerine getirmesi için kendi peygamberini seçti.
“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye; eşini yanında tut, Allah’tan kork, diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkulmaya layık olan Allah’tır. Hz. Zeyd o kadından ilişi­ğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. ” (33/Ahzab Suresi 37)
Siyer, hadis ve tefsir kitaplarındaki rivayetleri inceledikten son­ra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Hz. Zeyneb’in öyküsüyle ilgili olarak taassup, ön­yargı ve yükümlülükten uzak olan bir zihinde oluşan tasavvur bundan ibarettir.
Burada insan, yine de merakla şunu sormadan edemiyor:
Aca­ba Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gerçekten âşık mı olmuştur?
Acaba Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin o gün Hz. Zeyneb ile göz göze gelerek ve ondaki görünmez aşk çizgisini okuyarak gönlünün ansızın ona doğru aktığına ve “Ey kalpleri çeviren Allah’ım, seni tenzih ederim.” dediğine ina­nılabilir mi?
Acaba o gün Hz. Zeyd’in evine gittiğinde, Hz. Zeyneb’le te­sadüfen karşılaştığı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onun saçını, başını ve uzun boylu vücudunu görüp güzelliğine kapıldığı doğru mu­dur?
Acaba gerçekten Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’e gönlünü kaptırdığını anlamış da onun aşkı yüzünden eşinin sevgisizliği­ni bahane ederek Hz. Zeyneb’i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için mi boşamıştır?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb’in kalplerinin gizli köşelerinde, ruhlarının derinliklerinde geçen bu sorulara kim cevap verebi­lir?
Biz bunların çağında yaşasaydık, Medine’de kapı komşusu olsaydık bu konudaki konuşmamız Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle ilgili duygu, sezgi, zevk ve inanç şeklimize dayanırdı. Dahası, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın ne ve nasıl olduğunu kim bilebilir?
İnsanı düşünmeye zorlayan, bu olayı kendi karanlığı içine gö­men tarihin kapalı hisarına bir pencere açan şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatı ve bu öyküyle ilgisiz olarak sahip olduğumuz dağınık bilgilerdir. Biz bunların arasından hisarın içine bakabilir, kendi duygu ve anlayışımızın yardımıyla onu ortaya çıkarabiliriz.
Örtünme hükmü bu olayın vukuundan sonra (5.yıl, Hendek sa­vaşından sonra) konuldu. Bu sıralarda her erkek, şehirdeki ka­dınların saçı, başı ve vücut yapısından haberdar idi.[31]
Hz. Zeyneb, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin halasının kızıdır. Çocukluktan beri onun gözleri önündeydi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendisi Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd için seçti. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı üzerine Hz. Zeyd’le evlen­meyi kabul etti. Eğer Hz. Zeyneb’e gönül vermiş olsaydı, kız iken, daha güzel ve çekici olduğu bir dönemde rahatlıkla onunla ev­lenmeyi düşünebilirdi. Bunca tantana, baş ağrısı ve rahatsızlığa gerek kalmazdı.
Hz. Zeyd’in eşinin sevgisizliğinden şikâyeti sıra dışı kabul edilen ye­ni bir mesele değildir. Bildiğimiz gibi Hz. Zeyneb ve ailesi bu işe ba­şından beri karşı idi. Hatta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı bile Hz. Zeyneb’i kabule ikna edemedi. Mecburen vahyin zorlamasıyla böyle bir maslahat evliliğini kabul etti.
Hz. Zeyneb, evlendikten sonra da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olan yakın teması­nı sürdürdü. Çünkü onun yakın akrabası olmasının yanında aynı zamanda evlatlığının karısı idi. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aile üyele­rinden biri olduğu için, eşi de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gelini sayılıyordu.
Acaba Hz. Zeyd’in gözünde hem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem de babalık olan, bu evliliğe öncülük eden ve Hz. Zeyneb’i gelini olarak gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu tutumu, Hz. Zeyd’in üzerinde istenmeyen bir etki bı­rakmış mıdır?
Özellikle Hz. Zeyd’in oğlu genç Üsame’nin gözünde küçük düşmez miydi?
Kuşkusuz böyle bir davranış en azından bu ikisi tarafından nefretle karşılanırdı. Ancak Hz. Zeyd ve Üsa­me’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan tutkusu, imanı, aşkı ve saygısı ömürlerinin sonuna kadar devam etmiş ve bu yönde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını okuyanları pek hayrete sokmuştur.
Hz. Zeyneb’in öyküsü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’ye karşı ilgisinin dilden dile dolaştığı bir zamanda meydana gelmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb ile Hz. Zeyd’in ayrılması, kendisinin korkusu, üzüntüsü, Hz. Zeyneb’in boşanması ve kendisiyle evlenmesi zamanında bile “Hümeyra”sına olan aşkını unutmamıştır. Hz. Aişe de zaten bu ge­lişmeyi kendi duygusuna karşı bir olay olarak görmemiştir. Biz, uyanık, hassas, kıskanç ve atılgan Hz. Aişe’yi tanıdığımız için, o na­sıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başka bir kadına gönül vermesi karşı­sında sessiz kalırdı diye düşünüyoruz?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin İbrahim dolayısıyla karısı Mariye’ye gösterdiği en ufak bir ilgiye dahi ta­hammül etmeyen, kıyameti koparan, rezillik çıkaran ve kıs­kançlıktan dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi aşağılayacak kadar vahşileşen Hz. Aişe, nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başka bir kadına, hem de toplum ayıpladığı halde evlatlığının karısına bir anda delice âşık olmasına karşı çıkmaz ve en küçük bir tepki göstermez? Yoksa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile halakızının aşk macerasının inceliklerini, hatta Hz. Zeyneb’in geceliğinin özelliklerini ve Hz. Zeyd’in evinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb ile baş başa aşk korkusundan dile getirdiği keli­meyi Dozy, Conde ve diğer Avrupalı papazlar ve oryantalistler biliyorlardı da Peygamberin hiçbir eşi bilmiyor, hatta Hz. Aişe bile kokusunu almıyor muydu?
Gençlik ve olgunluk yıllan boyunca aşkla tanışmamış olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şimdi 60 yaşma yaklaşmışken halakızının bir bakı­şıyla yıldırım aşkına tutulması hayret edilecek bir şeydir.
Bir araştırmacıyı şiddetle bir tereddüde düşüren, onda bu hikâyenin temelden yalan ve uydurma olduğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’le evlenmesinin diğer evlilikleri gibi, hatta onlardan bi­le ileri derecede maslahat gereği olduğu ve inancına bağlılıktan kaynaklandığı düşüncesini kuvvetlendiren şey, bu aşk evliliğin­den sonra en renksiz aşk belirtisinin ve ilişkilerinde bir sevginin görünmemesidir. HZ. ZEYNEB, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN EVİNE AYAK BASTIĞINDA DİĞER KADINLARIN SAFINA GİRER VE HZ. AİŞE’NİN PARLAYIŞI KARŞISINDA Sİ­LİNİR. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HAYATINDA HAFSA VE ÜMMÜ SELEME ADLARI, HZ. ZEYNEB’TEN DAHA ÇOK ANILIR.
Kendimizi Hz. Aişe’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb arasındaki tantana­lı ve yakıcı aşktan -göğün haberdar olmasına ve Cebrail'in mü­dahalesini gerekli kılmasına rağmen- haberdar olmadığına inandırabilsek bile, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine olan kuvvetli aşk bağı sebebiyle evlatlığının evinden çıkacak olan bir kadına ken­di evinde sevgi besleyip de bunu Hz. Aişe’nin fark etmemesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Humeyra’sına karşı duygu ve davranışının deği­şip de onun bunu hissetmemesini kabul edemeyiz.
Bana göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbinin gizli derinliklerindeki en za­yıf sevgi rengini ve en ufak aşk dalgasını yansıtan ve onu yüz­lerce kat büyütüp netleştiren en duyarlı mercek, Hz. Aişe’nin kalbi­dir. Ama Hz. Aişe bu konuda sessizdir. Sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hz. Zeyneb’in öyküsü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hümeyra’nın öyküsüne hiç mi hiç benzememektedir.
Benim araştırmanın başında söylediğim gibi, ne Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bu ithamdan temize çıkarmak gibi bir sorumluluğum, ne de onun aşk durumunu bilme konusunda bir taassubum vardır. Araştırmalarım ve düşüncelerim sonunda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb’in öyküsünün, hakikat uğrunda kendi itibarından bile vaz­geçen bir liderin ruhunun en hayret verici tecellisidir. Kendi ca­nını toplumu ve inançları uğrunda özgürce feda ettiği halde karşılığında ödül olarak şöhret ve iftihar kazanan birçok lider vardır. İmanı ve halkı yolunda şan ve şereften de vazgeçmek, kısa cambazlık çatısından öteye gidemeyen insanların göreme­yeceği ihlas, cömertlik ve fedakârlık zirvesidir.

ÇOK EŞLİLİK
Daha önce belirttiğim gibi tarih, birçok insanı meselenin anla­mını değiştirir. Ahlakî ve sosyal meseleler de kelimeler ile aynı kaderi paylaşırlar. Kelimelerin ruhu, manası ve telaffuzu iki fak­törün etkisiyle değişir: Biri zaman, diğeri çevredir.
“Şuh”, bedenin çirkinliği anlamına geliyordu. Fakat şimdi ince­lik açısından en şairane kelimelerimizin bile tasvir edemediği güzel gözün en zarif halini ve sevgilinin saçının başının en tatlı biçimini anlatmaktadır.
“Bereket” kelimesi de böyledir. Develerin yattığı yerdeki toprak ve çerçöple karışmış dışkı ve idrarlara diyorlardı. Ama bugün insan aklının ve idrakinin kavrayamadığı manaları ifade etmek­tedir. Çünkü bereket, Allah’ın inayet gözünün eseri, hatta Al­lah’ın sıfatıdır!
KELİMELER CANLI YARATIKLARDIR; DOĞAR VE ÖLÜRLER. Çocuklukları, gençlikleri, olgunlukları, ihtiyarlıkları, yalnızlıkları ve kayboluş­ları söz konusudur. Dildeki bu önemli kuralı bilmeyen ve keli­melerin ruhu, manası ve lafzındaki değişim, dönüşüm ve dev­rimden dolayı feryat eden yarım edebiyatçılarımız, “Bu kelime­lerin doğru telaffuzu şudur, onların asıl manası budur, bunlar meşhur yanlışlardır, bunlara savaş açmak gerekir.” gibi beylik cümlelerle ahkâm kesmektedirler. Toplumun dilinin canlı, hare­ketli ve değişken kelimelerden oluştuğunu; kelimelerin Beyhakî, Firdevsî, Nasrullah Münşî dönemlerindeki kalıp, ilişki, davranış, ruh ve psikoloji içinde tutulamayacağını bilmiyorlar.
Birçok İnsanî mesele ve sosyal ahlak da böyledir. Onlara, her dönemde kendilerine özgü ayrı mana, ruh, işlev ve sıfat yükle­nir. Hatta çelişki yaratacak bir değişime uğrarlar. Çok eşlilik, bu meselelerden biridir. Geçmişte, kabilevî, bedevi ya da ataerkil olan, burjuvacı ve karmaşık kentsel topluluğun medeniyetine ve tek eşlilik merhalesine ulaşmamış bulunan bir toplumdaki çok eşliliği şimdiki zamanın şartlan, günümüz Avrupa medenî toplumundaki şartlar açısından incelersek kuşkusuz onu redde­deceğiz ve geçersiz ve kınamaya değer bir olay olarak niteleye­ceğiz. Fakat böyle bir metot, propaganda, gürültü ve yuhalama­ya yarayacağı gibi, ilim ve araştırma açısından çok zararlıdır. Araştırmacının gerçeklerin inceliklerini görmesini engeller.
Aslında geçmişte sadece çok eşlilik değil, evlilik bile günümüz­deki manada anlaşılmıyordu. Ona aşk ve heves gözüyle bakıldı­ğı çok nadirdi. Daha çok, toplumsal bir tören, yeni bir bağ, ye­ni bir anlaşma olarak görülüyordu. Siyasî, sosyal ve ekonomik etkenler, aşk ve heves etkenlerinden daha baskındı. Eski Yu­nan, gelişmiş bir medeniyet merhalesine ulaşmış olmasına rağ­men evliliği nesli devam ettirme vasıtası, eşi ise çocukların an­nesi olarak görüyordu. Heveslerini daima evin dışında gerçek­leştiriyorlardı. Bu çağda kadını ilke olarak sadece üretim aracı sayıyorlardı. Kadın ev hanımıydı, zevk almak için değildi. Ko­calar genellikle oğlanlarla eğlenirlerdi.
Bu meseleyi yalnızca dinî hikâyelerde (Lut kavmi) ya da edebî eserlerimizde (gazel şiirlerimiz) okumuyoruz; aynı zamanda SOKRAT gibi adamların özel hayatında da görüyoruz. Onun Yu­nanistan’ın büyük millî ve askerî şahsiyetlerinden biri olan öğ­rencisi Alekbiyades’le ilişkisi toplumda öylesine normal kabul ediliyordu ki bu tür ilişkilerini açıkça itiraf ediyorlardı. Hatta Alekbiyades Sokrat’ın soğukluğundan şikâyet ediyor; o da bu­nu “Artık senin zamanın geçti.” diyerek gerekçelendiriyordu.[32]
Fars edebiyatında dinin ve dünyanın ıslahatçısı, ahlak öğretme­ni, irfan rehberi, din adamı ve ahlak kitabı yazarı olan Şeyh Sâdî, ahlak ve terbiye eserinde kendisinin veya Hemedan kadısı­nın, bir kasap ya da nalcı oğlanla baş başa kaldığından söz edi­yor. Onun gibi meşhur bir İlmî, dinî ve edebî şahsiyetin, Kaşgar camisine vardığında, talebelerden birine işaret edip bir köşede öpüşmeye geçiyor. Davudî boğazı değişmiş ve Yusufî güzelliği diline ve elmacık kemiğine düşmüş olan eski şahidini görünce boynu bükülür, güzel pazarının parlaklığı söner, yanında yer almak istediği kişi bir kenara çekilir ve baş başa kalma ümidini kaybeder.[33]
Bir ahlak kitabı olan ve içinde babanın oğluna verdiği öğütler bulunan “Kabusname”de evlada şöyle rehberlik eder ve nasihat­te bulunur: “Kadınlar ve erkek köleler arasında sadece bir cinse eğilim gösterme. Her ikisinden de yararlan ki ikisinden birinin düşmanlığını kazanmış olmayasın.”[34]
Bütün milletlerin tarih ve edebiyatında görülebilen bu örnekler­den geçmişteki evlilik anlayışının bizim için ne kadar şaşırtıcı ve inanılmaz olduğu açıklığa kavuşur. Bunlar, bizim bugünkü zihnimizi, geçmişte farklı bir mana ve ruha sahip olan gerçeği anlamaya hazırlar. Bu mesele, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatındaki çok eşliliktir. Acaba gerçekten Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir “Don Juan” mıydı? Bir erkeği çapkın göstermeye çalışanlar, doğal olarak onun gençliğini araştırırlar. Çünkü heves ve şehvet devamlı gençlerin yakasına yapışır. Fakat tarih, onun eşleriyle yaptığı şakaları ve hayatındaki en küçük olayları kaydettiği halde, genç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin simasında en ufak bir heves dalgasına rastlamamıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, 25 yaşına kadar yoksulluk, bakımsızlık, çile ve ço­banlıktan başka bir durumla karşılaşmamıştır. Onun gençliğin doruk noktasında iken tanıştığı ve evlendiği ilk kadın Hati­ce’dir. O, 40 ya da bir rivayete göre 45 yaşında bir kadındır. Da­ha önce iki defa evlenmişti, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yaşında büyük evlatla­rı vardı. İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gençliğini ve olgunluk dönemini onunla geçiriyor; yirmi sekiz yıl boyunca onunla yaşıyor; başka hiçbir kadınla ilişki kurmuyor.
Burada unutulmaması gereken şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda tıpkı diğer Kureyş gençleri gibi genç olmasıdır. Ne sosyal maka­mı, ne ahlakî engelleri, ne ağır siyasî ve askerî sorumlulukları, ne önemli risâlet görevi ne de sonraları herkesin hücum ettiği yaşlılığı onu bağlıyor ve hevese yabancılaştırıyordu. İlginç olan şudur ki peygamberimiz, sıradan ve sorumsuz bir gençtir. O, 50 yaşına kadar 45, 50, 60, 70 yaşındaki bir dul kadınla baş ba­şa kalıyor ve bu süre zarfında bir defa bile olsun başka bir ka­dın düşünmüyor.
EN YOBAZ VE TUTUCU HIRİSTİYAN MİSYONERLER BİLE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN MEKKE DÖNEMİNİ BU SUÇLAMADAN UZAK TUTUYOR. Nasıl oluyor da böyle bir adam Medine’ye varır varmaz 53 yaşında, İlahî pey­gamberlik makamına sahip, ağır siyasî ve askerî sorumluluklar üstlenmiş ve düşüncesi, ruhu, hayatı ve özellikle sosyal ve ahla­kî konumu ile insanlara dini, takvayı ve zühdü ilham eden bir ihtiyar iken onda birden şehvet ateşi tutuşuyor ve onu lezzet, zevk ve şehvet düşkünü yapabiliyor.
Don Juan da bilindiği gibi, gençliğini geride bırakınca kadınla­rı unuttu. Zahit ve ahlaklı bir adam oldu. Nasıl olur da 25 ile 50 yaşları arasındaki bir Arap genci, 45, 50, 73 yaşındaki bir dul kadınla yetinir de nübüvvet makamına ulaşıp savaş ve siya­set alanına girdiği zaman bir Don Juan oluverir?
Misyonerlerin onunla ilgili olarak eleştiri yaptıkları ve gürültü kopardıktan nokta, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine’deki hayatının bir­den fazla kadınla evlilik dolayısıyla değişikliğe uğramasıdır.
Onlar genelde, şehveti tatmin eden unsurun kadın sayısı değil, kadının güzelliği olduğunu unutmaktadırlar. Çapkın erkek, dul, yaşlı ve çocuklu kadınların değil, güzel, işveli ve canlı kız­ların peşine düşer. Hele Hz. Ömer’in kızı gibi çok çirkin olan ya da güzel olsalar da önceki koca veya kocalarının evinde cazibeleri­ni kaybetmiş, bakireliğin yeşil çizgisi ve hevesli gençlik işvesi yerine ihtiyarlığın kınşıklığı, olgunluğun soğukluğu ve soylulu­ğun ağırbaşlılığı oturmuş olan kadınlara değil!
Ne mutlu ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının haremağası tarih­tir. O, Peygamberin hanımlarını tek tek tanıyor; bu eve niçin geldiklerini, nasıl yaşadıklarını biliyor. Kuşkusuz o, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin eşlerini Avrupalı oryantalistlerden ve papazlardan daha iyi tanıyor:
HZ. AİŞE
Hz. Hatice 73 yaşındayken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşı 50’yi geçiyordu. Mekke’deki zor ve perişan hayatının zirvesindeydi. Dostlarının birçoğu Habeşistan’da yaşıyordu. O, az sayıdaki arkadaşıyla düşman bir şehrin pençesinde esir bulunuyordu. Onun en güç­lü ve şefkatli koruyucusu Hz. Ebû Tâlib de bu sıralarda vefat etmişti. Tek başına kalmıştı. Dışarıda nefret ve işkence; içeride küçük Fatıma ve annesinin çileli hatırası vardı. Durumuna acıyıp onu bir ka­dınla evlenmeye zorladılar. Fakat ömrünün sonuna kadar unu­tamadığı Hatice’nin aşkı ve çileli ve tehlikeli siyasî hayatı onu öylesine meşgul etmişti ki aklında hiçbir kadına yer vermiyor­du. Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Aişe, İslam devrinde doğan ilk kız idi. Bu özellik, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yakınlarını ve bazı dostlarını, İslam dö­neminde ilk doğan ve hiçbir cahiliye izi taşımayan bir kadının Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş olarak seçilmesi düşüncesine kaptırdı. Böyle bir işin inceliğini ve güzelliğini sadece duygu anlar. Yeni bahçede yetişen ilk çiçek veya meyve, bahçıvana bu yeni çiçeğin veya meyvenin ondan olduğunu ve ona layık olduğunu hatırlatır.
Çok ince duygulu ve kalbi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman ve sevgisiyle dolu olan Hz. Ebubekir, ona bir teklifte bulunur. Fakat Hz. Aişe yedi yaşında bir kız çocuğu; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise elli küsur ya­şında, evde Fatıma gibi anaya muhtaç bir kızı, dışarıda Ebucehil ve Ebulehep gibi düşmanları bulunan ve ayrıca acı, kargaşa, tehlike ve çile dolu bir hayatı olan, dertlerini paylaşacak birine ihtiyaç duyan bir erkektir. Bu nedenle Hz. Ebubekir’in yedi yaşın­daki kızı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş olabilecek biri değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun İslam’da doğmuş ilk kız olması sebebiyle hem dünyanın ilk Müslüman neslinin meyvesi kendisine ait olsun, hem de ay­nı düşünceyi paylaştığı dostu Hz. Ebubekir’le akraba olsun diye Hz. Aişe’yle nişanlanıyor. Çünkü o dönem ve ortamda akrabalık bağı, iki insan arasındaki en sağlam bağdı. Bunu ancak bedevi ve ka­bile sosyolojisini bilenler anlar.
Hz. Aişe, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gelen ilk kızdır. Güzelliği ve gençli­ği Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde etkili olan tek kadındır. Ama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenmesinin sebebi bu güzellik değildir. Çünkü 6 veya 7 yaşındaki bir çocuğun güzelliği, elli yaşını aşmış bir er­kek üzerinde etkili olamaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’yle evliliği, akıllıca bir maslahatla iç içe geçmiş sembolik bir evliliktir. Burada aşktan ve şehvetten söz etmek yersizdir. Hz. Aişe Mekke’de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gitmiyor. Onunla iki yıl sonra Medine’de evleniyor. Bilinmesi gereken şey şudur ki çağdaş Mısırlı yazar Hasaneyn Heykel’in dediği gibi, Hz. Aişe’ye karşı sevgisi evlilikten sonra doğdu. Evlendiği sırada böyle bir sevgi yoktu. Bundan dolayı onun Hz. Aişe ile aşkı uğruna evlendiği ileri sürülemez. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onu yedi yaşındayken sevdiğine inanmak mümkün değildir.[35] Bu nedenle güzel ve genç bir kızla evlenmesi ve onu sevmiş olması bile bunun bir aşk evliliği olduğunu göstermez. Şimdi diğer hanımlarıyla evli­lik serüvenine geçelim.
HZ. SEVDE
Zema’nın kızı, amcaoğlu Sukran bin Amr’ın eşiydi. Şevde, İs­lam’ın kara ve dehşet verici bir ortamla karşı karşıya olduğu bir zamanda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman etti. O, düşüncesi yolunda birçok çile çekti. Peygamberin emri üzerine kocasıyla birlikte Habeşis­tan’a hicret etti. Dönüşte eşini kaybetti ve savunmasız kaldı. Bu olaydan sonra onu talihsiz kaderinden başka bir son beklemi­yordu. Çünkü ya ailesine dönüp dini düşüncelerini ayaklar al­tına alacak, ailesinin etkisiyle yeni din uğrundaki fedakârlıkları unutup onlara teslim olacak, putperestlik ve irticaî hayatı can­landıracak ya da kendisiyle ve yitirdiği eşiyle aynı konumda ol­mayan bir erkekle evlenecekti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi yolu uğrun­da birçok çilelere katlanan, ancak şimdi hayatı dağılan bu yiğit ve şerefli temiz kadını kendi himayesi altına alıyor. Onunla ev­lenerek onu Hatice’nin halifesi ve Peygamberin eşi yapıyor.

HZ. ÜMMÜ SELEME (Hind)
Ebu Ümeyye’nin kızıdır. Eşi Ebuseleme (Abdullah Mahzumî)
Uhud’da yaralanan büyük bir mücahittir. O, sonraları Esedoğulları ile yaptığı savaşta zafer elde edip geri döndüğünde yara­sı açıldı ve hayatını kaybetti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, fedakâr dostunun ölü­münde yanında idi. Onun için dua etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun ölümünden dolayı öylesine üzülmüştü ki çok ağlıyor ve gözünden yaşlar akıyordu. Onun eşi Ümmü Seleme ihtiyar bir kadındı. Şehit eşinden, küçük ve büyük evlatları kalmıştı.
Ebu Seleme’nin ölümünden dört ay geçmişti. Ümmü Seleme sevgili ve yiğit eşini yitirmesinden duyduğu üzüntüyle, babasız ve korumasız evlatlarıyla kederli, ümitsiz ve dertli bir hayat sürdürüyordu. Müslümanların büyükleri şehit kardeşlerinin ailesi­nin üzüntüsü karşısında sorumluluk duyuyorlardı. Bu nedenle Hz. Ebubekir onu istemeye gittiğinde Ümmü Seleme özür dileyip şöyle dedi:
“Evlatlarım çoktur. Gençliğimi geride bırakmışım.”
Hz. Ömer evlenme teklifinde bulunduğunda da kabul etmeyip aynı cevabı tekrarladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu kendisi için istemeye gidip şöyle dedi:
“Allah’tan sevaplarına karşılık seni mükâfatlandır­masını, sana daha iyisini bağışlamasını iste.” Hz.Ümmü Seleme dertlice şöyle dedi:
“Benim için Ebu Seleme’den daha iyisi kim­dir?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi adını söyledi. Fakat o, Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e verdiği cevabı tekrarladı. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ısrar etti ve tekrar tekrar ona evlenme teklifinde bulundu. Nihayet onun büyük evladı “Seleme” annesini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme nikâhladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, şehit dostunun eşini ve çocuklarını kendi himayesi al­tına aldı. Ona hep değer veriyor ve saygı gösteriyordu. O, Hati­ce’den sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında, Hatice’nin makamını andıracak bir konuma sahip olabilecek tek kadındı. Çünkü sa­dece ahlakî şahsiyeti, akıllılığı ve kabiliyetiyle değil, aynı za­manda tutum ve davranışlarıyla da ona benziyordu.

HZ. ÜMMÜ HABİBE (Remle)
Ebu Süfyan’ın kızıdır. O, büyük bir fedakârlıkta bulunup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Ebu Süfyan’ın Mekke’deki mücadelesinin zirvesinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme inandı. Eşi Ubeydullah bin Cahş ile birlikte Ha­beşistan’a hicret etti. Orada kocası ortamın etkisi altında kala­rak Hıristiyan oldu. Fakat Remle kendi dinini korudu. Eşi onu yabancı bir ülkede garip ve yalnız bıraktı. O ne Habeşistan’da savunmasız kalabilir ne de Mekke’ye dönebilirdi. Ebu Süfyan da ona sığınma hakkı tanısaydı, düşüncesini bırakma şartıyla kar­şılaşırdı. O da böyle bir alçakça dönüşü kabul etmezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bu fedakârlığını mükâfatlandırmak, kendi yolu uğ­runda mutsuzluğun tehdidi altında bulunan şerefli bir kadını mutlu etmek, hem de kendisiyle mücadelenin doruk noktasın­da olduğu halde Ebu Süfyan’ın kızını “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi” yap­mak için (çok anlamlı bir olaydı) ona evlenme teklif etti. Bu ev­lenme teklifi gördüğümüz gibi çok saygınlıkla gerçekleşti. Ha­beşistan’ın padişahı “Necaşi”, bizzat kendisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi temsilen onu nikahladı ve mehrini ödedi.
HZ. CÜVEYRİYE
Mustalikogulları kabilesi başkanı Haris’in kızıdır. O, savaşta Sa­bit bin Kays’ın payı olmuştu. Cüveyriye, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:
“Sabit beni serbest bırakma karşılığında yüksek mik­tarda bir para istiyor. Benim böyle bir param yoktur. Bana fid­yemi ödemem için yardım et.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki:
“Acaba daha iyisini ister misin?” O da
“O nedir?” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Hürriyet bedelini ödeyerek seninle evlenmek.” [36] dedi. O da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun fidyesini ödeyerek özgürleştirdi ve onu nikâhladı. Böyle bir tavırla hem Mustalikoğulları halkının, özel­likle kabile reisinin gönlündeki kinin kaybolup sevginin yerleş­mesini sağladı, hem de Müslümanları esirlerini bırakmaya teş­vik etmiş oldu. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Cüveyriye’nin evliliği so­nucu, Mustalikoğulları esirleri düşman değil, onun dostu olu­yorlardı ve hiçbir Müslümana Peygamberin akrabalarını esir et­mek yakışmazdı.
Esirler serbest bırakıldı. Hepsi Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tehlikeli düşmanı Mustalikoğulları taifesi onunla akraba oldu.
Kabile başkanı, kızıyla görüşerek ya kendisiyle gelmesini ya da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle kalmasını istedi. O İkincisini seçti. Cüveyriye da­ha önce amcasının oğlu Abdullah’ın eşiydi.

HZ .SAFİYE
Kureyzaoğulları başkanının kızıdır. Savaşta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin payı oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu, ailesinin yanma gitmek veya kendisiyle evlenmek konusunda serbest bıraktı. O İkincisini seçti.

HZ. MEYMUNE
Hz. Abbas bin Abdulmuttalip’in eşi Ümmü Fazl’ın bacısıdır. Hudeybiye barışından bir yıl sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kaza umresi için Mek­ke’ye gitmişti. Antlaşma gereği sadece üç gün ikamet hakkına sahipti. Bu üç gün içinde halkın gönlünü almaya çalışıyordu. Sevgi göstererek, iyilik ederek, yumuşak ve dostça tavırlar takı­narak küfrün elebaşlarının etkisiyle ruhlarında oluşan kin ve sertlik taassubunu hafifletmek, onların rızasını kazanarak Mek­ke’de daha fazla kalmayı başarmak için çalışıyordu. Böylece halkla ilişki kurma fırsatını elde etmek istiyordu. Bu arada he­nüz müşrikler safında olan Hz. Abbas, Meymune’yi ona tanıtıyor ve Müslümanların davranışlarından etkilenerek İslam’a eğilimli ol­duğunu söylüyor. Meymune onun baldızı, Uhud fatihi ve ünlü Arap kahramanı Halit bin Velid’in teyzesiydi. Ayrıca Peygam­berle bu üç günlük görüşme esnasında onun bakış, tutum ve ruhsal şahsiyetinin cazibesi Meymune’yi öyle etkiledi ki ateşli aşkı göğü kapladı; vahiy de onun saf duygusunu övdü. Baldızı­na eş seçme yetkisini karısından devralan Hz. Abbas, onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme önerdi. Meymune’nin İslam’a eğilimi, Uhud savaşının ka­derini kendi kılıcıyla tayin eden, Müslümanların yenilgisini, Kureyş’in zaferini sağlayan Halit ile akrabalığı, onun Kureyş’in etkin ailelerinden oluşu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu öneriyi kabul etme­sinin önemli gerekçeleri arasındadır. Özellikle böyle bir hare­ketle başka bir propaganda zemini oluşturmak istiyordu; yani ikametinin son gününde düğün törenleri düzenleyerek, Kureyş’i topluca davet ederek onlara yemek ziyafeti çekmek isti­yordu. Meymune’nin Müslüman oluşu açığa çıkmadığı, hâlâ onların safında bulunduğu için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenme­si, onun hayrına olurdu. Özellikle Müslümanlarla müşriklerin bu törene katılarak Bedir ve Uhud’da birbirine karşı kılıç çeken kimselerin bir sofra etrafında toplanmasının Arapları duygulan­dıracağını, soğuk siyasî ortamı ısıtacağını, uzaklık ve yabancı­laşmayı hafifleteceğini, şehirde kalmak için bir bahane elde ede­ceğini düşlemişti. Bu imkânlar, tebliğ ve ruhsal zemini hazırla­mayla birlikte kendi lehine bazı gelişmelere de sebep olabilir ve Hudeybiye barışındakilerden daha çok şeyler kazandırabilirdi.
Kureyş’in uyanık başkanları da bu planın farkındaydı. Bu neden­le onun önerisi kesinlikle ret edildi. Düğün merasimini Medi­ne’ye dönüş yolunda yerine getirmeye mecbur oldu. Ancak yine de bu evlilik Kureyş’in bazı ileri gelenleriyle akraba olmasını sağ­ladı. Onların ruhsal yapısında az da olsa etkili oldu. Nitekim bu olaydan kısa bir süre sonra, Halit’in, Amr bin As ve Osman bin Talha ile birlikte Medine yolunu tuttuğuna şahit oluyoruz.

HZ. HAFSA
Hz. Ömer’in kızıdır. Kocası ölmüştür. Hz. Ömer’in kızı olmasına rağ­men kimse onu istemeye gitmedi. Nihayet Hz. Ömer, çaba harcaya­rak ilk önce dostluğu ümidiyle Hz. Ebubekir’e önerdi. Fakat Hz. Ebubekir sustu. Hz. Osman’a gitti, ona öneride bulundu, Hz. Osman da sus­tu. Hz. Ömer iki dostunun suskun kalmasından dolayı üzülüp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme giderek onları kınadı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu teselli etmek için şöyle dedi:
“Hafsa’yı, kendisi için Osman ve Hz. Ebubekir’den daha iyi olan birine nikâhla.” Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali ile yaptığı gibi İslam’ın çok etkin ve etkili şahsi­yetlerinden biri olan Hz. Ömer ile de akrabalık bağı kurarak ilişki­sini daha yakın ve sağlam hale getirdi.
Hz. Ömer’in çabası, Hz. Ebubekir ile Hz. Osman’ın sükutu, Hafsa’nın güzel­liği hakkında kanaat edinmek için yeterli bir delildir. Ancak, gelinin babasının sözünü duymak daha iyidir. Hıristiyan propagandacıların deyişiyle, kadının güzelliğinden anlayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iktidarın zirvesinde iken seçtiği kadını tanıyalım:
Hz. Ömer, Hafsa’nın güzel ve genç Hz. Aişe’yle birlikte ona uyarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi azarlamaya kalkıştığını duyunca çok sinirlenip şöyle haykırdı: “Kızım, sen, kendi güzelliğine ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ken­disine karşı aşkına güvenen bu kadına (Hz. Aişe) uyma. Allah’a ant olsun, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin seni sevmediğini biliyorum. O seni benim hatırım için boşamamaktadır.”

HZ. ZEYNEB
Huzeyme’nin kızı, Ubeyde bin Haris’in eşiydi. Haris, Bedir’de şehit düştüğünde Hz. Zeyneb çok yaşlı ve dul bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ömrünün son zamanlarını yaşayan bu kadınla evlendi. Zi­ra şehit bir mücahidin eşininin yaşlılık döneminde yalnız ve sa­vunmasız kalmasını istemiyordu. Bu kadın iki yıldan fazla yaşa­madı. Hatice hariç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden önce ölen ilk kadındır. Hz. Zeyneb çok takvalı, saygıdeğer ve hayırsever bir kadındı. Hayatını yetimleri okşamaya, yoksulları kollamaya adamıştı. Bu hususta öylesine ileri gitmişti ki onu “Ümmü Mesakin” (yoksulların ana­sı) diye adlandırmışlardı.
İŞTE PEYGAMBERİN HAREMİNİN KADINLARI! BU KONUNUN SONUNDA BİRKAÇ NOKTAYI HATIRLATMAKTA FAYDA VARDIR. ÇOK EŞLİLİK HÜKMÜ HİCRİ 8. YILDA İNDİRİLDİ. DOĞAL OLARAK HİÇBİR AKIL SAHİBİ, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN BU HÜKÜMDEN SONRA EŞLERİNİN DÖRDÜNÜ SAKLAYIP DİĞERİ­Nİ BOŞAMASI GEREKTİĞİNE HÜKMEDEMEZ.
Genellikle gözden uzak tutulan diğer bir nokta, İslam’ın çok eş­liliği emretmemiş olmasıdır. İslam‘ın getirdiği hüküm eş sayısını sınırlamadır. Bunların ikisi aynı değildir. Çok eşliliği gündeme getiren ayetler titiz bir şekilde incelendiğinde bu olayın hem fel­sefesi hem de şartlan açıklığa kavuşur. Kur’an insanlara ilk ön­ce, kadınlar arasında adaletli davranmayı emrediyor. “Hiçbir za­man adaletli davranamayacağını için biriyle yetinin. diyor. [37]
Böylece dil bilen ve Kur’an’ın ruhunu tanıyan, fakat tefsirlerin karmaşık yollarından habersiz, manayı saptıran tekniklere ya­bancı, çok evlilik ve şehvette gözü olmayan herkes, bu hayret ve­rici ve sanatsal beyanı anlar. İleri sürülen şartların çok zor oldu­ğunu, ferdî ya da toplumsal bir ihtiyaç ya da ahlakî bir gerekli­lik olmadıkça bu şartların göz ardı edilemeyeceğini kabul eder.
Ferdî durumlar Kur’an’ın metninden anlaşılabilir. Bu hüküm, yetimlerin kaderini gündeme getiren ayetlerle birlikte indiril­miştir.[38] Gelişmiş sosyal kurumlan ve devlet sistemi olmayan geri kalmış toplumlarda himayesiz kadınların ve babasız çocukların ne kadar utanç verici, kara ve üzücü kadere yakalanacak­ları ortadadır.
Fakat ne mutlu ki toplumsal alanlarını çağdaş nesil bizzat ken­di gözüyle görmüştür. Hem de medeniyet çağında, gelişmiş toplumlarda, ferdin ekonomik, hukukî ve ruhsal bağımsızlığa kavuştuğu çağda, özellikle kadının kişilik kazandığı ve erkekle eşitlendiği çağda.
İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’da, özellikle Almanya, Avusturya ve Polonya’da milyonlarca erkeğin imhası sonucu büyük bir bunalım yaşandı. Fesat, gerileme, ruhsal hastalıklar ve kocasız kadınları ve babasız çocuklan zor durumda bırakan birçok problem ortaya çıktı. Meseleler öylesine ciddi boyutlara vardı ki Avrupa toplumunun ahlakî ve ruhsal yapısında derin ve yıkıcı etkiler bıraktı. Çok eşliliği ve özellikle yeniden evlen­meyi yasaklayan Katolik kilisesine karşı kadınların protesto yü­rüyüş ve gösteri dalgalan, hem çok eşlilik kuralını kendi şehvet­leri için açılan bir kapı olarak gören müminlere hem de onu ke­sinlikle insanlığa aykırı kabul eden aydınlara bu hükmün mana ve geçerlilik alanını gösteriyordu.
1958’de Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi FLN bütün üyelerine şu tavsiyede bulundu: Mücahitler, şehit kardeşlerinin ailelerini düşünsünler ve bu mücadele sırasında eşlerini kaybeden kadın­larla evlensinler ki kadınlar çaresiz ve çocuklar perişan olmasın ve bir şehit ailesi fesat ve yoksulluğa yakalanmasın.[39]
Demek istediğim şey, ilkel toplumlardaki çok eşlilik meselesi­nin günümüzde anlaşıldığı manada alınmaması ve onun bu ça­ğın gözüyle görülmesi gerektiğidir.
Peygamberin özel hayatıyla ilgili bilinmesi gereken ve ruhsal ve içgüdüsel nitelik taşıyan bir başka mesele şudur: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Medine’de hiçbir hanımından çocuk edinemedi. Hz. Aişe hariç hepsi dul olan bu kadınların önceki kocalarından çocukları var­dı. Bu olay Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatının ilginç noktalarındandır.
Peygamberin çok kadınla evliliği meselesi hakkında doğal ola­rak akla gelen bir başka nokta şudur:
Şüphesiz o her erkek gibi özellikle ömrünün ikinci döneminde bir çocuk sahibi olmak is­tiyordu. Sadece ömrünün son yılında Mariye’den bir oğlu oldu. O da yaşamadı. Onun bu çocuğa olan sevgisi, onun ölümüne dayanamaması, bir evlat sahibi olmayı çok istediğini gösteriyor. Ancak kader ona, toplumun en büyük şahsiyetini -ki Arapların ün ve iftihar kaynağı bol evlat sahibi olmaktı- özellikle erkek evlattan yoksun bırakıp sadece bir kız çocuğa sahip olmasına karar vermişti. Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme çok acı vermekle birlikte çok akıllıca ve güzel bir karar idi.
Gelelim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının niteliklerine.
Bunlar nasıldır?
Mescide bitişik, tavanı ve çatısı hurma ağacının dal ve yapraklarıyla örtülü, dört duvarı balçıklı birkaç odadır. Hare­min sevgilisi olan Hz. Aişe’nin odası, yansı deri serili, diğer yarısı da “yumuşak kumlarla” kaplıydı. Bu sarayın kandilleri, yakıcı hurma dallandır.
Mutfağı ve yemeği?
Ebu Hureyre diyor ki: “Ölünceye kadar arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yemedi. Bazen evinde bir ateş bile yakılmıyordu. Bu sürede yemeği, hur­mayla suydu. Bazen açlıktan dolayı karnına taş bağlardı.”
Ben, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evini ve hayatını hatırladığımda gençliğini ve olgunluğunu 50’sinden 73’üne kadar onunla yaşayan dul bir kadınla, yaşlılığını Ümmü Seleme, Huzeyme’nin kızı Hz. Zeyneb ve Hafsa gibi yaşlı ve çocuklu kadınlarla geçirdiğini görüyorum. Evi öyleydi, yemeği de öyle. Ben, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onlardan daha güzel kadınlara sahip olabilmesine ve daha iyi hayat yaşayabil­me imkânı olmasına rağmen böyle davranmasından dolayı üzüntümü belirtmekten kendimi alamıyorum. Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şehvetperestliği ve harem sarayı hakkında yazı yazan yazarların sözlerini okuduğumda utanmadan edemiyorum. İnsan, hatta bir yazar ne kadar aşağılık olabilir ki onu kötülemek uğ­runa insanın övünç kaynağı ve tarihin sermayesi olan gerçek bir güzel simayı böyle çirkin ve kötü göstermeye kalkışabilir!

Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir-Muhammed Kimdir, İstanbul, Fecr Yay. 2009, s.503-537


[1]   Nehcül Belaga, Abduh tashihi, s. 218.
[2]   Muhammed Kimdir, Hudeybiye Antlaşması.
[3]   Muhammed Kimdir bölümü.
[4]   Tefsir-i Nevin.
[5]   Shandel: Les Cahiers Gris, Tunisie, P. 517.
[6]   lbni Hişam, c. 2, s. 218.
[7]   İbni Hişam, c. 2, s. 232.
[8]    Age, aynı yer.
[9]    “Temiz imanlı kadın kendisini Peygamber’e hibe etti”. Müfessirlerin çoğu ka­dınlardan birinin bu ayete muhatap olduğunu ileri sürerler. Sanıyorum ki “kadın” kelimesinin nekre olması onları böyle bir zanna sürüklemiştir. Hal­buki, Peygambere karşı temiz ve imanla aşk duyan herhangi bir kadının bu ayetin muhatabı olduğunu ileri sürmemiz daha doğal ve doğru gözükmek­tedir: Cahş’ın kızı Zeynep, Haris’in kızı Meymune, Ümmü Şerik, Hakim’in kızı ve Peygamber’in takvalı sahabesi Osman bin Mazun’un eşi “temiz kalbli, kavrayış gücü yüksek, bilgin bir kadın olan Huveyle bu ayetin muhatabı­dır. Bazılarına göre Huveyle Sakifli kadınların en değerli ve görkemli kadı­nıydı.” (Mecmaul Bahreyn: Vehb).
[10]    Erkeklerin genel yerleşik inancı: “Kadına arada sırada dayak atmaz ve tartak­lamazsan üzerinde hâkimiyet kuramazsın.”
[11]    lbni Hişama göre Yezit Kilabî’nin kızı Amre; cildi hastalıklı olduğu için, ona bir miktar mal bağışlayıp salıverdi.
[12]  lbni Hişam, c. 2, s. 647.
[13]  Bu özellikleri birçok kaynaktan topladım. Abduh tashihli Nehcü’l-Belaga v.s.
[14]  Arument, II, p.
[15]  Doktor Şeriati’ye göre, Peygamber’in 40 yaşında değişim geçirmesi, vahiy gi­bi bir dış etkeni kabul etmeden sınıf psikolojisi ve materyalist düşünceyle açıklanamaz.
[16]    Ramazan ve Rebiulevvel ayı olduğunu söyleyenler de vardır. Meclisi, 27 Re­cebi Imamiye’nin icması olarak kabul eder.
[17]     Bu geleneğe itikaf, inziva denir. Hanifler, cahiliye devrinde kendilerini İbra­him’in dinine bağlı kimseler olarak kabul ederler.
[18] Genelde bu sureyi vahyedilen ilk sure kabul ederler. Daha geniş açıklama için babam Peygamberimiz Tâki Şeriati’nin “Tefsir-i Nevin” kitabına veya “Vah­yin Başlangıcı” risalesine bakınız.
[19]    Vahyin kesildiği konusunda ittifak vardır ama 40 gün ile üç yıl arasında de­ğişen farklı süreler ileri sürülmüştür.
[20]      Hasan Sadr’ın “İslam’da ve Avrupa’da Kadın” kitabı ve özellikle kadın hakla­rı konusunda Üstad Mutahharî’nin yazdığı derin ve belgeli makaleler. (HŞ.1346)
[21]İbni Sâd, Peygamberin ashabından olan kadınların isimlerine bağımsız bir kitapta yer vermiştir. (Tabakat c.8)
[22]      Peygamberimiz’in Hayatı, Heykel, c. 1, s. 281
[23]      Abbas Mahmut Akkad, “Hakayıku’l-İslam ve Abâtilu Husûme”, (Beyrut bas­kısı, s. 255)
[24]      Chandel, Les Causeries de la Soltitude s. 190.
[25]      A.g.e., s. 213.
[26]      Aynulkuzat Hemedanî, Aşk Risalesi, Mecmue Risalesi, s. 218.
[27]      Conde, “Mahomet, ses Femmes et ses Amours D, s. 190.
[28]      “Âyîni Sohanveri” (Konuşma Sanatı) Furuğu. Victor Hugo, “Hitabe” ve “Kül­liyatının” (Oeuvres Complets) bir kaç yerinde.
[29]      Andre Gide, şaheserinin adını Kur’an’dan almıştır.
[30]      33/Ahzap Suresi 4.
[31]      Aişe’den nakledildiğine göre Hendek savaşı zamanında henüz örtünme emredilmemişti.
[32]      Misafirlik, Platon.
[33]      Kâbusname, s. 78.
[34]      Kâbusname, s. 67.
[35] Abbas Mahmud Akkad, “Hakâüku’l-Islam ve Ebâtîlu Husume, Beyrut, s.65.
[36]      Mükatebe (Antlaşma); köleyle sahibi arasında imzalanan, para ödemesi veya antlaşmada yer alan şartlar gerçekleştikten sonra kölenin serbest bırakılması antlaşması.
[37]      4/Nisa Suresi 3 ve 128.
[38]      4/Nisa Suresi 3, 7, 8, 10, 12.
[39]      L’Algerie par le teritet, II ve de F.L.N. yayın organı “El Mücahid” No. 14 De- cember 1962 (Khenmişti: Terör kurbanı genç dışişleri bakanı bu emir üzere evlenmiştir.)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar