Türk Olduğunuzun İşareti..
Gezgin Fellows’un tespitlerindeki Türk halkının cahil olmasının
yanında öğrenmeye isteksiz olması, öğrenmek istememesi oldukça ilginçtir.
Türklerin ilgisiz olmalarının yanında yeteneksiz Türklerden de bahseder:
Türklerin ufacık bir yaratıcılıkları bile yok, hiçbir aleti ikinci bir iş için
başka bir amaçla kullanmazlar ve yeni bir alet gördüklerinde hatta ufak önemsiz
bir şey için bile Allah, Allah!∗ diyerek tepki verirler.
Günün
modası insanlar rencide oluyor diye geçmiş kültürlerinden getirdiği isimleri
terk ediyorlar. Geçmişten koparılma bu aslında…mesela.
Zamanımızda
çingeneler adlarını kullanmayıp roman ismi kullanıyorlar. Kaynaklara girilse
Roman ismi ile anılma yakın bir tarih. Aslında bu isim değişimi onların
geçmişten koparılması ve zamanla silinmesine neden olacaktır...
İsimlerinizi değiştirmeyin...
Eksiklerimiz olabilir… kimlerin eksiği yok ki…onlar
bizim hızımız.
İyi tarafımızda var ki… bugün hala var oluşumuz
nedenidir.
Çingene
bir ırktan geldi ise birisi ondan utanmak yerine o isimle yaşamayı
öğrenmelidir..
Kızılbaşlar içinde aynı oyun oynandı…Onlar şimdilerde
kendilerine Alevi ismini kullanmayı yeğ gördüler ve kızılbaş ismini terk
ettiler… ama bilmedikleri bir husus var…uzun bir proje olarak bu dolanımlı bir
isimle [Alevi ismini Kızılbaşlığa tercih ederek] kavram kaymasına neden
olduklarını fark edemediler.
Alevi ismi ile kültürleri bir değişim içine
girdi…sünnileşme biraz uzak görünse de Pers kültürünün etkisindeki Şia ya veya
Arap kültürü kontrolündeki Caferi mezhebine
yakınlaştılar. Anadolu ve Türk’ün
özünden çıkmış Kızılbaşlık ise kaybolma yoluna doğru yola çıkmış oldu.
Bu
benzeri ızun vadeli projelerin arkaplanı insanlar geldikleri geçmişten
uzaklaştırarak asimile etmektir.
1984
romanında George Orwell bu meseleye değinir…günü değiştirmek için geçmiş tarihi
de değiştirmek üzerinde durur.
“Çoğunluk ne der?”
Burada ilginç olan, Orwell’in, Büyük Birader’in gözünün
hep insanların üstünde olduğu bir toplum düzenini anlatırken, bize, bugün
yaşadığımız toplumda hep duyduğumuz bir kaygıyı da anımsatmasıdır: İktidarı
ellerinde tutanların uyguladıkları baskıların da ötesinde, “Başkaları ne der?”
kaygısı... Düşünmenin, yerleşik anlayışa karşı düşüncelerimizi dile getirmenin,
alışılmış davranışlara aykırı davranışlarda bulunmanın, dahası egemen ahlaka
ters düşen aşklara kapılmanın eşiğine geldiğimizde, “Çoğunluk ne der?” sorusunu aklımıza
düşüren kaygı... Okyanusya'da simgeleşen egemen toplum düzeni, bir anlamda, “mahalle baskısı” nın
siyasal iktidarı ele geçirmiş bir yansıması, sistemleştirilmiş bir biçimidir
belki de...
[1984 /G Orwell]
Tarihte Çinliler yenemediği Türklere bunu uyguladı.
Türkleri geçmişlerinden kopardılar ve onları yendiler.
“Biz Bâki Gök Tanrı'nın Oğulları, Nasıl Kurt'un Oğulları Olduk?”
“Çinlilerin Türklere yaptığı meşhur bir beddua vardır ‘ (Beddua: ‘Gök
Tanrı’nın oğulları, Bozkurt'un oğulları olsunlar’ şeklindedir. Eskiden kurt
Bizim ikincil, yalnızca savaşta kullandığının fıtratımızdı. Şimdi herkes kurt
gibi oldu. Kurt ise ilk babasını kovar. Bu Bedduadan kurtulmalıyız.
Çinliler Birkaç Bin sene boyunca, Bizleri yenemeyince, Bir miti
uyduruyorlar. Sanki Türk olarak sadece Hunlar yaşamış, Çinlerde onları
yenmişler. Savaş sonunda sadece ayaksız, Bacaksız; kolsuz Bir kişi hayatta
katmış, onu Bir kurt alıp ak sütü ile büyütmüş. Sonuçta bu kurttan 9 çocuk
doğmuş. Ve Biz Türkler, Gök Tanrı’nın oğulları değil kurdun oğulları olarak
dünyaya gelmişiz. Adem ve Havva anlatımın daki gibi kardeşlerin
birbirleriyle evlenmesinden yani ensestten doğu çocuklar otmuşuz. Ensest, Türk
kültürüne göre kabul edilemez bir günahtır. (Bu sebeple ne Çinlilerin
uydurduktan bu hikâye ne de Adem ve Havva Hikâyesi Türk kültürüne ve ahlakına
uygun değildir. Türk için bundan dada korkunç bir şey yoktur. Türklerin
yaratılışı açıklayışında ensest bulunmamaktadır. Çöğün yani Bay Ülgenin dokuz
oğlu ile yenil yedi kızı evlenir ve insanoğlu bu şekilde türer.
Turklerde anne tarafından 5. nesilden sonra evleneiblirsin. Anne eğer
Kıpçak ise, Kıpçak Kıpçak ile evlenmez. Ancak 5 nesil geçmesi gerekir. (Baba
eğer Tölös ise 1000 yıl geçse de Tölös ile evlenemezsin. Çünkü kardeşindir. ”
Bozkurt Efsanesi'nin Çinliler tarafından değiştirilmiş ve sadece Çin
kaynaklarında bulunan bu versiyonuna göre Türk soyu, sağ kalan tek sakat Türk
ve onu emziren ana 1 kurttan türemiş oluyor. Bu kesinlikle yanlış bir
bilgidir. Kurt çok önemli bir öğedir ancak o, sadece Türk'e zor
zamanlarında Gök tarafından gönderilen göksel bir rehber niteliğindedir. Fakat
Türk, kurdun oğlu değildir. Çünkü Türk, Gök Tanrı'nın oğludur. Akay, “Çin Bunu
Bilinçli bir şekilde böyle anlattı ve mitolojimizi bozdu " diye ifade
etmektedir.
Uluslaşma süreci, mitolojilerin oluşmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Toplum,
mitolojiyi; mitoloji ulusları oluşturur.
Mitoloji, o ulusun tüm değer yargılarını ve dünya görüşünü içeren millî bir
anayasa ya da millî bir şifre gibidir. Mitoloji de ne varsa, kültürde de o
vardır. Ensestin reddedildiği Türk kültürünün ürettiği mitolojide, ensest
olması mümkün değildir. Millete ait mitolojiyi unutturmak, bozmak, ya da değerini
düşürmek üzere adını kullanmak, bir toplumun ulusal kimliğini ve duruşunu yok
etmek için kullanılan silahlardandır. Mitolojisinin, ulusal varoluş destanının
aşağılanmasına ses çıkarmayacak hale getirilmiş bir ulus, toprağının
verilmesine ve bayrağının indirilmesine de ses çıkarmayacaktır. Çünkü bayrak,
vatan kavramları o ulusun mitolojisi Jile içleri doldurulmuş simgesel
öğelerdir. Mitoloji yok olduğu anda vatan, toprak; bayrak, bir bez parçası;
ulus da hiç bir ayırt edici özelliği bulunmayan insanlar topluluğudur.
En önemlisi de ulusal idealleri, mitolojiler verir. Mitolojisi yok olan bir
ulus, idealler uğruna ve kendi ürettiği, kendisine yüksek olan değer yargıları
ile hareket etmez; sadece maddi menfaatler uğruna, yüksek değerler ve erdemler
olmaksızın hareket eder.
“(Efsanenin bu şekilde dönüştürülmesiyle Çinliler de kendi
makastalarına ulaşmışlardır. (Biz Gök Tanrı 'nın oğlu olduğumuz zaman onlar
bizi yenememişlerdir. Altın Ordu’dan sonra, 7. ve S. asırdan sonra bu
mitolojiyi uydurdular da, kendimizi bir kurdun çocuğu gibi algılamaya ve
birbirimizi yemeğe başladık, Ve gücümüz birbirimize karşı savaşmak için
kullanıldı.
Kurtlarda iki tane baş ortaya çıkarsa birisi güçlü olmaya başlayınca öbürü
onu öldürmektedir. (Bizde de bu kanun yürümeye başladı. Bu nedenle Çinliler
fazla güç sarf etmeden bizi yendiler Ben acı da olsa bu gerçeği söylüyorum. Bu
kalbimizi çok acıtıyor, ne yazık ki bu bizim tarihimizdir. Önümüzde ki yolun
açık olması için, biz yine Gök Tanrı 'nın oğulları olmak zorundayız. ”
Mitoloji uzmanı Arif Acaloğlu'nun verdiği bilgiye göre "Ergenekon
efsanesinin aslı Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecer-i Türk kitabında, diğer
versiyonları ise Çin kaynaklarında bulunmaktadır. Gerçek nüshada kurt sadece
kurtarırken bulunmaktadır. Kurtla çiftleşme ve ensest yoktur. Ebulgazi'nin iki
kitabı vardır Şecere-i Terakime ve Secere-i Türk. Secere-i Terakime Türkiye'de
I yayınlanmıştır ancak Şecere-i Türk henüz çevrilmemiştir. Şecere-i Terakime
sadece Oğuzları anlatır. Şecere-i Türk kitabın da Ergenekon efsanesinin asıl
hali vardır ve boy boy tüm Türkleri anlatmaktadır,"
Ekmek Yere Konmaz
Yemek
sofrası konusunda hatırlanacak bazı hususlar vardır.
Türklerin
örfünde yemek sofrası, dizden yukarı kurulması ve ekmek yere konmaz ve büyük
sahanlardan topluca yenir.
Rus-İran
kültürü ile Eşarilik ve Şia da sofra
yere kurulur ve herkese aynı yemeği ayrı tabakta verirler... reçel türü
şeyler dahi ayrı servis edilir..İran da
Arap dünyasında bu şekil yeme şekli devam etmektedir.
Türklerin ekmeğe hürmeti nedeniyle Allah Teâlâ onlara cihan hakimiyetini ihsan kılmıştır.
Türklerin ekmeğe hürmeti nedeniyle Allah Teâlâ onlara cihan hakimiyetini ihsan kılmıştır.
Bu
meyanda ekmek dizden aşağıya konulmayan bir toplumda fakirlik zuhur etmediği
malumdur…çöpe atmak şöyle dursun…
Çamlıca Camii, Türkiye'nin İstanbul şehrinde yer alan
bir camidir. Çamlıca, Üsküdar'da yapımına 29 Mart 2013'te başlanan cami,
cumhuriyet tarihinin en büyük camisidir. 63 bin kişi kapasiteli ve 6 minareli
cami 57 bin 500 metrekarelik alana sahiptir.
Günümüz
itibarıyla polemik konusu olan bu camiinin arkaplanında dikkati çeken bir
hususu dile getireceğim.
İllaki
göz aşinalığı TV dizisine bakan vardır
içinizde. Kendimden bahisle bugünlerde dizlerde gördüğüm İstanbul için geniş
alan görüntülerinde “yükselmiş binalar” ve sanki başka yokmuş gibi “Galata
Kulesi” kadraja düşüyor…Mübarek şehrin başka bir tarihi yokmuş gibi…öyleki “ölü
bir şehir”den aktarımlar yapıyorlar..
10
yıl sonra seyredenler, “İstanbul böyleyken böyle imiş” dedirtmek için gibi.
Sonra Balat benzeri sit konumunda bakımsız çöplerle yeksan olmuş yıkık
binalarda çekilen görüntüler de cabası.
Örnek: Yazıyı yazdığım şu saatlerde oynayan “Kadın Dizisi”ni örnek verebilirim.
“İstanbul bu mu” diyecek yirmiyıl sonraki bir izleyici ve çocuk karakterlerde olduğu için çocukların zihnine sunni aşılama. Gerçekten İstanbul böyle mi?
Örnek: Yazıyı yazdığım şu saatlerde oynayan “Kadın Dizisi”ni örnek verebilirim.
“İstanbul bu mu” diyecek yirmiyıl sonraki bir izleyici ve çocuk karakterlerde olduğu için çocukların zihnine sunni aşılama. Gerçekten İstanbul böyle mi?
Camii
hakkında sağ ve sol ağız birliği ederek israf diyerek eleştirenler ve hassaten
muhafazakar kesime şunu söylemek istiyorum…”Büyük Çamlıca Camii İsraftır”
diyorsunuz haksız diyemem ama, onu tahammül edemeyenler için başka dertleri
devşirmektedir..
Unutmayın
ki Osmanlı Sultanları, İstanbul’a
yaptıkları sanatsal yatırımın zirvesi eserleri Anadolu’ya yapmışlar mı?
Hayır…
Bazı
şeyler öyle bir hale geldi ki lüzumsuz derken şimdi elzem oldu…
Her
şerden bir hayır çıkaran Rabbim… İstanbul İslamın toprağıdır öyle kalacaktan
başka bir mühri mana çıkarmamız gerekir…
İsrafın
azıda, çoğuda aynıdır. Evet…
Serçe
bir gün demiş ki, “kırk batman yağım eridi” duyanlar onu alaya almışlar… Sende
mi?
O
da “benim ölçümde bana göre” demiş.
Başımızdakiler
bizlerin halleri ile hallenmişlerse, önce kendimize bakalım, bizim israfımız
var mı… yok mu?
Nuri Paşamızın ruhu şad, mekanı cennet olsun.
Resimde gördüğünüz minik tabutta yatan kişi kimdir
bilir misiniz..❓
Gözükara bir subay, idealist bir memleket sevdalısı.
Hayatı silahlarla geçmiş, gerçek bir silahşor, Türk savunma sanayisinin
temellerini atan, itilmiş, horlanmış ve unutulmuş, unutturulmuş bir kahraman:
Enver Paşa'nın öz kardeşi Nuri Killigil Paşa… henüz 29 yaşındayken Kafkas İslam
Ordusu Komutanı olarak, Ermenilerin ve Rusların işgalindeki Bakü’yü kurtardı.
Bu zaferden sonra Azerbaycanlılar tarafından adına destanlar yazıldı, şarkılar
bestelendi (Çırpınırdı karadeniz ona yazılmıştır) ve “Bakü Fatihi” olarak
tanınmaya başladı. 1925 yılında Atatürk’ün imzasıyla Yarbay rütbesiyle
emekliliği onaylandı. 1929’da devlet tarafından İstiklal Madalyası’na layık
görüldü.Silah imal etmek en büyük hayaliydi.Gençliğinde ağabeyi Enver
Paşa'ya, "Ağabey bırak beni silah imal edeyim." demişti. Açtığı
fabrikada silahlar üretmeye başlıyor. Tabancaları (Killigil) dünyanın en iyi 20
silahı arasında sayılıyor. Gidip Sütlüce’de muhteşem bir fabrika kuruyor. Yeni
tezgâhlarla hızına hız katıyor. Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin
milli ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri rahatsız etti. Bir
süre sonra Killigil, baskılardan dolayı fabrikasında silah üretilmeyeceğini
açıkladı. Fakat üretim gizlice devam ediyordu. 2 Mart 1949... Saat 17.10...
Killigil tesislerinde artarda üç patlama yaşanıyor. Sabotajcılar önce
kimyahaneyi uçuruyor. Ardından cephane parlıyor. Bu menfur saldırıda 27
kardeşimiz şehit oluyor. Nuri Paşa’nın naaşı 20 gün sonra Haliç’te su yüzüne
çıkıyor. Patlamadan sonra Nuri Paşa’nın yanmış birkaç parça el, ayak ve giysisi
bulunur ancak. Ve bunlar bir tabuta konarak toprağa verilir. minik tabutta
yatan büyük, idealist ve gözükara bir paşadır. “Ceset noksan” diyerek namazı
kıldırmıyor, kılınmasına da izin vermiyor. Hâlbuki gıyabında bile kılınabilir.
Hadise Meclis’te (23 Mart) kapalı celsede ele alınıyor. Bazı mebusların;
“Örtbas etmeye çalışmayın!” diye bağırdıkları işitiliyor. Meclis, tutanaklarını
kilitliyor. Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir
savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü
Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin
kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu müslüman Türk evladına bir cenaze namazı
bile çok görülmüştü.Ömürleri boyunca kendilerinden çok ülkeleri için çalışan bu
aziz insanlara vefa borcu olarak bizlere düşen; onları iyi anlayıp,
değerlendirmek, emanetlerine sahip çıkmak, onların kaldıkları yoldan devam
etmektir. Ve onları unutturanları asla unutmamaktır. Vatan savunması için
Trablusgarp’tan Bakü’ye birçok toprakta korkusuzca savaşan bir kahraman olduğu
gibi, bir mühendislik dehası da olan Nuri Paşamızın ruhu şad, mekanı cennet
olsun.
Kelime İntikalleri
Meselâ
«İyi ve Fena» mânâsına «Ezgü ve Yafuz» ile birlikte «Yahşi ve Yaman» kelimeleri
de vardır. «Peygamber» mânâsına «Yalafaç »dan başka «Resûl, Peygamber, Elçi» de
kullanılmaktadır.
Bilhasssa
Orta-Asya Türkçe metinlerinde hiç tesadüf edilmeyen «Çelebi » kelimesine -dinî
bir mânâda değil, fakat, bir kölenin efendisine hitabı tarzında tesâdüf
edilmesi, şübhesiz pek mânâlıdır. Herhalde yazarın, Kur’an metnini
okuyucularına hâlis Türkçe kelimelerle anlatmak için imkân derecesinde
uğraşması, hars tarihi itibâriyle çok mühimdir. «Allâh» umumiyetle «Tenğri»
kelimesi ile «Şeytan» arasıra «Yang» kelimesiyle ifâde edildiği gibi
«Melek» mefhumunu ifâde etmek için, eski hıristiyan ve maniheist Türkçe
metinlerinde olduğu gibi daima İran asıllı «Ferişte» kelimesine başvuruluyor.
Yine ayni metinlerde sık sık geçen7”«Burhan» kelimesi burada sâdece «Put»
karşılığı olduğu gibi, «Kâhin» in delâlet ettiği mânâyı ifade etmek için de
«Ham» («Kam» yerine) kelimesi mevcuddur.
8
Mayıs 1945: DRAU KATLİAMI
Alttaki
yazı http://abhazraa.tr.gg/DRAU-KATL%26%23304%3BAMI-.htm sayfasından
tanıtıma amacıyla aynen alınmıştır.
Kuzey
Kafkasya halkları tarihin her döneminde, vatan ve hürriyet mücadelesinin
bedelini ağır şekilde ödemişlerdir. Adıgeler başta olmak üzere tüm Kuzey
Kafkasyalılar Ruslar tarafından soykırıma tabi tutulmuşlardır. Rusların Kuzey
Kafkasya'yı kolonizasyonu sonucu, insanlar topraklarından zorla koparılmışlar;
ya sürülmüşler ya da acımasızca katledilmişlerdir. İşin en hazin tarafı işlenen
bu soykırıma, bugün Çeçenistan'da olduğu gibi, o dönemin dünyasının seyirci
kalmasıdır. Kuzey Kafkasya tarihinin büyük bir kısmı hüzün ve gözyaşı ile
doludur. 28 Mayıs 1945 yine böyle hüzün ve gözyaşı dolu
günlerimizden biridir. 'DRAU FACİASI' diye tarihe geçen bu
soykırım, maalesef Kuzey Kafkasya halkları tarafından yeterince
bilinmemektedir. İkinci dünya savaşında Alman orduları Rusya'ya savaş
açınca doğal olarak Kuzey Kafkasya'nın bir kısmı savaş alanı oldu. İkinci dünya
savaşı, Kuzey Kafkasya halklarına çift yönlü bir dram yaşattı. Kafkasya en
yiğit insanlarını zalim Stalin'in emriyle Alman ordularına karşı en ön safta
savaşa göndermek zorunda kalmıştı. İkinci dünya savaşında Kuzey Kafkasya
insanının verdiği kayıp gerçekten korkunçtu. Alman ordusunun yenilmesi
üzerine 1943 yılında gerek Alman işgal bölgesinde kalan bazı
Kuzey Kafkasyalı rejim muhalifleri, gerekse Alman ordusuna esir düşen bazı
Kuzey Kafkasyalılar Alman ordusuyla birlikte Kafkasya'yı terk etmek zorunda
kalmıştı. Kafkasya'nın farklı bölgelerinden olan 7000 civarında,
çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan mülteciler Stalin'in zulmünden kurtulmak
için kendilerini sözde hür Avrupa'ya atmışlardı. Mülteci grubu önce
İtalya'nın Paluzza bölgesinin dağlık bölgelerine yerleştiler.
Savaşın resmen bitmesinden birkaç gün önce de Avusturya'da Carinthia'nın
Ober Drauburg vadisine sürüldüler. Bu bölge Avusturya İtalya
sınırında dağların arasında Drau nehrinin aktığı bir vadiydi.
İrschen köyü
ile Dellah kasabası arasındaki vadi boyunca 7000 Kuzey
Kafkasyalı mülteci dağınık vaziyette çadırlarda ya da ormandan kestikleri
ağaçlardan yaptıkları derme çatma barakalarda yaşıyorlardı. Savaşın bitiminden
sonra bu bölge İngiliz kontrolünde kalmıştı. İlk başlarda İngiliz
askerleri bu kamplardaki insanlara çok iyi davranıyorlardı. Zavallı mülteciler
özgürlüğe kavuşacakları günü dört gözle bekliyorlardı. Kuzey Kafkasyalı
mülteciler bu kampta örgütlü bir yaşam sürüyorlardı. Kampta kalan mültecilerin
lideri 'Hanko' lakabıyla tanınan General Sultan Kılıç
Giray idi. Kılıç Giray 11 Mayıs 1918 yılında
kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ordularında
komutanlık yapmış önemli bir vatanseverdi. 1896 yılında Adıgey'in
Ulape köyünde dünyaya gelmiş olan Kılıç Giray, Kuzey Kafkasya
Cumhuriyeti Ruslar tarafından yıkılınca ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Bir
müddet Türkiye'de yaşamış ve Türk vatandaşlığı hakkını da almıştı. General
Kılıç Giray İkinci dünya savaşı sırasında da ülkesinin bağımsızlığı için
Avrupa'da girişimlerde bulunmuştu. İşte General Kılıç Giray eski bir
mülteci olarak Drau kampında soydaşları ile birlikte onlara
yardımcı olmak için çırpınıyor. İngiliz Askeri yetkilileri ile görüşmeler
yapıyordu. İkinci dünya savaşında galip devletler arasında
imzalanan Yalta Anlaşması sonucu, Avrupa'ya kaçan Rus
vatandaşı mültecilerin geri iade edilmesi gerekiyordu. İngiliz kontrolünde
bulunan Drau kampındaki Kuzey Kafkasyalılar hiçbir şeyden
habersiz kampta yaşamlarını sürdürüyorlardı. Hiç kimse, tarih boyu Kuzey
Kafkasya hürriyet mücadelesine sempatiyle bakan İngilizlerden Kuzey
Kafkasyalıları Ruslara teslim etmek gibi bir tavır
beklemiyordu. Londra kulislerinde Kuzey Kafkasyalıların akıbeti ile
ilgili önemli tartışmalar yapılıyordu. İngilizler, Ruslarla ters
düşmektense 7,000 Kuzey Kafkasyalıyı feda etmeyi tercih ettiler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar