Ben Öyle Olmayacağım
Tanrıyı çok seven bir çoban
vardı. Kendi garip dünyasında onunla konuşur, gevezelik yapardı. Her gün olur
olmaz basit şeyleri ona sunar, bundan da çok sevinirdi. Şansı yaver gitmiş,
Tanrısı ona misafir olacağını söylemişti. Çoban o güne kadar hayal edemeyeceği
tatlı sözlü sevdiğine kavuşacaktı…
Bir perde gerisinde görüştüler.
Çoban’ın gevezeliği tuttu. O kadar çok konuşmuştu ki, Tanrı’sı, biraz dur sus
diyecek kadar…çoban durdu ve burası sessizlik makamı olduğunu hatırladı... Duymuştu “Sukutumuzdan anlamayan sözümüzden
ne anlar”, deyişini…
İlk defa buluştuğu Tanrısı
yanında çok konuşmuştu….uyarı gelince durdu ve o da dinledi. Çoban olduğu
aklına geldi...
Çoban nerden bilsin edebi irfanı,
susmayı…ancak kalbine bir ağırlık çöktü. Keşke hiç olmasaydım dedi ve ölmeyi istedi.
Ölmek bir kurtuluş olurmuş…yine de ölmeyi de beceremedi…
O gün çoban akşam kadar misafir
edeceği Tanrısıyla sözleşmişti…gündüzünden düşünmüştü…Tanrı ile ne
konuşulur…bildiğim şeyler sürülerle konuştuğum şeyler…Tanrı katında ne
konuşulur demişti…
Arada dağlar var…
Çoban gece ayın altında… asırlık
aşkına kavuşmuştu…şaşkın şaşkın Tanrısına fırsat vermeden anlatıp durdu. Sonra
ne oldu…sus ve sessiz ol. Çoban, susmanın ne olduğunu o an anladı….anladı ama
iş işten geçmişti.
Tamam, dedi. Gecesindeki ay kaybolmuş
semasındaki yıldızları dökülmüş ve zifiri karanlığa düşmüştü.
Tanrısı ona “elveda” demişti…
Çoban düşündü durdu, sabahlara
kadar…ölmüş gibi üzerine karlar yağdı. Baş taşı dikilmiş günü önüne geldi…
Ölmüş gibi…
Ancak tanrısı ona acıdı bir elçi
gönderdi…
“Neden üzülüyorsun, Tanrı katına
bir kez çıkmak için yıllarını verenler var, neden üzülüyorsun ki, dedi.
Çoban, elçiye dedi ki, “ben
edepsizlik ettim…kendimi sanki yıllar yılı sürecek bir zamanım varmış gibi,
soluksuz konuştum, huzurunda…
Elçi, üzülme, dedi ve İmam Gazali
ile bir hikaye anlattı…
“Ben bir gün Mescid-i Aksa’da
uyumaya daldım ve rüyada Mescidin haricinde haremin ortasında bir tahtın
kurulduğunu ve büyük bir kalabalığın gruplar halinde içeriye girdiğini gördüm.
Bunların kim olduğunda sorduğumda; ‘Bunlar, Hüseyin/Hallac-ı Mansur için,
Resulullah’ın yanına şefaat etmeye gelmişler.' diye cevap verdiler. Baktım ki,
Hz. Peygamber tek başına tahtın üzerinde oturmuş, aralarında Hz. Musa, Hz.
İbrahim, Hz. İsa ve Hz. Nuh’un da bulunduğu diğer peygamberlerin hepsi yerde
oturmuşlar. Konuşmalarını dinlemek için bekledim."
"İlk önce; Hz. Musa,
'Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarına gelen peygamberler gibidir,
buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?' dedi. Peygamber
Efendimiz, ‘İşte şu!’ diyerek İmam Gazali’yi çağırdı."
- Senin adın ne?
- Muhammed bin Muhammed bin
Muhammed Gazali...
- Ben bir şeyi sordum sen on
şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir.
- Efendim, bu itirazın senin için
de geçerlidir. Allah sana “Elindeki nedir?” diye sorduğunda, bunun cevabı
sadece “Bu asamdır.” şeklinde olması gerekirken, "O benim asamdır. Ona
dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok
ihtiyacımı gideririm." (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Öyle değil mi?
- Evet, öyle demiştim.
- Maksadınız Allah Teâlâ ile daha
fazla konuşmak değil miydi?
- Evet.
- Ben de sizin gibi ulülazm büyük
bir peygamberi bulmuşken, konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini
söyledim.
Hz. Musa, Peygamber Efendimiz
salla’llâhu aleyhi ve selleme, “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin
âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş.” der... (bk. Busrevî,
Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)
Sende konuşmayı uzattın. Çünkü
sevgili yanında âşıkların dili çözülür. Konuşur durur kendini bilmeden…
İblis bin ahiret yılı kadar Tanrı
ile sohbet etti, onunla bir şeyleri paylaşmıştı. Sonra işin içine Âdem faktörü
girince bir kıskançlık doğdu. Sonuçta Tanrı ona “git” dedi… O da kendini
kovulmuş hissedince diğerleri için düşünüleni yaptı…Tanrı katını terk etti.
Ancak bilinen şeylerin aynısını yaptı, kininden… Tanrısına isyan edecek Adem
için gayretler içine girdi.
Sonuçta Ademi kendine benzetti.
Adem hatalara düştü….
Çoban bir an kendini düşündü…hata
yapmıştı edep ve irfan yoksunluğunu hatırladı.
Elçi ona dedi ki:
Sen iblis gibi olmamalısın, Âdem
hatayı kendine layık gördü, özür diledi…
Kul, kaderin sırrına vakıf
olursa, kendine isabet eden her şeyi Allah’tan bilir. Fakat bu kanaatin
açıklamasını edebe aykırı görür de fenalığı kendi nefsine, iyilikleri Hakk’a
nispet eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk kitab-ı hâkiminde buyurur: “Mâ esâbeke min
hasenetin fe minallâh (minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik”
(Sana isabet eden iyilik Alah’tan, kötülük kendindendir.)
Nisa suresi 4/79 Sana ne iyilik
gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni
insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
Âdem Aleyhisselâmın da bu yolda
hareket etmişti: Cennetten çıkarıldıktan sonra tövbeleri kabul olunduğu zaman
Cenâb-ı Hakk ona sordu ki: Biliyordun ki hayır, şer hep bendendir. Sen günahını
kendine nasıl isnat eyledin, “zalemna enfüsena” dedin?
A’raf suresi 7/23 Dediler ki:
“Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan
mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”
Cevap olarak dedi ki: Ya Rabbi,
bu günahın sebebini sen olarak göstermekten utandım.
Cenâb-ı Hakk şu misali buyurdu
ki:
Senin bu edepliliğine mükafaten
senin sulbunden bir çok enbiya ve evliya getireceğim.
Ta ki namın iki cihanda ebedi
unutulmasın.
İçinde bundan başka derin bir
bahis vardır ki söylersem mahzun olursun. Daha iyisi onu gizli tutayım ki belki
canımdan ve tenimden olurum. Gerçi o bahiste Hakk benim yardımcımdır, fakat onu
lisanıma alamam.
Kendimi kırar, günahkâr olurum,
bile bile günahkârlar sırasına girerim. Her fenayı ben kendimden bilirim,
şüphesizdir ki iyilikleri senden tanırım. Umdum ki, Hazreti Âdem gibi bana da
merhamet eder, içimdeki gamı kökünden sökersin. Hazret-i Âdem cennetten
çıktıktan sonra tövbeyi bir nefes dilinden bırakmadı. “Zalemna enfüsena” vird-i
canı oldu, bu zulmü kendime ben yaptım dedi.
Ondan sonra rahmet-i ilahiyye
erişti. Evvelki halinden yüz derece fazlasına nail oldu. Sonra Cenâb-ı Hakk
sordu ki:
İyi, kötü, gam, keder, her şey benden
gelmiyor mu?
Benim emrim olmadan küçük bir
yaprak kımıldayabilir mi?
Sen cürüm fiilini kendine nasıl isnat
ediyorsun?
Bunun kendinden olmadığını anlamadın mı?
Hayır, şer hep benim emrimle vücut bulmuyor
mu?
Adem Aleyhisselâmın dedi ki:
Ya Rabbi, biliyordum, fakat sana isnat etmek
edebi bırakmak olurdu.
Bundan dolayı suçu kendime nispet
ettim. Ta ki sana sığınabileyim. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki
Mademki sen edebe riayet ettin,
ben de mükafatını vereceğim. Senin sulbünden peygamberler getireceğim, her
birinin kudretini dünyada yüksek kılacağım. Ta ki ey temiz can, senin namın
asırlar, devirler var oldukça yaşasın.
Ben de eğer ikbal sahibiysem,
Hazret-i Adem’in sünneti üzere gideyim, o gruba dahil olmaya gayret edeyim.
Rebabnâme, Hz. Sultan Veled,
Makale, 101’den
Suçunu kabullendi Tanrıda onu
affetti.
Çoban Tanrıdan özür diledi.
Ben İblis gibi olmayacağım… dedi
Burada sorulması gereken bir
soru var…elçi kendiliğinden mi geldi?
Elçi, Tanrının emriyle geldi…
Çünkü Tanrı kulunu seviyordu
ve terk etmeyecekti. Onun ona bir zamanlar sözü vardı. Tanrıdan daha açık ve
doğru sözlü kim olabilir.
İsmail Hakkı Altuntaş
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar