Çoban Ölsün mü?
Yıllar önce Kâbe’de ağlama sesleri duyuldu. Harem halkı, Kâbe’nin içine bile baktılar.
Ancak sesin gelmesine neden olacak bir canlı emare bulamadılar. Ancak girenler dışarı çıktığında tekrar
ağlama sesi başlıyordu. Kâbe ağlıyordu. Bunun nedenini çözemeyen insanlar
çaresiz Kâbe’yi sessiz bırakmak için içinde nöbetle bir insanın durmasına karar
verdiler.
İnsanlar nedenini bilemedikleri bir şey yüzünden bu işten
bıkmaya başladılar ve nöbet tutmak istemiyorlardı. Sonunda Harem halkı bir
çoban buldu. Her şey garibin başına…koyun güdeceğine burada yat, biz yemeğini
de getiririz dediler. Çoban orada kalıyordu.
Hergün daha neşeli bir halde sırf ihtiyaçları için
ayrılıyordu. Ancak garip bir durum vardı. Çoban oradan ayrılınca Kâbe’nin
ağlama sesi çıkmıyordu. Cin gibi olan hukemâdan birkaç kişi, neden böyle oluyor
diye merak saldılar. Gizliden gizliye
çobanı izlediler. Çoban çoban, hayvan adamı.
Kâbe’nin içine insanın girmesine izin vermeyen Harem halkı
cahil çobana muhtaçtılar.
Çoban ise içeride yüzünü sevgilinin ayaklarına süren
aşıklar gibi sürekli
“Aman Ya Rabbi” “Kaç yıldır yüz göstermedin, bari evinde
beni misafir et” “Yoksa bu insanlar bana burayı layık görmezler, o da yetmez
gibi beni kovarlar.” “N’olur, canım benim Efendim” diyordu.
Tanrıda sanki onu dinliyor gibi yardım ediyor… işleri
halinde bırakıyordu. İşin bilinmeyen tarafı Kâbe neden bu çoban ile susuyordu.
Bunu merak eden hukemâ bir arayışa girdiler. Bir gün çobana sordular. “Sen
önceleri ne yapardın” Çoban da anlattı.
“Ben dağlarda avare avare gezerdim. Allah’a sürekli ben
seni çok seviyorum. Senden başka kimsem yok. Sen olmazsan ben ne yaparım. Sen
tanrısın ben ise bir aciz kul. Yüzünü görmekse, zaten imkansız bana, dağlardan
başka yurdum yok, buralarda gezinip duruyorum. Yanına Kâbe’ne bile varamıyorum.
Ne ilmim var ve nede güzel bir dilim ki, yalvarmada seni ikna edeyim. Sen de
yalnız başına kimsesiz gibi yaşıyormuşsun. Evin yurdun belli ama, gönlüne kimse
giremiyormuş. Ben bunu da dert edindim, ben tamam çaresizim, sen neden
böylesin…diye üzülüyorum…hiç olmazsa senin için ben de ağlayayım derdim.”
“O gün bugün ağlarım, yalnız başına dağlarda Mecnun gibi.
Sonra duydum ki, adam aranıyormuş, bu meseleniz için…bende öylesine geldim,
böylesine buldum.”
Hukema inanmadı, bu türlü saflık olur mu?
Çoban onlardan ayrıldı. Taşevin içine girdi. Yüzünü yerlere
sürdü. N’olursun bugün bir ayrılık iması sözler duydum ta içimden…ve Harem
halkı da birde beni kovarsa. Eğer ki benim gitmemi istiyorsan dua ediyorum,
öleyim. Artık sensizliğin yalnızlığına dayanamam. Yok..kendin sessizliğe
bürüneceksen yine beni öldür ki, o sensizliğe ve hiçliği de hiç dayanamam. Her
iki halde hep benim ölmem gerekiyor…öldür beni… dedi.
Kâbe’nin altın kapısı birden çat diye açıldı. Hukemâ içeri
girdi. Baktılar ki çoban ölmüş. Onu alıp götürüp yanındaki Hicrin içine
Hacer’in ayakucuna gömdüler. Fakat Kâbe’den çıkan her zamanki ağlama sesi
duyulmadı.
Her şey çobanın ölmesi için miydi?
Ağlamalar sızlamalar.
Kâbe yerinde duruyordu. Çobana hatıra olsun diye O güne
kadar mavi don giydirdikleri Kâbe’yi siyah örtü ile örttüler.
Ne zaman, Kâbe’nin siyah örtüsünün altındaki beyaz astar
görünürse, Çobanın kepeneği göründü, bu sene yine gök çok ağlayacak derler. O
sene çok yağmur yağar, kumlar ayağa kalkar.
Hikayeyi dinleyenler hep şunu sormuşlar. Çoban neden öldü?
Sonra da…o yok yok yok denecek kadar güzele ölünmez mi
dediler…birde ayrılık işinin karıştığı acılar da anılırsa.
Evet ölünür hem de binlerce kez…o güzel sevgiliye.
İsmail Hakkı Altuntaş
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar