Print Friendly and PDF

CÜNEYT ÜLSEVER’DEN MEDYA GERÇEĞİ

Bunlarada Bakarsınız



(Medyanın takipçileriyseniz, bu yazıyı okunca arkaplanda neler olduğunu göreceksiniz. )
Türkiye’de insan kaynakları üzerine doktora (Harvard Üniversitesinde) yapan ilk kişi Cüneyt Ülsever. Yolu gazetecilikten daha çok ‘köşe yazarlığıyla kesişmiş bir isim. Soh­bet arasında anlattığı hikâyesi de iyi kurgulanmış bir roman senaryosu gibi; “Aşk, hırs, başarı, ayrılık...” Bu nedenle de kendisine Hürriyetten atılması ile ilgili süreci için sözü bırakmadan önce kendi ağzından hikâyesinin özetini vermek istedik:
“Hasbel kader dedikleri bir tabirle bankacılık sektörüne girdim. 1983 yılından 1990 yılına kadar yaklaşık 7 sene bankacılık yaptım. Emlak Bankasında 36 yaşında Tür­kiye’nin en genç yönetim kurulu üyesi ve genel müdür yardımcısı oldum. O dönem Emlak Bankası Türkiye’nin üçüncü büyük bankasıydı. Hiç keyif almadım. İktisat Bankasında insan kaynakları müdürü görevimi yürütürken Özal bankacılıkta bir gençleştirme hareketine başladı. O dönemlerde “Özal’ın Prensleri” diye bir kavram çıkmıştı. Beni Emlak Bankasına o zamanki adıyla Anadolu Bankasına genel müdür yardımcılığına davet ettiler. Ve bir gün kendimi birden bire üçlü kararname ile Ana­dolu Bankasının genel müdür yardımcılığına atanmış buldum.
Hatırlıyorum, Maslak’ta iki tane kocaman bina vardı. Bir akşam bu binaları gezdim. Tam anlamıyla o gün bende Aziz Nesin’in Zübük romanında geçen söz hayata geç­ti; “İt kağnı gölgesinde yürür de kendi gölgesi sanırmış.” Birdenbire ben o bankanın haşmetini kendi gölgem zannetmeye başladım ve bir müddet bundan çok büyük ke­yif aldım. Benim ruhumda yönetmek ihtiyacı çok yüksektir. Dönem itibariyle ben Özal’la çok yakın çalıştım. 35-36 yaşlarında bir insanın bulunduğu ülkenin başbaka­nıyla beraber çalışması, onun evine girip çıkması çok önemlidir. Benim uzmanlığım insan kaynakları olduğu için başbakana insan kaynakları üzerine brifingler verdim. Başbakan Özal’la brifinglerimiz karşılıklı sohbet ederek geçiyordu. Geceleyin saat 11.30’da başbakanlık konutuna gidiyorduk. Bunlar benim en başında egomu çok ok­şadı. 37 yaşımdayken Emlak Kredi Bankasıyla Anadolu Bankası birleştirildi, Emlak Bankası oldu ve ben bir de yönetim kurulu üyeliğine atandım. Bunun cazibesi de bir müddet bende hâkim oldu. Fakat bir süre sonra ruhumun bankacılığa uygun olmadı­ğını gördüm. Ayrıca o dönemde şimdiki eşime âşık oldum. O zamanlar çok kötü bir evliliğim vardı. Eşimi boşayıp şimdiki karımla evlendim. Bu olay o dönem büyük bir olay haline geldi ve beni bir yol ağzına getirdiler. ‘Ya aşkını seçeceksin ya da bankacılık kariyerine devam edeceksin’ dediler. O zamanlar ben başbakanın siyasi kadrolarında da düşündüğü bir insandım. Ama işimle eşim arasında bir tercih yapmam gerekince bir gece yattım, sabah kalktım ve âşık olduğum kadını tercih ettim. Üçlü kararname ile atandığım yerden istifa ettim.”
“....Devamlı boş kaldıkça yazıyordum. Biri roman iki kitap tamamladım. İki sene kapı kapı gezdim, kimse kitaplarımı basmak istemedi. İnsanın bu zamanlarda çok morali bozuluyor.”
Hürriyet'le yollarının ayrılmasından sonra Oda TV yazarı olan Ülsever, iktidar baskısı nedeni ile kovulduğunu söylüyor ve bir zamanlar programlarına katıldığı, görüştüğü basın dünyasındaki arkadaşlarına sitem ediyor. Başbakan Erdoğan’a da işten kovulması ne­deniyle tepkili yaklaşan Ülsever, “Hakkımı helal etmeyeceğim” diyor...
Yeni Şafak’a yazı göndermenizle başlayan süreç ve 28 Şubat sizin için nasıl geçti? Neler oldu?
Yeni Şafak gazetesinin Serbest Kürsüsü gibi dışarıdan insanlar ya­zıyorlardı buralarda, oraya yazılar yollamaya başladım. Maaş falan almıyorsun, okur köşesi gibi bir şey. Sonrasında dönemin mağduru olarak Kanal 7 beni tespit etti. Kanal 7’de de arada bir konuşmaya başla­dım. Hatta Ahmet Hakan o zamanlarda haberleri okuyordu. Ahmet’in haber programında o günkü dış göz olarak haberleri yorumlamaya baş­ladım. Yaptığım bu işlerde para almıyordum. Sonrasında bana dediler ki, ‘Gel bize özel bir program yap.’ İşte o zaman para almaya başladım. İlk defa gazetecilikten para kazanmaya başladım. Sonra benim kitap­larımı Timaş Yayınları yayınlamaya karar verdi. Onları hâlâ minnetle anıyorum. Yataktaki hastaya ilaç oldular. İki kitabı birden yayınlaya­caklarını söyleyince ben uçtum. Sonradan Samanyolu TV “Bize gel” dedi. Samanyolu TV’ye geçtim. Burada da haftada bir gün, bir saat program yapıyordum. Fakat öyle komik bir şey oldu ki. Bunlar hem askerden mağdurlar, hem de çok sansürcüler, korkuyorlar. Kanal 7ye kızıyordum, “Siz mağdursunuz ben çıkıp konuşuyorum ve de siz beni susturuyorsunuz” diyordum. Samanyoluna gittim, iki ay sonra fark et­tim ki bunlar hepten ödlek.
Yazdıklarınızın, söylediklerinizin tepkimeleri nasıl oldu?
28 Şubat döneminde 7 tane davadan yargılandım. Toplam 49 yıl hapsim istendi. Hepsi de beraatla sonuçlandı. Çok tepki alıyordum. İlginç bir tepki de kendi çevremin tepkisiydi. Benim yaşadığım çevre genellikle 28 Şubat dönemine destek veren bir kitleydi. Ben bu gru­bun içerisinde tek başıma kara koyun gibi askerin siyasete müdahalesini her koşul altında hukuken ve demokratik eğilimler açısından kabul görmüyordum.
“Ergun Babahan, Fatih Altaylı, Fatih Çekirge ve Metehan Demir, Çevik Bir’in ulağıydı”
Ergun Babahan’a, Fatih Çekirge ye, Fatih Altaylıya bakalım. Bugün hükümetin her dediğini haklı bulan insanlara bakalım. Nazlı Ilıcak o zamanlarda darbeye methiyeler düzüyordu.
Türkiye garip bir ülke.
O dönem itibariyle asker çağırdığı zaman brifinglere gidiyorlardı. Asker içeri girdiği zamanlarda ayağa kalkıyorlardı. Şimdi bu adamların çoğu aynı muameleyi Recep Tayyip Erdoğan’a yapıyorlar. Şu anda sadece isimler değişti. O zaman ki yöneticilerin adı paşaydı. Şimdi adı Baş­bakan. Değişen hiçbir şey yok. Bu Türkiye denen ülke böyle bir ülke. Türkiye şunu da kaldırıyor, Ergun Babahan, Fatih Altaylı, Fatih Çe­kirge ve Hürriyetin Ankara temsilcisi Metehan Demir resmen Çevik Bir’in ulağıydı. Metehan’ın eline yarın bu yayınlansın diye zarf tutuşturulurdu. Enis Berberoğlu 28 Şubat'ta askere karşıyım diye benden nefret ediyordu. Çünkü Enis Berberoğlu da askeri ayakta alkışlıyordu. Bizim ülkemizin hafızası yok. Çıkıp da birileri “Kardeşim siz o zaman böyle yaptınız, şimdi hangi yüzle ortalıkta geziyorsunuz” demiyorlar. Ar damarını çatlattın mı bitiyor bu iş. Kimin kazanacağını tarih be­lirleyecek. Elinde sonunda hepimiz toprağın altına gideceğiz. Geriye söylediklerimiz, eserlerimiz kalacak. Şu odada bile söylediklerim kayda giriyor. Hiç birimiz söylediklerimizi de inkâr edemeyeceğiz. Ben bunu dememiştim, yazmamıştım diye bir şey yok. Artık HZ. GOOGLE DİYE BİR ŞEY VAR. Cüneyt Ülsever 28 Şubat ta ne demişti diye bastığınız zaman hepsi takır takır çıkıyor.
Peki, Hürriyet ile yolunuz nasıl kesişti?
28 Şubat döneminde birden bire Hürriyet gazetesinin askere karşı muhalif olan yazarı Yavuz Gökmen hayatını kaybetti. Çok acı bir şey­di. Yavuz Gökmen hayatını kaybettikten sonra Hürriyet gazetesi bir arayış içerisine girdi. Bu arada benim ilk romanım Kara Dul yayın­lanmıştı. Ben Yavuz abiye de kitabımı yollamıştım. Ben yolladıktan bir hafta sonra da Yavuz abi hayatını kaybetti. Ertuğrul Özkök, Ya­vuz abi hayatını kaybettikten sonra cenazeye oradan da evine taziyeye gitmiş. Taziyeye gittiği zaman benim kitabım dikkatini çekmiş. Yavuz abinin eşine dönmüş ve ‘Bir hatıra olarak Yavuz’dan bu kitabı alabi­lir miyim?’ diye sormuş. Ertuğrul Özkök uçakla Ankara’dan İstanbul’a dönerken bu kitabı okumaya başlıyor. Gecesinde bu kitabı okumayı bitiriyor. Bana bir gün telefon geldi. Ertuğrul Özkök un aradığını söy­lediler. Hiç hayatımda o güne kadar Ertuğrul Özkök’le tesadüfen bile aynı ortamda olmamıştım. Gayet nazik bir dille “Rica etsem gazeteye gelir misiniz” diye sordu. Ertesi gün Hürriyet'e gittim. Tabi ben merak etmeye başladım. Birden Yavuz abiyi anlatmaya başladı. Sonrasında ‘Bir köşe yazarına ihtiyaç oldu, ben senin romanını okudum, sonra­sında Yeni Şafak'ta yazdığını öğrendim. Oturdum, yazılarının hepsini okudum. Biz Yavuz Gökmenin yerine birini alacağız. Sende düşün­düğümüz kişilerden birisin’ dedi. Hatta bu isimlerin arasında hiç köşe yazarlığı yapmamış kişinin ben olduğumu bile söyledi. Geldim, eşime anlattım. Ama aradan nerdeyse bir ayı aşkın süre geçti. Hiç bir şey çıkmadı. Yavaş yavaş kendimi alıştırmaya başladım. Eşim de beni teselli etmeye çalışıyordu, çağrılmış olmamın bile güzel olduğunu söylüyor­du. Sonra bir gün yine aynı şekilde bir telefon geldi. Arayan Ertuğrul Özkök ‘Cüneyt bey ben size zahmet veriyorum ama bir daha gelir mi­siniz dedi. Telefonu kapadım, “Olmadı bu iş” diye düşündüm. Ama yine de emin olamadım. Neyse bir araya geldik tekrardan ve bana dedi ki ‘Seni seçtik.' Hatta hiç unutmuyorum bana dedi ki: ‘Özellikle senin üzerinde durarak ben risk aldım. Bir köşe yazarı olarak geçmişin yok. Bu iş tutar mı tutmaz mı bilmiyorum ama sen gel yazmaya başla dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Sağ olsun, viski ikram etti. Türkiye’nin en büyük gazetelerinden Hürriyet’te yazmaya başlayacaktım.
Hürriyet’te yazarken yaşamış olduğunuz ve bugün bile hatırla­dığınız bir olayı anlatabilir misiniz?
Hürriyet'in bugünkü itibari ile o günkü itibari çok farklıydı. Ertuğrul Özkök yine hiç unutmuyorum bana şöyle söylemişti:
‘Sen köşe yazarı olarak bana bağlısın. Hiçbir editöre bağlı değilsin. Senden sadece iki şeyi yapmamanı istiyorum, gerisinde serbestsin. Birincisi Atatürk’e sövmeyeceksin. İkincisi de Kurana sövmeyeceksin.’
 Ben de ona dedim ki, “Ben sizin gazetenizin genel trendine uygun bir adam değilim.” O da dedi ki “Biz de seni bu yüzden işe alıyoruz.”
“Beni asansöre kadar geçirip öpeceksin”
İşte o zaman bana Hürriyet için istediği şeyleri anlattı: ‘Hürriyet’in bir süper market olmasını istiyorum. Yani müşteri geldiğinde istediği her şeyden bulacak. Dünya gazeteciliği budur.’ Böylelikle ben yazmaya başladım. Ertuğrul Özkök’ün ayrılış tarihine kadar bir kere bana ka­rıştığını görmedim. O dönemlerde 7 tane dava açıldı bana ve avukat ayarladı. Örneğin, 28 Şubatçılar Ankara Sincan’a tankları gönderdiler. Ben gazeteye gireli üç ay olmuştu. Ertuğrul Özkök bir yazı yazdı ve dedi ki ‘Hizbullah’ın yakalanmış olması Sincan’a giden tankların ne kadar haklı olduğunu gösterir.’ Ben de aynı gazetede bunun tamamen yanlış olduğunu, 28 Şubat döneminde MGK’nın hiçbir şekilde Hizbullah’ı konuşmadığını, tartışmadığını hatta Hizbullah’ın devletin kurduğu bir organizasyon bile olabileceğini yazdım. Yazı aynen yayınlandı. Yayın­landığı gün üç dört tane baba gazeteci bana telefon ettiler ve ‘Sen ne yaptın dediler. Düşünsenize askere çatıyorsun, bir de o yetmezmiş gibi kendi genel yayın yönetmenine çatıyorsun. Benim yazımın yayınladı­ğı gün Recai Kutan partisinin Salı günkü toplantısında benim yazımı okudu. Fakat hiç isim vermeden okudu. Sanki kendisinin yazısıymış gibi okudu. Öğleden sonra da komutanlar Gölbaşında toplandılar ve Recai Kutanın okuduğu bu metne karşı bir muhtıra verdiler. Recai Kutan da aynı anda dedi ki ‘Ben yazmadım, Cüneyt Ulsever yazdı” Ben de ertesi günü Recai Kutana çok ağır bir yazı yazdım. Ertesi gün gazeteye girdiğim zaman odama Ertuğrul Özkök geldi. Ne yapacağımı bilemedim. Kovmaya gelmiş olabileceğini düşündüm. Oturdu dedi ki “Ben bir fikri savundum. Sen de karşı bir fikri savundun. Ertuğrul Ozkök un senle hiçbir hesabı yok. Mahsus herkesin içinden geçerek senin yanına geldim ki şenle hiçbir sorunumuz olmadığını anlarsınlar. Beni asansöre kadar geçireceksin ve beni öpeceksin.” Hakikaten de öyle yap­tık, asansöre kadar uğurladım gitti. Diğer taraftan tabii ki sonradan bu muhtıra bana döndü. Ben yargılandım. Ertuğrul Özkök bana çok güç­lü bir kadro verdi ve ben beraat ettim. Askerin bu kadar güçlü olduğu bu dönemde senin savunduğun parti seni satıyor ama bu genel yayın yönetmenin seni savunuyor.
Doğan Hızlan’dan uyarı telefonu
Her şey bu kadar iyiyken sonrasında ne değişti?
Ertuğrul Özkök gitti. Başka bir dönem başladı. Ben AK Parti dö­nemini Özkök’le de yaşadım. AK Partiye 2004’e kadar destek verdim, sonra da karşı çıkmaya başladım. Ertuğrul Özkök o dönemde bile yazılarımı sansürlemedi. 2010 yılının Eylül ayından itibaren Enis (Berberoğlu) geleli 6 ay olmuştu, o zamandan itibaren adetini bilmiyorum ama 10’nun üzerinde yazıma müdahale edilmeye başlandı. İlk önce Doğan Hızlan bana telefon etmeye ve ‘Acaba Cüneyt beyciğim şöyle mi yazsak' diye beni uyarmaya başladı. Aramızda şahsen bir şey yoktu. Bir sansür sistemi kuruldu ve bunu da Doğan Hızlan yapmayı kabul etti. Şubat 2011’de gazeteye davet edildim ve Enis Berberoğlu dedi ki “Aldığımız ekonomik kararlar çerçevesinde yazını haftada dörtten bire indirdim.” Ben ona hiç bir şey söylemedim. Hemen avukatlara gittim ve bana verilen yazı günümde yazımı yolladım ama bildiğim gibi yazdım. Telefon ettiler, bu yazıyı değiştirin diye. Ama ben yazımı değiştirme­dim. Yazımı yayınlamadılar. Bu süreç bir ay kadar sürdü. Ben kendi avukatımdan aldığım taktikle aynı yazıyı yolladım. Böyle bir ay geçti. İpler koptu. Sonunda bana Hürriyet okurunu Hürriyet gazetesine kar­şı kışkırttığım gerekçesiyle bir yazı geldi ve beni gazeteden ayırdılar. Sonrasında da ben mahkemeye gitmeye karar verince uzlaşalım dedi­ler. Allah razı olsun hukuken hakkımın üzerinde bir tazminat aldım. O dönemde Ertuğrul Özkök sadece köşe yazarıydı ama moral arkadaşı olarak inanılmaz yanımdaydı. Hatta sonrasında buluştuk, çay kahve içtik. İlginç bir adamdır hâlâ arar sorar.
Ne hissettiniz o dönemde peki?
Gazete hiçbir zaman siyasi baskı nedeniyle atıldı demez. İlk önce üzüldüm sonra kızdım. Belirli kişilere çok kırgınım. Hatta iki kişiye çok kırgınım. Onlara bir daha selam vermek istemiyorum. Ama kim olduklarını söylemeyeceğim.
O zamanlarda Hürriyet’de ki yeni düzenin beni taşıyamayacağının farkındaydım. Fakat atılmak her zaman için kötü bir duygu. Bilsen de başına geleceğini yine de üzülüyorsun. Seni istemiyoruz kelimele­rini duymak insan doğasına aykırı. Oradaki kişilerle hiçbir problemin olmadığı için de daha kötü oluyorsun. Benim Aydın Doğanla hiçbir problemim olmadı. Allaha şükür ekmeğini yedim.
“Benden kahraman yarattılar” Ekonomik olarak bir kaybınız oldu mu?
Ekonomik olarak bir sekteye uğramadım. Beni gazeteden şu ya da bu nedenle uzaklaştıran kişiler istemeden benden bir kahraman ya­rattılar. Benim hak etmediğim bir kahramanlığı verdiler bana. Ben o kahramanlığı hak etmiyordum. Çünkü ben o dönemde çok ama çok sayıda televizyon programına katılıyordum. O dönemin çok talep edi­len kişilerinden biri olmuştum. Hatta Habertürk’te çalıştığımı düşünen kişiler vardı. Seçimlere giden dönemde çok yüklü bir şekilde hükümete yükleniyordum. Bu AK Partiye oy vermeyen kitlede muazzam bir şey yarattı. Bu insanlar benim gazeteden hükümete karşı çıktığım için ko­vulduğumu söylediler.
Kovulduktan sonra basın dünyasından destek geldi mi?
Ben yazılarımı değiştirerek yumuşatarak hâlâ yazıyor olabilirdim. Ben Hürriyeti’n içinde yaşıyor olabilirdim.
Ben atılmadan önce Ah­met Hakan Tarafsız Bölge ye beni üç defa üst üste çağırırdı. Atıldığım günden sonra beni bir kez aramadı.
Türkiye budur. Programa çağırma­yı bırak, bir kez bile beni aramadı.
Şirin Payzın beni bir kere aramadı. Bunlar çok acı.
Ama bunların içinde minnetle anacağım Ayşenur Arslan gibi isimler de var. Beni hemen ertesi gün aradı.
Ya da Yiğit Bulut bana her gün telefon ederdi, sonrasında bir kez bile aramadı. Habertürk’teki arkadaşlar tak diye birden kesildi. Bunu bırak medya dışında arkadaşlarımdan bazıları benle telefonla bile görüşmeyi kestiler.
Hiç alakası olmayan kanallar beni çağırmaya başladı.
“Demokrasi kurbanıyım”
Bir gün Oda TV’den beni aradılar ve ‘Bizde yazar mısınız dediler. Ayrıldıktan bir ay sonra Yurt gazetesinde yazmaya başladım. Demok­rasi daha çok kurban verecek. Ben kurbanlardan biriyim. Ben mağdur iken Recep Tayyip Erdoğan’ın yanındaydım, mağrurken karşısındaydım. Genellikle mağdurken karşısında olursun mağrurken yanında olursun. Bakınız Metehan Demir, Fatih Altaylı bakınız Fatih Çekirge.
“Başbakan Erdoğan’a hakkımı helal etmeyeceğim” Kırgınlıklarınız ya da kızgınlıklarınız var mı peki?
Eğer benim inandığım gibi kul hakkı diye bir şey varsa eğer diğer dünyaya gittiğimde bana Recep Tayyip Erdoğan’a hakkını helal edi­yor musunuz derlerse hakkımı helal etmeyeceğim. Çünkü ben ona çok emek verdim. Hakkımı helal etmeyeceğim.
Bizim ülkemizde her atılan her hapse girene karşı diğer gazetecinin reaksiyonu “Allaha şükür ben değilim” oluyor. Hürriyet gazetesinden bir Allah’ın kulu bana telefon edip geçmiş olsun demedi. Her şeyi bir kenara bırakın yüzde yüz haklı olarak atılmış dahi olsam, Hürriyet'ten hiçbir arkadaşım bir telefon açıp geçmiş olsun demedi. “Bunun telefo­nu dinleniyor, ya benim telefonumda dinlenirse, ya benim telefonumda takılırsa” diye düşünüyorlar. Savaşta bile taraflar birbirlerinin ölülerini gömmesine izin veriyorlar. Taziye veriyorlar, geçmiş olsun diyorlar. En doğal şey karşı tarafa bir geçmiş olsun demektir. Türk basınında böyle bir şey yok. Bizde düşenin dostu olmaz. Şu anda Türk basınında ki en büyük bela hapisler yahut gazetecilerin işten atılması değildir, bunların sonucu olarak oto sansür uygulanmasıdır.
“Kovulmadan 16-17 kez uyarı aldım”
Bence en önemli mesleki ayıp budur. Bugün yazı işleri (istisna ga­zete ve gazetecilerden özür diliyorum) neyi haber yapmayalım diye tartışıyorlar. Köşe yazarı yazıyı yazarken neyi yazmaması gerektiğini düşünüyor. Bunlar tek bir şeyi düşünüyorlar, “Aman başımıza bir şey gelmesin.” Bu Türk basınında otoriteye aynı anda biat etmek ve aynı anda otoriteden ödünün kopması, sanki talihi değişmez bir kader. Kim güçlüyse hemen basın ona dönüyor. Onun karşısında boynunu bükü­yor. Hem ona hürmette kusur etmiyor hem de ondan ödü kopuyor. Bunlar benim dediğim geneller. Ama içerisinde istisnaları da var. “Ben boyun eğmem, ben bu durumu kabul etmiyorum, ben yine bildiğimi söylerim” diyenin kellesini alarak diğerlerine ders veriyorlar. Nuray (Mert) susmadığı için gitti, Ece (Temelkuran) susmadığı için gitti. Ben kovulmadan önce 16-17 kez uyarı aldım.

Kaynak:
Özlem KILIÇ- Kübra DEMİR, Bab-ı Ali’nin Dikenleri,
1. Baskı: Eylül 2012, İstanbul, sh:141-149

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar