Delimiz
Bizim mahallenin bir delisi vardı. Onunla alay edenin haddi
hesabı yoktu. En çok yaşanan olayda, mahalle mescidinin kapısına gelince, haşin
cemaatin, üstü başı pis diye kovmaları idi. O da inadına kapıya gelir, olmazsa
pencereye yüzünü dayar, ağlar ağlar dururdu. Birileri de illaki onu kovardı. O
da dayanamaz bağıra bağıra çığlıklar
atarak kaçardı. Adı deliye çıkmıştı. Deliye kim neyi layık görürdü, dini bile.
Garip bir durum, hani ne demeli, neden bunu yapıyor diye.
Hakkında çok hikâye anlatırlardı. Bir güzele âşık olmuş zamanında. Kavuşamamış
mı, terk edilmiş pek bilen yoktu.
Öylesine deli olmak kolay mı, deli olmuşta nedeni ne idi.
Şimdiye kadar meraklı biri de çıkmamış soranda olmamıştı.
Zenginin kapısını kırk kişi beklerken, deliye ise bir azar yeterli idi.
Olacak ya bir gün yolum onun kaldığı kulübenin yanından
geçiyordu. Kulübesine yaklaşınca bir inilti.
Duyan için ayrı bir dert olurdu.
Meraklılığımdan onu dinlemek için, hafif yüksek islenmiş
penceresinden içeri baktım.
Bizim mahallenin delisi yere yüzünü yaslamış ağlıyordu.
“İstesem de seni göremem, yanına varamam, yüzüne bakamam,
adını bile bilemem, tek bağım bir toprak ona da yüzüm sürüyorum. Biliyorum ki
bu toprağın bir ucuna ayakların basıyor. Ona da basmaktan, incitmekten
korkuyorum.
Sevgilim, teneffüs ettiğin havayı içtiğin suyun bulutunu
bir şekilde üstümde taşıyabilirim. Ancak bastığın toprağa ayak basmak içimi
acıtıyor” diyerek ağlıyordu.
Allah’ım bu ne hal, bu deli falan değil, düpedüz bir aşık.
Kendini kaptırmış gidiyor.
Dayanamadım içeri seslendim
“Canım! bakar mısın, dedim, demez olaydım, bizim deli uçtu…
birden yerlere serildi. Kendinden geçti.
“Canan canan …” diye figan ediyordu.
“Allah’ım ben bir halt yedim” dedim. Yaptığım şeyden
pişmanlık duydum.
Bizim deli Canan diye gözlerini açtı, sanki kırk yıllık
uykudan uyanan bir mağara adamları gibi.
“Nedir bu halin, seni perişan eden durum?”
Yeri gelmişken, camiye koymadıkları halde içeri girmek için
kapısına geliyorsun….
Durdu ve dedi ki;
“Cananım! Ne zaman caminin içine baksam Cananımı mihrabın
karşısında görüyorum. Herkes ona secde ediyor. Benim Cananım.”
Onsuzluğa dayanamıyorum...
Hiç olur mu mihrabta bir timsal, Biz orada Allah’a kulluk
ediyoruz, dedim.
Öyle deme, ben her çiçekte, her taşta, her yüzde Cananı
görüyorum. Bir de kendime bakıyorum, elim varmıyor ki çiçeği tutayım, yüzüm yok
ki ona varayım, Cananım deyip, kalbime bıçak atıyorum.
İlk cananımı gördüğümde çok yakışıklı zengin birinin çocuğu
idim. Şimdi ise hiçbir şeyi olmayan adı deliye çıkmış biriyim, tek sermayem
içimdeki sevgim.
Canan uzak beldelerin birine de gidince, onu kaybettim,
bulamıyorum. Bulsam da olacak bir şey yok, ona varmayacak bir konumdayım.
Şimdi yerleri öpüyorum. Bir yerde üzerine narin ayaklarını
basıyor diye…
O benim gönül tanrım. Allah’ım hoş görsün… ben onsuz
yapamıyorum. Onu anıyorum.
Bende ona dedim ki… Her şeyin sahibi Allah, gel beraber
mescide gidelim. Cemaat sana bir şey demez, dedim.
Güzelce onu yıkadım, abdest aldırdım. Mescide gittik.
Mihrabın karşısına geldi. Durdu, gözünü eğdi, bir vav gibi kıvrıldı, Canan
diyerek yere yığıldı.
Baktık ki, bizim deli ölmüş.
Sormak lazım biz iyilik mi yoksa kötülük mü yapmış olduk?
“Ah Canan dedim, seni bu kadar seven birini neden garip
bıraktın biraz insaf etseydin olmaz mı. O seni tanrısı gibi sevmiş. Gönül
vermiş.
Öldü gitti.
Değdi mi, bu ayrılık ve bu hasret. Bence daha başka
olmalıydı.”
Şimdilerde Kaf Dağında her zaman canan diye bir ses
inlermiş. Bizim delinin sesi olmalı.
Ne olaydı, sevgilin merhamet edip, aşığa hayat
bağışlasaydı.
Âşıklar maşuktan vazgeçmezler. En kolay yapacakları şey
ölmeleri…
Ben de bu hikâyeden sonra gönülden bir zevk alamadığım
hayatıma döndüm. Şimdi ölü gibi geziyorum.
İsmail Hakkı Altuntaş
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar