ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HUYU VE AHLAKI
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, halkın
sadece düşünceleriyle ilgilenen birisi değildi. O, siyaset, savaş ve güç adamı
olduğu halde maneviyat, takva ve sevgi daha çok belirgindi. Hayatını kaplayan
askerî ve siyasî kargaşalar, yüzünde bir peygamberden beklenen huzur, duruluk
ve samimiyetin görünmesine engel değildi.
Toplum içinde ondan daha etkili ve sevilen kimse
yoktu. Onun sözleri ve davranışları, ümmeti üzerinde hayatta iken olduğu gibi
öldükten sonra da etkisini sürdürdü. Asırlar sonra şimdi bile onun sünneti
Kur’an’ın yanında Müslümanların ikinci ilham kaynağıdır.
Sözü ilham gibiydi,
düşüncesini aşılıyordu. Münakaşadan, felsefî
ve mantıkî tartışmalardan nefret ediyordu. Kendisiyle münakaşaya kalkışanlara
Kur’an ayetlerini okuyarak karşılık verirdi. Düşüncesini sade ve doğal bir
üslupla açıklıyor, tartışmaya girmiyordu.
Sözü, Kur’an’ın sözünden tamamen farklı bir
özellik taşıyordu. Herkes onu ayırt edebiliyordu. Anlatım şekli, Kur’an’dakinin
tersine normaldi. Sözleri ve düşüncesi, karmaşık ve sanatsal tabirlerden
yoksun olmasına rağmen çok çekiciydi. Dinleyicinin mantığına girmeden önce
kalbini ele geçirip duygusunu etkiliyordu. O, daha çok beşerin fıtratına
eğiliyordu. Halkın uyanışına, onların bilgilenmesinden daha çok önem
veriyordu. Sözü, dinleyicileri felsefî ve mantıkî düşünceden çok, vicdanî ve
içsel düşünceye sevk ediyordu:
“Aranızda biri konuşan,
diğeri susan iki vaiz bıraktım. Konuşan vaiz Kur’an, suskun vaiz ölümdür.”
Onunla ilk görüşmede kendisiyle yaptıkları en
basit ve kısa konuşma ile ona teslim olan kimseler, ölünceye kadar imanları
üzere kalıyorlardı. Bu insanların çabuk inanan safdil kimseler olduklarını
söylemek mümkün değildir. Çünkü safdil kimseler her zaman safdil olurlar ve
sürekli renkten renge girerler. Ayrıca onların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme çok kolay teslim oluşlarının sebebi, onların bedevîliklerinden,
bilinçsizliklerinden dolayı da değildir. Çünkü bilginler ve aydın görüşlüler,
her yeni sözü özellikle din hakkında söylenen sözü cahil, bedevî ve tutucu
halktan daha kolay kabul ederler.
Şiiri severdi, fakat
şiir söylemekten sakınırdı. Sanki onu kendisi
için bir zaaf sayıyordu. Konuştuğunda, konuşmasının ahenkli ve vezinli
olmamasına özen gösteriyordu. Eğer bir cümlesi tesadüfen kafiyeli ve vezinli
olursa, onu kasıtlı olarak bozuyordu. Sanki lafız ve ibarelerdeki sanatın
ve yeniliğin, sözünün sadakat ve samimiyetine gölge düşürdüğüne inanıyordu.
Kendisini ve düşüncesini, anlatımına yapay bir renk katmaktan daha önemli
sayıyor ve sözüne şairimsi bir aldatıcılık vermeye ihtiyaç duymuyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
faaliyetine bir an olsun ara vermedi. İnsanlardan istediği şey, sade, makul ve
sağlıklı insanın fıtratına uygundu. Anlattıkları, anlaşılması ilim, felsefe
veya karmakarışık düşünceler edinmeyi gerektiren karmaşık ve kapalı felsefî
meseleler değildi.
İnsanın mutluluğu ve toplumun kurtuluşu ve
olgunlaşması da bu tür fıtrî, sade ve makul ilkelere bağlıdır.
Sadece Allah’a tapın.
Ondan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye boyun
eğmeyin.
Birbirinize ihanet etmeyin.
Kızlarınızı utanma veya yoksulluk korkusuyla
öldürmeyin.
Boşuna birbirinize kılıç çekmeyin.
Bir topluluğu çekici sözlerle düşmanca
karalayan, bir topluluğu sahte bir övgüyle temiz, üstün ve iyi gösteren,
ruhları boş hayallerle, şehvet, yağma, tahrik, kibir, saygısızlık ve ailevi ve
ırksal övünmelerle kirleten şairlerin sözlerine kulak vermeyin.
Yetimleri okşayın, açları doyurun. Kâhinlerden,
üfürükçülerden ve büyücülerden uzak durun. Ticaretin içinde tamamen boğulmayın.
Kendinizi zulüm, yalan, hıyanet, nifak, hurafe,
kan dökme, acımasızlık, faizcilik, tefecilik ve kincilikten kurtarın.
İnsanlara yumuşak ve şefkatli davranıyordu.
Diğer dinlerin bağlılarına da sevgi, saygı ve edeple muamele ediyordu,
insanlık ve ahlak söz konusu olduğunda böyleydi ama toplumun kaderi söz konusu
olduğu zaman sert ve acımasızdı. Namazı çok severdi. Fakat onda aşırı
gitmezdi. Namazını uzun tutmazdı. Diğerlerine de onu tavsiye ederdi.
Hz. Aişe diyor ki:
“O, gizlice namaz
kılmayı çok severdi. Bazen gece yarısı uykudan uyandığımda onu yatakta
bulamazdım. Aradığımda, onun mescidin tenha ve karanlık bir köşesinde namaz
kıldığını, Allah ile konuşup dua ile meşgul olduğunu görürdüm.”
Hayatı, zahitlerin ve dünyadan el etek
çekenlerin hayat tarzını andırıyordu. Zırhı, bir Yahudi’nin yanında rehin
tutulmuştu. Dünyayı terk ettikten sonra Hz. Ebubekir borcunu ödeyip
zırhını geri aldı.
Açlığı severdi. Direncini onunla ölçerdi. Bazen
o kadar aç kalırdı ki açlığın sancısını biraz hafifletmek için kamına taş
bağlardı. Sanki bu durumdayken hem kendi zaafını hem de gücünü deneyerek
ruhunu gündelik hayata alışmaktan korurdu. Kendisini doymuş hayatlara özgü tortulaşma
ve orta hallilikten çile kırbacıyla kurtarır, yerden uzaklaştırırdı.
Hz. Aişe’nin dediğine göre:
“Ömür boyu bir öğünde
iki yemek yemedi. Hurma bulduğunda ekmek yemedi. Ekmek yediğinde hurma
yemezdi.”
“Bütün bunlara rağmen
sufîlik, dünyadan el etek çekme ve riyazet ruhunun, toplumda yayılmasından korkup
onunla mücadele ediyordu. Osman bin Mazun ile Amr bin As ruhbanlık ve
Hıristiyanlığın huy ve ahlakından etkilenerek günlerce iftarsız oruç
tutuyorlardı. Kadın ve ev hayatından el çekmişlerdi. Peygamber onları bundan
sakındırarak şöyle dedi: “Ben Peygamberken iftar edip geceleyin yatarım; yemek
yerim, evlenirim, benim sünnetime uymayan benden değildir.” İşte Osman dünyadan öylesine yüz çevirmişti ki
bir gün kendisini hadımlaştırarak takvasının şehvete bulanmamasına karar verdi.
Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu bu karardan vazgeçirdi.
Peygamber’in güçlü ve sağlam bir mizacı vardı.
Acıkmadan yemek yemezdi. Tam doyacak şekilde yemek yemekten kaçınırdı.
Kendisinin ve dostlarının sağlığının buna bağlı olduğuna inanıyordu. Hiçbir
zaman hastalanmadı. Sadece bir defa Hayber’deki bir Yahudi kadınının zehir
kattığı kuzu etini yemesinden sonra hastalandı. Gerçi ısırınca zehirli
olduğunu hemen anladı ve onu bir kenara fırlattı. Fakat zehir onun üzerinde
etki bıraktı. Ondan bir lokma alıp yutan dostu ise öldü. Bu zehrin etkisini
devamlı kendi içinde hissediyordu. Hatta ashabın bir bölümü onun ölümünü buna
bağlıyorlardı. Bu nedenle onu şehit olarak niteliyorlardı. Hz. Ali diyor ki: “Ölüm
döşeğindeyken boğazından kan geldi.” [1] Bu delil, onun ölümünün
şüpheli olduğunu gösteriyor. Belki de onun zehirlenişini bilen ashabın bu konudaki
görüşlerini bu olay güçlendirmiştir.
Halkı davranışıyla çağırdığı din uğrunda can
veriyordu. Pratikte yoksullarla ve mahrumlarla yakın ilişkide bulunmaya çalışıyordu.
Sıradan halk, Kureyş kabilesinin büyüklük taslaması ve Arabın ırkçılığı
karşısında aşağılanan garip kimselerle dostluk ve yoldaşlık ediyordu. Davranış
şekli tamamen aristokrasi karşıtı bir şekil arz ediyordu. Uygulamada buna
dikkat ediyordu. Aristokratik hayatın değerlerini, geleneklerini ve âdetlerini
yok etmeye çalışıyordu.
Abalarını aristokratların tersine kısa
dikmelerini emretti. Hatta onların diz üstü dikilmesini vurguladı. Kolların dar
ve kısa olmasını istedi. Uzun sakaldan nefret ederdi ve şöyle derdi: “Bir
tutamdan fazlası ateştedir.”
Kasıtlı olarak çıplak
eşeğe binerdi. Bazen başkasını da
arkasına bindirirdi. Yolda toprak üzerinde otururdu. Dilencilerle aynı sofraya
otururdu. Toplu bir iş yapılacağı zaman Müslümanların hepsi, Kureyş’li ve
Kureyş’li olmayan, hür, köle, toplumun büyükleri ve adsız sansız kimselerle
birlikte çalışırdı. Onun, bu genel eşitlik karşısında müstesna bir yeri yoktu.
Herkes gibi çalışırdı. Hatta daha zor bir işte çalışmayı tercih ederdi.
Onun ve arkadaşlarının samimiyet ve dostlukları
diğerlerine ilginç gelirdi. Hudeybiye yılında Kureyş’i temsilen Peygamber ile
görüşen Urve bin Mesut, ondan ayrıldıktan sonra şöyle dedi:
“Ey Kureyş, ben Hüsrev’i
kendi beldesinde, Kayser’i kendi ülkesinde, Necaşî’yi kendi ülkesinde
görmüşümdür. Allah’a ant olsun, hiçbir padişahın kavmi arasındaki konumunun,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı arasındaki konumu gibi olduğunu
görmedim. Kavminin onu hiçbir bedele karşılık teslim etmeyeceğini anladım.
Kendi çarenize bakın.”[2]
Onu ister istemez dostlarının gözünde ve
gönlünde saygın ve değerli yapan peygamberlik makamı dışındaki şey, onun sade
ve samimi davranışı, ruhunun temizliği, muhabbeti, seçkinliği, büyüklüğü, hatta
ses tonunun, bakışının ve davranış biçiminin cazibesi de kalpleri kendisine
bağlıyordu. İnsanlar ona büyük, seçkin ve iyi bir dost olarak bakıyor ve
seviyorlardı. Otoriter şahsiyeti, güçlü ruhu herkesi kendiliğinden, karşısında
huşu ve alçak gönüllüğe sevk ediyordu. Fakat aynı zamanda onunla halk
arasındaki ilişki tarzı, hatta Büyük Fransa Devrimini geride bırakan, demokrasiyi
çağımızın iftiharı sayan, hümanizmi din olarak seçen, insan haklarını bulan,
kütüphaneleri, hürriyet, liberalizm, ferdin siyasî ve toplumsal haklan,
düşünce, yazı ve hareket hürriyeti konusundaki kitaplarla dolduran bizleri
hayrete düşüren şey, kendi düşüncelerini açıklamada Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin görüşünün tersi olsa da Müslümanlara tanınmış olan mutlak
hürriyettir.
Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi,
peygamber, takva, züht ve ahlak adamı olarak bilen bizler için pek ilginç
olmayabilir. Fakat onu dâhi insan sayan kimseler, tarihte sürekli sertlik,
acımasızlık, istibdat simgesi, deri soydurup samanla dolduran, saray duvarının
diplerine ya da şehrin girişine asan, gözlere mil çeken, tandıra atan,
kellelerden kule yapan, bir aileyi, bir üyesinin suçundan dolayı topluca imha
eden, kafatasında içki içen, bu tip alışık ve normal siyaset şekillerini
uygulayan Doğulu bir sultanı, nasıl olur da Arabistan Yanmadası’nda bedevi,
kaba ve vahşi Arap kabileleri arasında kendi siyasetini, hürriyet, kardeşlik,
eşitlik üzere kurar, etrafa da kendi görüşüne hatta aldığı karara karşı durup
muhalefet etme hakkı tanır, kendisinde bir noksanlık ve zaaf olduğunu
sandıklarında açıkça söyleme, kendi karşısında serbestçe görüşlerini savunma
hakkı tanır da kendilerini tehlikede hissetmeleri, hatta onun çehresinde en
ufak bir öfke ve hoşnutsuzlukla karşılaşmaları mümkün olmaz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin siyasî hayatında, birçok defa dostları, hatta
sıradan ve sorumluluğu olmayan halk kesimleri, onun karşısında durup
milletinin kaderiyle ilgili olan en hassas konulara ve en önemli olaylara müdahale
ettikleri ve karşıt görüş belirttikleri görülmüştür.
Bedir’de kendi seçtiği savaş üssünü beğenmeyip
başka bir yeri öneren bir askerin teklifini hemen kabul ettiğini görüyoruz.
Uhud’da ordusundaki genç askerler şehir içinde savunma yapma görüşüne karşı
çıktılar ve kendi görüşlerini ona empoze ettiler. O da azınlıkta kaldığı
için buna boyun eğdi. Savaşın sonucu onun görüşünü doğruladığı, en büyük
yenilgiye uğradığı, en değerli dost ve akrabalarını kaybettiği, İslam’ın
varlığı tehlikeye düştüğü halde o asla onları kınamadı, hatta hoşnutsuzluğuna
dair en ufak bir tepki göstermedi.
Hendek savaşında, o resmen Gatafan taifeleriyle
görüşerek düşman saflarına rüşvet gücüyle ihtilaf sokmak istedi. Bunu gerçekleştirmek
için onlara Medine’nin hurma ürününün yarısını vereceğini taahhüt etti. Düşman
da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Müslümanların lideri
olarak antlaşma imzaladı. Bu arada Ensar başkanlarınca sert bir muhalefet
gösterildiğinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, antlaşma metnini
yırtmaları için onlara teslim etti.
Hudeybiye’de barış şartlarını Hz. Ali’ye imza
ettirdiği sırada dostlarından bir grup şiddetle itirazda bulunup onu açıkça
tenkit ettiler. Hatta onun gerçekleşmesini önlemeye çalışan Hz. Ömer, açıkça
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve diğerleri karşısında “Bu antlaşma
alçaklıktır.” diye konuştu ve resmen şöyle dedi: “Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin aldığı karar, Müslümanların zillet kaynağıdır!”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise onun öfkeli ve kırıcı bağırışı
karşısında sakince gülümseyerek sabrını korudu. O da fikir arkadaşlarına
cevaben samimi ve güven verici bir şekilde şöyle dedi:
“ALLAH BENİ ZAYİ
ETMEYECEKTİR.”
Onun davranış tarzı, dostlarını hatta toplumun
sade ve basit kişilerini korkutacak, görüş belirtmekten sakındıracak bir
tarzda değildi. Kendisine besledikleri sevgi ve iman onları dalkavukça övgüde
bulunmaya sürüklemiyordu. Onun İnsanî şahsiyeti karşısında kendilerini
kaybetmiyorlardı. Onunla ilişkilerde samimi, özgür ve açık tavır
takmıyorlardı.
Bir savaş seferinden Medine’ye dönerken şöyle
dedi: “Fecre kadar kim bizim için nöbet tutar? Biz belki uykuya
dalabiliriz.” Bilal,
“Ben!” dedi. Peygamber konaklama emrini verdi. Hepsi
uyudu. Bilal fecri beklemek için namaz kılmaya başladı. Doğuşunun eşiğinde
yorgun bir durumda devesine dayanmış ve ufka bakar halde uykuya daldı. Doğan
güneş ilk defa Müslümanların kendisine karşı gözlerinin kapanmış olduğunu
gördü. Peygamber güneşin okşamasıyla yerinden fırladı. Sert ve kınayıcı bir
şekilde Bilâl’e şöyle dedi:
“Bize ne yaptın Bilâl?” Bilal de gayet açık ve sade bir şekilde şöyle
cevap verdi:
“Seni tutan şey beni de
tuttu.” Peygamber, doğru
söyledin, dedi. Ardından gülümseyerek onun ezan okumasını istedi. Namazdan
sonra halka hitaben şöyle dedi:
“Namazı unuttuğunuz ve
sonra hatırladığınız zaman onu kılın; zira Yüce Allah, beni anmak için namaz
kılın, diyor.”
Kadınlara karşı davranış şekli de çok samimi ve
sadeydi. Hayber savaşında da diğer birçok büyük savaştaki gibi Müslüman
kadınlar savaşa katılıp yaralılara hemşirelik yapma görevini üstlenmişlerdi.
Kadınlardan birisi şöyle anlatıyor:
“Gıfaroğullarından birkaç kadınla Peygamber ile
görüşmeye gittik. O, Hayber seferine çıkmaktaydı, dedik ki:
Ey Allah’ın Elçisi, biz seninle gelip
yaralıları tedavi etmek, gücümüzün yettiği işlerde Müslümanlara yardımcı olmak
istiyoruz. Peygamber, Allah’ın bereketi üzerinize olsun, dedi. Biz de onunla
birlikte hareket ettik. Peygamber beni bineğinin arkasındaki yolluğun üzerine
oturttu. Yolda namaz için indiler, genç bir kız idim, fakat olgun değildim.
İlk olarak kendimi temiz görmedim. Utançtan devenin yanında gizlenip kaldım.
Peygamber beni görüp yolluğunu kirlenmiş bulduğunda şöyle dedi:
“Sana ne oldu, belki âdet olmuşsundur?” Ben de
“Evet” dedim. O da şöyle buyurdu:
“Kendini temizle, bir kap su al ve içine tuz
koy, onunla yolluğun kirlerini yıka ve daha sonra bineğine dön.”
“Hayber fethinden sonra bize “Fey” den pay
ayırdı. Boynumda gördüğünüz bu kolyeyi bana bağışladı ve kendi eliyle boynuma
taktı. Allah’a ant olsun, onu hiçbir zaman çıkarmayacağım.”
Ölüm döşeğinde bulunduğunda, Peygamber’in
kolyesi boynunda olduğu halde, cenazesini tuzlu suyla yıkayıp kolyeyle birlikte
defnetmelerini vasiyet etti.
Yoksullar, sıradan halk kesimi, onu
kendilerinden bildikleri için, onunla ilişki kurduklarında âdâb-ı muaşeret
kurallarına bile uymuyorlardı. Hz. İbni Ümmümektum, yoksul, kör bir ihtiyardı.
Çok konuşan, çok soru soran, her işe burnunu sokan tahammül edilemez
tiplerdendi. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona tahammül ediyordu.
O, yerli yersiz bastonu yardımıyla Peygamber’e gelip Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin iş ve uğraşma aldırmadan bağırıyordu:
“Ey Rasûlüllah, bana
hadis söyle!” O da söylüyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir zaman bu yoksul ve çaresiz âmâya
rahatsızlığını belirtecek şekilde davranmadı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bir gün
düşman kabilelerinin başkan ve ileri gelenleriyle görüşmekteydi. Var gücüyle
onları İslam’a çekmeye uğraşıyordu. Aniden İbni Ümmümektum’un baston sesi
duyuldu. O Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yetişip abasının eteğine
tutunarak şöyle haykırdı:
“Ey Rasûlüllah, bana
hadis söyle!” Peygamber yüzünü buruşturdu.
O ne bir şey görüyor ne de anlıyordu, yaptığından da vazgeçmiyordu. Peygamber
yüzünü çevirip ona cevap vermedi. İbni Ümmümektum, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemden böyle bir tavır beklemiyordu. Çok rahatsız oldu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hali aniden değişiverdi. Yüzü kızardı. Vahy çok
sert ve ağır idi ki bir önsözü yoktu. Hitap ve nida bölümü gözükmüyordu.
Onunla üçüncü şahıs olarak konuşuyordu; sanki onunla karşılaşmak istemiyordu.
“Surat astı ve döndü,
kör geldi diye.
Ne bilirsin, belki o
arınacak?
Yahut öğüt dinleyecek de
kendisine yarayacak.
Kendisini zengin görüp
tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.
Onun arınmasından sana
ne?
Fakat koşarak sana gelen
(Allah’tan) korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.
Hayır (olmaz böyle şey)
o (öğüt), bir hatırlatmadır.
Dileyen onu düşünüp
öğüt alır.
O, sahifeler içindedir.
Şerefli, şanlı, yüce ve
temiz, değerli, çok iyi elçilerin ellerinde.
Kahrolası insan, ne kadar
da nankördür. ” (80/Abese Suresi 1-17)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunca
sertlikten dolayı acı çekti. Öylesine korkmuştu ki titriyordu. Kalkıp üzgün
dostunun peşinden koştu. Onu bulup özür diledi. Kendini bağışlamasını istedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir
zaman bu olayı unutmadı. Halkın unutmasını istemediği gibi kendisi de devamlı
hatırlatıyordu. Bundan sonra İbni Ümmümektum’a çok saygı ve ilgi gösterdi.
Hatta birkaç defa gazveye çıktığında onu Medine’ye başkan atadı. Onunla
karşılaştığı zaman sevinçle şöyle diyordu:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi kınayan,
onun hatalarını hatırlatan Kur’an ayetleri az değildir. Onu öven ayetlerden
daha çoktur.[4]
Bu, aşklarla ve güzelliklerle tanışan kimsenin gözünde, övgüden daha değerli
ve önemlidir. Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en güzel fazileti ve
Allah’ın en sevgi dolu sözlerindendir. Nitekim Shandel’in deyişiyle:
“Aşk, uçuşunun en son
sınırında tamamen kınayıcı olur. Sevgili en görkemli cilvesinde, âşığın
gözünde, kendisinden tamamen şikâyet edilen bir varlık olur.”[5] Bu söz, sanki imamın şu güzel ve zarif sözünün
tefsiridir.
“İyilerin iyilikleri,
Allah’a yakın kulların kötülükleri konumundadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu
kınayıcı ayetleri insanlara samimiyet ve özel bir heyecanla okuyor ve sürekli
tekrarlıyordu. Esirlere iyilik üzere davranıyordu. Bedir’de kendileri de yoksul
olan Müslümanlara şöyle emir verdi:
“Elbise ve yemeklerinize
onları da ortak edin.”
Kendisi okuma yazma bilmediği halde okuma
yazmayı öğrenmeye teşvik ediyordu. Dostlarını öğrenmeye zorluyordu. Bedir’de
okuma-yazma bilen esirlere, on tane Müslüman çocuğa okuma yazma
öğretebildikleri takdirde serbest bırakılacaklarını söyledi.
Savaş sahnelerinde hayret verici bir kabiliyet
gösteriyordu. Onun çatışmalarında en ufak bir zaaf noktasına rastlanmadı.
Herkesi nasıl bir fedakârlığa yönelteceğini, gözlerde ölümü nasıl küçük
düşüreceğini biliyordu. Zorluk anlarında çok yürekli ve sabırlıydı. Hz. Ali
gibi birisi diyor ki:
“Savaşın gidişatı
zorlaştığında biz ona sığınırdık.”
Kendisini azarlayan kimselere karşı öylesine
fedakârlıkta bulunuyordu ki kötülüğe sevgiyle karşılık vererek onları
utandırıyordu.
BİR SOKAKTAN HER GEÇİŞİNDE BİR YAHUDİ ONUN
ÜZERİNE EVİNİN ÇATISINDAN SICAK KÜL DÖKÜYORDU. O SİNİRLENMEDEN SAKİNCE GEÇİP
GİDİYOR, BİR KÖŞEDE DURUP ÜSTÜNÜ BAŞINI TEMİZLEDİKTEN SONRA YOLUNA DEVAM
EDİYORDU. BİR BAŞKA GÜN BU İŞİN TEKRARLANACAĞINI BİLDİĞİ HALDE GÜZERGÂHINI
DEĞİŞTİRMİYORDU. BİR GÜN ORADAN GEÇERKEN KÜL DÖKÜLMEDİĞİNİ HAYRETLE GÖRDÜ.
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM BÜYÜKLERE YAKIŞIR BİR TEBESSÜMLE,
“BUGÜN DOSTUMUZ BİZE
NİYE UĞRAMADI?”
DEDİ. HASTA OLDUĞUNU SÖYLEDİLER.
“ONU GÖRMEYE GİTMELİ.” DEDİ.
HASTA, PEYGAMBER’İN YÜZÜNDE ÖYLESİNE SADAKAT VE
SAMİMİYET GÖRDÜ Kİ YILLARDAN BERİ DOST OLDUKLARI HİSSİNE KAPILDI. ADAM, BU
DURU, COŞKUN, SEFA VE SEVGİ DOLU HAYIR ÇEŞMESİ KARŞISINDA RUHUNUN TEMİZLENİP
YIKANDIĞINI HİSSETTİ VE KÖTÜLÜK, EZİYET VE HIYANET LEKELERİNİN İÇİNDEN
TEMİZLENDİĞİNİ GÖRDÜ.
Öylesine mütevazıydı ki bencil, mağrur ve
kibirli Arapları hayrete düşürdü. Hayatı, davranış tarzı ve ahlakî
özellikleri, sevgi, güç, ihlâs, direnç, yüksek düşünce ve ruh güzelliği ilham
ediyordu.
On yıllık Medine
hayatında 38 seriyeye, 27 gazveye bizzat katıldı:
Ebva, Buvat (Rıdvan bölgesinde), Aşire, Birinci
Bedir (Kurz bin Cabir’i takip), Büyük Bedir, Keder (Selmoğullan), Sevik
(Ebusüfyan’ı takip), Zîemr (Gatafan ile), Bahran (Hicaz’da maden), Uhud,
Hamrâulesed, Nadiroğullan, Zatürrika, Son Bedir, Dumetülcendel, Hendek,
Kureyzaoğulları, Beni Lihyanoğulları, Hüzeyl, Mustalikoğulları, Hudeybiye,
Hayber, Kaza Umresi, Mekke’nin Fethi, Taif, Tebük.
Dokuz gazvede bizzat
savaştı.
Bedir, Uhud, Hendek, Kureyzaoğulları,
Mustalikoğulları, Hayber, Fetih, Huneyn, Taif.
BÖYLECE ON YIL BOYUNCA
65 SAVAŞ YAPMIŞTIR. Yaklaşık 50 günde
bir savaşmıştır. Bu da hem onun enteresan kabiliyetini (son on yıllık ömrü,
53 ile 63 yaşları arasında), hem de şahsiyetinin niteliklerini gösteriyor.
13 defa evlendi.
Vefat ettiğinde 9 eşi
vardı.
Eşlerinin çoğunun mihri 400 dirhem idi. (Hatice
hariç; onun mehri 20 genç deveydi.)
Kureyşli ile Kureyşli olmayan, esir ile hür, kız
ile dul kadın arasında fark gözetmezdi. Hz. Aişe’nin mehri ile Huzeyme kızı Hz.
Zeyneb’in mehri eşitti. Hz. Ümmü Seleme’ye verdiği mehir, hurma lifinden bir
yatak, bir kadeh, büyük bir kap, bir takım değirmen taşı.
Huyey bin Ahtap’ın kızı Hz. Safiye’yle
evlendiğinde (Beni Nadir kabilesi başkanının kızı) düğün yemeği verdi. Fakat
İbni Hişam’ın deyişiyle
Seçkin şahsiyeti, ahlak ve tavırlarındaki
alışılmamış özellikler, ruhunda bulunan sertlik ve hücum gücü, hareketli
özelliği, duygusundaki incelik, sevgi ile iç içe geçmiş sertlik ve haşinliği,
her gönülde anlam bulan sözlerinin gizemli cazibesi ve davranışının güzelliği
kadınların kalbini de etkiliyordu. Kadınların çoğu ona ya iman karışık bir aşk
ya da aşk karışık bir iman ile bağlanmışlardı.
Ruhunun güzellikleri ve vücudunun gizli
defineleri bitip tükenmezdi. Öyle ki aşk ona yaklaştıkça daha bir kendini
kaybediyor. Ondan tat aldığı oranda daha çok susuyordu. Hanımları incitmelerine
rağmen ona tutkundu. Onunla baş başa kalıp daha iyi tanıdıklarında iman ve
aşkları daha bir güçlenip kök salıyordu. Yaptıkları azarlar da aşk ve
kıskançlıktan ileri geliyordu. Eşin imanı ve aşkı, bir erkeğin yolunun
hakikatine, ruhunun güzelliğine sadık tanıklardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin hayatında Hatice inanmış bir âşıktı. Hz. Aişe âşık bir mümindi.
Diğer eşlerinin kalpleri ve gönülleri de bu ikisiyle dolup taşıyordu.
Tarih, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
fetih ruhunun etkinliği, bakışının güçlü cazibesi karşısında dağılan, ele
geçirilen, onun büyük ve güçlü şahsiyetinin güzelliğine tutkun olup onunla
bütünleşen kalplerden söz ediyor.
Haris’in kızı Meymune, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi onun üç günlük Mekke ikametinde görmüştü. 16 yaşında bir
kadın olmasına rağmen 60’ındaki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
vurulmuştu. Onun güçlü cazibesine, gizemli şahsiyetine, metanetli davranışlarına
öylesine tutkun olmuştu ki Peygamber’in temsilcisi onu istemeye geldiğinde, deve
üzerinde iken öylesine heyecanlanıp kendisini kaybetti ki ona cevabında şevkle
şöyle dedi:
Onunla evlenirken Kureyş, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin düğün ve tören düzenlemesine izin vermedi. Bu yüzden gerdek
çadırını Medine’ye dönüş yolunda Surf’da kurdular. Üç yıl sonra
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dünyasını değiştikten sonra, Meymune 25
yıl daha onsuz yaşadı. Fakat onu unutmadı. Ölüm gecesinde Surf’da o noktaya
defnedilmesini vasiyet etti.
Kur’an ve siyer, öz varlıklarını ona bağışlayan,
hibe eden kadınlardan bahsediyor:
Birisi Meymune’dir. İslam inancı ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem aşkı, benliğine gönül ve beyin yoluyla kazandı ve
ruhunu büyüledi. Diğeri Cahş’ın kızı Hz. Zeyneb’tir. Çok olaylı ve karışık bir
öyküsü vardır. Diğeri Ümmü Şerik’tir. Adı Güziye’dir, Cabir bin Vehb’in
kızıdır. Peygamber ona,
“Biz susalım, gelecek
konuşsun.” dedi, fakat “gelecek”
de sustu.[8]
Kur’an’da: “Bir de kendisini Peygamber’e hibe
eden ve Peygamber’in de kendisini almak istediği inanmış kadını diğer müminlere
değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık). ” (33/Ah-
zab Suresi 50)[9]
Ne kadar zarif ve güzel
bir anlatım!
Kadınlara davranış şekli, incelik ve zarafet
doluydu. Bu tutum o günlerde hayret uyandırıyordu. Onu defalarca sertçe
azarladıkları ve şiddetle sinirlendirdikleri halde onlara elini bile kaldırmadı.
Hâlbuki diğer erkeklerin görüşü, (günümüzde de birçoğunun görüşü olan)
“Kötek kadının
gıdasıdır. Ara sıra onu dövmek gerekir, yoksa isyan eder!” [10]
idi. Bu düşünce tarzı, yarı vahşi, medeni toplumlardan uzak erkeklere has
değildir. Böyle sözleri Aristo gibi şahsiyetlerin dilinden de duyuyoruz.
NİETZCHE diyor ki: “Her kadınla buluşmaya gittiğinizde
kırbacınızı unutmayın!”
Firdevsî diyor ki:
“En iyisi kadınla
ejderhanın toprak olması En iyisi dünyanın bu iki pislikten arınması. ”
BUDA, misyonunu başlattığında bir süre kadınlarda
hidayet kabiliyetinin olup olmadığında tereddüt ediyor. Onların da bu dine
davet edilebilmesi konusunda düşünüyordu. İşin başında kadınları davet etmedi.
Nihayet takipçilerinden bir grup bu konuda görüşünü sorduklarında
(tebliğcilerin görevlerini belirlemesini istediklerinde) bir süre düşündü,
sonra kadınların da dinine girmeleri için davet edilmesine karar verdi.
Ama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
dünyamızdan sadece güzel koku, kadın ve namazı seviyor.
HER ŞEYE İSİM KOYMAYI
SEVERDİ; BİNEKLERİNİN, KILIÇLARININ, MIZRAKLARININ, KALKANLARININ, HATTA
SARIĞININ VE GİYSİLERİNİN BİLE ÖZEL ADLARI VARDI. Dostlarını da seçtiği adlarla çağırıyordu. Bu
adlandırmaların her biri kendine göre incelik ve özellik taşıyordu. Onlarla
olan samimiyet ve yakın ilişkilerini artırıyordu. Bir gün mescide geldiğinde
Hz. Ali’nin toprak üzerinde uyuduğunu gördü. Uyandırdı, üstünün başının toprak
olduğunu gördü; “EBU TURAB” adını taktı. Sonraları Muaviye, Ali’yi
kınamak ve küçük düşürmek için onu bu adla çağırıyordu. Ali ise bu adıyla iftihar
ediyordu. Zeydülhayl ile görüşünce onu “ZEYDÜLHAYR” diye adlandırdı.
Ebulâs’a EBUMUTİ adını verdi. Bir gün ashaptan birinin kediyle geldiğini
görünce onu Ebu Hureyre diye çağırdı. O da bu adla ün kazandı.
Latifeli ve şakacı olmayı severdi. Ancak yumuşak
ve güzel şakayı tabiî. Bir gün dostları arasında bir ağaca sırtını dayayarak
oturmuştu. Bir ayağını diğer ayağının üzerine koyup şöyle dedi:
“Bu ayağım neye
benziyor?” Herkes bir şeye
benzetti. Kimisi şimşir ağacı dalına, kimisi bitki dalma, kimisi kristalden yapılmış
kandil direğine, kimisi de... benzetti. O da ayağını yere koyarak diğer ayağını
üzerine yerleştirdi ve şöyle dedi:
“Hayır, bu diğerine
benziyor!”
Eşleriyle çokça konuşup gülüşürdü. Hz. Aişe’yle
şakalaşmayı çok severdi.
Davranışının sadeliği, yumuşak huyluluğu ve
alçak gönüllülüğü, şahsiyetinin büyüklüğünü, maneviyatını ve cazibesini azaltmıyordu.
Her kalp, karşısında huşuyla otururdu. Her gurur, onun iyi ve güzel ihtişamı
altında kırılırdı. Onun üstünlüğü her toplulukta herkesçe biliniyordu.
Yanma gelen herkes yaklaştıkça onu daha büyük
görüyordu. Onunla daha fazla ilişki kuran, onu daha sevimli ve daha yeni
buluyordu.
Hz. Ali, onu çok iyi tanıyor ve seviyordu.
Simasını ve vücut yapısını kendine özgü ve canlı kelimelerle tasvir etmiştir:
Geniş alnı vardı.
Elleri ve ayaklan büyüktü.
Omuzları geniş ve güçlü idi.
Orta boyluydu.
Ne uzun gözükecek kadar uzun ne de ufak
gözükecek kadar kısaydı.
Yüzü açık, rengi pembe ve bir deyişe göre
esmerdi.
Siyah gözleri, gür kirpikleri vardı.
Bir avuç dolusu gür sakalı vardı.
Ömrünün son dönemlerinde çenesinin kıllan ve
kulaklarına yakın bölümleri ağarmıştı.
Pazı ve omuzları üzerinde sıkı kıllar çıkmış,
iki taraftan birbirine kavuşmuş, bir ip gibi göbeğine kadar inmişti.
Başı büyüktü.
Saçlarını kulaklarının altına kadar, bir deyişe
göre omuzlarına kadar uzatırdı.
Gömleği çok severdi.
Bazen iki parça (kadife) ile örtünürdü. Birini
beline, diğerini omuzları üzerine atardı. Bazen sarık, bazen külah giyerdi. Üç
tane külahı vardı. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de kulaklıydı ve savaşlarda
giyerdi.
Genellikle elbise ve ayakkabısını bizzat
kendisi yamardı.
Cuma günleri için özel bir elbisesi vardı.
Temizlik ve yıkanmayı çok severdi.
Saçlarını her zaman tarardı.
Güzel koku sürüp süslenirdi.
Uykudan önce ve sonra üç defa misvak kullanırdı.
Bir havluyu iki defa kullanmazdı.
Çok az konuşurdu.
Az gülerdi.
Gülüşü kahkahalı değildi.
Sadece gülümserdi.
Ses tonunun kalpleri etkileyen bir cazibesi vardı.
Genellikle gözlerini kısar, yere bakardı.
Başını pek az kaldırırdı.
Hiçbir zaman bir tarafa yan taraftan bakmazdı.
Bütün vücuduyla dönüp tam karşıdan bakardı.
Şaşırdığı durumlarda elini hızla döndürüp avuç
içini üst tarafa çevirirdi.
Konuşurken anlaşılmayan bir söz duyunca sol
elini sağ elinin üzerine vururdu.
Sinirlendiği zaman yüz çevirirdi.
Sevinçliyken gözlerini kısardı. Daha çok
sevindiğinde gözlerini yumardı.
Çok sade davranışlı ve alçak gönüllü olmasına
rağmen büyüklük ve yiğitlik zamanında çok hassas ve sertti.
Amre ya da Esma’yla[11] evlilik gecesinde; gelin,
Arap kadınlarının âdetine göre kendini naza çekmek istedi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme bakarak şöyle dedi:
“Vah, senden Allah’a
sığınırım!”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem soğukkanlılıkla,
Allah’a sığınan kimseye el sürmek yakışmaz, cevabını verip onu geri gönderdi.
Şöyle dedi:
Yürürken saldırırcasına yürürdü.
Adımları baş ve omuzlarından daha geride
kalırdı.
Uzaktan bakınca yüksek bir yerden iniyormuş
gibi görünürdü.
Yaklaştığında bir kayanın kayıp yuvarlanması ya
da dağdan akan su gibiydi.[13]
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir Muhammed Kimdir,
İstanbul, Fecr Yay. 2009, s. 537-552
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN ONBEŞ
YILLIK SUSKUNLUĞU
25 yaşındaki
Peygamberimiz, 45 yaşında zengin bir kadın olan Hz. Hatice ile evlendi.
Aristokrat Hz. Hatice, dört deve karşılığında işe aldığı yoksul işçilerinden
biri olan Peygamberimizi temizliği, güvenilirliği ve ahlakî üstünlüğü nedeniyle
seçmede gerçekten büyük bir fedakârlık yapmıştı. Bu cömertliğin ödülü olarak
tarih onun adını, yazıya geçtiği en parlak sayfaların başına kaydetti. Serveti
için kocasını gözden çıkarmış olan Hz. Hatice, şimdi kocası için serveti gözden
çıkarıyordu. Kader, bu fedakârlığın mükâfatı olarak bu 45 yaşındaki kadını
Hicaz’da Peygamberimizin eşi, Hz. Zehra’nın annesi, Hz. Ali’nin hemşiresi
yapıyor.
Hiçbir zaman bu
fedakârlığa karşılık bu kadar ödül, kimseye verilmemiştir.
Peygamberimizin
hayatı değişiyor. Kararit’te Mekkelilerin koyunlarını güden Hz. Ebû Tâlib’in
yetimi, şimdi Hz. Hatice’nin kocasıdır ve onun develerini idare etmektedir.
Peygamberimiz, müreffeh bir hayata başlar.
Bugünlerde Mekke’de
birtakım haberler dolaşmaktadır. Abdülmuttalip’in ölümünden sonra herkes,
Mekke’nin liderliği ve Kâbe’nin perdedarlığı iddiasında bulunmaya başlar. Haşimoğullarına
rakip çıkmıştır. Kureyş’in büyük aileleri arasında düşmanlık ve reKâbet baş
göstermiş, Mekke’yi parçalanma ve dağılmayla tehdit etmektedir. Öte yandan
Kâbe’nin saygınlığı, Kureyş’in nüfuzu ve Beytullâh sorumlularının gücü bu
perişanlık içinde gittikçe zayıflamaktadır. Bazı Yahudi ve Hıristiyanlar,
özellikle Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmı Kureyşlilerin dinine açıkça dil
uzatmaya başlamışlardır. İnsanlar arasında dinsizlik ve inanç zayıflığı
görünmeye başlamıştır. Şam, Yemen ve Hire’ye gidip gelen gruplar, yeni sözler
söylemekte, rahiplerden duyduklarını tekrarlamaktadırlar. Varaka bin
Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd b. Amr ve Abdullah bin Cahş, “TANRILAR
BAYRAMI” törenlerine katılmamışlar, üstelik putlara alenen dil uzatmışlardır.
Hz. Hatice’nin amcası
Varaka bin Nevfel, Hıristiyan olur, hatta İncil’i Arapçaya tercüme eder.
Karısının yüzünden Şam’a ve Irak’a kaçan Zeyd bin Amr, Mekke’ye döndüğünde
putları resmen “güçsüz taş parçaları” diye niteler. Derler ki: Geldi,
Kâbe’nin yanında, Lât ve Uzza’nın gözleri hizasına durdu ve yüksek sesle
“Allahım! Hangi yolu sevdiğini bilsem sana o şekilde ibadet ederim;
ama bilmiyorum.” demiştir.
Hz. Hatice’nin akrabası olan Osman bin Huveyris, Kostantiniye’ye
gidip Hıristiyan olmuştur. Roma kayseri, onu Mısır kanalıyla Mekke’nin yöneticisi yapmak ve
böylece Mekke’yi imparatorluğa bağlamak istemiştir. Halk onu Mekke’den çıkardıktan
sonra o, Gassanîlere sığınmış ve onların desteğiyle Mekke’nin ticaret yolunu
kesmek istemiştir. Fakat daha sonra Mekke halkı Gassanîlere rüşvet vermişler;
neticede Osman zehirlenmiş ve planları suya düşmüştür.
Sâd’ın hikayesi,
Mekke’de her yerde dilden dile dolaşır: Birisi develerini Sâd’a vakfetmek için
onun önüne getirir. Develer putun yakınına varınca ürküp kaçar, her birisi
çölün bir köşesine dağılır. Öfkeli adam develerin peşine düşer, fakat onları bulamaz.
Yorgun ve kızgın bir halde geri döner, bir taş alıp şiddetle Sâd’ın kafasına
vurur ve şöyle feryat eder: “Sana Allah’tan bir iyilik gelmez.” Sonra
pişman olur ve şu şiiri okur:
“Bizi birleştirsin diye Sâd’ın yanına geldik, fakat o bizi
birbirimizden ayırdı. Artık Sâd’ın takipçisi olmayacağız. Yoksa Sâd, yerin bir
köşesine düşmüş, hayır söylemekten de şer söylemekten de aciz bir taş
parçasından başka bir şey mi?”
Adiy bin Hatem ve Filis putunun hikâyesi herkesi hayrete düşürmüştür:
Filis’in sorumlusu
Sayfi, Alimoğulları kabilesinden Malik bin Gülsüm’ün komşusu olan bir
kadının “dişi deve”sini alır ve Filis mabedine vakfeder. Kadın Malik’in
eteğine yapışır. Malik çıplak bir ata biner, mızrağını alıp Sayfi’nin peşinden
koşar ve deveyi ondan geri alır. Sayfi, putun karşısında ona beddua eder ama
Malik’e hiçbir zarar dokunmaz. Adiy bin Hatem ve bu olayı izleyen başka bir
adam putperestlikten vazgeçer ve Hıristiyan olur. Ama bu arada
Peygamberimizin adı geçmez. Bu çok ilginçtir. Biz birinci el tarihî belgelerde
hiçbir zaman Peygamberimizin putlar önünde tapındığını veya başkaları gibi
devrinin dinî şenliklerine katıldığını görmüyoruz. Fakat o asla putlarla alay
eden, onlara ve müşriklere açıkça dil uzatan kimselerin yanında yer almamıştır.
Bu onun hayatının en karmaşık ve sıra dışı düğümlerinden biridir. Çünkü hayatının
kırkıncı yılının 27 Recebinden itibaren (Miladî 610 ağustos) putlara karşı
tehlikeli ve sert bir isyana kalkışan ve putlara en ağır ifadelerle saldıran
bir kimse, bu dini eleştirme konusunda daha önce şehrinin ve toplumunun diğer
birçok aydınıyla ağız birliği yapmamış veya en azından halk arasında zayıf
imanlı olarak suçlanmamış olamaz.
A. TOYNBEE der ki:
“Tarihin dâhilerinin (Bununla, bir hipotez, teori veya kanun keşfetmiş
olan felsefe veya bilim dâhilerini değil, toplum ve medeniyet hayatında yeni
bir tarih meydana getirmiş olan dâhileri kast eder.) hayatı iki belirgin
merhaleye ayrılır: Birisi, “TOPLUMDAN KOPUŞ” merhalesi, diğeri “TOPLUMA DÖNÜŞ”
merhalesidir. Birinci merhalede toplumuna tahammül edemeyen kişi, ondan
uzaklaşır ve kayıplara karışır. Uzaklaşma devresi kısa veya uzun sürebilir.
Sonunda kabul ederek topluma geri döner, risâlet görevine başlar. Bu dönüşte
adam artık bambaşka birisidir. Kendiliğinden başka birisi olmuştur. Musa,
Kıptîyi öldürdükten sonra toplumdan kaçıyor. Kayboluş yıllarından sonra kardeşi
Harun’la birlikte peygamber kılığında geri geliyor. Giden Musa, Firavun
karşıtı bir devrimcidir. Buda, saltanat, eğlence, dans, içki ve şehveti
bırakır ve kayboluş yıllarından sonra Nars’a devrimci bir peygamber kisvesiyle
geri döner. Sdartha adlı bir şehzade olarak gittiği yerden Buda olarak geri döner.
Mani de böyledir.”
Ama Peygamberimiz 25
yaşından 40 yaşına kadar Mekke’yi terk etmemiş olmasına rağmen onun hayatı da
Toynbee’nin dediği gibi iki dönemden oluşur. Toplumdan uzaklaşması ve topluma
dönüşü onun gizemli iç dünyasında ve heyecanlı ruhunda gerçekleşmiştir. Onun
Hirâ ve Sevr mağaralarındaki tek başına tefekkür dönemi, Mekke’den, onun
putları, âdetleri, gelenekleri, ilişkileri ve hayat tarzından uzaklaşma
dönemidir. Hirâ’dan çevresinde Mekke’nin yayıldığı vadiye doğru koşması, büyük
tarihçinin deyişiyle “tarihle buluşmak için aşağı inmesi” topluma dönüş
döneminin başlangıcıdır. Ama asla Peygamberimizin şahsı gözlerden kaybolmamıştır.
Diğer peygamberler de
toplumlarından uzak kaldıkları uzun süre içerisinde tedricî olarak ruhsal ve
fikrî bir eğitim geçiriyor ve kendilerini yavaş yavaş risâlet görevlerine
hazırlıyorlardı. Eğer tarih, toplumu terk ettikleri dönemde onlarla temas
halinde olabilseydi, şahsiyetlerinin normal ve genel durumdan rehberlik ve
peygamberlik aşamasına nasıl dönüştüğünü ve onlardaki bu büyük düşünce, ruh ve
ahlak devrimi öncüllerinin neler olduğunu bize söyleyebilirdi. Nitekim Buda’nın
hayatında bu şahsiyet değişimi, efsanevî ve mitolojik bir şekilde anlatılmıştır:
Onun ormanların derinliğinde ölüm, hastalık, cahillik, yoksulluk ve zulüm
tanrılarına karşı tek başına verdiği mücadele, prens Sdarta’nın Buda olma
hikayesidir.
Mekke halkı,
Peygamberimiz ile her gün ilişki halindeydi. Peygamberimiz de Mekke sosyal
hayatının bütün faaliyetlerine ve toplantılarına katılıyordu. Ukaz ve Mucne
pazarlarına gider, dört yıl süren Ficar savaşlarına katılır, Darunnedve’ye
gidip gelir, Kureyş başkanlarıyla Kâbe’de sohbet eder. Kâbe’nin yeniden inşası
ve Hacerülesved’in yerleştirilmesi esnasında Kureyş önderleriyle işbirliği
yapar. Kaside dinler, diğer Araplar gibi şiir ve şairler hakkında konuşur,
tanışır ve görüş ortaya koyar. Peygamberimiz, seçkin bir şahsiyet olduğu 25
ile 40 yaşları arası nispeten uzun olan bu dönemde Kâbe’nin sucusu ve
perdedarı, Kureyş’in en kutsal ve nüfuzlu dinî şahsiyeti Abdülmuttalip’in
torunu, Mekke’nin en zengin ve saygın kadını Hz. Hatice’nin kocasıdır.
Bundan dolayı onun en ufak bir hareketi ve tepkisi toplumda yankı bulur. Nasıl
olur da Abdülmuttalip’in torunu putperestlikten nefret ettiğini sergiler, Kureyş’in
dinî toplantılarına katılmaz da Kureyş onu fark etmez ve halk, Kureyş dininin
en üstün yetkilisi, Kâbe’nin yöneticisi ve Kâbe ziyaretçilerinin sorumlusu
olan bir hanedanın, Abdülmuttalip’in bu zayıf inançlı evladını anlamaz,
anlasalar bile pek önem vermez ve bunu büyük bir sapıklık görmez?
Tarihten edindiğimiz bilgilere göre, İslam’ın ve Kur’an’ın
Peygamberimizi ile pek bağdaşmadığı halde, cahiliye döneminde Peygamber’in
şahsiyeti ile ilgili olarak nakledilen mucize ve kerametlere rağmen
Peygamberimiz bu on beş yıl boyunca olağanüstü bir şahsiyet, din düşmanı bir
unsur, Hıristiyanlık, Yahudilik, Mani dini ve Zerdüştîlik gibi yeni ve yabancı
fikirlerin, mistik Doğu ekollerinin, Yunan ve İskenderiye felsefelerinin
etkisinde kalan bir aydın veya zihinleri kendisine çeken sıra dışı bir düşünür
olarak tanınmamıştır. Üstelik onun ailevî soyluluğu, ahlakî üstünlüğü ve güvenilirliği, fikri
ve itikadî yönlerinden daha çok belirgindir.
Maurice de Barres’in güzel ifadesiyle,
“Aydınlar, yerine şuur koymadan vicdanlarını kaybeden kimselerdir.”[14] Peygamberimiz
Mekke’de bir aydın olarak ünlenmemiştir. Onda vicdan, fikirden daha çok
belirgindir.
Ona verilen “EMİN/DÜRÜST”
lakabı, toplumun onun kişiliği hakkındaki kanaatini yansıtıyor. Mekke’nin
dört dâhisi vardır ama bunlar arsında Peygamberimiz yer almaz:
Muaviye bin Ebu Süfyan,
Muğire bin Şube,
Amr bin As
Ziyad bin Ebihi’dir.
Dışarıya gidip
gelenler, meşhur şair, tüccar ve kervancılar vardır ama Peygamberimiz onların
arasında da yoktur.
Yahudilik ve
Hıristiyanlığa aşina olanlar ve bilginler arasında sayılanlar, Varaka bin
Nevfel, birkaç şair ya da Arap olmayan ünlülerden ibarettir. Peygamberimiz
onların içinde de değildir. Dalgalı muhayyile sahibi, yüksek tabiatlı ve ince
ruhlu kimseler vardır. Adları tarihe geçmiştir. İnsanlar onları herkesten daha
anlayışlı kabul eder. Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
OSMAN BİN HUVEYRİS, ZEYD BİN AMR, MALİK BİN GÜLSÜM ve ADİY BİN HATEM
gibi putlara dil uzatan, Kureyş dinine muhalefeti başlatan ve putperestliği
resmen terk eden kimseler vardır. Peygamberimizi onların arasında da göremeyiz.
Araplarca olgun kabul
edilen yani eğitimli, okçuluk ve yüzme bilen kimseler vardır. Bunlar tarihin
tanıdığı birkaç kişidir. Peygamberimiz onların arasında da yer almaz.
Okuma yazma bilen,
dolayısıyla dinlerin kitaplarından ve başkalarının fikirlerinden haberdar olan
sekiz on kişi vardır. Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
Bundan dolayı kesin olan şudur ki Peygamberimiz ne şair, ne eğitimli,
ne “kâmil”, ne yeni dinlerin etkisi altında olan birisi, ne yeni düşüncelere ve
dış dünyaya aşina, seçkin Arapların üstün zekâlılarına mensup bir kimse, ne
bilgin, ne önünde düşünce gücü ölçüsünde eğilen, yeni fikirler üreten ve miras
kalmış sapık inançları anlayan küstah aydınlar kulübü üyesidir.
Peygamberimiz sadece ve sadece emin yani güvenilirdir. Şefkatli, soylu,
doğru ve güvenilir bir kimsedir. Bunlar tamamen bireye ait ahlakî
üstünlüklerdir. Siyasal, sosyal ve dinî düşünce açısından da bir üne sahip
değildir. Onda görülen tek değişiklik şudur:
Yirmi beş yaşına
kadar hayatını yetimlik, sıkıntı, yoksulluk, çöl şartları ve çobanlık ile
geçirmişken şimdi zengin bir kadın ile evlendikten sonra müreffeh bir hayata,
sıcak bir yuvaya ve çocuklara sahip olur. Son yarım asırdaki devrimleri ve çağdaş
devrimci toplumları SINIF PSİKOLOJİSİ açısından incelediğimizde ve
toplumumuzdaki siyasî akımlarda yer alan çeşitli sınıflara mensup bireylerle
doğrudan ilişki kurduğumuzda çok önemli bir sosyal psikoloji meselesiyle
karşılaşmaktayız.[15]
Bireyler, kendi sınıflarını değiştirip bir üst sınıfa yükseldiklerinde
muhafazakâr olurlar ve mevcut duruma, statükoya hoşgörüyle bakarlar. Hatta
derin düşünceli ve yedinci göbekten aydın olsalar ve kendi toplumlarının
zamanına, şartlarına ve durumlarına karşı çıksalar bile kalben ve fiilen ondan
yana tavır alırlar, devrimden ve güvenliğin alt üst olmasından korkarlar. Çünkü
onlar müreffeh hayatlarını mevcut duruma borçludurlar. Şehre göçüp orada
sanayi işçisi veya devlet memuru olan köylüler ve aşağı sınıftan orta sınıfa
yükselen bireyler, devrimci ve eleştirel ruhlarını kaybedip sağcı olurlar.
Avrupa’daki siyasî tecrübe, itinalı etütlere ve istatistikî verilere dayanarak,
ekonomik göstergelerin halkın ekonomik durumunun daha iyi olduğunu, siyasî
göstergelerin politik eğilimlerin sağa kaydığını ve sağcıların başan şanslarının
daha çok olduğunu gösterdiğini ispatlamıştır. Tersi de mümkündür. Savaş sonrası
Fransa, bu durumun açık örneğidir.
Yirmi yıl öncesinde sosyalistlerin ve komünistlerin çoğunlukta olduğu
parlamentoda şimdi De Golcüler, hatta onlardan daha sağcı olanlar
çoğunluğu oluşturmaktadır. Fransa ekonomisinin bu yirmi yıldaki yükseliş
eğrisi, bunu çok güzel açıklamaktadır. Günümüzde Batı kapitalizmi, mantıken
Marks’ın öngördüğü gibi şekillenmesi gereken gelişme halindeki proletarya
devrimi vasıtasıyla meydana gelecek bir iç patlamayı önlemek için “işçilerin
refah seviyesini yükseltmek” şeklindeki en makul yolu benimsemiştir.
Sosyal sigorta, düzenli maaş artışı ve işçinin buzdolabı, radyo, ev, gaz,
banyo, kalorifer, sinema, tiyatro, plaj ve araba gibi çağdaş hayatın
nimetlerinden faydalanmasına imkan sağlanması, onda yalancı bir sömürülmemişlik
ve mahrum bırakılmamışlık hissi uyandırır, sosyal ve ekonomik adaletin gerçekleştiği
duygusunu oluşturur, kompleks ve öfkelerinin yumuşamasına vesile olur ve düşüncede
devrimci bile olsa pratikte muhafazakar olmasını sağlar. Buna bakarak “Kapitalizm
akıllanıyor.” denmektedir. Çünkü kendisini korumak için işçiyi
burjuvalaştırmaya kalkışmıştır. Bu da Marks’ın Alman, İngiliz, Fransız ve
Amerikan kapitalizminin işçi devrimi ve komünizmle yıkılacağı şeklindeki
bilimsel ve mantıksal öngörüsünün gerçekleşmemesine yol açmıştır. Bugün
gelişmekte olan geri kalmış ülkelerde dahi statükoyu korumak ve tehlikeyi
gidermek için köylünün ve işçinin anarşi kaynağı olmak yerine konfora
kavuşmasına, güvenliğin ve huzurun sağlanmasına yönelik olarak orta sınıf
oluşturmaya çalışılmaktadır.
Peygamberimiz şimdi ekonomik hayat bakımından müreffehtir. Çok çocuklu
fakir amcasının evinde sıkıntı çeken yoksul genç, şimdi Mekke’nin zenginleri
arasında yer alır. Sınıf değiştirmiş, amburjuvaze olmuştur. Doğal olarak sebat
ve emniyeti koruması, muhafazakâr olması gerekir. Hâkim rejimi ve statükoyu
sağlamlaştırmak için çalışmasına da Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr ve
Malik bin Gülsüm gibi bozguncularla iş birliği yapmaz; mutlu, huzurlu ve
müreffeh hayatını tehlikeye atmaz.
Peygamberimizin 25
yaşından 40 yaşına kadar süren on beş yıllık hayatı bunu gösterir. O bu dönemde
iyi ve hoş kalabilmek ve başını derde sokmamak için sadece bireysel ahlak
ilkeleriyle yetinir.
Eğer 610 yılı 25 Recep gecesi [16] olayı gerçekleşmemiş
olsaydı tarih, Abdülmuttalip, Ebusüfyan, yedi şair, Osman bin Huveyris,
Vakara bin Nevfel ve İran ile Şam arasını o günlerde Hicaz ve Mekke
üzerinden geçen birkaç ticaret kervancısını hatırlardı ama Abdullah oğlu
Muhammed’in adını kesinlikle unuturdu. Ne Peygamberimizin ne de Abdullah’ın tarihin
gözünde bir çekiciliği vardır. Onlar tarihin ilgisini çekecek bir iş
yapmamışlardır. Bugün tarih, çölde yaşayan, fakirlik ve zayıf bir dadı olan Ebuzüeyb
kızı Halime’den bile bahsediyor; yetim bir çocuğun sütanneye verilmesini,
bir Arap delikanlısının çobanlığı, yoksul bir gencin orta yaştaki zengin bir
kadınla evlenmesini ve daha birçok detayı bu kadar ciddiye alarak muhafaza
ediyorsa bunun tek nedeni “o geceki olay”dır.
Bundan dolayı tarihin
tanıdığı kadarıyla Cahiliye devrindeki Peygamberimiz, ne az ne çok işte budur.
Ama tarih her şeyi biliyor mu? TARİH SADECE OLAYLARI NOT EDER, YALNIZCA GÖRÜNEN OLAYLARI VE
SEMBOLLERİ BİLİR. BİR İNSANI ANCAK DIŞTAN TANIR, ONUN İÇİNE NÜFUZ EDEMEZ.
Acaba şimdi tarihin yardımıyla Peygamberimizin iç dünyası hakkında
bilgi edinebilir miyiz? En azından yarın ilginç bir devrimin üssü olacak bir ruhun derinliklerinde
neler olup bittiğini anlayabilir miyiz? Bu soruların cevabı tamamen olumsuzdur.
Çünkü tarihçinin nesnel ve kesin delil ve belgeler dışında bir şeye dayanma
hakkı yoktur.
Fakat bildiğimiz ve
kesin olarak inandığımız bir şey varsa o da şudur: Peygamberimiz, Mekke’de
miladî altıncı yüzyılın sonlarıyla yedinci yüzyılın ilk on yılında, yüzünde,
yeni bir düşünce getireceği, yeni bir proje ortaya koyacağı, büyük bir harekete
liderlik edeceği, şaşırtıcı bir düşünce ekolü kuracağı, insanlık tarihine yön
vereceği, dünyanın büyük siyasî güçlerini ve medeniyetlerini kendi düşüncesine
bağlayacağı, gelecek toplumlarda derin devrimlere ilham kaynağı olacağı ve
güçlü ve parlak bir medeniyet inşa edeceği okunan bir adam değildir.
Tarihin, yedinci yüzyılın ilk yıllarında, Abdülmuttalip’in torunu ve Hz.
Hatice’nin kocası olan bir kişiden bu tür beklentilerinin olduğunu ve onun
alnında böyle bir geleceği okuduğunu söylemek çok yanlış olacaktır.
Bu yıllarda tarih,
gözünü “içinden bir adam gelecek ve elini yeninden çıkaracak” diye büyük
üniversitelerin kapısına, MEDAİN, KOSTANTİNİYE, İSKENDERİYE, REHA, NUSAYBİN ve
ATİNA gibi medenî şehirlerin girişine dikmişti. Kesinlikle o bu yıllarda,
dünyaya yeni bir şekil verecek ve önüne başka bir yol açacak kayıp önderini
İran, Roma ve Yunanistan’ın medenî, gelişmiş, güçlü, bilgin, sanatçı ve
filozof insanları arasında arıyordu. Farzımuhal, eğer suskun ve unutulmuş
Arabistan çölünden bir koku almışsa akıl, geleceğin o büyük devrimcisini
geçmişi ve medeniyeti olan ve şimdi bile güngörmüş, dünya siyasetinin büyük
karışıklıkları içine düşmüş ve olgunlaşmış bir halkı bulunan Mutlu
Arabistan’da (Yemen); İran’ın yanı başında ve İran medeniyetine âşinâ olan
Hire’de veya Rumlarla içli dışlı olan ve putperestlikten kurtulup
Hıristiyanlığa geçen Gassan’da aramak gerektiğine hükmeder. Mevlana’nın
deyişiyle, Şeyh Ebul Hasan Harakanî’nin doğumundan önce geçtiği Harakan
Köyü’nde onun kokusunu aldığını söyler:
“Dedi ki buraya dostun kokusu geliyor
Bu köyün içine padişah geliyor. ”
Tarihin, şahın bu
Mekke’den, bu Kureyş’in içinden çıkacağını anladığını farz edelim. O zaman
kimlerin yüzünde bir parıltı belirir? Zeki insanların, şairlerin, İran ve
Roma’yı bilenlerin, bilginlerin ve zihinlerine yüksek düşünceler ve yeni
Hıristiyanlık girmiş olan kimselerin yüzünde Asla Abdullah’ın oğlunu, Hz.
Hatice’nin kocasını takip etmeyecektir.
Ama tarih, kendi hallerinde yollarını gözleyen kimselerin, onun hiçbir
zaman bakmadığı bir köşeden yukarı çıktıklarını unutmuştur. Defalarca
tekrarlandığı halde tarih, Filistin, Mısır, Arabistan ve Mezopotamya
çöllerinde güttükleri birkaç koyunun başında sessizce oturup düşüncelere dalan,
kendilerini yalnızlık ve tefekküre kaptıran o fakir gençlerin, hem kendi yazgısını
hem de dünyaya hükmeden kahramanların yazgılarını, medeniyetleri, toplumları,
düşünceleri ve duyguları nasıl değiştirdiklerine hâlâ şaşmaktadır.
Bu defa tarih, yetim
ve yoksul Kararit çobanıyla randevulaşır. Bir kez daha, belki son defa bugün
bazılarının varlığını hissettikleri çözülmez gerçek tecelli eder: İnsanlığın
eğitim sistemi ve medeniyet, “en gizemli ve en üstün İnsanî yeteneği,”
dalgalarını medenî bilginler ve düşünürler tarafından eğitilen kalıplaşmış
beyin sisteminin kavrayamadığı bu varlığın hakikatlerini anlamak için felç
eder ve öldürür.
Abdullah’ın oğlu sadece güvenilir kişidir, başka hiçbir şey değil. Ondan öne çıkan şey
ne beyin, ne bilim, ne okul eğitimi, ne sanatçı tabiat, ne filozofça mantık,
ne de olağanüstü zekâdır. Onda yalnızca koyu bir vicdandır. Böyle bir toplumda
güvenilir olmak, onun için münferit bir faziletten ibaret olamaz. Üstelik onun
ruhunun derinliğinde tezahürlerinden birisi doğruluk olan gizemli bir
kaynaktır. Hiçbir eğitim ve öğretimin kirletmediği aynı gizemli kaynaktan daha
sonraları zamanı ve var olan her şeyi içinde boğan dalgalar kabarmış,
fırtınalar kopmuştur.
Güvenilir Peygamberimiz, kendisini böyle bir gelecek için
hazırlamamıştır. Çünkü ondan haberdar değildir. O sadece mutlak bir kabullenmedir, başka
hiçbir şey. Bu yeteneği hayatının süt emmeden kırk yaşına kadar olan süresi
boyunca kazanmıştır. Onun sade ve macerasız hayatının tek rehberi, an ve
doğal fıtratıdır. ONDA GÖRÜLEN TEK ÇABA İYİLİK, GÜZELLİK VE HAYRA DOĞAL
OLARAK MEYLETMEK VE KÖTÜLÜK, ÇİRKİNLİK VE ALÇAKLIKTAN KAÇINMAKTIR. BU ONUN
DİNİDİR. FİLOZOFLARIN BAHSETTİĞİ ŞEYLERİ OKUMAMIŞTIR; ARİFLERİN DÜŞÜNDÜĞÜ
ŞEYLERDEN HABERSİZDİR; HIRİSTİYANLARIN, YAHUDİLERİN, ZERDÜŞTÎLERİN,
MANİHEİSTLERİN VE MAZDEKLERİN BENİMSEDİĞİ, PROPAGANDASINI YAPTIĞI VE UĞRUNDA
MÜCADELE VERDİĞİ ŞEYLERİ DUYMAMIŞTIR; İRAN’I, ROMA’YI, KOSTANTİNİYE’Yİ, İSKENDERİYE’Yİ,
MEZOPOTAMYA KENTLERİNİ, MEDAİN’İ, PARİS’İ, ISFAHAN CEYİ’Nİ VE DİĞER MAMUR VE
MEDENÎ ŞEHİRLERİ GÖRMEMİŞTİR. OKUMA YAZMA BİLMEZ, OKULA GİTMEMİŞTİR, DIŞANYA
YOLCULUK YAPMAMIŞTIR, BİLGİNLER VE DÜŞÜNÜRLERLE OTURUP KALKMAMIŞTIR.
ÖZETLE, ONDA VİCDAN
AKILDAN DAHA GÜÇLÜDÜR. BEYNİ ÜMMİ BİR ARAP ERKEĞİNİN BEYNİ KADAR BASİTTİR. AMA
GÖNLÜ VE RUHU İNSANI DEHŞETE DÜŞÜRÜR. AMA BU RUH HENÜZ GÜN YÜZÜNE ÇIKMAMIŞTIR.
BUNDAN NE KENDİSİ HABERDARDIR NE DE BAŞKALARI.
BAŞLANGIÇ
Abdullah’ın oğlu, Hz.
Hatice’nin kocası Peygamberimiz, şehirdeki gündelik hayatın tantanasından
uzaklaşmak, kendi kendisine düşünmek, oruç tutmak, inzivaya çekilmek ve ruhunu
toplum hayatının kirlerinden, şöhret ve rızık telaşından, ev, aile, sokak ve
çarşının rahatlık ve zevklerinden arındırmak için bu yılki Ramazan ayında
da Hirâ’ya gitti. Yılda bir şehri terk etmek, inzivaya çekilmek ve
yalnızlığa ve tefekküre dalmak o asırda Peygamberimize has bir tutum olmadığı
için bu işin onu bizzat sıra dışı yaptığı ve insanların ondan gelecek bir söz
ve iddiaya gözlerini diktiği söylenemez. Aksine bu bir gelenekti. Kureyşli
Hanifler çoğunlukla böyle yaparlardı.[17]
Peygamberimiz,
diğerleri gibi bir süre inzivada yaşamak için bu yıl da Hirâ mağarasına gitti.
Bu yıl da mağarada tek başına oturup kendisi, geçmişi, geleceği, başkaları,
İbrahim’in Evi, putlar, putlara tapanlar, Araplar, insanlık, yer, gök ve
varlık hakkında düşünüyor. Sonra dışarı çıkıp saatlerce Hirâ dağının üzerinde
mağaranın etrafında dolaşıyor; dağın vakarını, çölün sessizliğini, berrak
Arabistan göğünün ihtişam ve suskunluğunu ve sessizce konuşan, ışıklı
pencereler gibi insanın hayat ve yaratılışın etkisiyle daralmış bakışlarını
sonsuzluğa doğru götüren yıldızlar kümesini seyrediyor.
Dağın sessizliğinde
dolaşan adamın ayak sesleri o gece birden kesildi. Ruhunda sonsuz olarak
düğümlenen uzun ve dertli düşüncelerden yorgun düşmüş bir halde mağaraya döndü
ve meraklı bakışları gidecek bir yer bulamadan göklerden ve uzaklardan onu
bekleyen gözlerine geri geldi. Biraz oturdu, tekrar dakikalarca kendi kendine
düşündü ve kendinde hissettiği o yabancıyı beklemeye durdu. Var olan bir şeyi
bulamamanın verdiği üzüntüyle uykuya daldı.
Ansızın uykudan
sıçrıyor; sanki biri boğazını sıkıyormuş gibi neredeyse ölümü hissediyor.
Kapıldığı dehşet o kadar şiddetlidir ki onu hâlâ anlayamaz. Boğazını sıkan
gizli el onu bırakır. Gözlerinin önünde bir kâğıt görür. Sanki evrenin bütün zerrelerinden,
tüm varlığından kopup gelen gizemli bir ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Tekrar öldüğü hissini
verecek şekilde boğazını sıkar. Yine aynı ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Yine boğazını ölüm
hissi verecek şekilde sıkıp bırakır. Yine aynı ses:
OKU!
Ne okuyayım?
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku,
Rabbin cömerttir. Kalem ile öğretti, insana bilmediği şeyleri Öğretti. ” [18] (96/Alak
Suresi 1-5)
Bitti, bütün varlık
birden durdu ve sessizliğe gömüldü. Geride Peygamberimiz, mağara, sessizlik ve
yalnızlık kaldı. Korkusu gitti. Mağaradan dışarı fırladı, aşağı doğru koşmaya
başladı. Sanki ruhuna her yönden korku yağıyordu. Kendisini eve atmak için
hızla koşuyor. Aklını kaybetmekten korkuyor. Gök suskun... Birden onun gece göğün
ortasında tekrar belirdiğini hissetti. Sanki onunla konuşuyor. Korktu, yüzünü
başka tarafa çevirdi, onu yine gördü. Sanki her yerdeymiş gibi her taraftan o
çıkıyordu. Durdu.
Ne yapmalı?
Izdırap ve korku,
ruhunu tahammül edilemeyecek derecede sıkıyor. Onun gecikmesine canı sıkılan
Hz. Hatice, birini onu aramaya gönderdi. Adam onu bulamadan geri döndü. Göğü
suskun, yeri durgun gören Peygamberimiz, eve varabilmek için dağın yamacındaki
taşlıkları hızla geçiyor.
“Hatice, üstümü ört, üstümü ört, üzerime su dök!”
Titrer.
Artık konuşamaz.
Bir köşeye yığılır.
Hz. Hatice, üzerine bir yorgan örter. Sanki nöbet geçiriyormuş gibi ateşlidir.
Yorgana sarındı. Bir süre geçti. Rahatladı.
Gözlerini, yanında
oturmuş acısına ortak olan şefkatli eşi Hz. Hatice’nin üzerine açtı. Hz.
Hatice’nin şefkatli ve acılı gözlerinden yakınlık ve güven duygusu aldı. Hz.
Hatice susmuş, onu seyrediyordu. Peygamberimiz de susmuş onu seyrediyordu. Konuşmaya
dermanı yoktu. Dakikalar böyle geçti.
“ Hatice, bana ne oluyor?”
“Ne oldu, bilmiyorum. Yoksa cinler bana zarar vermiş olmasın? Yanlış
bir şey yapmaktan korkuyorum. Ben kâhin olmak istemiyorum.”
Kocasına inanan ve
kendisinde iyilik, sevgi ve doğruluktan başka bir şey görmediği Peygamberimizi
hatadan masum kabul eden Hz. Hatice, bu sefer de 15 yıl önceki gibi kendisini
zor bir gelecek bekleyen bu adamın rahmet meleği oldu ve onu teselli etti:
“HZ. HATİCE’NİN CANINI ELİNDE BULUNDURAN ALLAH’A YEMİN OLSUN Kİ ALLAH
SENİ KÜÇÜK DÜŞÜRMEYECEKTİR. SEN HERKESE ŞEFKAT GÖSTERİR VE İYİLİK YAPARSIN. BU
KADAR SIKINTI ÇEKTİN. MİSAFİRLERİNİ EN GÜZEL BİÇİMDE AĞIRLARSIN. HAK YOLUNDA
ZORLUKLARA KATLANMAKTAN KAÇINMAZSIN. SEN İYİSİN. BEN SENİN GÖRDÜKLERİNİN HAYIR
OLDUĞUNDAN EMİNİM. ALLAH SENİ KENDİSİNE ÇAĞIRMIŞ. GÖNLÜNÜ SAĞLAM TUT.”
Peygamberimiz, hakşinas
gözlerle, her zaman kendisi için birçok sevgi, teselli ve fedakârlık kaynağı
olan Hz. Hatice’nin huzurlu ve şefkatli yüzüne bakıyordu. Sakinleşti.
Kendisinde şiddetli bir konuşma arzusu hissediyordu. Yorganın içinde kıvrılıp
uykuya daldı. Bu onun son uykusu idi.
Hz. Hatice, yaşlı,
bilgin ve aydın görüşlü amcası Varaka bin Nevfel’i görmek ve uzun süre önce
putperestliği bırakıp Hıristiyanlığa girmiş ve bu sözlere aşina olan bu insanla
eşinin olayını konuşmak için yerinden kalktı. Peygamberlerin hayat hikâyesini
ve vahyin onlarla ilk temas şeklini duymuş ve okumuş olan Varaka, onun
sözlerine iman ederek ve Peygamberimizin Hirâ’daki serüvenini Musa’nın Sina dağında
yaşadıklarına benzeterek yeğeni Hz. Hatice’ye ümit verir:
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki eğer söylediğin gibi ise
Musa’ya inen Yüce Namus ona da inmiştir. O bu ümmetin peygamberidir. Söyle,
içi rahat olsun.?”
Hz. Hatice, eşinin
yaşadıklarına duyduğu ümit ve imanla, onun maceralı büyük geleceğine ilişkin
korku ve ızdırap duyarak döndü. Peygamberimizi yorgana sarındığı gibi uyur halde
buldu, yavaşça yanına oturdu. On beş yıldır ruhunu aşkıyla ısıttığı, kendisini
ve her şeyini uğruna feda ettiği bir adamın yüzünü seyrediyor ve ne zaman
kalkıp yeni hayatını başlatacak diye düşünüyordu.
Ne olacak?
Onun ve ailesinin
başına neler gelecek?
Allah onu ne ile
görevlendirecek?
İnsanlar ona karşı
nasıl bir tutum sergileyecek?
Onu seyrederek bu
düşüncelere dalmışken Peygamberimiz birden sarsıldı, titremeye başladı. Zor
nefes alıp veriyordu; sanki birisi boğazını sıkıyordu. Yüzünden iri ter
taneleri akıyordu. Yataktan kalktı ama uyanık değildi. Sanki gizli bir acının etkisiyle
kendi kendisine kıvranıyordu, içinde âniden o tanıdık sesi duydu. Kesin ve
buyurgandı, insan sözüne benzemiyordu:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini yücelt. Elbiseni/gönlünü
temiz tut. Çirkin işlerden uzak dur. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.
Rabbin için sabret. ” (74/Müddessir Suresi 1-7)
Peygamberimizin
ruhunda ümit, ihtişam ve güven duygusu canlandı. Kalktı. Açıkça yeni bir
hayatın eşiğinde ve fizikötesi gizemli bir dünya ile temas halinde olduğunu
hissediyordu. Kendisini, ona ağır ve önemli risâlet görevini yeniden daha açık
bir şekilde gösterecek olan gelecek ilişkiler için hazırladı. Onun macerası Mekke’de
yankılandı ve hızla ağızdan ağza dolaştı. Küçük bir şehrin daha çok bir araya
gelerek saatlerce havadan sudan konuşan, hurma sütü içen ve gıybet eden işsiz,
sorumsuz ve rahat insanları için bu olay ne kadar ilgi çekici ve oyalayıcıdır.
Normal insanlar onu hayret ve tereddütle anlamaya çalışıyor ve onun hakkında
meraklı meraklı konuşuyorlardı ama böyle bir olayın daha çok kendileriyle
ilgili olduğunu gören kabile başkanları konuya ciddiyetle eğildiler.
Abdullah’ın oğlu,
Abdülmuttalip’in torunu, Hz. Hatice’nin kocası, Ebû Tâlib’in yetimi peygamber
olduğunu mu iddia ediyor? Ona vahiy mi geliyormuş? Şu bizim Peygamberimiz dün
geceden beri peygamber mi olmuş?
Ne acayip iddia!
Böyle bir adam
değildi. Sakin, dürüst ve soylu bir adamdı. Ömrünü sadakat ve inançla Kâbe’ye
hizmet ederek geçirmiş olan Abdülmuttalip’in torunu böyle sözler sarf eder mi?
Dinin ocağında
eğitilmiş biri nasıl dinsiz olabilir ve kâfirce iddialarda bulunabilir?
Hayası, temizliği,
alçakgönüllülüğü ve güvenilirliğiyle tanınan bir adam nasıl böyle yalanlar
uydurabilir? Hayır. O yalancı bir adam değil. Büyülenmiş ve cinlere yakalanmış.
Onu cinler yoldan çıkarmış.
Hayret ve merakla
sorulan bu sorular gitgide alaya dönüştü. Mekke’nin yeni gündemi buydu. Gruplar
halinde insanlar ve özellikle kavmin ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında oturup
Peygamberimizin macerasını konuşuyorlar, içki içiyorlar, latife yapıyorlar ve
kahkahalarla gülüyorlardı. Burada herkes gözünü, yeni bir fıkra ve tatlı bir
latifeyle meclisi ısıtacak, insanları güldürecek ve herkesin Peygamberimiz ve
davası hakkındaki şiddetli alay, yuhlama ve yargılama arzusunu tatmin edecek
latifeci, hoşsohbet ve şakacı ağızlara dikmişti.
Peygamberimizin yeni
hayatının en zor anları gelip çattı. Yolunu gözleyen belalar ve sıkıntılar tek
tek gerçekleşmeye başladı. Şehir top yekün alay, suçlama ve dedikoduyla dolmuştu.
Dışarı çıkamıyordu. Bütün dünyada sadece iki ümit kaynağı, iki sevgi ve dostluk
sığınağı vardı:
Birisi, büyük Hz.
Hatice, temiz Ali, Zeyd, değerli oğlu, sevgili kızlan Zeynep, Rukiye,
Ümmügülsüm ve küçük Fatıma ile paylaştığı evi; diğeri ise musibetlere ve
insanların suçlama ve düşmanlığına karşı tahammül gücü veren Hirâ idi.
Peygamberimiz, alay,
sövgü, iftira ve kahkaha gürültüleri arasından kendi adını duyduğu Mekke’yi
terk etti ve büyük bir ümitle dağa tırmandı. Bütün ruhunu ve gönlünü O’na
teslim ediyordu. Pür dikkat bekliyordu. Adım adım kendisini O’nun huzurunda
buluyordu. Dağın kenarına ulaştı. Durdu. Her yeri yorgun ve istekli bakışlarla
inceliyordu. Bakışları yeri, göğü, ufku ve her yanı dolaşıyordu.
Hiçbir haber yoktu.
Kendisini mağaranın
içine attı, o gece durduğu aynı noktayı dikkatle seçti ve oturdu. Bakışları
ateşli bir şekilde mağaranın içi ile dışı arasında gidip geliyordu. Ayağa kalkıyor,
oturuyor, eğiliyor. Acı saatler, böylesine susuz ve bitkin bir beklemede
olabildiğince yavaş ilerliyordu. Sanki zaman durmuştu. Ne korkunç, sessiz ve
suskun bir halde geçiyordu. Tabiat dilini yutmuş, konuşmuyordu; sanki ölmüştü.
Peygamberimiz gitgide
ümitsizleşip sakinleşiyordu. Ateşi ve çarpıntısı soğuyordu. Izdırap ruhunu
vahşice sıkıyordu. Nefes borusu tıkanmıştı. Bağırmak, bir şey istemek ve konuşmak
istiyordu ama yapamıyordu.
Boğazını sıkan düğüm yeniden çözüldü. Ağlamaya başladı. Ayağa kalktı.
Mağaradan çıktı. Halsiz, yorgun ve bitkin düşmüştü. Gök aynı şekilde dilsiz,
Ay aynı şekilde suskundu. Mağaraya döndü. Sonra mağaradan çıkıp aşağıya doğru
koştu.
Ümitsizdi.
Gürültü ve düşmanlık
dolu Mekke, ayaklarının altında, vadinin dibinde, Kâbe’nin etrafında dağınık
halde duruyordu. Evler intikam dolu onu beklemekte, bütün pencereler yüzüne
kapanmış, hayâsız ve günahkâr şehir, aptal ve dilsiz putlar etrafında rahat ve
huzurlu bir şekilde uyumakta. Yarın tekrar kalkacak, Peygamberimizle uğraşacak,
onu konuşacak, ona gülecek.
O gece Peygamberimiz
ümitsiz bir halde uyudu. Yarın olunca Mekke uyandı ve işine kaldığı yerden
devam etti. Gece olunca Peygamberimiz bir mesaj alırım ümidiyle yeniden dağın
yolunu tuttu, seher vaktine kadar uyanık kaldı ama yine ümitsiz geri döndü. Her
zaman olduğu gibi Mekke onunla uğraşıyor, o da Hirâ’dan gelecek mesajı
bekliyordu.
İşkence dolu günler
ve beklentili geceler art arda gelip geçiyordu. Mağara aynı şekilde suskun,
tabiat aynı şekilde dilsiz ve göklerin kapısı yüzüne kapalı idi.
Üç yıl geçtiği halde bir tek mesaj gelmedi.[19] Vahiy kesilmişti.
Bu üç yılın her ânının ağırlığı, Peygamberimizin göğsünü, ona ölümü temenni
ettirecek ölçüde daraltıyordu. Sonuçsuz bekleyişlerin canını sıktığı ve ıssız
mağarada saatlerce yılan sokmuş gibi kıvrandığı gecenin suskun ve karanlık
derinliklerinde, defalarca içinden, ölümün kendisini ruh törpüsü üzüntünün
pençesinden kurtarması için oradan vadinin dibine atlama düşüncesi geçti.
Peygamberimizi bitkin
bırakan tek şey, insanların alay etmesi, Mekke aristokratlarının düşmanlık
yapması ve onun kendinden bıkması değildi. Çünkü onun sıkıntılar içinde pişen
ve olgunlaşan büyük ruhu her musibeti içinde eritir, hiçbir darbenin onu
sarsmasına imkân vermezdi.
Peygamberimizi en çok
üzen şey vahyin kesilmesiydi.
Acaba dostu onu
unutmuş mudur?
Artık onunla
konuşmayacak mı?
Acaba
Peygamberimizde bir hata görmüş de risâleti ona teslim etmekten vaz mı geçmiştir?
Artık mesaj gelmeyecek mi?
Acaba onun risâletini
sadece bu ilk mesajla anlayıp ona göre davranması istenmiş de o bunu yapmamış
mıydı?
Acaba bir görev
verilmiş de o bunu fark etmemiş miydi?
Acaba onu bu
intikamcı Mekke’de onun vahşi halkı içinde savunmasız mı bırakacaktı?
Acaba onu yapayalnız
mı koyacaktı? Yakalandığı bu uçurumda elinden tutmayacak mı?
Onu unutacak mı?
Üç yıl böyle geçti.
Ümitsizlik ve perişanlığın zirvesindeyken bir gün, ızdırap verici düşünce ve
ürkütücü soru yağmuru altında oturduğu, derin bir ümitsizliğe kapıldığı ve
geleceğinin karanlık ve ürkütücü ufkunu seyrettiği bir sırada aniden güçlü bir
elin şiddetle boğazını sıktığını hisseti. Vücudu titremeye başladı, ağırlaştı.
Kıvranıyordu. Sanki gizli bir dertten dolayı acı çekiyordu. Kızaran yüzünü iri
ter damlaları kapladı, sakinleşti. İçinde, kendisiyle şefkatli ve buyurgan bir
şekilde konuşan ve yangında denemek için üç yıl önce gönlüne kor bıraktığı adama
şimdi geçmişinde kalan iki tabiat olgusuna yemin ederek güven veren üç yıl
önceki o tanıdık sesi duydu:
“Kuşluk vaktine ve sakinleştiğinde geceye yemin ederim ki Rabbin seni
terk etmedi ve sana darılmadı.
Gerçekten ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.
Pek yakında Rabbin sana verecek, sen de memnun olacaksın.
O seni yetim bulup barındırmadı mı?
Şaşkın bulup yol göstermedi mi?
Fakir bulup zenginleştirmedi mi?
Öyleyse yetimi sakın ezme. İsteyeni azarlama. Rabbinin nimetini anlat. ” (93/Duha
Suresi)
Peygamberimiz ümitle
ayağa kalktı ve hemen çetin risâlet yoluna samimi olarak adım attı. En yüce
insanî özellikleri en aşağılık ve donmuş vahşi ruhlara yerleştirmekle; gelişmiş
Roma ve İran medeniyetlerinde Atina, Kostantiniye, Medâin ve İskenderiye
düşünürlerinin bile henüz elde edemediği en yüksek fikirleri akıllarının üst
limiti develerinin hörgücünden öteye gitmeyen kimselerin beyinlerine sokmakla
ve tarihin, adını anmaktan utandığı bir kavmi tarihçilerin hâlâ gözlerini
kamaştıran muhteşem bir tarihin kurucuları haline getirmekle görevlendirildi.
O, bitkinin dahi
yeşermekten korktuğu ölüm kusan sessiz çölde ve süreklilik bilmez bu yakıcı ve
dalgalı kum denizinde, tevhid temeline dayalı, dört duvarı eşitlik, adalet,
özgürlük ve aşktan oluşan ve içinde insanların para, güç ve kan tanrılarının
egemenliğinden bağımsız olarak yaşadığı sağlam bir şehir kuracaktır.
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam
Nedir, Muhammed Kimdir,
İstanbul, Fecr Yay. 2009, s.464-481
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN GÖZÜNDE VE
GÖNLÜNDE KADIN
Bu konuda çok söz
söylenmiştir ama daha söylenecek çok şey vardır.
Söylenenler ya
düşmanın yalan, iftira, saçma ve tarih!
Gerçekleri çarpıtan
sözleridir ya da dostun sözleridir.
Dostun sözleri,
genelde meseleleri zamanın ve zamane insanının hoşuna gidecek şekilde
açıklamaya ve yorumlamaya yönelik çabalardır. Her ikisi de gerçekten başka bir
şeyi aramayan ve hakikat dışında bir taassubu bulunmayan araştırmacıyı
araştırmadan müstağni kılmaz.
Kadın meselesi, ister duygusal
açıdan, ister toplumsal açıdan olsun, bizim çağımızda da söz konusudur, ilim
bu problemi henüz çözemediği için, ister istemez inanç aşamasında kalmıştır.
Bundan dolayı ilmin kesin olarak cevaplayamadığı diğer bütün meseleler gibi
kadın meselesi de mecburen felsefe, din, gelenek, zevk ya da ihtiyaç tarafından
açıklanır. Bu yüzden her ekol, her dönem veya her toplum bir şekilde onun
hakkında konuşur. Doğal olarak bu konuyu Peygamberin hayatında incelemek isteyenler,
kendilerini, (genel düşünce tarzı manasındaki) felsefe, din, gelenek, zevk ve
ihtiyaç etkenlerinin ürünü olan önyargı bağından kurtaramamışlardır.
Bu yüzden erkeğin
toplum, hayat ve duygudaki kadın anlayışı, zamandan ve çevreden çok etkilenir.
Her dönemde ve toplumda özel bir şekle bürünen böyle bir mesele hakkında ilmî
araştırma yapmak o kadar zordur ki eğer araştırmacı görüşünü kendi zamanının
ve çevresinin inanç, gelenek ve zevklerinin etkisinden arındırmaz ve büyük
hocam Profesör Jacque Berque’in deyişiyle, başka bir döneme ve başka
bir çevreye ait olan bir meseleyi kendi zaman ve çevresinin bakış açısıyla
inceler ve ölçerse hem gerçeği göremez hem de boş yere konuşmuş olur.
Çeşitli açılardan
incelenebilecek olan kadın meselesi, zamana ve çevreye o kadar bağlıdır ki onun
en insanî usul ve adetlerinden birçoğu başka bir zamanda ve çevrede insanlık
karşıtı bir cinayet olarak şekillenebilir.
Birden fazla kadınla
evlilik de böyledir. Kuşkusuz çağımızın vicdanı, kadına yönelik böyle çirkin bir
aşağılamadan dolayı çok yaralıdır. Fakat geçmişte, özellikle ilkel toplumlarda
bu ilke, çocuklarıyla birlikte sıcak, güvenli ve sağlıklı bir aile hayatından
yoksun olan birçok mahrum ve himayesiz kadına, fakirlik, perişanlık ve fesadın
tehdit ettiği geleceğini o dönemde kadın ve çocuğun tek sığınağı olan bir erkeğin
himayesinde kurtarma ve geçmişte genellikle erkekleri takip eden kızıl ölüm
ile hamisini kaybeden ve sarsılan aileye yeniden toparlanma imkânı veriyordu.
Çarşaf da böyledir. Günümüzde çarşaf,
kadının elini ayağını bağlayan bir nesne olarak anlaşılmakta ve çağımızın ruhu
onu kadın için çirkin ve aşağılayıcı bir şey görmektedir. Fakat geçmişte
çarşaf, kadının toplumsal kişilik alameti, sosyal itibar göstergesi, izzet ve
saygınlığının koruyucusu olarak görülüyordu. Bu anlayış köy toplumlarında ve
şehrin geleneklere bağlı itibarlı ailelerinde hâlâ devam etmektedir.
İslam’da kadın
hakları meselesi son yıllarda bazı araştırmacılar tarafından incelenmiştir. Ben
burada onların söylediklerini tekrarlamayacağım.[20] Fakat kesin olan şudur ki
tarihin büyük düşünür ve ıslahatçılarının çoğu kadını ya görmezlikten gelmişler
ya da ona değersiz bir şey gibi bakmışlardır. KADININ YAZGISIYLA İLGİLENEN VE
ONA İNSANÎ ONURUNU VE SOSYAL HAKLARINI GERİ VEREN YALNIZCA PEYGAMBERİMİZDİR.
Kadına ferdî mülkiyet hakkı ve ekonomik bağımsızlık kazandırmıştır. Erkeği
kadının geçimini temin etmekle yükümlü kılmıştır. Hatta ona kendi çocuğunu
emzirmeye karşılık olarak kocasından ücret alma hakkı tanımıştır. Mehir verme
yükümlülüğü, her ne kadar günümüzde reddedilse de kadının şahsiyetinin
göstergesi ve geleceğin uğursuz ihtimallerine karşı ekonomik garantidir.
Ayrıca kadınla erkeğe dinî ve hukukî alanda eşitlik tanıyarak kadını toplumda
söz sahibi yapmıştır. Ayrıca kadın üzerinde sürekli baskı ve otorite kurmaya
çalışan erkek karşısında ona bağımsızlık sağlamıştır.
Benim İslam açısından
karmaşık ve hassas bir mesele olan kadının toplumdaki yeri konusunda
söyleyeceklerim, bu ekolde kadının sosyal haklan ve İnsanî itibarı titiz ve
kapsamlı olarak incelendiğinde çıkarılabilecek olan şu hususlardır: İslam erkekle
kadın arasındaki ayrımcılık ile şiddetli bir şekilde mücadele ettiği halde
eşitlikten yana da değildir. Bir başka deyişle ne ayrımcılık taraftandır ne de
eşitliğe inanmaktadır. Toplumda her birini kendi doğal konumuna oturtmaya
çalışmaktadır. Ayrıcalığı cinayet, eşitliği yanlış olarak görüyor. AYRIMCILIK
İNSANLIĞA, EŞİTLİK TABİATA AYKIRIDIR. Kadının tabiatını ne erkekten aşağı
kabul eder ne de eşit sayar. Bu ikisinin tabiatı, hayatta ve toplumda
birbirinin tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. BUNDAN DOLAYI İSLAM, BATI MEDENİYETİNİN
TERSİNE, BU İKİSİNE “EŞİT VE BENZER” HAKLAR DEĞİL, DOĞAL HAKLAR TANIMA
TARAFTANDIR. Bu konuda söylenebilecek en önemli söz budur. Bu sözün değerini ve
derin anlamını ancak, “Avrupa’dan izinsiz” düşünme ve olayları bizzat
gözleriyle görme cesaretine sahip bilinçli okurlar kavrayabilirler.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, uygulamada İslam’ın kadın için tanıdığı hakları ve şahsiyeti
ona vermeye çalışır. Erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da biat alır. (Kendi
inanç ekolünün esaslarına dayalı rey, sorumluluk, sosyal ve siyasal antlaşma)
Onlara erkekler gibi ashabı arasında yer verir.[21] Kızı Fatıma’yı küçükken insanların
önünde dizine oturtuyor, onlarla konuşurken onu okşuyor ve ona karşı özel bir
sevgi göstererek sanki kızın aşağılık olmadığını, onun da erkek gibi değerli
olduğunu göstermeye çalışıyordu. “Onlardan birine kız müjdelendiği
zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir.” (16/Nahl
Suresi 58; 43/Zuhruf Suresi 17) Bazen de gururlarına yediremeyip diri
diri toprağa gömüyorlardı. Ali, Fatıma’yı istemeye geldiği zaman, çok güzel bir
adabımuaşeret, nezaket ve incelikle Fatıma’nın kapısı arkasında durup ondan
izin istiyor ve “Fatıma, Ali bin Ebû Tâlib senin adını anıyor.” diyor.
Sonra onun cevabını almak için sessizce bekliyor. Fatıma’nın olumsuz cevabı
kapıyı yavaşça kapatmak ve olumlu cevabı ise cevap vermemek şeklinde olacaktı.
Fatıma kocasının
evine gittiğinde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem her gün ona uğruyor,
kapı eşiğinde dışarıda durup giriş izni alıyordu. Ona selam vermede erken
davranıyordu. Onun kadınlarına davranışı öylesine edep, incelik ve sevgiyle
birleşmişti ki bu, o günkü kaba toplumda pek hayretle karşılanıyordu.
Evinin dışında güç ve
sertlik abidesi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, evinin içinde
öylesine yumuşak huylu, sevgi ve saygı dolu davranıyordu ki hanımları ona
saygısızlık yapıyor, açıkça onunla münakaşa edip pervasızca konuşuyor ve onu
incitmekten çekinmiyorlardı. BİR GÜN ONLARA ÇOK DARILIR -DİĞERLERİ GENELLİKLE KADINLARI KAPI
DIŞARI EDERLERDİ; ŞİMDİ DE BAZI MÜMİNLER ÖYLE YAPIYORLAR- VE EVDEN ÇIKIP BİR TARAFINDA
TAHIL BULUNAN AMBARDA KALIR. BU AMBAR YÜKSEK BİR YERDE OLDUĞU İÇİN, HZ.
PEYGAMBERİMİZ BİR AĞAÇ KÜTÜĞÜNÜ KOYUP ÇIKIYOR VE AMBARA ÇIKTIKTAN SONRA
KİMSENİN KENDİSİNİ RAHATSIZ ETMEMESİ İÇİN ONU KALDIRIYOR. O, bir ay
boyunca hanımlarına küstü. Hatta öylesine üzülmüştü ki (farzların dışında)
mescide bile gitmiyordu. Halk da üzgün ve perişan olmuştu. Hz. Ömer onları
temsilen gelip görüşme izni istedi. Ona izin vermedi. Hz. Ömer de ona,
“Eğer seninle kızım
hakkında görüşmek istediğimi sanıyorsan, ben ondan nefret ediyorum, izin
verirsen boynunu bile vururum.” diye mesaj gönderdi. O da ona girmesine izni verdi. Hz. Ömer diyor ki:
“Yanına vardığımda
ambarın bir köşesinde hasra uzanmış olduğunu gördüm. Ayağa kalktığında
böğründe hasır izleri görünüyordu. Ben ağlamaya başladım.” Hz. Ömer’i üzgün
gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ona, dünyadan uzak durmanın ve
zahitliğin lezzetinden söz ediyor ve onu sakinleştiriyordu. Hanımlarının
davranış biçimi onun hayatının en büyük zorluklarından biriydi. Bu doğaldır.
Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı ve ruhu onlardan çok
uzaktır. Ayrıca köleler gibi aşağılık sayılan o dönemin kadınları, sadece
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evinde karşılaşılan hürriyet ve
saygıya layık değillerdi. Bugün biz bu gerçeği herkesten ve her zamankinden
daha iyi biliyoruz. Şahsiyetsiz birine şahsiyet atfetmek, başlangıçta hep
kasıntılara ve hastalıklı ve tehlikeli tepkilere yol açabilmektedir.
Hz. Ömer’in dilinden
nakledilen bir söz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında kadının
sosyal hakları ve kadın-erkek ilişkileri konusunda yapılan köklü devrime açıkça
işaret etmektedir. O diyor ki:
“Allah’a ant olsun,
biz cahiliye devrinde kadınları hiçbir konuda hesaba katmazdık. Nihayet Allah
ayetler indirip onlar için haklar belirledi. Ben bir iş konusunda biriyle
istişare ettiğimde karım, “Şöyle şöyle yap.” derdi. Ben ise, “Benim işim seni
ne ilgilendiriyor?” derdim. O da
“Kimsenin senin işine
karışmasını istemiyorsun ama kızın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle
münakaşa ediyor ve onu bütün gün sinirlendirip küstürecek şekilde davranıyor.” dedi. Ben de abamı
alıp evden dışarı çıktım, Hafsa’nın yanına gidip dedim ki:
“Kızım, sen bütün
gün Resulüllah ile onu küstürecek şekilde münakaşa mı ediyorsun?” Hafsa,
“Evet, onunla
münakaşa ediyorum.” dedi. Dedim ki:
“Sen Allah’ın
azabı ve Resûlullah’ın gazabından sakın! Kızım kendi güzelliğine ve Peygamberin
sevgisine karşı nazlanan bu kadına uyma.” dedim.
HZ. ÖMER VE HZ.
EBUBEKİR BİR GÜN ŞU OLAYA ŞAHİT OLUYORLAR:
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem oturmuş, hanımları onu aralarına almışlar, bağırarak, kaba ve
saygısız bir üslupla konuşarak yaşadıkları sıkıntılı hayattan şikâyetçi
oluyorlar ve ondan nafaka istiyorlardı. O ise sessiz ve üzgün bir şekilde
onları dinliyor ve acı acı gülümsüyordu. Hz. Ömer’i ve Hz. Ebubekir’i görünce,
“BUNLAR BENDEN ELİMDE
OLMAYAN ŞEYLERİ İSTİYORLAR.” diye şikâyette bulunuyor. Hz. Ömer ile Hz. Ebubekir hemen kalkıp
kızlarını dövüyorlar. Bu dile alışık olan kadınlar sakinleşiyorlar ve ondan
bir daha elinde olmayan bir şey istemeyeceklerine dair söz veriyorlar. Onların
bu tutumu, babaları ve hatta Peygamberin azarlanmasına üzülen Müslümanlar için
bile tahammül edilemez olmuştu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
toplumunun vahşî ve sert yapılı erkeklerine yeni bir ders vermek ve mahrum ve
çaresiz kadınlara yeni bir şahsiyet kazandırmak için bunların yaptıklarına
tahammül ediyordu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem hanımlarının hoşnutsuzluğunun diğer nedeni, İran
Hüsrevlerinin, Roma kayserlerinin ve hatta Yemen, Gassan, Hire ve Mısır
padişahlarının kanlarının görkemli saraylarda yaşayıp dans, şarap, eğlence ve
kumarla iç içe olduklarını duymuş olmalarıydı. Hâlbuki bunlar da
Arap padişahının karılarıdır ve aylar geçmesine rağmen mutfaklarının bacasından
duman tütmemiştir. Kabuklu arpa unu pişirip yiyorlar. Bu onların tek sıcak
yemeğidir. Sofralarında genellikle su ve hurmadan başka bir şey bulunmaz.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ile eşleri arasındaki bu geçimsizlik öylesine arttı ki vahiy
müdahale edip şunu önerdi:
“Eğer dünya dirliğini
ve refahını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi
güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret
yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davrananlar için büyük
bir mükâfat hazırlamıştır. ” (33/Ahzab Suresi 28,29)
Kadınlar, yoksulluğu
ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi tercih ettiler.[22] Onlardan sadece birisi
dünyayı tercih etti. Fakat dünya da ona vefa etmedi, kara kadere yakalandı.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, “Ben sizin dünyanızda üç şeyi sevdirildi: Koku, kadın ve
gözümün nuru namaz.” diyor. Hanımlarına adaletli davranıyordu. Her gece
birisiyle beraber geçiriyordu. Ama kalbi Hz. Aişe’nin aşkıyla doluydu. Onun
evine gelen tek kız Hz. Aişe’ydi. Diğerlerinin hepsi duldu ve siyasî ya da
ahlakî maslahat için evlenmişti.
Hz. Aişe, hem genç ve
güzel, hem de zeki, zarif, güzel konuşan ve âlim bir kadındı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme âşıktı. Diğer hanımlarını ve Peygamberin çok sevdiği Fatıma ve Ali’yi
kıskanıyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onunla görüşüp
konuşunca siyasî hayatının zorluklarını ve yorgunluklarını unutuyordu. Ağır
düşüncelerin baskısı altında bunaldığında ve ruhunun çetin dalgaları ve
düşüncelerinin yüksek miraçları karşısında takatsiz kaldığında, Hz. Aişe’yi
çağırıp “Benimle konuş ey Hümeyra (pembelim)!” diyordu.
Hıristiyan
misyonerler ve onların dinî veya siyasî propagandalarının etkisi altında kalan
bilgisiz ya da kötü niyetli yazarlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
ruhunda bir zaaf noktası bulmaya çalışıyorlar. Hıristiyan ahlak eğitimi,
kadının güzelliğini şeytanın tuzağı ve ona meyletmeyi fesat ve düşüş,
evlenmemeyi Allah Teâlâ’nın rızasının kaynağı ve dinî takvanın koruyucusu
saydığı için ve günümüz Avrupa vicdanı birden fazla kadınla evlenmeyi iğrenç ve
çirkin kabul ettiği için, onu Doğu’nun kadın düşkünü “Don Juan”ı ve
Doğulu sultanlar gibi harem kurmuş birisi olarak tanıtmaya çalışmışlardır.
Bunlar iki konuda çok gürültü koparmışlardır:
Birisi, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin çok kadınla evlenmesi, diğeri de Hz. Cahş kızı
Zeyneb’in öyküsü. Onların çıkardıktan gürültü dalgaları ülkemize kadar gelmiştir. Birçok
entelektüelimizi (yani diplomalılarımızı) de tutsak etmiştir. Ben bu konunun
gerçek yüzünü anladığım kadarıyla göstermeye çalışacağım. Kanaatime göre
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin duygusu ve hayatındaki kadın meselesi
onun için bir zaaf noktası ve saldın konusu olmaktan çok, bu büyük ruhun
parlak ve en güzel yönünü teşkil etmektedir. Nitekim Mısırlı Abbas Mahmut
Akkad diyordu ki:
“Hıristiyan
misyonerler ve sömürgeci yazarlar bu yoldan İslam’a can alıcı ve öldürücü darbe
indirmek istemelerine rağmen çok büyük bir hata yapmışlardır. Çünkü dinini
tanıyan, Peygamberinin siyerini bilen bir Müslüman için hakikatin görülmesi,
her şeyden daha açık ve daha basittir. Onların katil yolu sandıkları şey,
Peygamberinin büyüklüğünün ispatı, dininin çirkin ithamlardan beraat etmesi
için ispatlayıcı bir belgedir. Başka bir delile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira bir
Müslüman için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetinin doğruluğu
konusunda hiçbir delil, onun hanımlarına davranış tarzından ve hanımlarını
seçme şeklinden daha doğru değildir” [23]
Burada ilk önce Hz.
Zeyneb olayına değinecek daha sonra diğer meseleyle ilgileneceğiz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem için tasarlanmış olan aşk, heves ve harem saraylığının
ne olduğunu anlayacağız.
HZ.CAHŞ’IN KIZI
ZEYNEB
Hz. Zeyneb, Cahş’ın
kızı ve iftihar dolu hayatını şehadetle noktalayan büyük muhacir Abdullah’ın
kız kardeşidir. Cahş ailesi, Kureyş içinde soyluluğuyla ünlenmiştir. Cahş’ın
güzel kızı Hz. Zeyneb, Abdulmuttalip’in kızının torunudur; iki soylunun
evlenmesiyle doğan bir çocuktur. Bundan dolayı Peygamberin halasının kızıdır.
Hz. Zeyd bin Harise, Şam’da esir edilen bir köledir. Kader onu Hatice’nin evine
getirdi. O da Hz. Zeyd’i eşi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hediye etti.
Şam’ın aristokratlarından olan “Harise” oğlunu aramak için Mekke’ye
geldi ve onu buldu. Efendisine Hz. Zeyd’i satın almak için teklifte bulundu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem isteği kabul etti. Fakat Hz. Zeyd kabul
etmedi. Gurbette Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hatice’nin kölesi olmayı,
annesi ve babası yanında hür yaşamaya tercih etti. Esir çocuğunu bulmak için
çilelere katlanmış ve şimdi onu alıp geri götürmek için sabırsızlanan babasına
şöyle dedi:
“Ben Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzünde öyle bir duruluk görüyorum ki gönlümü
ondan ayıramıyorum.”
Hz. Zeyd’in
vefakârlığını ve kabiliyetini bilen ve ona Harise’den daha çok değer veren
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu hemen azat etti ve evlat edindi.
Bundan sonra onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kölesi “Zeyd bin
Harise” değil, “Zeyd bin Muhammed” adıyla çağırmalarını istedi.
Böylece Hz. Zeyd hem kaybettiği babasına ve vatanına kavuştu hem de Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda yitirdiği iki çocuğu Kasım ve Abdullah’ın
matem dolu evde boş kalan yerlerini doldurdu.
Bu iki ruh arasındaki
hayranlık uyandıran sıkı dostluk bağı, Peygamberin hayatının en güzel
tezahürlerinden biridir. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
evinde büyüyordu. Babası Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, annesi Hatice,
bacısı Zehra, kardeşi Ali. Kabiliyetini medenî bir toplumdan ve seçkin bir
aileden devralmış olan bu Şamlı zeki genç, akıncısı Allah olan bir ailenin
beşinci üyesi oldu. Hz. Zeyd, ne kadar şuurlu bir şekilde kendine gelen mutluluğu
tanıyıp ona kapısını açtı ve kendi güzel kaderini seçti.
Evlatlık edinme,
Araplarda gelenekti. Sahiplerinin gözünde değer kazanan köleler, serbest bırakılıp evlatlık
mertebesine yükseltilirlerdi. Fakat kölelik hatırası, toplumsal çevresinde
canlılığını olduğu gibi koruyordu. Bu durum değişikliği ona yeni sosyal
haklar sağlasa da onun sosyal konumu hep lekeli kalıyordu. Azat edilen insana
hiçbir zaman özgür insan gözüyle bakmıyorlardı. Evlatlık, evladın yerini almıyordu.
Mevla (azatlı köle) sadece ruhsal bakımdan ve sosyal konum açısından aşağılanmakla
ve manevi ve psikolojik mahrumiyet hissetmekle kalmıyor, üstelik birçok sosyal
haktan da mahrum bırakılıyordu. Birçok ayrımcılık onu diğerlerinden ayırıyordu.
Bunlardan biri, efendinin, daha önce kölesi olan kimsenin boşadığı kadınla evlenme
yasağı idi.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, özgürleştirilmiş insanı özgür insandan ayıran bütün
ayrımcılıkları ortadan kaldırmak suretiyle bu ikisi arasındaki mutlak eşitliği
sağlamaya çalışırken onun kölelik hatırasını da zihinlerden silmek ve toplumda
sürekli hissettiği aşağılık duygusunu yok etmek ve ona şahsiyetini ve hak
ettiği sosyal, manevi ve ruhsal itibarı vermek istiyordu. Böylece haklarını
elde eden kimse, bireysel ve toplumsal vicdanını özgürleştirilmiş değil, özgür
bir insan olarak hissedecekti.
Bu yüzden Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd’i büyük ve önemli görevlere getirmekle
onu değerli Muhacir ve sahabiler gibi tanıtmaya çalışıyordu. Onu Medine’de
kendi makamına vekil bırakıyor, Roma savaşına gidecek olan ve Hz. Cafer bin Ebû
Tâlib, Hz. Abdullah bin Revaha ve Hz. Halit bin Velid gibi büyük şahsiyetlerin
sadece er olarak katıldıkları büyük ordunun başına komutan atıyor, en önemli
meseleler üzerinde onunla istişarede bulunuyor ve önemli seriyelere başkan
seçiyordu. Hatta genç oğlu Üsame’yi ailevî bir mesele olan “Ifk hadisesi”
konusunda Hz. Ali bin Ebû Tâlib ile aynı düzeyde birisi olarak istişare
heyetine alıyor ve hayatının son günlerinde, 18 yaşındaki bu genci Roma imparatoruna
karşı savaşacak olan ve içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi büyük şahsiyetlerin
asker olarak bulunduğu ordunun kumandanı yapıyor.
Bütün bu çabalar,
özgürlüğüne kavuşturulmuş olanların, İslam toplumunda eşit olmaları gibi
Müslümanların duygu dünyasında da eşit olmalarını sağlamaya yönelikti.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, Arap aristokrat ailelerinden olan bir kızı Hz. Zeyd’e istemekle
hem yabancıların ve özellikle azat edilmiş kölelerin hissettiği aşağılık
duygusunu ortadan kaldırmayı hem de özellikle evlilik konusunda daha belirgin
olan ailevî taassubu kırmayı amaçlıyordu. Hiçbir soylunun böyle birine eş olmayı
kabul etmeyeceğini bildiği için, üzerlerindeki nüfuzunu kullanarak ve razı ederek
Hz. Zeyd’i kendi akrabalarından bir kız ile nişanlamaya karar verdi. Bu nedenle
halasının kızı Hz. Zeyneb’i seçti. Fakat tahmin edileceği gibi kardeşi
Abdullah, Muhacirlerin en temiz ve en fedakârlarından olmasına rağmen bu
evliliği kendi ailesine karşı yapılmış bir hakaret sayarak reddetti. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ısrar etti ve 20. yüzyılda, medeni Avrupa
toplumunda bile hâlâ yürürlükte olan bu cahiliye geleneğini kırmaya çalıştı.
Nihayet vahiy, Abdullah’ı ve kız kardeşi Hz. Zeyneb’i bu işe razı etti:
“Allah ve Resulü bir
işe hükmettiği zaman inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteğine göre
seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur. ” (33/Ahzab Suresi 36)
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in mehrini bizzat kendisi ödedi ve çirkin bir
geleneği kırıp yerine yeni bir insanî gelenek yerleştiren bu evliliği
gerçekleştirdi. Fakat bu evlilik, topluma mutluluk getirdiği ölçüde ailede
mutsuzluğa sebep oldu. Hz. Zeyneb, kendi ailesinin üstünlüğünü, Hz. Zeyd’in
sosyal konumunun aşağılığını unutamıyor ve bunu sürekli Hz. Zeyd’in başına
kakıyor ve onu incitiyordu. O da Hz. Peygamber’e şikâyette bulunuyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise Hz. Zeyd’in sabırlı olmasını
istiyor, her ikisini de iyi geçinmeye davet ediyordu. Hz. Zeyneb, Hz. Zeyd ile
evlenmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emriyle kabul etmesine
rağmen onu hiç sevmedi. Çünkü gönül bambaşka bir ülkedir. Ona aşktan başka bir
şeyin hükmü geçmez. Bu, Hz. Zeyneb’i de aşan bir durumdu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin büyük gayretlerle bağladığı bu evlilik bağı gün geçtikçe
zayıflıyordu. Hz. Zeyneb ise onu, bir maslahat icabı göğsü üzerine konulmuş bir
kaya ve bir çıkar için boğazına atılmış bir düğümden başka bir şey olarak
hissetmiyordu. Gün geçtikçe sabrı daha bir tükeniyordu. Hz. Zeyd ise aralarına
sürekli mesafe koyan ve günden güne kendisinden hızla uzaklaştığını gördüğü
bir kadınla birlikte olmaktan dolayı çok inciniyor ve bu sevgisiz beraberlik,
anbean hayatın rengini karartıyor ve evliliğin tadını acılaştırıyordu.
Kimsenin de elinden bir şey gelmiyordu.
Şüphesiz Chandel’in
dediği gibi “Aşka muhtaç bir kalp, aşksız olduğu zaman, gönül ehlini
kaybettiği sevgiliyi aramaya gönderir ve onu bulmadıkça sakinleşmez. Allah,
özgürlük, bilim, sanat, güzellik ve dost, onu arayış çölünde, yolu üzerinde
tozlu ve boş testisini kimin çeşmesinden dolduracak diye beklemektedir.”[24]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in derin bakışlarında aniden gönlüne haber verdiği
bu sırrı okudu. Hz. Zeyneb’in içine düşen gizemli ateş, yanaklarına yansıdı ve
canını sıkan rahatsızlıklar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
karşısındaki suskunluğunu daha da zorlaştırdı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, önünde çakan ilk şimşekle gözlerini kapattı ve hemen kendi içine daldı
ve hızla geri döndü. Ancak Hz. Zeyneb nereye dönebilirdi? Artık Hz. Zeyd’le
görüşmeye tahammül edemiyordu. Gök, göğsü üzerine ağırca çöküp nefes yolunu
tıkamıştı. Bir çehreyle karşılaşmak, bir sözü duymak onun için dayanılmaz bir
çileydi. İçinde iki yabancı gibi ayrı köşelerde, bıktırıcı sessizlik içinde
oturdukları ve hiçbir şeyi beklemeden zamanın geçişini ve güneşin ve ayın
doğuşunu ve batışını seyrettikleri soğuk evde bacadan içeri ansızın bir ateş
kıvılcımı düşse ve ev yansa ne Hz. Zeyneb ne de Hz. Zeyd bir an bile orada
kalamazdı.
Hz. Zeyd, dayanamayıp
dertli bir şekilde evden dışarı fırladı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme sığındı. Sevgili babalığından onları birbirinden kurtarmasını istedi.
Çünkü artık hiçbirisinin dayanacak gücü kalmamıştı. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme âşıktı; onun büyüklüğü ve sevgisiyle doluydu. O, kılıç, vefa
ve iman adamıydı; kalbini ona vermeyen bir kadının nâaşını omzunda taşımazdı.[25]
Kureyş kabilesiyle akrabalık bağlılık uğruna ya da ruhsuz ve soğuk bir heykelin
güzellik lezzetini tatmak için odalarının çatısından başka bir şeyi
paylaşmadıkları ve oturduktan ev dışında başka hiçbir şeyin kendilerini bir
araya getirmediği bir hayatta kimseye esir de olamazdı, kimseyi esir de
edemezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için bu olay başlı başına
büyük bir meseleydi. Üzerinde çokça düşünüp çare arıyordu fakat bulamıyordu.
Hz. Zeyneb’in bakışlarında okuduğu şeyi acaba kalbinde de hissetmiş miydi?
Acaba hayatını,
gençliğini ve her şeyini Allah, insanlar, düşünce, takva, çile ve mücadeleye
adayan büyük bir ruh, şimdi kendisine tutkun bir kalp karşısında kendini
kaybetmiş miydi?
Bu soruya verilen
birçok cevap vardır ve bundan hayal ürünü hikâyeler ve uydurma efsaneler
üretilmiştir. Ancak ben, böyle bir soruyu da ona verilen cevapları da temelsiz buluyorum.
Çünkü aşkın gizli yolunu ne tarih ne de araştırma bilebilir. Hem de “çeng”
gibi bir bakışın ya da gülüşün yumuşak bir parmak ucu işaretiyle figan eden ve
tahammülsüzlükten sabrın ve sükutun yakasını yırtan bir gazel şairinin gönlünde
değil, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlü gibi derin, büyük ve
güçlü bir gönülde.
GÖNÜL OKYANUSTUR.
Hangi göz, sabahın
seherinde esen ve kendisini denizin üzerine vuran meltemin, denizin kalbini ne
ölçüde sarstığını görebilir?
Hem de denize 1400
fersahlık bir mesafeden bakan bir göz!
Üstelik her gönlün
sevebildiği ölçüde.
Gönüller ne kadar
hayrette ise onlardaki aşk da o kadar hayret vericidir. Biz aşkları Doğu’da
Menuçehrî’nin çukurundan Mevlana’nın göğüne kadar, Batı’da ise Bolitis’in
kokuşmuş bataklığından Dante’de Beatris’in kutsal melekutî cennetine kadar
birbirinden uzak olduğunu biliyoruz. BİZ BÜTÜN BUNLARI BİR KELİME KALIBINA
DÖKMENİN, BU KELİME SINIRSIZ AŞK TERİMİ BİLE OLSA, NE KADAR ÇİRKİN OLDUĞUNU
GÖRÜYORUZ. Böyle bulanık tabirleri, çürük ve dar kelimeleri öykücülerin,
gazelcilerin, heyecanlı, ateşli ve hareketli gençlerin elinden ve dilinden
ödünç almış oluyoruz. Söz konusu olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
kalbi gibi derin bir kalbin içindekiler ise, yersiz ve gerçekten uzak sözler
söylüyoruz. Yaratılış giysisi kendisine dar gelen bir kalbin derinliğindeki
esrarengiz çeşmelerin kaynamasını, meyve tozuyla kabaran bir bardak suyun
kaynamasıyla karşılaştırmış oluruz!
Biz hiçbir zaman
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın nasıl ve ne olduğunu
anlayamayız. Onun sadece göklere uzanan ve kalbi böyle bir ateşin tutuşmuş ocağı
olan bir aşka değil; aynı zamanda kalpten kalbe akan bir aşka da aşina
olduğunu biliyoruz. Bu durum, ariflerin kendisinden rivayet ettiği şaşkınlık ve
güzellikten titreyen şu peygamberce sözden de anlaşılmaktadır: “Kim âşık
olur ve onu gizleyip kendisini tutarak ölürse cennet ona vacip olur.” [26]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin gönlünde bir aşk varsa bile bu ilginç bir öyküdür; Hıristiyan
din adamlarının, Dozy gibi Hıristiyanlık veya sömürgeciliğe bağımlı
oryantalistlerin ya da Conde ve Brass gibi piyasa yazarlarının uydurdukları
gibi değildir. BUNLAR NE KADAR ÇİRKİN, İĞRENÇ VE CAHİLCE YAZILARDIR.
Mesela:
“...Aniden hafif bir
rüzgâr, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabından biri olan Hz.
Zeyd’in güzel eşi Hz. Zeyneb’in yatak odasının perdesini bir kenara çekti. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, alımlı bir ince giysiyle yatağında uyuyan Hz.
Zeyneb’le karşılaştı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yan çıplak
haldeki uzun boylu Hz. Zeyneb’i görünce kalbi heyecanla doldu...” [27]
Hz. Zeyneb, öyküsünü gizlemeyip Hz. Zeyd’e açıkladı. O da Peygamberin Hz.
Zeyneb’le evlenebilmesi için onu boşadı.
Bunlar, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin aşkını, kiliselerin gizli köşelerinde ve
halvetlerinde kutsal bacılarla kutsal pederler arasında olup bitenler ve “VİCTOR
HUGO”nun ifşa ettiği aşklar gibi sanıyorlar.[28]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem çok üzgün ve ızdırap içindedir. Kaçacak yolu olmayan bir
darboğaza düşmüştür. Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’in birlikte yaşaması artık
imkânsızdır. İkisinin de kurtuluşu ayrılıktır. Ayrıca Hz. Zeyneb’e karşı, onu
böyle bir kadere mahkûm ettiği ve kendi akrabasını halkın çıkarma kurban ettiği
için ağır bir sorumluluk hissetmektedir. Hele Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin buna sebep olan birisi olarak Hz. Zeyneb’i yakmakta olan dert
karşısında seyirci kalması, çare düşünmemesi mümkün müdür?
Hz. Zeyd’ten
boşandıktan sonra onu dertli ve başıboş kaderiyle, ümitsizlikle baş başa
bırakabilir mi?
Bunlar, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin karşısına dikiliveren beşerî gerçeklerdir.
İnsanlığın en gerçekçi toplum ve ahlak önderi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, gerçeği hiçbir zaman yadırgamaz ve ona karşı savaş açmaz. İslam’ın
ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en doğru ve parlak özelliklerinden
biri, gerçekleri kabul etmektir. Savaş, öfke, intikam, hayat lezzetleri,
güzellik, heves, servet, ilişki kesme, ilişki kurma ve hatta tek evlilikten
sapma, bireyin ve toplumun sürekli karşı karşıya olduğu gerçeklerdir. Birçok
sosyal felsefenin, irfanî ekolün ve çoğu dinin insanî ilişkileri görmezden
geldiklerini ya da ortadan kaldırma mücadelesi verdiklerini ama asla başarılı
olamadıklarını görüyoruz. Çünkü görmezden geldiğimiz her gerçek, kendisini daha
tehlikeli ve çirkin bir çehreyle gösterecek ve onunla yüz yüze olmadığımız her
an bizi arkadan hançerleyebilecektir. Bu, tarih boyunca hep tecrübe edilegelmiş
bir gerçektir.
İSLAM HER ZAMAN
GERÇEKLERLE YÜZ YÜZE GELİR, ONLARI KABUL EDER, DENETİMİ ALTINA ALIR, ONLARI
KENDİ YOLUNA ÇEKER VE BÖYLECE TAŞKINLIĞA, TEHLİKEYE VE KÖTÜLÜĞE YOL AÇMASINI
ÖNLER. Çünkü toplumun en tehlikeli iç düşmanları, resmiyette kabul edilmeyen
ve hayat hakkı tanınmayan unsurlardır. İslam, cihat, boşanma, birden fazla
kadınla evlilik, tekrar evlenme, kısas, mülkiyet, dünya nimetlerinden[29],
maddî hayatın servet ve lezzetlerinden yararlanmaya ruhsat vermekle, her zaman
ve her yerde rastlanan bu olguları kabul ederek isyancı ve tehlikeli
gerçekleri dizginlemeye çalışmıştır.
Aşk da kin, intikam
ve savaş gibi Hıristiyanlık’ta görüldüğü şekilde kapıların yüzüne kapatılması
halinde duvardan atlayacak olan böyle bir gerçektir.
Burada aşkın anlamını
anlamayan, iki akraba ruhu birbirine doğru çeken gizemli ve olağanüstü gücü
tanımayan, onu mizacın defi haceti olan hızlı ve sakinleştirici heveslerle bir
tutan veya iki insan arasındaki ilişkiyi şöhret, ekmek ve lezzet bağı zanneden,
ne desem, hatta insan ile Allah Teâlâ arasındaki ilişkiyi ateş topu ve
cehennem zebanisi korkusu veya huri, gılman ve kara gözlü, nar memeli kızları
arzu etme dışında anlamsız ve imkânsız gören kimseler vardır. Onlar burada
nelerden söz ettiğimi nasıl bilirler?
Öyleyse Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sorunu nedir?
Niçin önünde duran bu
güçlü ve tehlikeli gerçeği itiraf etmekten korkuyor?
Niçin Hz. Zeyneb’i Hz.
Zeyd’in de yakalandığı ve kırmak için uğraştığı o zincirden kurtarmıyor ve
ümitsiz kurtuluştan korkarak çaresiz bir şekilde kendisini duvarlara çarpan bu
yaralı kuşun çıkıp o sığınağa girmesi için kafesin kapısını açmıyor?
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem iki şeyden çok korkuyor:
Korku ile hiç
tanışmamış olan bu kalp, şimdi üzüntü, bunalım ve korkuya tutsak olmuştur.
Biri halkın anlayışı konusunda duyduğu nefrettir. Kendisinin temiz ve yüce
duygularının, halkın iğrenç ve alçak anlayışlarıyla kirletilmesinden korkmaktadır.
Gök ile irtibatı olan güzel ve yüce bir ruh için, kendi pis hayat
bataklıklarında debelenen insan kurtçukları arasındaki geri düşüncelerden ve
dar görüşlerden daha iğrenç, daha çirkin ve nefret uyandırıcı bir düşman
yoktur.
Günümüz medeni Avrupa
yazarlarının Batı edebiyatına şekil veren ve geliştiren sinema aşkı ve duygusal
aşk olarak ifade ettikleri şeyi, duygusal aşk konusunda deve seviyesinde olan
Hicaz, Necid ve Tihame Araplarının gözleri nasıl görebilir?
Gök gibi temiz ve
içinden yüzlerce gayb çeşmesi fışkıran kalbi hangi pisliklerle bulandıracaklardı?
Ayrıca Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yolu üstünde bir lüzumsuzluk durmaktadır. Her
toplumun duvarlarını ve her yolun engellerini oluşturanlar bunlardadır. Bu
lüzumsuzluk, toplumun duygu derinliklerinde kök salmış olan ve koyu bağnazlık
tarafından korunan eski ve sağlam gelenektir.
Evlatlık, kölelik ile
özgürlük arasında bir merhaledir. Evlatlık çocuk, yarı özgür bir insandır. Onu
diğer özgür insanlardan ayıran özelliklerden biri, şimdi üvey babası olarak
bilinen eski efendisinin, onun bir zamanlar eşi olan kadınla evlenememesidir.
Çünkü Araplar böyle bir evliliği büyük bir ayıp sayarlar.
Ama neden ayıp?
Neden bir kadın daha
önce azatlı bir köleyle evlenmiş olduğu için bütün kadınların yararlandığı bir
haktan mahrum kalsın?
Yoksa
özgürleştirilmiş biri özgür insan değil midir?
Bu âdet, hayalî ve
insanlık dışı bir lüzumsuzluktur ve hem kadın, hem eşi, hem de onlarla içli
dışlı olan kimseler için adamın kölelik günlerinin uğursuz hatıralarını ve
onunla evli olma utancını canlandırmaktan başka bir anlamı olmayan bir kölelik
kalıntısıdır. Onu ortadan kaldırmak ve özgürleşmiş adamı ve karısını, onları
kölelikle ilişkilendiren ve özgür insanlardan ayıran her türlü kayıttan
kurtarmak gerekir. Sürekli toplumda ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerine inen
vahyin kesin emri, onu bütün zamanlar için ortadan kaldırdı ve bu yanlış
geleneği söküp attı.[30]
Şimdi Hz. Zeyneb, Hz.
Zeyd ile maslahat üzerine yaptığı evlilik cenderesinden, Hz. Zeyd de araları
görünmez duvarlar tarafından ayrılan Hz. Zeyneb ile evlilik işkencesinden
kurtulmuştur. Hz. Zeyneb’in çileli bir hayat anısından başka sermayesi yoktur.
Böyle bir kurtuluş, onu saygın akrabasının himayesine girmesi yönünde daha bir
sabırsızlandırıyordu.
Fakat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem henüz cesaretsiz ve tereddütlüdür. İnsanlar ne
diyeceklerdi ve onu nasıl anlayacaklardı?
Onun şafak kadar
temiz olan duygusunu iğrenç tabirleriyle bulandıracaklar mıydı?
Güneşin doğuşu gibi
güzel ve görkemli olan bir ruhu, kara ve dar düşüncelerine yerleştiremeyecekler
miydi?
Tereddüt ve korku Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhuna çöreklenmiş ve onu acılı işkence altında
kıvrandırmaktadır. Kara günler ve boğucu ve can sıkıcı geceler böyle gelip
geçmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, içindeki bu kor gibi
yakıcı ve kararsız sırrı insanların aptal ve kötümser gözlerinden gizlemektedir.
Derdiyle baş başa kalarak susmuştur. Birden göğün ağır ve kapalı kapısı açıldı
ve başına vahyin sitemli ve sert nidası indi:
“İnsanlardan korkarak
Allah’ın açıklayacağı şeyi içinde gizliyorsun!”
Allah Teâlâ,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gizlediği sırrı açıkladı. Şimdi
insanlardan korkmak, hayalî bir korkudur. Eski geleneklerin, çirkin ve akıldışı
âdetlerin eseri olan bir halkın beğenisinin bu konuda ne değeri olabilir?
Hem aynı kapana
yakalanmış, birbirine katlanan ve bir türlü mutsuzluktan kurtulup mutlu
olamayan iki uyumsuz insanın özgürlüklerine kavuşması, hem onun dışında birisinin
yanında yaşamaya güç yetiremeyeceği bir adamın yanında olmaktan başka bir şey
istemeyen özgür bir kadının aşktaki başarısı, hem de adamın köleliğini ve
utancını hatırlatan ve kadını mahrum edip aşağılayan bir geleneğin
kaldırılması söz konusudur.
Bütün bunlara rağmen,
halkın gözünde gelini olarak görülen, evlatlığının eski karısıyla evlenmek,
kanuna uygun bile olsa çok zor bir iştir. Öyle bir toplumda böyle bir işi kim
yapabilir?
Kim ilk adımı atarak
bu eski geleneği ayaklar altına almaya cüret edebilir?
Allah, böyle zor bir
sorumluluğu yerine getirmesi için kendi peygamberini seçti.
“Hani Allah’ın nimet
verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye; eşini yanında tut,
Allah’tan kork, diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek
içinde gizliyordun. Oysa asıl korkulmaya layık olan Allah’tır. Hz. Zeyd o
kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları karılarıyla
ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine
getirilmiştir. ” (33/Ahzab Suresi 37)
Siyer, hadis ve
tefsir kitaplarındaki rivayetleri inceledikten sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve Hz. Zeyneb’in öyküsüyle ilgili olarak taassup, önyargı ve
yükümlülükten uzak olan bir zihinde oluşan tasavvur bundan ibarettir.
Burada insan, yine de
merakla şunu sormadan edemiyor:
Acaba Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem gerçekten âşık mı olmuştur?
Acaba Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin o gün Hz. Zeyneb ile göz göze gelerek ve ondaki
görünmez aşk çizgisini okuyarak gönlünün ansızın ona doğru aktığına ve “Ey
kalpleri çeviren Allah’ım, seni tenzih ederim.” dediğine inanılabilir mi?
Acaba o gün Hz.
Zeyd’in evine gittiğinde, Hz. Zeyneb’le tesadüfen karşılaştığı ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onun saçını, başını ve uzun boylu vücudunu görüp
güzelliğine kapıldığı doğru mudur?
Acaba gerçekten Hz.
Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’e gönlünü
kaptırdığını anlamış da onun aşkı yüzünden eşinin sevgisizliğini bahane ederek
Hz. Zeyneb’i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için mi boşamıştır?
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb’in kalplerinin gizli köşelerinde,
ruhlarının derinliklerinde geçen bu sorulara kim cevap verebilir?
Biz bunların çağında
yaşasaydık, Medine’de kapı komşusu olsaydık bu konudaki konuşmamız Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle ilgili duygu, sezgi, zevk ve inanç şeklimize
dayanırdı. Dahası, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın ne
ve nasıl olduğunu kim bilebilir?
İnsanı düşünmeye
zorlayan, bu olayı kendi karanlığı içine gömen tarihin kapalı hisarına bir
pencere açan şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatı ve bu öyküyle
ilgisiz olarak sahip olduğumuz dağınık bilgilerdir. Biz bunların arasından
hisarın içine bakabilir, kendi duygu ve anlayışımızın yardımıyla onu ortaya
çıkarabiliriz.
Örtünme hükmü bu
olayın vukuundan sonra (5.yıl, Hendek savaşından sonra) konuldu. Bu sıralarda
her erkek, şehirdeki kadınların saçı, başı ve vücut yapısından haberdar idi.[31]
Hz. Zeyneb,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin halasının kızıdır. Çocukluktan beri
onun gözleri önündeydi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendisi
Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd için seçti. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
ısrarı üzerine Hz. Zeyd’le evlenmeyi kabul etti. Eğer Hz. Zeyneb’e gönül
vermiş olsaydı, kız iken, daha güzel ve çekici olduğu bir dönemde rahatlıkla
onunla evlenmeyi düşünebilirdi. Bunca tantana, baş ağrısı ve rahatsızlığa
gerek kalmazdı.
Hz. Zeyd’in eşinin
sevgisizliğinden şikâyeti sıra dışı kabul edilen yeni bir mesele değildir.
Bildiğimiz gibi Hz. Zeyneb ve ailesi bu işe başından beri karşı idi. Hatta
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı bile Hz. Zeyneb’i kabule ikna
edemedi. Mecburen vahyin zorlamasıyla böyle bir maslahat evliliğini kabul etti.
Hz. Zeyneb,
evlendikten sonra da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olan yakın
temasını sürdürdü. Çünkü onun yakın akrabası olmasının yanında aynı zamanda
evlatlığının karısı idi. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
aile üyelerinden biri olduğu için, eşi de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin gelini sayılıyordu.
Acaba Hz. Zeyd’in
gözünde hem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem de babalık olan, bu
evliliğe öncülük eden ve Hz. Zeyneb’i gelini olarak gören Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin bu tutumu, Hz. Zeyd’in üzerinde istenmeyen bir etki bırakmış
mıdır?
Özellikle Hz. Zeyd’in
oğlu genç Üsame’nin gözünde küçük düşmez miydi?
Kuşkusuz böyle bir
davranış en azından bu ikisi tarafından nefretle karşılanırdı. Ancak Hz. Zeyd
ve Üsame’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan tutkusu, imanı,
aşkı ve saygısı ömürlerinin sonuna kadar devam etmiş ve bu yönde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını okuyanları pek hayrete sokmuştur.
Hz. Zeyneb’in öyküsü,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’ye karşı ilgisinin dilden
dile dolaştığı bir zamanda meydana gelmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, Hz. Zeyneb ile Hz. Zeyd’in ayrılması, kendisinin korkusu, üzüntüsü, Hz.
Zeyneb’in boşanması ve kendisiyle evlenmesi zamanında bile “Hümeyra”sına olan
aşkını unutmamıştır. Hz. Aişe de zaten bu gelişmeyi kendi duygusuna karşı bir
olay olarak görmemiştir. Biz, uyanık, hassas, kıskanç ve atılgan Hz. Aişe’yi
tanıdığımız için, o nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
başka bir kadına gönül vermesi karşısında sessiz kalırdı diye düşünüyoruz?
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin İbrahim dolayısıyla karısı Mariye’ye gösterdiği en ufak bir
ilgiye dahi tahammül etmeyen, kıyameti koparan, rezillik çıkaran ve kıskançlıktan
dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi aşağılayacak kadar vahşileşen
Hz. Aişe, nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başka bir kadına,
hem de toplum ayıpladığı halde evlatlığının karısına bir anda delice âşık olmasına
karşı çıkmaz ve en küçük bir tepki göstermez? Yoksa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile halakızının aşk macerasının inceliklerini, hatta Hz. Zeyneb’in geceliğinin
özelliklerini ve Hz. Zeyd’in evinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
Hz. Zeyneb ile baş başa aşk korkusundan dile getirdiği kelimeyi Dozy, Conde
ve diğer Avrupalı papazlar ve oryantalistler biliyorlardı da Peygamberin hiçbir
eşi bilmiyor, hatta Hz. Aişe bile kokusunu almıyor muydu?
Gençlik ve olgunluk
yıllan boyunca aşkla tanışmamış olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
şimdi 60 yaşma yaklaşmışken halakızının bir bakışıyla yıldırım aşkına
tutulması hayret edilecek bir şeydir.
Bir araştırmacıyı
şiddetle bir tereddüde düşüren, onda bu hikâyenin temelden yalan ve uydurma
olduğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’le evlenmesinin
diğer evlilikleri gibi, hatta onlardan bile ileri derecede maslahat gereği
olduğu ve inancına bağlılıktan kaynaklandığı düşüncesini kuvvetlendiren şey, bu
aşk evliliğinden sonra en renksiz aşk belirtisinin ve ilişkilerinde bir
sevginin görünmemesidir. HZ. ZEYNEB, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE
SELLEMİN EVİNE AYAK BASTIĞINDA DİĞER KADINLARIN SAFINA GİRER VE HZ. AİŞE’NİN
PARLAYIŞI KARŞISINDA SİLİNİR. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN
HAYATINDA HAFSA VE ÜMMÜ SELEME ADLARI, HZ. ZEYNEB’TEN DAHA ÇOK ANILIR.
Kendimizi Hz.
Aişe’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb arasındaki tantanalı
ve yakıcı aşktan -göğün haberdar olmasına ve Cebrail'in müdahalesini gerekli
kılmasına rağmen- haberdar olmadığına inandırabilsek bile, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine olan kuvvetli aşk bağı sebebiyle
evlatlığının evinden çıkacak olan bir kadına kendi evinde sevgi besleyip de
bunu Hz. Aişe’nin fark etmemesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
Humeyra’sına karşı duygu ve davranışının değişip de onun bunu hissetmemesini
kabul edemeyiz.
Bana göre, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbinin gizli derinliklerindeki en zayıf sevgi
rengini ve en ufak aşk dalgasını yansıtan ve onu yüzlerce kat büyütüp
netleştiren en duyarlı mercek, Hz. Aişe’nin kalbidir. Ama Hz. Aişe bu konuda
sessizdir. Sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hz. Zeyneb’in öyküsü,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hümeyra’nın öyküsüne hiç mi hiç benzememektedir.
Benim araştırmanın
başında söylediğim gibi, ne Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bu ithamdan
temize çıkarmak gibi bir sorumluluğum, ne de onun aşk durumunu bilme konusunda
bir taassubum vardır. Araştırmalarım ve düşüncelerim sonunda Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb’in öyküsünün, hakikat uğrunda kendi
itibarından bile vazgeçen bir liderin ruhunun en hayret verici tecellisidir.
Kendi canını toplumu ve inançları uğrunda özgürce feda ettiği halde karşılığında
ödül olarak şöhret ve iftihar kazanan birçok lider vardır. İmanı ve halkı
yolunda şan ve şereften de vazgeçmek, kısa cambazlık çatısından öteye gidemeyen
insanların göremeyeceği ihlas, cömertlik ve fedakârlık zirvesidir.
ÇOK EŞLİLİK
Daha önce belirttiğim
gibi tarih, birçok insanı meselenin anlamını değiştirir. Ahlakî ve sosyal
meseleler de kelimeler ile aynı kaderi paylaşırlar. Kelimelerin ruhu, manası ve
telaffuzu iki faktörün etkisiyle değişir: Biri zaman, diğeri çevredir.
“Şuh”, bedenin çirkinliği
anlamına geliyordu. Fakat şimdi incelik açısından en şairane kelimelerimizin
bile tasvir edemediği güzel gözün en zarif halini ve sevgilinin saçının başının
en tatlı biçimini anlatmaktadır.
“Bereket” kelimesi de
böyledir. Develerin yattığı yerdeki toprak ve çerçöple karışmış dışkı ve
idrarlara diyorlardı. Ama bugün insan aklının ve idrakinin kavrayamadığı
manaları ifade etmektedir. Çünkü bereket, Allah’ın inayet gözünün eseri, hatta
Allah’ın sıfatıdır!
KELİMELER CANLI
YARATIKLARDIR; DOĞAR VE ÖLÜRLER. Çocuklukları, gençlikleri,
olgunlukları, ihtiyarlıkları, yalnızlıkları ve kayboluşları söz konusudur.
Dildeki bu önemli kuralı bilmeyen ve kelimelerin ruhu, manası ve lafzındaki
değişim, dönüşüm ve devrimden dolayı feryat eden yarım edebiyatçılarımız, “Bu
kelimelerin doğru telaffuzu şudur, onların asıl manası budur, bunlar meşhur
yanlışlardır, bunlara savaş açmak gerekir.” gibi beylik cümlelerle ahkâm
kesmektedirler. Toplumun dilinin canlı, hareketli ve değişken kelimelerden
oluştuğunu; kelimelerin Beyhakî, Firdevsî, Nasrullah Münşî dönemlerindeki
kalıp, ilişki, davranış, ruh ve psikoloji içinde tutulamayacağını bilmiyorlar.
Birçok İnsanî mesele
ve sosyal ahlak da böyledir. Onlara, her dönemde kendilerine özgü ayrı mana,
ruh, işlev ve sıfat yüklenir. Hatta çelişki yaratacak bir değişime uğrarlar.
Çok eşlilik, bu meselelerden biridir. Geçmişte, kabilevî, bedevi ya da ataerkil
olan, burjuvacı ve karmaşık kentsel topluluğun medeniyetine ve tek eşlilik merhalesine
ulaşmamış bulunan bir toplumdaki çok eşliliği şimdiki zamanın şartlan, günümüz
Avrupa medenî toplumundaki şartlar açısından incelersek kuşkusuz onu reddedeceğiz
ve geçersiz ve kınamaya değer bir olay olarak niteleyeceğiz. Fakat böyle bir
metot, propaganda, gürültü ve yuhalamaya yarayacağı gibi, ilim ve araştırma açısından
çok zararlıdır. Araştırmacının gerçeklerin inceliklerini görmesini engeller.
Aslında geçmişte
sadece çok eşlilik değil, evlilik bile günümüzdeki manada anlaşılmıyordu. Ona
aşk ve heves gözüyle bakıldığı çok nadirdi. Daha çok, toplumsal bir tören,
yeni bir bağ, yeni bir anlaşma olarak görülüyordu. Siyasî, sosyal ve ekonomik
etkenler, aşk ve heves etkenlerinden daha baskındı. Eski Yunan, gelişmiş
bir medeniyet merhalesine ulaşmış olmasına rağmen evliliği nesli devam ettirme
vasıtası, eşi ise çocukların annesi olarak görüyordu. Heveslerini daima evin
dışında gerçekleştiriyorlardı. Bu çağda kadını ilke olarak sadece üretim aracı
sayıyorlardı. Kadın ev hanımıydı, zevk almak için değildi. Kocalar genellikle
oğlanlarla eğlenirlerdi.
Bu meseleyi yalnızca
dinî hikâyelerde (Lut kavmi) ya da edebî eserlerimizde (gazel şiirlerimiz)
okumuyoruz; aynı zamanda SOKRAT gibi adamların özel hayatında da
görüyoruz. Onun Yunanistan’ın büyük millî ve askerî şahsiyetlerinden biri olan
öğrencisi Alekbiyades’le ilişkisi toplumda öylesine normal kabul
ediliyordu ki bu tür ilişkilerini açıkça itiraf ediyorlardı. Hatta Alekbiyades
Sokrat’ın soğukluğundan şikâyet ediyor; o da bunu “Artık senin zamanın geçti.”
diyerek gerekçelendiriyordu.[32]
Fars edebiyatında
dinin ve dünyanın ıslahatçısı, ahlak öğretmeni, irfan rehberi, din adamı ve
ahlak kitabı yazarı olan Şeyh Sâdî, ahlak ve terbiye eserinde kendisinin
veya Hemedan kadısının, bir kasap ya da nalcı oğlanla baş başa kaldığından söz
ediyor. Onun gibi meşhur bir İlmî, dinî ve edebî şahsiyetin, Kaşgar
camisine vardığında, talebelerden birine işaret edip bir köşede öpüşmeye
geçiyor. Davudî boğazı değişmiş ve Yusufî güzelliği diline ve elmacık kemiğine
düşmüş olan eski şahidini görünce boynu bükülür, güzel pazarının parlaklığı
söner, yanında yer almak istediği kişi bir kenara çekilir ve baş başa kalma
ümidini kaybeder.[33]
Bir ahlak kitabı olan
ve içinde babanın oğluna verdiği öğütler bulunan “Kabusname”de evlada
şöyle rehberlik eder ve nasihatte bulunur: “Kadınlar ve erkek köleler
arasında sadece bir cinse eğilim gösterme. Her ikisinden de yararlan ki
ikisinden birinin düşmanlığını kazanmış olmayasın.”[34]
Bütün milletlerin
tarih ve edebiyatında görülebilen bu örneklerden geçmişteki evlilik anlayışının
bizim için ne kadar şaşırtıcı ve inanılmaz olduğu açıklığa kavuşur. Bunlar,
bizim bugünkü zihnimizi, geçmişte farklı bir mana ve ruha sahip olan gerçeği
anlamaya hazırlar. Bu mesele, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
hayatındaki çok eşliliktir. Acaba gerçekten Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem bir “Don Juan” mıydı? Bir erkeği çapkın göstermeye çalışanlar,
doğal olarak onun gençliğini araştırırlar. Çünkü heves ve şehvet devamlı
gençlerin yakasına yapışır. Fakat tarih, onun eşleriyle yaptığı şakaları ve
hayatındaki en küçük olayları kaydettiği halde, genç Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin simasında en ufak bir heves dalgasına rastlamamıştır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, 25 yaşına kadar yoksulluk, bakımsızlık, çile ve çobanlıktan
başka bir durumla karşılaşmamıştır. Onun gençliğin doruk noktasında iken
tanıştığı ve evlendiği ilk kadın Hatice’dir. O, 40 ya da bir rivayete göre 45
yaşında bir kadındır. Daha önce iki defa evlenmişti, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem yaşında büyük evlatları vardı. İşte Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, gençliğini ve olgunluk dönemini onunla geçiriyor; yirmi sekiz
yıl boyunca onunla yaşıyor; başka hiçbir kadınla ilişki kurmuyor.
Burada unutulmaması
gereken şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda tıpkı diğer
Kureyş gençleri gibi genç olmasıdır. Ne sosyal makamı, ne ahlakî engelleri, ne
ağır siyasî ve askerî sorumlulukları, ne önemli risâlet görevi ne de sonraları
herkesin hücum ettiği yaşlılığı onu bağlıyor ve hevese yabancılaştırıyordu. İlginç
olan şudur ki peygamberimiz, sıradan ve sorumsuz bir gençtir. O, 50 yaşına
kadar 45, 50, 60, 70 yaşındaki bir dul kadınla baş başa kalıyor ve bu süre
zarfında bir defa bile olsun başka bir kadın düşünmüyor.
EN YOBAZ VE TUTUCU
HIRİSTİYAN MİSYONERLER BİLE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN MEKKE
DÖNEMİNİ BU SUÇLAMADAN UZAK TUTUYOR. Nasıl oluyor da böyle bir adam
Medine’ye varır varmaz 53 yaşında, İlahî peygamberlik makamına sahip, ağır
siyasî ve askerî sorumluluklar üstlenmiş ve düşüncesi, ruhu, hayatı ve
özellikle sosyal ve ahlakî konumu ile insanlara dini, takvayı ve zühdü ilham
eden bir ihtiyar iken onda birden şehvet ateşi tutuşuyor ve onu lezzet, zevk ve
şehvet düşkünü yapabiliyor.
Don Juan da bilindiği gibi,
gençliğini geride bırakınca kadınları unuttu. Zahit ve ahlaklı bir adam oldu.
Nasıl olur da 25 ile 50 yaşları arasındaki bir Arap genci, 45, 50, 73 yaşındaki
bir dul kadınla yetinir de nübüvvet makamına ulaşıp savaş ve siyaset alanına
girdiği zaman bir Don Juan oluverir?
Misyonerlerin onunla
ilgili olarak eleştiri yaptıkları ve gürültü kopardıktan nokta, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine’deki hayatının birden fazla kadınla
evlilik dolayısıyla değişikliğe uğramasıdır.
Onlar genelde,
şehveti tatmin eden unsurun kadın sayısı değil, kadının güzelliği olduğunu
unutmaktadırlar. Çapkın erkek, dul, yaşlı ve çocuklu kadınların değil, güzel,
işveli ve canlı kızların peşine düşer. Hele Hz. Ömer’in kızı gibi çok
çirkin olan ya da güzel olsalar da önceki koca veya kocalarının evinde
cazibelerini kaybetmiş, bakireliğin yeşil çizgisi ve hevesli gençlik işvesi
yerine ihtiyarlığın kınşıklığı, olgunluğun soğukluğu ve soyluluğun
ağırbaşlılığı oturmuş olan kadınlara değil!
Ne mutlu ki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının haremağası tarihtir.
O, Peygamberin hanımlarını tek tek tanıyor; bu eve niçin geldiklerini, nasıl
yaşadıklarını biliyor. Kuşkusuz o, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
eşlerini Avrupalı oryantalistlerden ve papazlardan daha iyi tanıyor:
HZ. AİŞE
Hz. Hatice 73
yaşındayken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşı 50’yi geçiyordu.
Mekke’deki zor ve perişan hayatının zirvesindeydi. Dostlarının birçoğu
Habeşistan’da yaşıyordu. O, az sayıdaki arkadaşıyla düşman bir şehrin
pençesinde esir bulunuyordu. Onun en güçlü ve şefkatli koruyucusu Hz. Ebû
Tâlib de bu sıralarda vefat etmişti. Tek başına kalmıştı. Dışarıda nefret ve
işkence; içeride küçük Fatıma ve annesinin çileli hatırası vardı. Durumuna
acıyıp onu bir kadınla evlenmeye zorladılar. Fakat ömrünün sonuna kadar unutamadığı
Hatice’nin aşkı ve çileli ve tehlikeli siyasî hayatı onu öylesine meşgul
etmişti ki aklında hiçbir kadına yer vermiyordu. Hz. Ebubekir’in kızı Hz.
Aişe, İslam devrinde doğan ilk kız idi. Bu özellik, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yakınlarını ve bazı dostlarını, İslam döneminde ilk doğan
ve hiçbir cahiliye izi taşımayan bir kadının Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme eş olarak seçilmesi düşüncesine kaptırdı. Böyle bir işin inceliğini ve
güzelliğini sadece duygu anlar. Yeni bahçede yetişen ilk çiçek veya meyve,
bahçıvana bu yeni çiçeğin veya meyvenin ondan olduğunu ve ona layık olduğunu
hatırlatır.
Çok ince duygulu ve
kalbi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman ve sevgisiyle dolu olan Hz.
Ebubekir, ona bir teklifte bulunur. Fakat Hz. Aişe yedi yaşında bir kız çocuğu;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise elli küsur yaşında, evde Fatıma
gibi anaya muhtaç bir kızı, dışarıda Ebucehil ve Ebulehep gibi düşmanları bulunan
ve ayrıca acı, kargaşa, tehlike ve çile dolu bir hayatı olan, dertlerini
paylaşacak birine ihtiyaç duyan bir erkektir. Bu nedenle Hz. Ebubekir’in yedi
yaşındaki kızı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş olabilecek biri
değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun İslam’da doğmuş ilk kız
olması sebebiyle hem dünyanın ilk Müslüman neslinin meyvesi kendisine ait
olsun, hem de aynı düşünceyi paylaştığı dostu Hz. Ebubekir’le akraba olsun
diye Hz. Aişe’yle nişanlanıyor. Çünkü o dönem ve ortamda akrabalık bağı, iki
insan arasındaki en sağlam bağdı. Bunu ancak bedevi ve kabile sosyolojisini
bilenler anlar.
Hz. Aişe, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gelen ilk kızdır. Güzelliği ve gençliği
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde etkili olan tek kadındır. Ama
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenmesinin sebebi bu güzellik
değildir. Çünkü 6 veya 7 yaşındaki bir çocuğun güzelliği, elli yaşını aşmış bir
erkek üzerinde etkili olamaz.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’yle evliliği, akıllıca bir maslahatla iç içe geçmiş
sembolik bir evliliktir. Burada aşktan ve şehvetten söz etmek yersizdir. Hz. Aişe Mekke’de
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gitmiyor. Onunla iki yıl sonra
Medine’de evleniyor. Bilinmesi gereken şey şudur ki çağdaş Mısırlı yazar
Hasaneyn Heykel’in dediği gibi, Hz. Aişe’ye karşı sevgisi evlilikten sonra
doğdu. Evlendiği sırada böyle bir sevgi yoktu. Bundan dolayı onun Hz. Aişe ile
aşkı uğruna evlendiği ileri sürülemez. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
onu yedi yaşındayken sevdiğine inanmak mümkün değildir.[35] Bu nedenle güzel ve genç
bir kızla evlenmesi ve onu sevmiş olması bile bunun bir aşk evliliği olduğunu
göstermez. Şimdi diğer hanımlarıyla evlilik serüvenine geçelim.
HZ. SEVDE
Zema’nın kızı,
amcaoğlu Sukran bin Amr’ın eşiydi. Şevde, İslam’ın kara ve dehşet verici
bir ortamla karşı karşıya olduğu bir zamanda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme iman etti. O, düşüncesi yolunda birçok çile çekti. Peygamberin emri
üzerine kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Dönüşte eşini kaybetti ve
savunmasız kaldı. Bu olaydan sonra onu talihsiz kaderinden başka bir son
beklemiyordu. Çünkü ya ailesine dönüp dini düşüncelerini ayaklar altına
alacak, ailesinin etkisiyle yeni din uğrundaki fedakârlıkları unutup onlara
teslim olacak, putperestlik ve irticaî hayatı canlandıracak ya da kendisiyle
ve yitirdiği eşiyle aynı konumda olmayan bir erkekle evlenecekti. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem kendi yolu uğrunda birçok çilelere katlanan, ancak
şimdi hayatı dağılan bu yiğit ve şerefli temiz kadını kendi himayesi altına
alıyor. Onunla evlenerek onu Hatice’nin halifesi ve Peygamberin eşi yapıyor.
HZ. ÜMMÜ SELEME (Hind)
Ebu Ümeyye’nin
kızıdır. Eşi Ebuseleme (Abdullah Mahzumî)
Uhud’da yaralanan
büyük bir mücahittir. O, sonraları Esedoğulları ile yaptığı savaşta zafer elde
edip geri döndüğünde yarası açıldı ve hayatını kaybetti. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, fedakâr dostunun ölümünde yanında idi. Onun için dua etti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun ölümünden dolayı öylesine üzülmüştü
ki çok ağlıyor ve gözünden yaşlar akıyordu. Onun eşi Ümmü Seleme ihtiyar bir
kadındı. Şehit eşinden, küçük ve büyük evlatları kalmıştı.
Ebu Seleme’nin
ölümünden dört ay geçmişti. Ümmü Seleme sevgili ve yiğit eşini yitirmesinden
duyduğu üzüntüyle, babasız ve korumasız evlatlarıyla kederli, ümitsiz ve dertli
bir hayat sürdürüyordu. Müslümanların büyükleri şehit kardeşlerinin ailesinin
üzüntüsü karşısında sorumluluk duyuyorlardı. Bu nedenle Hz. Ebubekir onu
istemeye gittiğinde Ümmü Seleme özür dileyip şöyle dedi:
“Evlatlarım çoktur.
Gençliğimi geride bırakmışım.”
Hz. Ömer evlenme
teklifinde bulunduğunda da kabul etmeyip aynı cevabı tekrarladı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onu kendisi için istemeye gidip şöyle dedi:
“Allah’tan
sevaplarına karşılık seni mükâfatlandırmasını, sana daha iyisini bağışlamasını
iste.” Hz.Ümmü Seleme dertlice şöyle dedi:
“Benim için Ebu
Seleme’den daha iyisi kimdir?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi adını söyledi. Fakat o,
Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e verdiği cevabı tekrarladı. Ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ısrar etti ve tekrar tekrar ona evlenme teklifinde
bulundu. Nihayet onun büyük evladı “Seleme” annesini Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme nikâhladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
şehit dostunun eşini ve çocuklarını kendi himayesi altına aldı. Ona hep değer
veriyor ve saygı gösteriyordu. O, Hatice’den sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin hayatında, Hatice’nin makamını andıracak bir konuma sahip
olabilecek tek kadındı. Çünkü sadece ahlakî şahsiyeti, akıllılığı ve
kabiliyetiyle değil, aynı zamanda tutum ve davranışlarıyla da ona benziyordu.
HZ. ÜMMÜ HABİBE (Remle)
Ebu Süfyan’ın
kızıdır. O, büyük bir fedakârlıkta bulunup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile Ebu Süfyan’ın Mekke’deki mücadelesinin zirvesinde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme inandı. Eşi Ubeydullah bin Cahş ile birlikte Habeşistan’a
hicret etti. Orada kocası ortamın etkisi altında kalarak Hıristiyan oldu.
Fakat Remle kendi dinini korudu. Eşi onu yabancı bir ülkede garip ve yalnız
bıraktı. O ne Habeşistan’da savunmasız kalabilir ne de Mekke’ye dönebilirdi.
Ebu Süfyan da ona sığınma hakkı tanısaydı, düşüncesini bırakma şartıyla karşılaşırdı.
O da böyle bir alçakça dönüşü kabul etmezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, bu fedakârlığını mükâfatlandırmak, kendi yolu uğrunda mutsuzluğun
tehdidi altında bulunan şerefli bir kadını mutlu etmek, hem de kendisiyle
mücadelenin doruk noktasında olduğu halde Ebu Süfyan’ın kızını “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi” yapmak için (çok anlamlı bir olaydı)
ona evlenme teklif etti. Bu evlenme teklifi gördüğümüz gibi çok saygınlıkla
gerçekleşti. Habeşistan’ın padişahı “Necaşi”, bizzat kendisi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi temsilen onu nikahladı ve mehrini ödedi.
HZ. CÜVEYRİYE
Mustalikogulları
kabilesi başkanı Haris’in kızıdır. O, savaşta Sabit bin Kays’ın payı olmuştu.
Cüveyriye, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:
“Sabit beni serbest
bırakma karşılığında yüksek miktarda bir para istiyor. Benim böyle bir
param yoktur. Bana fidyemi ödemem için yardım et.” Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem dedi ki:
“Acaba daha iyisini
ister misin?” O da
“O nedir?” dedi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem
“Hürriyet bedelini
ödeyerek seninle evlenmek.” [36]
dedi. O da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun fidyesini
ödeyerek özgürleştirdi ve onu nikâhladı. Böyle bir tavırla hem Mustalikoğulları
halkının, özellikle kabile reisinin gönlündeki kinin kaybolup sevginin yerleşmesini
sağladı, hem de Müslümanları esirlerini bırakmaya teşvik etmiş oldu. Çünkü
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Cüveyriye’nin evliliği sonucu,
Mustalikoğulları esirleri düşman değil, onun dostu oluyorlardı ve hiçbir
Müslümana Peygamberin akrabalarını esir etmek yakışmazdı.
Esirler serbest
bırakıldı. Hepsi Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
tehlikeli düşmanı Mustalikoğulları taifesi onunla akraba oldu.
Kabile başkanı,
kızıyla görüşerek ya kendisiyle gelmesini ya da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemle kalmasını istedi. O İkincisini seçti. Cüveyriye daha önce amcasının
oğlu Abdullah’ın eşiydi.
HZ .SAFİYE
Kureyzaoğulları
başkanının kızıdır. Savaşta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin payı oldu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu, ailesinin yanma gitmek veya
kendisiyle evlenmek konusunda serbest bıraktı. O İkincisini seçti.
HZ. MEYMUNE
Hz. Abbas bin
Abdulmuttalip’in eşi Ümmü Fazl’ın bacısıdır. Hudeybiye barışından bir yıl sonra
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kaza umresi için Mekke’ye gitmişti.
Antlaşma gereği sadece üç gün ikamet hakkına sahipti. Bu üç gün içinde halkın
gönlünü almaya çalışıyordu. Sevgi göstererek, iyilik ederek, yumuşak ve dostça
tavırlar takınarak küfrün elebaşlarının etkisiyle ruhlarında oluşan kin ve
sertlik taassubunu hafifletmek, onların rızasını kazanarak Mekke’de daha fazla
kalmayı başarmak için çalışıyordu. Böylece halkla ilişki kurma fırsatını elde
etmek istiyordu. Bu arada henüz müşrikler safında olan Hz. Abbas, Meymune’yi
ona tanıtıyor ve Müslümanların davranışlarından etkilenerek İslam’a eğilimli olduğunu
söylüyor. Meymune onun baldızı, Uhud fatihi ve ünlü Arap kahramanı Halit bin
Velid’in teyzesiydi. Ayrıca Peygamberle bu üç günlük görüşme esnasında onun
bakış, tutum ve ruhsal şahsiyetinin cazibesi Meymune’yi öyle etkiledi ki ateşli
aşkı göğü kapladı; vahiy de onun saf duygusunu övdü. Baldızına eş seçme
yetkisini karısından devralan Hz. Abbas, onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme önerdi. Meymune’nin İslam’a eğilimi, Uhud savaşının kaderini kendi
kılıcıyla tayin eden, Müslümanların yenilgisini, Kureyş’in zaferini sağlayan
Halit ile akrabalığı, onun Kureyş’in etkin ailelerinden oluşu, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu öneriyi kabul etmesinin önemli gerekçeleri
arasındadır. Özellikle böyle bir hareketle başka bir propaganda zemini
oluşturmak istiyordu; yani ikametinin son gününde düğün törenleri düzenleyerek,
Kureyş’i topluca davet ederek onlara yemek ziyafeti çekmek istiyordu.
Meymune’nin Müslüman oluşu açığa çıkmadığı, hâlâ onların safında bulunduğu için
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenmesi, onun hayrına
olurdu. Özellikle Müslümanlarla müşriklerin bu törene katılarak Bedir ve
Uhud’da birbirine karşı kılıç çeken kimselerin bir sofra etrafında
toplanmasının Arapları duygulandıracağını, soğuk siyasî ortamı ısıtacağını,
uzaklık ve yabancılaşmayı hafifleteceğini, şehirde kalmak için bir bahane elde
edeceğini düşlemişti. Bu imkânlar, tebliğ ve ruhsal zemini hazırlamayla
birlikte kendi lehine bazı gelişmelere de sebep olabilir ve Hudeybiye
barışındakilerden daha çok şeyler kazandırabilirdi.
Kureyş’in uyanık
başkanları da bu planın farkındaydı. Bu nedenle onun önerisi kesinlikle ret
edildi. Düğün merasimini Medine’ye dönüş yolunda yerine getirmeye mecbur oldu.
Ancak yine de bu evlilik Kureyş’in bazı ileri gelenleriyle akraba olmasını sağladı.
Onların ruhsal yapısında az da olsa etkili oldu. Nitekim bu olaydan kısa bir
süre sonra, Halit’in, Amr bin As ve Osman bin Talha ile birlikte Medine yolunu
tuttuğuna şahit oluyoruz.
HZ. HAFSA
Hz. Ömer’in kızıdır. Kocası
ölmüştür. Hz. Ömer’in kızı olmasına rağmen kimse onu istemeye gitmedi. Nihayet
Hz. Ömer, çaba harcayarak ilk önce dostluğu ümidiyle Hz. Ebubekir’e önerdi.
Fakat Hz. Ebubekir sustu. Hz. Osman’a gitti, ona öneride bulundu, Hz. Osman da
sustu. Hz. Ömer iki dostunun suskun kalmasından dolayı üzülüp Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme giderek onları kınadı. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem onu teselli etmek için şöyle dedi:
“Hafsa’yı, kendisi
için Osman ve Hz. Ebubekir’den daha iyi olan birine nikâhla.” Böylece Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali ile yaptığı
gibi İslam’ın çok etkin ve etkili şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer ile de akrabalık
bağı kurarak ilişkisini daha yakın ve sağlam hale getirdi.
Hz. Ömer’in çabası,
Hz. Ebubekir ile Hz. Osman’ın sükutu, Hafsa’nın güzelliği hakkında kanaat
edinmek için yeterli bir delildir. Ancak, gelinin babasının sözünü duymak daha
iyidir. Hıristiyan propagandacıların deyişiyle, kadının güzelliğinden anlayan
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iktidarın zirvesinde iken seçtiği kadını
tanıyalım:
Hz. Ömer, Hafsa’nın
güzel ve genç Hz. Aişe’yle birlikte ona uyarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi azarlamaya kalkıştığını duyunca çok sinirlenip şöyle haykırdı: “Kızım,
sen, kendi güzelliğine ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine
karşı aşkına güvenen bu kadına (Hz. Aişe) uyma. Allah’a ant olsun, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin seni sevmediğini biliyorum. O seni benim hatırım
için boşamamaktadır.”
HZ. ZEYNEB
Huzeyme’nin kızı,
Ubeyde bin Haris’in eşiydi. Haris, Bedir’de şehit düştüğünde Hz. Zeyneb çok
yaşlı ve dul bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ömrünün son zamanlarını
yaşayan bu kadınla evlendi. Zira şehit bir mücahidin eşininin yaşlılık
döneminde yalnız ve savunmasız kalmasını istemiyordu. Bu kadın iki yıldan
fazla yaşamadı. Hatice hariç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden önce
ölen ilk kadındır. Hz. Zeyneb çok takvalı, saygıdeğer ve hayırsever bir
kadındı. Hayatını yetimleri okşamaya, yoksulları kollamaya adamıştı. Bu hususta
öylesine ileri gitmişti ki onu “Ümmü Mesakin” (yoksulların anası) diye
adlandırmışlardı.
İŞTE PEYGAMBERİN
HAREMİNİN KADINLARI! BU KONUNUN SONUNDA BİRKAÇ NOKTAYI HATIRLATMAKTA FAYDA VARDIR.
ÇOK EŞLİLİK HÜKMÜ HİCRİ 8. YILDA İNDİRİLDİ. DOĞAL OLARAK HİÇBİR AKIL SAHİBİ,
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN BU HÜKÜMDEN SONRA EŞLERİNİN DÖRDÜNÜ
SAKLAYIP DİĞERİNİ BOŞAMASI GEREKTİĞİNE HÜKMEDEMEZ.
Genellikle gözden
uzak tutulan diğer bir nokta, İslam’ın çok eşliliği emretmemiş olmasıdır. İslam‘ın getirdiği
hüküm eş sayısını sınırlamadır. Bunların ikisi aynı değildir. Çok eşliliği
gündeme getiren ayetler titiz bir şekilde incelendiğinde bu olayın hem felsefesi
hem de şartlan açıklığa kavuşur. Kur’an insanlara ilk önce, kadınlar arasında
adaletli davranmayı emrediyor. “Hiçbir zaman adaletli davranamayacağını
için biriyle yetinin. ” diyor. [37]
Böylece dil bilen ve
Kur’an’ın ruhunu tanıyan, fakat tefsirlerin karmaşık yollarından habersiz,
manayı saptıran tekniklere yabancı, çok evlilik ve şehvette gözü olmayan
herkes, bu hayret verici ve sanatsal beyanı anlar. İleri sürülen şartların çok
zor olduğunu, ferdî ya da toplumsal bir ihtiyaç ya da ahlakî bir gereklilik
olmadıkça bu şartların göz ardı edilemeyeceğini kabul eder.
Ferdî durumlar
Kur’an’ın metninden anlaşılabilir. Bu hüküm, yetimlerin kaderini gündeme
getiren ayetlerle birlikte indirilmiştir.[38] Gelişmiş sosyal kurumlan ve
devlet sistemi olmayan geri kalmış toplumlarda himayesiz kadınların ve babasız
çocukların ne kadar utanç verici, kara ve üzücü kadere yakalanacakları
ortadadır.
Fakat ne mutlu ki
toplumsal alanlarını çağdaş nesil bizzat kendi gözüyle görmüştür. Hem de
medeniyet çağında, gelişmiş toplumlarda, ferdin ekonomik, hukukî ve ruhsal
bağımsızlığa kavuştuğu çağda, özellikle kadının kişilik kazandığı ve erkekle
eşitlendiği çağda.
İkinci dünya
savaşından sonra Avrupa’da, özellikle Almanya, Avusturya ve Polonya’da
milyonlarca erkeğin imhası sonucu büyük bir bunalım yaşandı. Fesat, gerileme,
ruhsal hastalıklar ve kocasız kadınları ve babasız çocuklan zor durumda bırakan
birçok problem ortaya çıktı. Meseleler öylesine ciddi boyutlara vardı ki Avrupa
toplumunun ahlakî ve ruhsal yapısında derin ve yıkıcı etkiler bıraktı. Çok
eşliliği ve özellikle yeniden evlenmeyi yasaklayan Katolik kilisesine karşı
kadınların protesto yürüyüş ve gösteri dalgalan, hem çok eşlilik kuralını
kendi şehvetleri için açılan bir kapı olarak gören müminlere hem de onu kesinlikle
insanlığa aykırı kabul eden aydınlara bu hükmün mana ve geçerlilik alanını
gösteriyordu.
1958’de Cezayir Milli
Kurtuluş Cephesi FLN bütün üyelerine şu tavsiyede bulundu: Mücahitler, şehit
kardeşlerinin ailelerini düşünsünler ve bu mücadele sırasında eşlerini kaybeden
kadınlarla evlensinler ki kadınlar çaresiz ve çocuklar perişan olmasın ve bir
şehit ailesi fesat ve yoksulluğa yakalanmasın.[39]
Demek istediğim şey,
ilkel toplumlardaki çok eşlilik meselesinin günümüzde anlaşıldığı manada
alınmaması ve onun bu çağın gözüyle görülmesi gerektiğidir.
Peygamberin özel
hayatıyla ilgili bilinmesi gereken ve ruhsal ve içgüdüsel nitelik taşıyan bir
başka mesele şudur: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Medine’de hiçbir
hanımından çocuk edinemedi. Hz. Aişe hariç hepsi dul olan bu kadınların önceki
kocalarından çocukları vardı. Bu olay Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
hayatının ilginç noktalarındandır.
Peygamberin çok
kadınla evliliği meselesi hakkında doğal olarak akla gelen bir başka nokta
şudur:
Şüphesiz o her erkek
gibi özellikle ömrünün ikinci döneminde bir çocuk sahibi olmak istiyordu.
Sadece ömrünün son yılında Mariye’den bir oğlu oldu. O da yaşamadı. Onun bu çocuğa
olan sevgisi, onun ölümüne dayanamaması, bir evlat sahibi olmayı çok istediğini
gösteriyor. Ancak kader ona, toplumun en büyük şahsiyetini -ki Arapların ün ve
iftihar kaynağı bol evlat sahibi olmaktı- özellikle erkek evlattan yoksun
bırakıp sadece bir kız çocuğa sahip olmasına karar vermişti. Bu, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme çok acı vermekle birlikte çok akıllıca ve güzel
bir karar idi.
Gelelim Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının niteliklerine.
Bunlar nasıldır?
Mescide bitişik,
tavanı ve çatısı hurma ağacının dal ve yapraklarıyla örtülü, dört duvarı
balçıklı birkaç odadır. Haremin sevgilisi olan Hz. Aişe’nin odası, yansı deri
serili, diğer yarısı da “yumuşak kumlarla” kaplıydı. Bu sarayın kandilleri,
yakıcı hurma dallandır.
Mutfağı ve yemeği?
Ebu Hureyre diyor ki:
“Ölünceye kadar arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yemedi. Bazen evinde bir
ateş bile yakılmıyordu. Bu sürede yemeği, hurmayla suydu. Bazen açlıktan dolayı
karnına taş bağlardı.”
Ben, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evini ve hayatını hatırladığımda gençliğini ve
olgunluğunu 50’sinden 73’üne kadar onunla yaşayan dul bir kadınla, yaşlılığını
Ümmü Seleme, Huzeyme’nin kızı Hz. Zeyneb ve Hafsa gibi yaşlı ve çocuklu
kadınlarla geçirdiğini görüyorum. Evi öyleydi, yemeği de öyle. Ben, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onlardan daha güzel kadınlara sahip olabilmesine
ve daha iyi hayat yaşayabilme imkânı olmasına rağmen böyle davranmasından
dolayı üzüntümü belirtmekten kendimi alamıyorum. Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin şehvetperestliği ve harem sarayı hakkında yazı yazan
yazarların sözlerini okuduğumda utanmadan edemiyorum. İnsan, hatta bir yazar ne
kadar aşağılık olabilir ki onu kötülemek uğruna insanın övünç kaynağı ve
tarihin sermayesi olan gerçek bir güzel simayı böyle çirkin ve kötü göstermeye
kalkışabilir!
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam
Nedir-Muhammed Kimdir,
İstanbul, Fecr Yay. 2009, s.503-537
[1] Nehcül Belaga, Abduh tashihi, s. 218.
[2] Muhammed Kimdir, Hudeybiye Antlaşması.
[3] Muhammed Kimdir bölümü.
[4] Tefsir-i Nevin.
[5] Shandel: Les Cahiers Gris, Tunisie, P. 517.
[6] lbni Hişam, c. 2, s. 218.
[7] İbni Hişam, c. 2, s. 232.
[8] Age, aynı yer.
[9] “Temiz imanlı kadın kendisini Peygamber’e
hibe etti”. Müfessirlerin çoğu kadınlardan birinin bu ayete muhatap olduğunu
ileri sürerler. Sanıyorum ki “kadın” kelimesinin nekre olması onları böyle bir
zanna sürüklemiştir. Halbuki, Peygambere karşı temiz ve imanla aşk duyan
herhangi bir kadının bu ayetin muhatabı olduğunu ileri sürmemiz daha doğal ve
doğru gözükmektedir: Cahş’ın kızı Zeynep, Haris’in kızı Meymune, Ümmü Şerik,
Hakim’in kızı ve Peygamber’in takvalı sahabesi Osman bin Mazun’un eşi “temiz
kalbli, kavrayış gücü yüksek, bilgin bir kadın olan Huveyle bu ayetin muhatabıdır.
Bazılarına göre Huveyle Sakifli kadınların en değerli ve görkemli kadınıydı.”
(Mecmaul Bahreyn: Vehb).
[10] Erkeklerin genel yerleşik inancı: “Kadına
arada sırada dayak atmaz ve tartaklamazsan üzerinde hâkimiyet
kuramazsın.”
[11] lbni Hişama göre Yezit Kilabî’nin kızı Amre;
cildi hastalıklı olduğu için, ona bir miktar mal bağışlayıp salıverdi.
[12] lbni Hişam, c. 2, s. 647.
[13] Bu özellikleri birçok kaynaktan topladım.
Abduh tashihli Nehcü’l-Belaga v.s.
[15] Doktor Şeriati’ye
göre, Peygamber’in 40 yaşında değişim geçirmesi, vahiy gibi bir dış etkeni
kabul etmeden sınıf psikolojisi ve materyalist düşünceyle açıklanamaz.
[16] Ramazan ve
Rebiulevvel ayı olduğunu söyleyenler de vardır. Meclisi, 27 Recebi Imamiye’nin
icması olarak kabul eder.
[17] Bu geleneğe
itikaf, inziva denir. Hanifler, cahiliye devrinde kendilerini İbrahim’in
dinine bağlı kimseler olarak kabul ederler.
[18] Genelde bu sureyi
vahyedilen ilk sure kabul ederler. Daha geniş açıklama için babam Peygamberimiz
Tâki Şeriati’nin “Tefsir-i Nevin” kitabına veya “Vahyin Başlangıcı” risalesine
bakınız.
[19] Vahyin kesildiği
konusunda ittifak vardır ama 40 gün ile üç yıl arasında değişen farklı süreler
ileri sürülmüştür.
[20] Hasan Sadr’ın “İslam’da
ve Avrupa’da Kadın” kitabı ve özellikle kadın hakları konusunda Üstad Mutahharî’nin
yazdığı derin ve belgeli makaleler. (HŞ.1346)
[21]İbni Sâd, Peygamberin ashabından olan kadınların isimlerine
bağımsız bir kitapta yer vermiştir. (Tabakat c.8)
[28] “Âyîni Sohanveri”
(Konuşma Sanatı) Furuğu. Victor Hugo, “Hitabe” ve “Külliyatının” (Oeuvres Complets)
bir kaç yerinde.
[30] 33/Ahzap Suresi 4.
[31] Aişe’den nakledildiğine göre Hendek savaşı
zamanında henüz örtünme emredilmemişti.
[32] Misafirlik, Platon.
[33] Kâbusname, s. 78.
[34] Kâbusname, s. 67.
[35] Abbas Mahmud Akkad, “Hakâüku’l-Islam ve Ebâtîlu Husume,
Beyrut, s.65.
[36] Mükatebe (Antlaşma); köleyle sahibi
arasında imzalanan, para ödemesi veya antlaşmada yer alan şartlar
gerçekleştikten sonra kölenin serbest bırakılması antlaşması.
[37] 4/Nisa Suresi 3 ve 128.
[38] 4/Nisa Suresi 3, 7, 8, 10, 12.
[39] L’Algerie par le teritet, II ve de F.L.N.
yayın organı “El Mücahid” No. 14 De- cember 1962 (Khenmişti: Terör kurbanı genç
dışişleri bakanı bu emir üzere evlenmiştir.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar