Fulbrıght Tezkeresinin Sırrı, Başkan Eısenhower'ın Veda Konuşması
Yeni Dünya Düzeni (tek dünya yönetimi) ve Birleşmiş Milletler’e daha fazla yetki verilmesi konusuna Amerika’nın ilgisi etrafında dönen tartışmalardan kafası karışanlara; meselelerin içyüzünü bilmeyenlere; ve daha fazla arkaplan bilgisi isteyenlere aşağıdaki yazıyı sunuyorum.
İlk biçimiyle "Savaş ve Barışın Açmazları" adıyla New Mexico State University’de iftihar derecesi için sunulan bu çalışmayla dalga geçildi. Tanınmış, yerel düzeyde atıfta bulunulan bir terörizm ve Orta Doğu "uzmanı" olan Dr. Yosef Lapid tarafından da "paranoya... belki de zihin hastalığının bir göstergesi" şeklinde tarif edildi. Gerisini siz düşünün...
Kaynağa atıfta bulunmak, "bilimsel yöntemdir" ama bu kural "Komplo Teorileri" için pek geçerli görünmüyor. Bin tane kaynak gösterilebilir, yine de "şüphecileri" ("realistleri") ikna etmeyecektir. Bana öyle geliyor ki, kanıtlara bakmayı reddederlerse, "zihin hastalığının göstergeleri" onlar için geçerli. Belki de SİZİN bilmenizi istemeyen daha meşum bir şey (gerçeği bilmek gibi) sözkonusu burada.
Paranoyak olmak demek, tehlike ve acı çektirme yanılsamalarına inanmak demektir. Tehlike gerçek ve kanıt da inandırıcı ise, bu durumda yanılsama olamaz. Kanıtları görmezden gelmek ve gerçek OLAMAYACAĞINI ümit etmek, zihin hastalığının daha bir göstergesidir.
Mesele, felsefe veya siyasal görüş farklılığından çok daha öte birşey. "Soğuk Savaş"ın ortasında büyüyen bizim kuşağa, ulusal egemenliğimizi yoketmeye ve anayasal hükümetimizi devirmeye teşebbüs edenlerin vatana ihanet suçu işlediği öğretildi. Tartışılan grubun bu suçu işleyip işlemediğine lütfen siz karar verin.
Eğer bir grup, ulusal hükümetlerin ve çokuluslu şirketleri fiilen kontrol ediyorsa; medyanın kontrolü, vakıf bursları ve eğitim yoluyla dünya yönetimi (hükümeti) propagandası yapıyorsa; ve günün sorunlarını kontrol edip yönlendiriyorsa, bu durumda varolan seçeneklerin çoğunu kontrol ediyorlar demektir. Council on Foreign Relations (CFR = Dış İlişkiler Konseyi) ve gerisindeki finans gücü, yetmiş yıldır yaptığı gibi tüm bunları yapmış ve "Yeni Dünya Düzeni"nin promosyonunu yapmıştır.
CFR, Amerika Birleşik Devletleri’nin Yönetici Eliti’nin promosyon koludur. En etkili politikacılar, akademisyenler ve medya şahsiyetleri buraya üyedirler. CFR, etkisini kullanarak Yeni Dünya Düzeni’ni Amerikan hayatına nüfuz ettirmekte kullanıyor. "Uzmanları" karar alam sürecince kullanılmak üzere bilimsel yazılar yazıyor; akademisyenler birleşik bir dünyanın hikmetini açıklıyor; medya da mesajı yayıyor.
Amerika’daki en etkili insanların nasıl Anayasa’yı ve Amerikan egemenliğini yıkmak için bilinçlice çalışan bir teşkilatın üyesi olduklarını anlamak için, en azından 1900’lerin başına dönmemiz gerekir –her ne kadar, bakış açınıza ve inançlarınıza bağlı olarak, hikaye daha eskilere giderse de.
Bir yönetici iktidar elitinin sahne gerisinde Amerikan yönetimini gerçekten kontrol ettiği görüşü, makam mevki sahibi pek çok Amerikalı tarafından ileri sürülmüştür. 1939-1962 yılları arasında Yüksek Mahkeme yargıcı olarak görev yapmış Felix Frankfurter, "Washington’daki gerçek yöneticiler görünmezler, sahne gerisinden iktidar kullanırlar" demişti. Bir arkadaşına gönderdiği 21 Kasım 1933 tarihli bir mektupta Başkan Franklin Roosevelt, "işin gerçeği şu ki (bunu sen de ben de biliyoruz), büyük merkezlerdeki bir finans unsuru ta Andrew Jackson’ın günlerinden bu yana yönetime sahip olmuştur". 23 Şubat 1954’te Senatör William Jenner bir konuşmasında şu uyarıda bulunmuştu: "Görünüşte anayasal bir hükümetimiz var. Hükümetimiz ve siyasi sistemimiz içinde, bir başka yönetim biçimini temsil eden bir organ, Anayasamızın modası geçtiğine inanan bir bürokratik elit var".
Baron M. A. Rotschild’da şöyle yazmıştı: "Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunlarını kimin yaptığı umurumda değil". Bir hükümeti kontrol etkin biçimde kontrol etmek için tek gerekli olan, parası üzerindeki kontrole, yani para ve kredi arz ve talebi üzerinde tekeli bulunan bir merkez bankasına sahip olmaktır. Bu, İngiltere Merkez Bankası gibi özel mülkiyet altındaki merkez bankalarının kurulmasıyla Batı Avrupa’da yapılmıştı. Georgetown’lı profesör Carrol Quigley (Georgetown’dayken Bill Clinton’un akıl hocasıydı) merkez bankalarını kontrol eden yatırım bankerlerinin hedeflerine dair şunları yazmıştı: "her ülkenin siyasi sistemine ve bir bütün olarak dünya ekonomisine egemen olabilecek çapta ve özel ellerde bir dünya finans kontrol sisteminin yaratılmasından başka birşey değil...dünyanın uyum içinde hareket eden merkez bankaları ve sıkça yapılan özel toplantı ve konferanslarda ulaşılan gizli anlaşmalar tarafından feodalist bir tarzda kontrol edilen bir sistem.."
Bir Amerikan merkez bankası kurma yönündeki ilk çabalardan olan The Bank of the United States (1816-36), ulusu tehdit ettiğine inanan Başkan Andrew Jackson tarafından lağvedilmiştir. Şöyle diyordu: "Şimdiki bankanın Amerikan yönetimini kontrol etmek için sarfettiği cesur girişim ve ortaya çıkardığı büyük rahatsızlık, bu kurumun kalıcılaştırılması ya da benzer birinin kurulması hatasına düşmesi durumunda Amerikan halkını bekleyen kaderin müjdecisidir".
Thomas Jefferson da şunları yazmıştı: "Merkez Bankası, Anayasamızın ilkelerinin ve biçiminin mevcut kurumlar arasındaki en büyük düşmanıdır... Eğer Amerikan halkı, özel bankaların önce enflasyon sonra da deflasyon yoluyla paralarının basımına izin verirlerse, etraflarında çoğalacak bankalar ve şirketler, halkı tüm mülkünden mahrum bırakacaklardır. Hatta, babalarının fethettikleri kıtada çocukları evsiz barksız kalıncaya kadar."
Bu, Amerika’daki mevcut durumu tarif etmiyor mu?
ABD, 20. yüzyıl başına kadar merkez bankası olmadan yapabildi. Kongre üyesi Charles Lindberg, Sr.’a göre yüzyıl başında, "Para Tröstü 1907 paniğine sebep oldu. Böylece Kongre’yi bir Ulusal Para Komisyonu kurmaya zorladı". John D. Rockefeller, Jr.’in kayınpederi Senatör Nelson Aldrich’in başkanlığındaki Komisyon, bir merkez bankası kurulması yönünde tavsiyede bulundu.
Yasal olmamasına rağmen (zira yalnızca "Kongre para basma ve değerini düzenleme yetkisine sahiptir", ABD Anayasası Madde 1, Fıkra 8), Federal Reserve Act (Merkez Bankası Yasası) görünürde ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve başka krizleri önlemek amacıyla, 1913 Aralık’ında yasalaştı. Fakat Lindberg’in Kongre’yi uyardığı gibi, "bu yasa, yeryüzündeki en büyük tröstü kurmaktadır .. Para Tröstü soruşturmasıyla da varlığı kanıtlanmış olan para gücünün sahip olduğu görünmez hükümet yasallaştırılacaktır". Büyük Bunalım ve daha sonraki sayısız resesyonun gösterdiği gibi, Federal Reserve, canı istediği zaman enflasyon ve federal borç yaratmakta ama istikrar yaratmamaktadır.
1920-1931 tarihleri arasında Temsilciler Meclisi Bankacılık ve Para Komitesi başkanı olan Louis McFadden, şunları ifade ediyordu: "Federal Reserve Act yasalaştığında, Birleşik Devletler halkı, burada bir dünya bankacılık sisteminin kurulmakta olduğunu düşünmüyordu. Dünyayı köleleştirmek için birlikte hareket eden uluslararası bankerler ve sanayicilerin kontrolünde bir süper devlet... Fed, gücünü gizlemek için her yolu denemiştir, ama gerçek şu ki Fed, yönetimin (hükümetin) yerine geçmiştir".
"Federal" olarak adlandırılmasına rağmen Federal Reserve sistemi üye bankaların özel mülküdür. Kendi politikalarını kendisi yapar; Kongre’nin veya Başkan’ın denetimine de tabi değildir. Rezervlerin denetçisi ve tedarikçisi olarak Fed, bankalara kamu mallarına erişim sunmuş, bu da onların kredi verme kapasitelerini artırmıştır.
"Ekonomik Çözümler"de Peter Kershaw, Federal Reserve Banka Sistemi’nin en büyük on hissedarlarını şöyle sıralamıştır: Rothschild: Londra ve Berlin; Lazard Bros: Paris; Israel Seiff: Italy; Kuhn-Loeb Company: Almanya; Warburg; Hamburg ve Amsterdam; Lehman Bros: New York; Goldman and Sachs: New York; Rockefeller: New York (Bu ailelerin tümünün değilse bile çoğunluğunun Yahudi olmasının önemini siz düşünün). Hisse senetlerinin sahipleri, üye olan büyük ticari bankalardır.
Davvy Kidd’e göre, Federal Reserve, basılan her 1000 banknot için Gravür ve Basım Bürosu’na yaklaşık 23 $ ödemektedir. Yani 10.000 adet 100 $’lık banknot (bir milyon dolar) Federal Reserve’e 230 $’a malolmaktadır. Daha sonra da ABD hükümetinden nominal değerine eşit bir teminat alınıyor. Teminat da taşeronları IRS tarafından toplanan bizim toprağımız, emeğimiz ve mal varlığımızdır.
Fed’e parayı düzenleme ve basma (sonuçta enflasyon yaratma) yetkisi vermekle Kongre, özel bankalara diledikleri gibi kar elde etme yetkisini vermiştir. Lindberg’in dediği gibi, "yeni yasa, tröstler ne zaman enflasyon isterse o zaman enflasyon yaratacaktır... Heyecanlı dönemlerde hisse senetlerini yüksek fiyatlardan halka kakalayıp, sonra da bir panik havası yaratarak düşük fiyatlardan geri alabilirler... Hesap gününe yalnızca birkaç yıl kaldı". O gün, 1929’da hisse senedi borsasının çöküşü ve Büyük Bunalım ile geldi.
Fed’e verilen en önemli yetkilerden biri de devlet tahvili alıp satma ve bunları alabilmeleri için üye bankalara kredi verme yetkisiydi. Bu, devlet borçları artırıldığında bankalar için bir başka kazanç mekanizması sağladı. Tüm gerekli olan da borcu kapatacak bir yol bulunmasıydı. Bu da 1913’te gelir vergisinin yasalaşmasıyla gerçekleştirildi.
Ulusal düzeyde bir gelir vergisi, Yüksek Mahkeme tarafından 1895’te anayasaya aykırı bulundu. Sonuçta Kongre’ye bir anayasa değişikliği teklifi verildi. Teklifi veren de Senatör Nelson Aldrich’ten başkası değildi. Amerikan halkına sunulduğu biçimiyle yeterince makul görünüyordu: 20.000 $’ın altındaki gelirler için sadece yüzde 1’lik bir gelir vergisi. Bu oranın artırılmayacağı da garanti ediliyordu. Kademeli bir vergi olduğu için vergi "zenginleri kazıklayacaktı", fakat zenginlerin başka planları vardı, servetlerini korumanın bir yöntemini geliştiriyorlardı bile.
1976’da yayınlanan "Rockefeller Dosyası" adlı kitabında Gary Allen’ın tarif ettiği gibi, "16. anayasa değişikliği eyaletler tarafından onaylanıncaya kadar Rockefeller Vakfı hizmete girmişti...Yaklaşık olarak Yargıç Kenesaw Landis’in Standart Oil tekelinin parçalanmasına hükmettiği zamanlardı bu. John D..., vergiden muaf dört büyük vakıf kurarak vergiden kaçmakla kalmadı, vakıfları "kurtarılmış malları" için bir depo olarak kullandı; kuşaklar boyu gayri menkul ve intikal vergisi vermeden aktarılabilsin diye varlıklarını vergiden muaf yaptı. Rockefeller’lar her yıl gelirlerinin yarısını kukla vakıflarına aktarıp "bağışları gelir vergilerinden düşebilirler".
Servetin kontrolünde sahipliği değiştiren vakıflar aynı zamanda zenginlerin çıkarlarının promosyonunu yapan bir araçtır. Milyonlarca vakıf paraları, koruyucu tıbbı kötüleyip ilaç kullanımını özendirmek gibi hedefler için "bağışlandı". Pek çok ilaç kömür katranı türevlerinden yapıldığından, hem petrol şirketleri hem ilaç üreticileri (ki çoğunun sahibi Rockefeller’dir veya onun kontrolündedir) bu işten en karlı çıkandır.
Hükümete (Federal Reserve’e) çok büyük miktarlarda kredi verme yoluyla (borcu –gelir vergisini- geri ödememin bir yöntemi ve zenginleri (vakıfları) vergilendirmeden bir kaçış), geriye kalan tek şey, para borçlanmak için bir bahane bulmaktı. Ne güzel bir "tesadüf" ki 1914’te I. Dünya Savaşı çıktı ve Amerika’nın savaşa katılımıyla ulusal borç 1 milyar $’dan 25 milyar $’a yükseldi.
Woodrow Wilson 1913’te görevdeki William Howard Taft’ı yenerek Başkan seçildi. Taft, bir merkez bankası kurulmasını öngören yasayı veto edeceğini açıkça söylemişti. Cumhuriyetçi oyları bölmek ve görece tanınmayan Wilson’ı seçtirebilmek için J. P. Morgan and Co., Teddy Roosevelt’in adaylığına ve onun İlerici Partisi’ne büyük paralar akıttı. Bir görgü tanığına göre Wilson, Demokratik Parti merkezine 1912 yılında zengin bir banker olan Bernard Baruch tarafından getirildi. Burada tanıştıklarından bir "beyin yıkama dersi" aldı; karşılığında da seçilmesi durumunda Federal Reserve ve gelir vergisi tekliflerini destekleyeceği ve Avrupa’da savaş olması durumuyla ve kabinesinin oluşumuyla ilgili tavsiyeleri "dinleyeceği" sözünü verdi.
İki dönemlik görev süresi içinde Wilson’ın başdanışmanı Albay Edward M. House adında bir adamdı. House’ın biyografi yazarı Charles Seymour, Kongre’den geçmesine rehberlik eden House’ı Federal Reserve Act’in "görünmez koruyucu meleği" olarak tanımlıyor. Bir başka biyografi yazarı da, House’ın "on sekizinci yüzyıl aklının ürünü olan Anayasa’nın tümüyle güncelliğini yitirdiğini, çöpe atılıp yenisinin yazılmasının ülke için daha hayırlı olacağına" inandığını söylüyor. House "Philip Dru: Yönetici" adlı bir kitap yazdı ve 1912 yılında isimsiz olarak yayınladı. Kitabın kahramanı Philip Dru, Amerika’yı yönetmekte ve kademeli bir gelir vergisi, bir merkez bankası ve bir "milletler cemiyeti" gibi radikal değişiklikler getirmektedir.
I. Dünya Savaşı hem büyük bir ulusal borç hem de Wilson’ı destekleyenler için muazzam kazançlar doğurdu. Baruch, Savaş Sanayileri Kurulu’nun başı olarak atandı. Buradan da ulusal ekonomi üzerinde diktatoryal yetkiler kullandı. Baruch ve Rockefeller’ların savaş sırasında 200 milyon doların üzerinde para kazandıkları bildirildi. Wilson destekçisi Cleveland Dodge müttefiklere cephane sattı. ABD’nin savaşa girmesinin verdiği korumayla J. P. Morgan da onlara yüzmilyonlarca dolar kredi verdi. Kar elde etmenin bir motif olduğu kesin ama savaş, dünya yönetimi nosyonunu haklı göstermek için de yararlıydı. William Hoar, "Komplo Mimarları"nda, 1950’lerde Carnegie Endowment for International Peace’in (ezelden beri globalizmi savunuyordu) kayıtlarını inceleyen hükümet müfettişlerinin, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasından birkaç yıl önce Carnegie mütevelli heyetinin dünya yönetimi için sahneyi hazırlamak amacıyla ABD’yi büyük bir savaşa müdahil etmeyi planladıklarını gördüklerini anlatmaktadır.
Temel engel, Amerikalıların Avrupa savaşlarına bulaşmak istememesiydi. Provokatif bir olay çıkarılmak zorundaydı (İspanya-ABD savaşını provoke eden savaş gemisi Maine’deki patlama türünden). Bu, 128 Amerikalı yolcu taşıyan Lusitania’nın bir Alman denizaltısı tarafından batırılması ve sonuçta Almanya karşıtı bir havanın yaratılmasıyla gerçekleşti. Savaş ilan edilince, ABD propagandası, tüm Almanları "Hunlar" ve lanetliler olarak tasvir ediyor, savaşa karşı çıkan tüm Amerikalılara da vatan haini damgası yapıştırıyordu. Ancak o zaman için açıklanmayan şey, Lusitania’nın İngiltere’ye savaş malzemesi taşıdığı, bu yüzden de Almanlar için meşru bir hedef olduğuydu. Yine de onlar, New York Times’a büyük ilanlar vererek Amerikalıları gemiye yolcu olarak binmemeleri uyarısında bulunmuşlardı.
Kanıtlar, gemiyi Almanlara batırtmak için bilinçli bir planın varlığına işaret ediyor gibi. "Lusitania"nın yazarı Colin Simpson, savaş sırasında İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin başı olan Winston Churchill, Amerikalıları taşıyan bir yolcu geminin batırılması durumunda doğacak siyasi etkiyi kestiren bir rapor hazırlanması emrini verdiğini yazıyor. Alman donanma şifreleri, Britanya adaları yakınlarındaki tüm U-botların nerede bulunduklarını yaklaşık olarak bilen İngilizler tarafından çözülmüştü. Simpson’a göre, İngiliz Deniz İstihbaratı’ndan Binbaşı Joseph Kenworthy’nin "Lusitania bilinçli olarak hayli azaltılmış bir hızda, U-Botların beklediğinin bilindiği bir bölgeye ve eskortları geri çekilerek gönderildiğini" ifade etti. Sonuçta, her ne kadar "bizi savaş dışında tuttu" sloganıyla Wilson 1916’da yeniden seçildiyse de Amerika çok geçmeden kendini bir Avrupa savaşında çarpışır buldu. Aslında Albay House, İngiltere’yle zaten gizli bir anlaşma müzakere etmiş, ABD’yi çatışmaya bağlamıştı. Öyle görünüyor ki Amerikan halkının bu meselede hiçbir dahli olmadı.
Savaşın sonu ve Almanya’ya ağır savaş tazminatları yükleyen Versay Anlaşması’yla Almanya’da Hitler gibi bir liderin yolu açılmış oldu. Wilson Paris Barış Konferansı’na meşhur "ondört noktasını" da götürdü. Ondördüncü nokta, bir "milletler genel teşkilatı" önerisi getiriyordu. Böylece doğan Milletler Cemiyeti, tek dünya yönetimine doğru ilk adımdı.
Wilson’un resmi biyografi yazarı Ray Stannard Baker, Cemiyet’in Wilson’ın fikri olmadığını ortaya koyuyor. "Cemiyet Anayasası’ndaki hiçbir fikir Başkan’dan çıkmadı". Albay House, Anayasa’nın yazarıydı. Wilson’ın tüm yaptığı kendi ifadelerine uyacak şekilde yeniden yazmak oldu.
Milletler Cemiyeti kuruldu ama gerek teşkilat gerekse dünya yönetimi planı başarısızlığa uğradı, zira ABD Senatosu Versay Anlaşması’na onay vermeyi reddetti. "Yeni Dünya Düzeni"nde Pat Robertson, Albay House’un ve diğer enternasyonalistlerin halkın görüşünde bir değişiklik olmadan ABD’nin hiçbir dünya yönetimi projesine katılmayacağının farkında olduklarını belirtiyor. Bir dizi toplantıdan sonra, iki şubesi olan (ABD ve İngiltere) bir "Uluslararası İlişkiler Enstitüsü" kurulmasına karar verildi. İngiltere’deki şube, Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Royal Institute of International Affairs) şeklinde oluştu, öncülüğünü de Round Table’ın üyeleri sağladı. 1800’lerde Cecil Rhodes tarafından başlatılan Round Table, dünyadaki İngilizce konuşan halkları birleştirme ve kendi yönetimleri altına sokma amacını taşıyordu.
The Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), Amerikan şubesi olarak New York’ta 29 Temmuz 1921’de kuruldu. Kurucu üyeler arasında Albay House ve "American Opinion"ın Ekim 1972 sayısında Gary Allen’in ifadesiyle "J. P. Morgan, John D. Rockefeller, Paul Warburg, Otto Kahn ve Jacob Schiff gibi uluslararası bankacılık kodamanları vardı –ki, Federal Reserve Sistem’in kurulmasını sağlayan da aynı klikti".
CFR’nin kurucu başkanı, J. P. Morgan’ın şahsi avukatı John W. Davis; yardımcısı da yine Morgan çıkarlarını temsil eden Paul Cravath idi. Profesör Carroll Quigley, CFR’yi "J. P. Morgan and Company’nin çok küçük bir American Round Table Grubu’yla ortaklık içindeki bir cephe grubu" olarak tanımlıyordu. Morgan etkisi, zamanla, tek dünya yönetiminin kendi iş felsefelerine de uyduğunu gören Rockefeller’lara kaybedildi. John D. Rockefeller, Sr.’ın söylemiş olduğu gibi "rekabet bir günahtır" ve küresel tekel, onlar uluslararası alanda büyüdükçe ihtiyaçlarına uymaktadır.
Stanford Üniversitesi Savaş, Devrim ve Barış Enstitüsü’nde araştırmacı olan Antony Sutton, bu felsefeyi şöyle tanımlıyor: "Sanayi dallarının tekelci kontrolü, J. P. Morgan ve J. D. Rockefeller için bir hedef idiyken 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde derin Wall Street, rakipsiz tekelleşmenin en etkili yolunun "siyasileşmek" ve toplumu tekelciler için çalıştırmak (kamu yararı ve çıkarı adına) olduğunu anladılar". Frederick C. Howe, 1906’da yayınlanan "Bir Tekelcinin İtirafları" adlı kitapta hükümeti kullanma stratejisini açıkladı: "Büyük işlerin kuralları şunlardır .. Tekel elde et; toplum sana çalışsın; ve tüm işlerin en iyisinin siyaset olduğunu unutma...".
Şirketler uluslararasılaştıkça ulusal tekeller artık çıkarlarını koruyamaz oldular. Gereken şey, sahne gerisinden kontrol edilen bir tek dünya yönetim sistemiydi. Plan, Albay House zamanından beri buydu. Uygulamak için de ABD’yi politik ve ekonomik açıdan zayıflatmak gerekiyordu. 1920’lerde ABD, kolay kredi bulunmasının da ateşlemesiyle on yıllık bir refah dönemi yaşadı. 1923 ve 1929 arasında Federal Reserve para arzını % 62 genişletti. Borsa çöktüğünde çok sayıda küçük yatırımcı yıkıldı, ama "içeridekiler" değil. Allen ve Abraham’a göre, 1929 Mart’ında Paul Warburg çöküşün yaklaşmakta olduğuna dair bir sinyal gönderdi ve en büyük yatırımcılar piyasayı terketti. Servetleri yerli yerinde duran bu yatırımcılar, şirketleri değerlerinin çok altında bir paraya satın alabildiler. Bir dolara satılan hisseler, artık beş kuruşa gidebiliyor, zenginlerin satınalma gücü ve serveti muazzam bir artış gösteriyordu.
Temsilciler Meclisi Bankacılık Komitesi Başkanı Louis McFadden’e göre: "Tesadüf değildi. Ustaca tasarlanmış bir olaydı... Uluslararası bankerler, hepimizi yönetenler olarak ortaya çıkmak için burada bir umutsuzluk ortamı yaratmaya çalıştılar". Curtis Dall (Roosevelt’in damadı yatırım şirketi Lehman Brothers’ın yöneticilerinden) çöküş günü New York Borsası’nın işlem salonundaydı. "Roosevelt: İstismar Edilen Kayınpederim" kitabında "çöküş, New York Borsası’nda gündelik paradaki planlanmış ani bir sıkıntının tetiklemesiyle halkın dünya para babaları tarafından planlı bir şekilde "soyulmasıydı".
Çöküş, Wall Street’in başkanlığa hazırladığı Franklin Delano Roosevelt’in (FDR) yolunu açtı. "Küçük insanların adamı" olarak lanse edilse de gerçekte Roosevelt’in ailesi New York bankacılığının 17. yüzyıldan beri içindeydi. Roosevelt’in amcası Frederic Delano, ilk Federal Reserve yönetim kurulunda görev yaptı. Roosevelt, Groton ve Harvard’da okudu; 1920’lerde de onbir farklı şirketin yönetim kurulunda görev yaptığı Wall Street’te çalıştı. Dall, kayınpederinden şöyle bahsediyor: "... Düşüncelerinin, siyasi "cephanesinin" çoğu... kendisi için önceden CFR-Tek Dünya Parası grubu tarafından dikkatlice hazırlanıyordu... Akıllı bir şekilde o, hazırlanan o "cephaneyi" şüphe etmeyen bir hedefin (Amerikan halkının) ortasında patlattı ve böylece başarılı olarak enternasyonalist siyasi desteğini korudu".
Amerika’yı 1934’te altın standardından çıkaran Roosevelt, sınırsız para arzı genişlemesinin, enflasyon dolu onyılların ve bankaların kredi kazançlarının yolunu açtı. Altın fiyatlarını onsu 20 $’dan 35 $’a çıkaran Roosevelt ve Hazine Bakanı Henry Morgenthau, Jr. (CFR’nin kurucu üyelerinden birinin oğlu), uluslararası bankerlere büyük kazançlar sağladı.
Roosevelt’in en fazla hatırlanan programı New Deal, ancak yüksek miktarda borçlanmayla finanse edilebilirdi. Gerçekte, Bunalıma sebep olanlar kurtulması için Amerika’ya borç para verenlerdi. Daha sonra da Ulusal Yara Sarma İdaresi (NRA, Bernard Baruch tarafından 1930’da teklif edilmişti) kanalıyla ekonomiyi düzenleme görevi kendilerine verildi. Roosevelt, Baruch’un müridi Hugh Johnson’ı NRA’ya yönetici olarak atadı. Yardımcısı da CFR üyesi Gerard Swope idi. Ücretleri, fiyatları ve çalışma koşullarını düzenlemedeki geniş yetkileriyle NRA, Herbert Hoover’ın anılarında belirttiği gibi, "tam faşizm; Mussolini’nin "korporatif devlet"inin yeniden canlandırılması" idi. Yüksek Mahkeme sonunda NRA’nın Anayasa’ya aykırılığına karar verdi.
Roosevelt yıllarında Council on Foreign Relations, Amerikan siyasi hayatını ele geçirdi. Hazine Bakanı Morgenthau’dan başka, CFR üyeleri arasında Dışişleri Bakanı Edward Stettinus, Savaş Bakanı Henry Stimson, ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sumner Welles de vardı. 1934’ten bu yana hemen hemen tüm Amerikan Dışişleri Bakanları ve Henry L. Stimson’dan Richard Chenney’e kadar TÜM Savaş veya Savunma Bakanları CFR üyesi olmuşlardır.
CIA kuruluşundan beri neredeyse hep CFR kontrolü altında olmuştur –CFR’nin kurucu üyesi ve Başkan Eisenhower’in Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın kardeşi Allen Dulles ile başlayarak. Allen Dulles, Paris Barış Konferansı’na katılmıştı. CFR’ye 1926’da katıldı, daha sonra da başkanı oldu.
John Foster Dulles, Woodrow Wilson’ın Paris Barış Konferansı’ndaki genç gözdelerinden biriydi. CFR’nin kurucu üyesi; Rockefeller’ların hısımı; Rockefeller Vakfı Başkanı; ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Başkanı idi.
Roosevelt 1940’ta enternasyonalist Wndell Wilkie’yi ("Bir Dünya" adlı bir kitap yazmış, daha sonra da CFR üyesi olmuştu) yenilgiye uğrattı. Kongre üyesi Usher Burdick o zaman Temsilciler Meclisi salonunda Wilkie’nin J. P. Morgan ve New York bankerleri tarafından finanse edildiği uyarısında bulundu. Kamuoyu yoklamaları çok az Cumhuriyetçinin onu desteklediğini gösterirken medya onu Cumhuriyetçi aday olarak lanse etti. O zamandan bu yana tüm başkan adayları CFR üyesi olmuştur. Gary Allen’a göre, üye olmayan Başkan Truman’a, hepsi CFR üyesi olan altı "akil adam" tarafından danışmanlık yapıldı. 1952 ve 1956’da CFR’li Adlai Stevenson, CFR’li Eisenhower’la yarıştı. 1960’ta CFR’li Kennedy (ki, muhtemelen onların tüm planlarına katılmama cesareti gösterdiği için öldürüldü) CFR’li Nixon’la yarıştı. Cumhuriyetçi Parti 1964’te Nelson Rockefeller’a karşı kendi adayını göstererek Establishment’i şaşkına çevirdi. Rockefeller ve CFR kanadı, Barry Goldwater’ı tehlikeli bir radikal olarak resmetme yoluna gittiler. 1968’de CFR’li Nixon, CFR’li Humphrey’e karşı yarıştı. 1972 "yarışması" CFR’li Nixon’la CFR’li McGovern’a tanık oldu.
CFR’li Başkan adayları arasında George McGovern, Walter Mondale, Edmund Muskie, John Anderson ve John Bentsen de var. 1976’da da Jimmy Carter vardı. O da, David Rockefeller ve CFR üyesi Zbigniew Brzezinski tarafından Japonya, Avrupa ve ABD arasında ekonomik bağlantı ve "dünya ekonomisini yönetme, küresel sistemin yumuşak ve barışçıl evrimini sağlama" amacıyla kurulan Üçlü Komisyon’un üyesiydi. Adı tuhaf bir şekilde üye listesinden 1979’da yokolduysa da CFR direktörü (1977-1979) George Bush ve de CFR üyesi Bill Clinton’ımız var.
Hepsi, Birleşmiş Milletler kontrolünde "Yeni Dünya Düzeni"nin savunusunu yapmışlardır. Ancak problem şu ki, Pat Robertson’ın dediği gibi, "... mevcut Birleşmiş Milletler teşkilatı gerçekte CFR’nin bir yaratığıdır ve binası Manhattan’da halen CFR’nin başkanlığını yapan David Rockefeller’in bağışladığı bir arsa üzerinde bulunmaktadır". İlk BM konsepti, 1943’te Dışişleri Bakanı Cordell Hull tarafından kurulan Gayriresmi Gündem Grubu’nun sonucuydu. Grubun Hull dışındaki tüm üyeleri CFR üyesiydi CFR’nin kurucu üyesi olan Isaiah Brown da bu konseptin fikir babasıydı. 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı’nı hazırlayan San Francisco Konferansı’ndaki Amerikan heyetinde şu isimler de vardı: CFR üyeleri Nelson Rockefeller, John Foster Dulles, John McCloy; komünist ajanlar olan CFR üyeleri Herry Dexter White, Owen Lattimore ve Konferansın Genel Sekreteri Alger Hiss. Amerikan heyetine CFR toplam olarak kırk yedi üyesini gönderdi ve sonucu fiilen kontrol etti.
O zamandan bu güne CFR ve onun medyadaki (büyük ölçüde "Washington Post"dan Katherine Graham ve "Time, Life"dan Henry Luce tarafından kontrol edilmektedir), vakıflardaki ve siyasi partilerdeki dostları sürekli olarak Birleşmiş Milletler’e daha fazla yetki ve güç verilmesi için lobicilik yapmışlardır. Bush ve Körfez Savaşı, bir "Yeni Dünya Düzeni" yönündeki çağrılardan yalnızca biridir.
On yıldan fazla bir süre CFR üyesi kalan Amiral Chester Ward, Konseyi en sert eleştirenlerden oldu ve 1975’te "Sedirdeki Kissinger" başlıklı bir kitap yazdı. Ona göre, "Bu elitist gruplar içindeki en güçlü kliklerin ortak bir hedefi var: Birleşik Devletler’in egemenlik ve bağımsızlığını teslim almak". Üyelerin çoğunluğu tek dünya yönetimi ideologlarıdır. Onların uzun dönemli hedefleri, Nixon Yönetimi tarafından benimsenen Eylül 1961 tarihli ve 7277 numaralı bir Dışişleri Bakanlığı belgesinde "eyaletlerdeki iç düzeni korumaya yeterli olanların dışındaki tüm silahlı kuvvet ve silahların elimine edilmesi ve Birleşmiş Milletler’i barış kuvvetleriyle donatmak... Ta ki (BM küresel hükümeti) hiçbir ulusun meydan okuyamayacağı güce erişinceye kadar" şeklinde tarif ediliyor. Ward’a göre, CFR içerisinde "Wall Street uluslararası bankerleriyle onların anahtar temsilcilerinden oluşan küçük ama daha güçlü bir grup var. Temel olarak, küresel yönetimin eline hangi yetkiler geçerse geçsin dünya bankacılık tekelini ellerine geçirmek istiyorlar... Bu CFR fraksiyonunun başında Rockefeller kardeşler var". Unutulmaması gereken şey, sözkonusu olanın çılgın bir marjinal grup olmadığıdır. Bunlar, dünyadaki en güçlü özel kuruluşların üyeleridir. Amerikan ekonomik, sosyal, politik ve askeri politikasını belirleyen insanlardır. CFR’nin 1993 yılı raporuna göre üyelerinin nüfuz ve kontrolü "akademi dünyasının, kamu bürokrasisinin, iş dünyası ve medyanın önde gelenlerine" kadar uzamaktadır. Kuruluşlarını şöyle tanımlıyorlar: "Paris Barış Konferansı’nın Amerikan katılımcıları, daha fazla sayıda özel Amerikalının ABD’nin artan sorumluluk ve ödevlerine aşina olmasının zamanı geldiğine karar verdiler... Üyelerinin ve daha fazla sayıdaki ilgili Amerikalıların yararına, Amerikan dış politikasını sürekli olarak inceleyebilecek bir kuruluşa ihtiyaç vardı".
CFR, yüzlerce programın sponsorluğunu yapmaktadır. Buralarda üyeler, "Amerikalı ve yabancı yetkililerle ve politika uzmanlarıyla görüş alışverişinde bulunur, iş dünyasını ilgilendiren dış politika sorunlarını ele alır; ve ABD çapındaki ilişkili toplum önderleri, karar vericilerle biraraya gelir". CFR, "pekçok fikre ev sahipliği yaptığını, hiçbirini savunmadığını" ve "Amerikan hükümetiyle hiçbir bağlarının olmadığını" söylüyor. Evet şunları saymazsak hiç bağları yok: "Konsey’in bir üyesi Birleşik Amerika’nın Başkanı seçildi... Onlarca başka Konsey’li meslektaş, kabinede ve kabine altı görevlere atandı ("Foreign Affairs"de tarif ettikleri gibi). Bunun yanında Kongre’nin, Yüksek Mahkeme’nin, Genelkurmay’ın, Federal Reserve pekçok üyesi ve pek çok başka federal bürokrat CFR üyesidir. Hükümetle BAĞLANTILI değiller; hükümetin KENDİSİDİRLER.
Bir başka görüş de CFR’nin resmi yayını "Foreign Affairs" dergisinin 50. yıl sayısında ifade edildi. "Ulusal Amacımıza Dair Düşünceler" başlıklı ve Kingman Brewster, Jr. imzalı bir makaleye göre amacımız kendi milliyetimizden kurtulmak ve "egemenliklerini bizimle paylaşmaları için başkalarını davet ederken biraz risk almak" olmalıdır. "Riskler" arasında, küresel bir BM hükümetinin güçlerine karşı çaresiz kalıncaya kadar silahsızlanmak da var. Egemenliğimizi, "dünya toplumu" yararına güle oynaya dünya hükümetine devretmeliyiz.
Bugün önümüzde, Almanya’daki bir Amerikan askeri olan ve BM üniforması giymeyi reddeden, bu yüzden de idari bir kararla terhis edilmeyle karşı karşıya bulunan Michael New örneği çarpıcı bir şekilde duruyor. New, haklı olarak Amerikan Anayasasını (BM’i değil) savunmak üzere yemin ettiğini söylüyor. Başka pekçok Amerikalı da, be dahil, o yemini etti ve Anayasa’yı savunmanın hala bizim namus görevimiz olduğuna inanıyor, zira Tanrı huzurunda edilen yemine sadık kalınmalıdır (mahkemelerde gerçeği söylemek yahut da memuriyete başlarken bu yemini başka ne için edelim ki?). Bugünlerde Tanrı’ya ve adına edilen yemine İNANMAK yoksa suç mu?
Bu arada, Anayasamızı ve egemenliğimizi yoketmek isteyen başkaları onurlandırılmakta, makam mevki verilmekte. Onlar hiç değilse ikiyüzlü değiller; sadece aşırı kibirliler. Eski Dışişleri Müsteşar yardımcılarından Richard N. Gardner’in görüşüne göre (Foreign Affairs, Nisan 1974), "kısacası ‘dünya düzeni evi’ aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmeli; yukarıdan aşağıya değil. Ulusal egemenliğe yönelik son hamle (onu parça parça eriterek), eski tarz saldırılardan daha başarılı olacaktır.
CFR kurucu üyesi Paul Warburg’un oğlu ve Roosevelt’in "beyin tröstünün" üyesi, 17 Şubat 1950’de Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki ifadesinde "sevseniz de sevmeseniz de dünya hükümetimiz olacak –fetihle ya da rızayla". Bu konuşan bir AMERİKALI mı yoksa tehlikeli bir çılgın mı? "Bizi FETHETMEKLE tehdit eden bu "Biz" kim? Onlar aslında bunu yapacak gücü olan bir grup ve bunu hergün azar azar yapıyorlar.
Medyadaki, eğitim ve eğlence alanındaki CFR üyeleri, "hümanizm" ve dünya kardeşliği propagandalarını yayıyorlar. Bir dünya hükümeti altında hepimiz barış içinde yaşamalıyız ve milliyetler ve vatanperverlik gibi bencil şeyleri de unutmalıyız. Kendi sorunlarımızı çözebiliriz. Tanrıya veya moral değerlere ihtiyacımız yok. Bunların hepsi görece zaten, öyle değil mi?.. Çünkü gerçekte biraz manevi karakter ve değerlerimiz olsaydı, bu insanların aslında KÖTÜ oldukları sonucuna varabilirdik. Kitabı Mukaddes, para sevgisinin tüm kötülüklerin anası olduğunu söylüyor. Bu insanlar kötüdür, zira parayı ve gücü severken aç gözlülük onları amaçları için herşeyi yapmaya sürüklüyor. Tüm maneviyat ve bilinçlerini kaybettiler; bu tür kavramların ve de Anayasamızın "modası geçmiş" olduğuna inanıyorlar.
Harcayamayacağı kadar servete sahip olmak deliliktir. Ve hala asla yeterli değildir. Hükümetleri kontrol etmek, savaş çıkarmak, dünyayı yönetmek için komplo kurmak zorundadırlar. "Sıradan insanlar", onların servetlerini nasıl kazandıklarının farkına varıp, onu geri almak ve suçlarının bedelini ödetmek istemesinler diye. Bu nedenledir ki bizi birbirimize düşürüyorlar... Siyahı beyaza, erkeği kadına, taşrayı kente, çiftçileri çevrecilere karşı karşıya getirerek...
Biz İnsanlar bir başka standarda tabi tutuluyoruz. Biz Başkanı veya bir kamu görevlisini tehdit edersek, suç işlediğimiz sonucuna varılır... Oysa Bir-Dünya-Çetesi, Anayasayı ve bu ulusun egemen yöneticileri olan Biz İnsanların özgürlüklerini tehdit edebilir, ama hiç bir şey söylenmez, yapılmaz.
Belki de İnsanoğlunun onlara yapabileceğinden korkmuyorlar...Herşeyi ayarladıklarına, güç ve servetlerinin bu dünyada galip geleceğine inanıyorlar. Ancak Anayasayı savunacaklarına Tanrı huzurunda yemin edenler (Başkan, Kongre üyeleri ve ordu), gerçekten korkacak birşeylerin olduğunu bir gün görebilirler. CFR’nin toplam üye sayısı yaklaşık 3000’i bulmaktadır. Aşağıdaki kısmi liste, 1993’teki Yıllık Rapordan alınmıştır:
Elliott Abrams, ROGER ALTMAN, John Anderson, Roone Arledge, LES ASPIN, BRUCE BABBITT, Howard Baker, William Bennett, LLOYD BENTSEN, Shirley Black, Tom Bradley, TOM BROKAW, Harold Brown, RONALD BROWN, Z. Brzezinski, WILLIAM BUCKLEY, Frank Carlucci, JIMMY CARTER, John Chancellor, Richard Cheney, Henry Cisneros, BILL CLINTON, William Colby, WARREN CHRISTOPHER, Mario Cuomo, James Dalton, Richard Darman, JOHN DEUTCH, Charles Dodd, Michael Dukakis, L. Eagleburger, Daniel Ellsberg, Geraldine Ferraro, Thomas Foley, GERALD FORD, Robert Gates, DAVID GERGEN, NEWT GINGRICH, RUTH GINSBERG, Katherine Graham, ALAN GREENSPAN, Alexander Haig, Richard Helms, Benjamin Hooks, C. Hunter-Gault, JESSE JACKSON, Bernard Kalb, N. Katzenbach, George Kennan, John Kerry, Jean Kirkpatrick, Henry Kissinger, ANTHONY LAKE, JIM LEHRER, I. R. Levine, John Lindsay, Richard McFarlane, George McGovern, Robert McNamara, Robert McNeill, George Mitchell, Walter Mondale, Daniel Moynihan, Edmund Muskie, Jack Nelson, Paul Nitze, SANDRA O'CONNOR, Claiborne Pell, Richard Perle, COLIN POWELL, DAN RATHER, ALIVE RIVLIN, Charles Robb, David Rockefeller, John Rockefeller, William Rogers, Walt Rostow, W. Ruckelshaus, Warren Rudman, Dean Rusk, Carl Sagan, Harrison Salisbury, Jonas Salk, DIANE SAWYER, John Scali, James Schlesinger, Daniel Schorr, PAT SCHROEDER, Brent Scowcroft, William Scranton, DONNA SHALALA, William Shirer, S. Shriver, George Shultz, Gary Sick, L. Silberman, William Simon, Steven Solarz, G. Stephanopoulos, David Stockman, Robert Strauss, Peter Tarnoff, D. THORNBURGH, Stansfield Turner<BR> LAURA D'ANDREA TYSON, Cyrus Vance, John Vessey, Paul Volcker, BARBARA WALTERS, Paul Warnke, Ben Wattenberg, William Webster, Caspar Weinberger, Timothy Wirth, Frank Wisner, JAMES WOOLSEY, Elmo Zumwalt,
CFR’nin geçmişteki ve şimdiki başkanları arasında da su isimler yeralıyor.: George Bush, Thomas Foley, Averell Harriman, David Rockefeller, Donna Shalala, Zbigniew Brzezinski, John McCloy, Douglas Dillon, Adlai Stevenson, Bill Moyers, Cyrus Vance, Henry Kissinger, George Shultz, Alan Greenspan, William Rogers, Lane Kirkland, ve daha birçok ünlü isim.
Üye şirketler:
American Airlines, American Express, Archer Daniels Midland, ASARCO, AT&T International, Atlantic Richfield, Avon Products, BMW of North America, Bank of America Bankers, Trust Barclays Bank, Bristol-Myers Squibb, Capital Cities/ABC, Chase Manhattan Bank, Chevron Citibank/Citicorp, Coca-Cola, Deere & Company, Dow Chemical, Dow Jones &Company, Dun &Bradstreet, E. I. du Pont, Estee Lauder, Exxon, Forbes Magazine, Ford Motor Company, General Electric, General Motors, Georgia-Pacific, H. J. Heinz, Hilton Hotels, IBM Corporation, ITT Corporation, John Wiley &Sons, Johnson &Johnson, J. P. Morgan &Co., Peat Marwick, Merill Lynch, Mitsubishi, Mobil Corporation, New York Times, Nippon Steel, USA Occidental Petroleum, Olin Corportation, Paramount Publishing, PepsiCo, Pfizer, Phillips Petroleum, Price Waterhouse, Procter &Gamble, Prudential Insurance, RJR Nabisco, Rockefeller Group, Schlumberger Limited, S. G. Warburg &Co., Siemens Corporation, Smith Barney Shearson, Sony Corporation, Texaco, Times Mirror, Toyota Motor Corp., TRW, Xerox Corporation.
Günahkar melek Albay House’un hala CFR’yi kontrol eden akrabaları var. Karen Elliot House, üyelik komitesinin başkanı ve Jeane Kirkpatrick’le beraber aday gösterme komitesinin de üyesidir. David Rockefeller, 1970-1985 arasında Başkan olarak görev yaptıktan sonra şimdi "Mütevelli Heyeti Onursal Başkanı"dır. Peter G. Pterson Başkan; Amiral B. R. Inman Başkan Yardımcısı; Thomas Foley ve Jeane Kirkpatrick de Yürütme Komitesinde direktör olarak görev yapmaktadır.
Bu "özel yurttaşların" hükümet görevlilerine ve politika yapıcılara diledikleri zaman ulaşma imkanı var. Ancak toplantılarının sonuçları sadece başka hükümet görevlilerine, şirket görevlilerine veya hukuki partnerlere verilebilir. Katılımcıların özellikli hiçbir açıklamayı, "hemen dağıtılma ve yayılma riski taşıyan" gazete ve televizyon gibi kamu araçlarına vermeleri yasaktır. BİZİM kamu görevlilerimizin özel gruplarla gizlice görüşmelerini yasaklamak gerekmez mi? Kamu görevlileri kamu işlerini ve politikasını kamu forumlarında açıklamalıdır.
Bu grup ve onların Amerika için planları hakkında daha söylenecek çok şey var. "Rockefeller Dosyası"nda Gary Allen’ın belirttiğine göre şehir, vilayet ve eyalet sınırlarını kaldırarak bizi federal bürokratların insafına terkedecek pek çok bölgesel yönetim planının ve "toprak kullanımı" kontrolleri propagandasının arkasındalar. "Herşeyin federal düzeyde kontrolünü istiyorlar. Çünkü federal yönetimi kontrol etmek istiyorlar.."
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, fuhuş ve seks köleliği işlerine; ve görgü tanıkları ve gerçeğe yaklaşanlara yönelik çok sayıdaki esrarengiz süikastlere karıştıklarına dair de pek çok suçlama var... Ama o ayrı bir hikaye.. n
REFERANSLAR
•Bo Adelmann, 1986. "The Federal Reserve System." The New American, October 17.
•Gary Allen, 1976. "The Rockefeller File". Seal Beach, CA: '76 Press.
•Gary Allen with Larry Abraham, 1972. "None Dare Call it Conspiracy." Rossmoor, CA: Concord Press.
•"Congressional Record," December 22, 1913, Vol. 51.
•Phoebe and Kent Courtney, 1962. "America's Unelected Rulers, The Council on Foreign Relations." New Orleans: Conservative Society of America.
•Curtis B. Dall, 1970. "FDR My Exploited Father-In-Law." Washington D.C.: Action Associates.
•A. Ralph Epperson, 1985. "The Unseen Hand." Tucson, AZ: Publius Press.
•"F.D.R.: His Personal Letters," 1950. New York: Duell, Sloan and Pearce.
•William P. Hoar, 1984. "Architects of Conspiracy." Belmont MA: Western Islands.
•Herbert Hoover, 1952. "The Memoirs of Herbert Hoover, The Great Depression 1929-1941." New York: Macmillan.
•Frederick C. Howe, 1906. "Confessions of a Monopolist." Chicago: Public Publishing Co.
•Robert C. Johansen, 1980. "Models of World Order," in "Dilemmas of War and Peace."
•Peter Kershaw, 1994. "Economic Solutions."
•Devvy Kidd, 1995. "Why A Bankrupt America?" Colorado: Project Liberty.
•Ferdinand Lundberg, 1938. "America's 60 Families." New York: Vanguard.
•Louis T. McFadden, 1934. "The Federal Reserve Corporation, remarks in Congress." Boston: Forum Publication Co.
•James Perloff, 1988. "The Shadows of Power." Appleton, WI: Western Islands.
•Carroll Quigley, 1966. "Tragedy and Hope." New York: Macmillan.
•Pat Robertson, 1991. "The New World Order." Dallas: Word Publishing.
•Charles Seymour, ed., 1926. "The Intimate Paper of Colonel House." Boston: Houghton Mifflin.
•Colin Simpson, 1972. "The Lusitania." Boston: Little, Brown.
•Arthur D. Howde Smith, 1940. "Mr House ob5 Texas." New York: Funk and Wagnalls.
•Antony C. Sutton, 1975. "Wall Street and FDR." New Rochelle, New York: Arlington House.
•George Sylvester Viereck, 1932. "The Strangest Friendship in History." New York: Liveright.
Kaynak: http://hardtruth.topcities.com/council_on_foriegn_relations.htm
DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER: Zbigniew Brzezinski
Posted: 22 Sep 2011 08:30 AM PDT
Doğum: Varşova, Polonya. 28 Mart 1928’de. Küçük asalet ünvanlı bir ailenin (Tadeusz ve Leonia (Roman) Brzezinski) oğludur.
Ailesi: 1953’te ABD’ye geldi. 1958’de vatandaş oldu. 11 Haziran 1955’te Emilie Anna Benes’le evlendi; üç çocukları oldu: Ian, Mark ve Mika. Brzezinski’nin eşi eski Çekoslovak Cumhurbaşkanı Eduard Benes’in kızıydı; onun kabinesinde Clinton’un dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın babası Josef Korbel, dışişleri bakanı Jan Masaryk’in özel yardımcısı olarak görev almıştı. Madeleine Albright, Brzezinski’nin Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Kongre kurye memuru olarak görev yapmıştı; daha sonra Brzezinski’ye anılarını yazmakta yardım etti.
Eğitim: Ekonomi ve siyaset biliminden birinci sınıf takdirle B.A. derecesi, McGill Üniversitesi, 1949. 1950’de aynı yerde siyaset biliminden M.A. derecesi; 1953-56’da Harvard’dan Ph.D.
Görevleri:
* Rus araştırmaları Merkezi (Russian Research Center), Harvard Üniversitesi’nde eğitmen, araştırma görevlisi (1953-56); Devlet ,araştırma Birliği, Rus araştırmaları Merkezi ve Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde (Center for ınternational Affairs) yardımcı profesör (156-60),
* Columbia Üniversitesi’nde Kamu Hukuku ve Yönetim (Public Law and Government) yardımcı prof. (1960-62)
* Çağdaş Çin Karma Komitesi (Joint Committee on Contemporary China) üyesi, Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi (Social Science Research Council) (1961-62).
* Araştırma direktörü, Uluslar arası Değişimi enstitüsü (Institute for International Change - 1962-77)
* Politik Planlama Konseyi üyesi (Policy Planning Council), ABD Dışişleri Bakanlığı (1966-68).
* Trilateral Komisyon kurucu üyesi ve direktörü (1973-76). Komisyon Brzezinski ve David Rockefeller’ın inisiyatifi ve Henry Kissinger’ın kuvvetli desteğiyle kurulmuştur. Üyeleri arasında Kuzey Amerika, Avrupa, ve Japonya’dan öndegelen politik, mali, medya, işçi ve sanayi dünyası kişileri vardır. Komisyon, o sıra Georgia valisi Jimmy Carter’ı üyeliğe davet eder ve, Brzezinski’nin şahsi çabaları ile, onun 1976 başkanlık seçimini ayarlar.
Brzezinski, anılarından bahsederken, der ki: “1975 sonları, Carter’ın baş dışpolitik danışmanı olmuştum.” Trilateralci ve gelecekte Carter’ın İtalya büyükelçisi Richard Gardner’la (bu kişi Venedik oligarşisinden Danielle Luzzato ile evliydi) Brzezinski, Demokrat Parti başkan adayı Carter için Ocak 1976’da ana dış politika metnini yazarlar; bu metin Carter yönetimi dışpolitikasının temelini oluşturur. Brzezinski, yine anılarında sadece “tüm Carter yönetimi dışpolitika başdanışmanlarının eski Trilateral Komisyon görevlileri olduğunu” söylemekle almaz, “yeni Başkan’ın dış ilişkilerle ilgili özel görüşleri de ... Trilateral Komisyon’da olduğu zamanlar şekillenmişti,” der.
* Başkanın ulusal güvenlik yardımcısı ve kabine üyesi (1977-81). Ulusal güvenlik yardımcısı Samuel Huntington’la birlikte çalışarak , Brzezinski 43 sayfalık ve bir gizli bülten yazdı; burada gelecek yönetimin 10 önemli dış ve ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Bu hedeflerden ikisi şuydu: “Çin’le askeri ilişkileri geliştirmek; böylece Sovyetler Birliği’ne karşı “Çin kartını” oynamak; ve insan hakları meselesini Carter yönetimi dışpolitikasının köşetaşı yapmak.
Anılarında Brzezinski Samuel Huntington’a en büyük övgülerini sunar. Huntington göreve Başkanlık Teftiş Tezkeresi 10 (Presidential Review Memorandum) ile atanmış, bu Brzezinski’ye göre Başkanlık Direktifi 18’in öncüsü olmuş (24 Ağ. 1977’de imzalandı), bununla Avrupa’ya taktik nükleer silahlar yerleştirilmesi ve ABD ordusunun çevik “alandışı” kaydırmalar için hazırlanması başlamıştır.
Yine de Brzezinski UGK’nın (Ulusal Güvenlik Kurulu) değiştirilmesi için bir plan önermiş, bu da gücü onun ellerinde toplamıştır. Başkanlık Karar Direktifi / UGK – 1 (Presidential Decision Directive / NSC – 1) Brzezinski’ye herhangi bir dış ilişkiler girişiminde Başkanlık Teftiş Tezkerelerini kaleme alma yetkisi vermiştir. Ve Başkanlık Karar Direktifi / UGK -2, UGK sistemini yeniden düzenleyerek iki alt komiteye ayırmıştır: 1) Politik Teftiş Komitesi – PTK (Policy Review Committee – PRC), başka bir kabine üyesinin başkanlığında olacak, ve 2) Özel Koordinasyon Komitesi – ÖKK (Special Coordination Committee – SCC) Brzezinski’nin başkanlığında ABD silahsızlanma politikaları, tüm kriz yönetimleri ve haberalma politikası konularından (“gizli eylem ve hassas operasyonlar onaylama” da dahil) sorumlu olacaktır.
Brzezinski, ayrıca tüm kararları Başkan’a bir kapalı “karar” tutanağı ile iletmeye ve Başkan’ın kararını da diğer kabine üyelerine iletmeye memur edilmiştir. Tüm hatlar, görüşme tutanakları ve kabine görevlilerinin konuşmaları (Dışişleri ve savunma bakanlarınınkiler de dahil) Brzezinski’den geçecektir. Başkan Carter’ın tam desteğiyle; Brzezinski adım adım Dışişleri bakanı Cyrus Vance’i ABD dışpolitikasının sözcülüğünden aşağıya indirir.
Gücü elinde toplama girişiminin son adımı olarak Brzezinski, CIA Başkanı Stansfield Turner’ın yetkilerini de gaspeder. Anılarında Brzezinski şöyle der: “Çok iyi bilinmeyen şey, Carter döneminde CIA’in de sıkı UGK denetiminde olduğudur. CIA başkanının Başkan’a ulaşma imkanı zayıftı; başta ona haftada bir, sonraları ayda iki brifing veriyordu ve bunlarda ben hep vardım ... Tüm CIA bilgisi Başkan’a benim üzerimden gidiyordu. Dahası, CIA ile ilgili tüm genel kararlar ÖKK üzerinden ya da Turner ile benim başbaşa oturumlarımız ile iletilmek durumunda idi.”
13 Ocak 1980’deki ulusa sesleniş konuşmasında Başkan Carter, sonraları “Carter Doktrini” diye bilinecek şeyden bahsetti: “Basra Körfezi bölgesinde kontrol sağlamak için başka bir dış gücün her girişimi ABD’nin hayati çıkarlarına saldırı olarak anlaşılacaktır, ve bu saldırı her yolla, askeri güç kullanımı da dahil, püskürtülecektir.” Bu kelimeler, Brzezinski’nin “kriz yayı” tezine dayanıyordu; tezin babası İngiliz haberalma casusu Bernard Lewis’ti, amaç Ortadoğu’daki bağımsız milli devletleri yoketmek, ve İngiliz emperyal “Büyük Oyun” tipi birşeyi sahneye koyarak bölgede Sovyet varlığını durdurmaktı.
Brzezinski kendi “Kriz yayı” konseptine anılarında değinir: “1978 sonu “Kriz yayı” tezini yaymaya başladım, ve 28 Şubat 1979’da, Başkan’a yolladığım bir notla ABD gücünün ve etkisinin Ortadoğu’da güvenceye alınması için yeni bir “güvenlik çerçevesi” oluşturmaya davet ettim; böylece önceki planlarımız olan ve o sıra dışişlerinin hala kendini bağlı hissettiği Hint Okyanusu’nun silahsızlandırılmasından vazgeçmeliydik. “Süveyş’in doğusundan” İngilizlerin ayrılışı ve Basra Körfezi’nin kuzeyinde stratejik dayanağımızın çöküşünden sonra, ABD’nin daha geniş bir cevabının gerekliliğini hissediyordum. Ve bu notumu birkaç ÖKK oturumunun konusu yaptım.” Brzezinski birkaç tırmandırma adımı ile “bölgeye etkin bir Amerikan gücü zerketmek” istedi; Hint Okyanusu ve İran Körfezi’nde ileri üsler kurmak da buna dahildi.
Brzezinski, Carter yönetiminin Ortadoğu politikasını da avucuna aldı, Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in Sovyetler’le ortak bir Cenevre konferansı toplamasına sert engeller getirdi; Carter’dan yetki alarak yeni İsrail Başbakanı Menahem Begin’le tüm ilişkileri yürüttü ve defalarca Vance’in Filistinlilerle bir “toprağa karşı barış” görüşmeleri girişimini defalarca baltaladı.
Alman Şansölyesi Helmut Schmidt, Alman “Ostpolitik”inin (Alman Doğu Avrupa Politikası – ç.n.) Vance üzerindeki Brzezinski baskılarıyla, Sovyetler Birliği ile detant anlaşmalarına set çekilmesi sonucu zayıfladığını gördüğünde, kendi “iyi makamlarını” SSCB ile görüşmelerin yürütülmesine yardım amacıyla önermişti. Brzezinski, sadece Başkan’ın bu teklifi geri çevirmesini sağlamakla kalmadı, ayrıca anılarında dediği gibi: “Başkan ve ben nasıl aynı kişilere hayransak, aynı kişileri de sevmiyorduk. Bunlardan biri de Alman Şansölyesi Helmut Schmidt’ti, başta yer alıyordu.”
Sovyetler kısa menzilli SS -20’leri konuşlandırarak karşılık verince Şansölye “Avrupa stratejik dengesi” konusunda endişelenmeye başlamıştı; Brzezinski Schmidt’e bir problem görmediğini söyleyerek o kadar öfkelendirdi ki, Schmidt Brzezinski’yi makamından kovdu. Aslında, SS -20’lerle ilgili Avrupa’nın endişelerine cevap olarak Brzezinski nötron bombasının geliştirilmesi ve konuşlandırılmasını önermiş, bunun politik olarak uygun olmadığı anlaşılınca, Avrupa’ya Pershing 2 ve Cruise füzelerinin yerleştirilmesini önermişti. Schmidt’in açıkladığı gibi bu silahların yerleştirilmesi, bir sınırlı nükleer savaşı mümkün kılıyor ve Almanya ABD’nin tam nükleer desteği dışında ve iki arada kalıyordu.
Brzezinski, Başkan Carter’ın izniyle Çin’le ilişkilerin “normalizasyonu”na başladı; siyasi anahatları selefi Kissinger’ın jeopolitik hedefi olan “Çin kartını oynamak”tı. Brzezinski şöyle yazar: “1972’deki ilk Nixon -Kissinger seferinden sonra , ABD -Çin ilişkileri tedrici olarak yavaşladı.” Ve ilave eder: “Çin’le ilişkilerin normalizasyonu yeni yönetimin kilit stratejik hedeflerindendi. Kanaatimiz oydu ki, Washington ile Pekin arasında gerçek işbirliği ilişkileri Uzakdoğu’da istikrarı büyük ölçüde kolaylaştıracak ve daha genelde ABD’ye Sovyetlerle global rekabetinde üstünlük sağlayacaktı.”
Gizlice desteğini müslüman köktendincilere verirken (önce İran’da, sonra Afganistan’da) Brzezinski Şah’ın devrilmesini ve Amerikalıların rehine olayını (1) fırsat olarak kullandı ve Vance ve CIA’yı devre dışı bıraktı. Brzezinski, Vance’in “yumuşaklığının” ve Şah’ın tereddütlerinin onun askeri darbe planlarını engellediğini söylemiştir. Haziran 1979’da – Afganistan’a Sovyet istilasından 6 ay önce – Brzezinski’nin kaleme aldığı ve Başkan Carter’ın imzaladığı bir icra emri ile , Afgan mücahitlerine ilk gizli yardım başlatıldı. Brzezinski, daha sonraları, Afganistan’daki bu gizli savaşın Sovyetleri Kabil’i işgale ittiğini ve bataklığa saplandıklarını söyleyecekti.
Brzezinski, ayrıca Henry Kissinger’ın Malthus’çu politikalarının sürdürülmesinde de kötü bir ün sahibidir. (NSSM – 200 kod adı ile yazılmış rapor) (2) Brzezinski açıkça, İran Körfezi ya da Rio Grande’nin güneyinde(3) “yeni Japonyalara” izin vermeyeceğini söylemiştir, yani dünyanın petrol üreten bölgelerinde yeni modern ekonomilere yer yoktur.
Diğer Görevleri:
* Columbia Üniversitesi’nde profesör (1981-89)
* CSIS (Center for International and Strategic Studies) - Uluslararası Stratejik Etüdler Merkezi’nde danışman (1981 -)
* Başkan Dış Haberalma Danışman Kurulu (President’s Foreign Intelligence Advisory Board) danışman (1987 –91)
Eserleri:
* The Permanent Purge: Politics in Soviet Totalitarianism, Harvard Uni. Press, 1956 (Sürekli Tasfiye: Sovyet Totaliterliğinde Politika)
* Ideology and Foreign Affairs, Center for International Affairs, Harvard Uni., 1959, katılımcı yazar (İdeoloji ve Dışilişkiler, Uluslararası İlişkiler Merkezi)
* The Soviet Bloc: Unity and Conflict, Harvard Uni. Press, 1960 (Sovyet Bloku: Birlik ve Çatışma)
* Totalitarian Dictatorships and Autocracy, Praeger, 1961, Carl Friedrich ile birlikte (Totaliter Diktatörlükler ve Otokrasi)
* Ideology and Power in Soviet Politics, Praeger 1962, (Sovyet Politikasında İdeoloji ve İktidar)
* Africa and the Communist World, Stanford Uni. Press, 1963, editör olarak (Afrika ve Komünist Dünya)
* Political Power: USA/USSR, Viking 1964, Samuel Huntington ile birlikte (Siyasi İktidar: ABD / SSCB)
* Alternative to Partition: For a Broader Conception of America’s Role in Europe, Viking 1965, (Bölünmenin Diğer Seçeneği: Amerika’nın Avrupa’daki Rolü Üzerine Geniş Konsept)
* Dilemmas of Change in Soviet Politics, Columbia Uni. Press 1969, editör olarak (Sovyet Politikasında Değişim İkilemleri)
* The Fragile Blossom: Crisis and Change in Japan (Harper, 1972 – Hassas Çiçek: Japonya’da Kriz ve Değişim)
* Between Two Ages: America’s Role in the Technocratic Era, Harper 1972 (İki Çağ Arasında: Amerika’nın Teknokratik Dönemdeki Rolü. Bu kitapta Brzezinski, Samuel Huntington’a girişte teşekkürden sonra, kendi teknokratik korporatist devlet hayalini anlatır. Burada “bilgisayar devriminin”, sibernetikin vs.nin tüm imkanları kullanılarak bir dikta kurulacaktır. O buna “teknetronik devrim” der. New Age tapınıcılarına katılarak Brzezinski, dünyanın “iki çağ arasında” olduğunu ve yükselen dünya düzeninde, klasik sınai üretim yerine “bilginin” hakim olacağını söyler.
* The Relevance of Liberalism, Westview Press, 1977 (Liberalizmin Uygunluğu)
* Power and Principle: Memoirs of the National Security Advisor (1977-81), Farrar, Strauss, Giroux, 1983 (Güç ve İlke: Ulusal Güvenlik Danışmanının Anıları 1977-81)
* Democracy Must Work: A Trilateral Agenda for the Decade: A Task Force Report to the Trilateral Commission, New York Uni. Press, 1984, Trilateral Komisyon üyeleriyle birlikte (Demokrasi İşlemeli: Onyıl İçin bir Trilateral Gündem: Trilateral Komisyon’a Özel Kurul Raporu)
* Game Plan: A Geostrategic Framework for the Conduct of the US -Soviet Contest, Atlantic Monthly Press, 1986, (Oyun Planı: ABD Sovyet Rekabetini Sürdürmek İçin Çerçeve)
* Promise or Peril, the Strategic Defense Initiative: Thirty Five Essays by Statesmen, Scholars and Strategic Analysts, Ethics and Public Policy Center, 1986, ortak yazar olarak (Vaad ya da Serap: Stratejik Savunma İnisiyatifi(4): Devlet Adamları, Akademisyenler ve Stratejik Analistlerden 35 Makale)
* In Quest of National Security, editör: Marin Strmecki, Westview Press, 1988 (Ulusal Güvenlik Arayışı). Bu kitapta Brzezinski, “UGK ve Başkan” başlığıyla eklediği bir bölümde, 1960’tan 1980’e dek (William Yandell Elliott’un, McGeorge Bundy’ler, Henry Kissinger’lar ve Brzezinski’lerden kurulu “çocuk bahçesi” dönemine denk gelir) başta bir “Başkanlık” sistemi olduğunu, bunun da Ulusal Güvenlik Danışmanına sınırsız yetki verdiğini kaydeder.
* The Grand Failure: The Birth and Death of Communism in the Twentieth Century, Scribner, 1989 (Büyük Çöküş: 20. Yüzyılda Komünizmin Doğumu ve Ölümü)
* Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the Twenty First Century, Scribner, 1993
* The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, Basic Books, 1997, (Büyük Satranç Tahtası: Amerikan Egemenliği ve Jeostratejik Sonuçları) Bu kitapta, ABD’nin Pax Romana ya da Pax Britannica’dan daha geniş bir imparatorluk olduğunu iddia eder ve “ödül Avrasya’dır” der. İddiasına göre kendi jeopolitik selefleri Sir Halford Mackinder ve Karl Haushofer’dır. Brzezinski, burada kendi “kriz yayı”nı daha da açarak “Avrasya Balkanları” dediği bir alana yayar. Burada Transkafkasya ve Ortaasya’da petrol, altın ve diğer hammaddelerin ele geçirilmesi için “Büyük Oyun” tekrar oynanacaktır. Şurası tesadüf değil, ki kitabını yazdığı sıralar Brzezinski Amoco petrol şirketinin Ortaasya petrolleri konusunda danışmanı idi. Belki bundan da önemlisi, iddiasına göre, ABD için Çin’in Ruslarla birleşerek Avrasya’yı geliştirmesinden daha büyük tehlike yoktur. Bu fikrin karşıtı Lyndon LaRouche tarafından öne sürülür.
* The Geostrategic Triad: Living with China, Europe and Russia, CSIS, 2000 (Jeostratejik Üçlü: Çin, Avrupa ve Rusya’yla Birlikte Yaşamak) n
Kaynak: Zbigniew Brzezinski and September 11th, February 2002, EIR Special Report
Notlar:
1) 1979 İran İslam Devrimi’nden kısa sure sonar ABD’nin Tahran büyükelçilik personeli casusluk yaptıkları gerekçesi ile elçiliği basan üniversite öğrencilerince rehin alınmış; olay ciddi bir bunalım doğurmuştu – ç.n.
2)Henry Kissinger ABD çıkarları açısından dünya nüfusunun 8 milyardan daha çok artışına engel olunmasını istemiş ve bunu engellemeye yönelik politikalar önermiştir. – ç.n.
3) Meksika sınırı, ç.n.
4) ABD’nin Yıldız Savaşları Projesi ç.n.
Posted: 22 Sep 2011 08:31 AM PDT
Aşağıda Henry Kissinger’ın 10 Mayıs 1982’de Kraliyet Dışişleri Enstitüsü’nde (Royal ınstitute of International Affairs) Dışişleri Sekreterliği Ofisi’nin 200. kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmanın metnini bulacaksınız. Konuşmanın başlığı: "Savaş Sonrası Dışpolitikaya Britanya ve Amerika’nın Yaklaşımları"dır.
Çevirenin Notu: Konuşma 1982’de yapılsa da konuların güncelliği bugünün kimi meselelerini anlamak için okunmasını zorunlu kılıyor.
Michael Howard, ilk derslerinde benim düşündüğümü doğrulamıştı: ABD de Britanya’nın bir Dışişleri Ofisi kurmasında pay sahibidir. Dışişleri Dairesi Yorktown Savaşı’ndan (Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda bir çarpışma) kısa süre sonra kurulmuştu. O zamanın Amerika’yı yoldan çıkaran "politikacıları" nedeniyle daha profesyonel bir mekanizma ile Britanya’nın yeni ortaya çıkan alanındaki "Dışilişkiler"i yürütmenin gereği ortaya çıkmıştı.
O günden beri Britanya ve Amerika’nın birbirlerinin tarihinde önemli rol oynamadıkları bir zaman olmadı. Genelde yapıcı ve yaratıcı bir ilişki oldu; belki de milletlerin ilişkiler tarihinde en uzun sürelisi. Son 200 yıl birbirimize değişik şekillerde yaklaştık, ve dış ilişkileri değişik perspektiflerden ele aldık. Sonuçta ve tartıldığında ilişkimiz dünya barışına hayli katkı sağladı. Bu özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönem için böyledir.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve erken savaş sonrası dönemin İngiliz-Amerikan ittifakının muhasebesi yapıldığında dikkatler Franklin Roosevelt ile Winston Churchill arasındaki farklı milli tarihlere dayanan önemli değişikliklere takılır. Bekasına hiçbir zaman bir yabancı tehdit almamış olan Amerika savaşları kötü kişi ya da kurumlarca çıkarılmış bir sapkınlık olarak görmüş; zaferden Mihver’in kayıtsız şartsız teslimini anlamıştır. Britanya kendi tarihi deneyi saldırganlığın çok çeşitli şekiller alabileceğini görmüş, dikkatlerini savaş sonrası dünyaya çevirerek savaş zamanı stratejiyi değiştirerek Orta Avrupa’da Sovyet yayılmacılığının önünü almaya çalışmıştır. Birçok Amerikan lideri Churchill’i güç politikalarına fazlaca kafasını takmakla, aşırı anti Sovyetçi olmakla, şimdi Üçüncü Dünya denen partiye karşı sömürgecilik taraftarı ve Amerikan idealizminin hep temayül ettiği yeni bir dünya düzenine hiç ilgi göstermemekle suçlamışlardır. İngi-lizler ise şüphesiz Amerikalıları naiv, aşırı ahlakçı ve dünya dengelerini gözetmekteki vazifelerini ihmalci görmüşlerdir. Tartışma Amerika’nın istekleri doğrultusunda ve – benim görüşüme göre, savaş sonrası güvenliği feda edilerek sonlandırıldı.
Çok şükür ki, Britanya’nın Amerika'nın sonraki yıllarda hızla uyanıp olgunluğa ermesine ağırlıklı etkisi oldu. 1940’lar ve 50’lerde iki ülke birlikte Sovyetler Birliği’nin jeopolitik meydan okumasına karşı cevap verdiler ve savaş sonrasının Batı işbirliği mekanizmalarının kurulması için liderliği ele aldılar; bu bir kuşak boyu güvenlik ve refah getirdi.
Bu süreçte adeta mizahi bir rol değişimi de yaşandı. Bugün güç dengelerine kafayı takmakla suçlanan ABD ve Avrupalı müttefiklerimiz bizi ahlaki sorumluluklardan kaçmakla suçluyor.
İnanıyorum ki, demokrasiler arasındaki üstün işbirliği gazete manşetlerinin konusu geçici sürtüşmeleri aşacak ve daha önemlisi ülkelerimizin karşılaştığı yeni somut tehditleri göğüsleyecektir.
Dış Politika Felsefeleri
Britanya ile Amerika arasında 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki tartışmalar şüphesiz tesadüfi değildir. İngiliz politikası iki yüz yıllık Avrupa güç dengeleri tecrübesine dayanıyordu, Amerika ise 2 yüzyıl bunu reddetmişti.
Amerika kendini dünya olaylarından soyutlanmış görürken, Britanya yüzyıllarca herhangi bir ülkenin Avrupa kıtasında hakimiyet kurmasının, bu hakimiyetin içyapısı ya da metodu ne olursa olsun, Britanya’nın bekasını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle dikkatli bir alarm halinde idi. Amerikalılar savaşların, liderlerin ahlaki zayıflığı nedeniyle çıktığına inanırken, İngiliz görüşü saldırının haklı nedenler kadar fırsatlara da dayandığı ve belli bir güç dengesiyle sınırlandırılması yönünde idi. Amerikalılar diplomasiyi zaman zaman gerekli görürken – bir takım birbirinden ayrı olayları kendi isteklerine göre çözmek için – Britanya onu herzaman organik bir tarihsel süreç olarak gördü ve doğru yönde seyrini sağlamak için sürekli müdahalenin gereğine inandı.
Britanya çok nadiren ahlaki mutlak temeller öne sürdü ya da güvenini teknolojinin nihai etkinliğine bağladı, oysa bu alanda çok gelişmeler sağlamaktaydı. Felsefi açıdan o hep Hobbes’çu oldu: Hep en kötüsünü bekledi ve hiçbir zaman düş kırıklığına uğramadı. Ahlaki konularda Britanya geleneksel olarak hep uygun bir ahlaki egoizm uygulamıştır; yani Britanya için iyi olanın diğerleri için de iyi olduğuna inanmak. Bunu yürütmek tarihi bir kendine güven gerektirir, tabii sinir sağlamlığı da. Ama o bunu her zaman bir tabii ılımlılık uygar bir insancıllıkla uyguladı ve böylece varsayımları hep haklı çıktı. 19. y.y.da Britanya politikası bir –belki de tek- denge unsuru olarak Avrupa sistemini 99 yıl büyük bir savaş olmadan barış içinde birarada tuttu.
Amerikan dışpolitikası çok farklı bir geleneğin ürünüdür. Kurucu Babalar şüphesiz geniş kültürlü kişilerdi; Avrupa güçler dengesini kavradılar ve onunla oynayarak bağımsızlığı kazandılar. Ama bundan bir küsur yüzyıl sonra Amerika, iki okyanusça çevrili olmanın sağladığı rahat içinde –ki bunlar Kraliyet donanmasınca korunuyordu- nevi şahsına münhasır bir görüş geliştirerek talihin zaten olayların doğal seyri içinde olduğu, dolayısıyla dünya politikasına müdahalenin bizim isteğimize bağlı olduğuna inandı. Biryanda (İngiliz Başbakanı) George Canning Monroe doktrinini dünya dengesi içinde bir yere koyup "Yeni Dünya’yı eskisinin dengelerini düzenlemek için yarattık" derken, Amerikalılar tüm Batı yarıküreyi özel bir yer gördüler, burası dünyanın geri kalanından tecrit edilmişti. Yarattığımız millet bilinçli olarak "kendinden zahir" gerçeklere inandı, ve Amerikan kamuoyunun tartışmalarında dünyaya katılmamız (ya da katılmamamız) hep ahlaki nedenlere tabi kabul edildi. Coğrafyamızın bize bu lüksü sunmuş olması Tanrı’nın bizi sevdiğinin bir delili idi, bunun karşılığında O’na borçlu idik ve rekabetçi ve kimi zaman da şüpheci ve her zaman göreli Avrupa güç politik stili Amerika’da hep rezil ve kaçınılması gereken bir örnek ve bizim ahlaki üstünlüğümüze bir delil olarak görüldü.
Amerikan dış politik tartışmalarında, 20. y.y.ın büyük bölümünde bile, "güç dengesi" tabiri aşağılayıcı bir takı yapmadan –"çağdışı" güç dengesi, "iflas etmiş" güç dengesi gibi- çok az yazılmış ya da konuşulmuş birşeydir. Woodrow Wilson Amerika’yı 1. Dünya Savaşı’na soktuğunda beklenen Amerika’nın et-kisi ile savaş sonrası düzenin "yeni ve daha mükemmel bir diplomasi" ile yönetileceği, al takke ver külah düzeninin, sırların ve demokratik olmayan uygulamaların biteceği düşünülüyordu; zaten savaşa da bunlar yolaçmıştı. Franklin Roosevelt, 1945’te Kırım Konferansı'ndan döndüğünde Kongre’ye savaş sonrasının "tekyanlı müdahaleler, özel ittifaklar, inhisar alanları, güç dengeleri ve yüzyıllara damgasını vurmuş diğer tedbirler döneminin kapanacağını umduğunu – ama haklı çıkmadığını" söylemiştir. Hem Wilson hem Roosevelt kolektif güvenlik sağlayan bir evrensel örgüte güvenlerini bağlamışlardı; burada barışsever milletler saldırganlara karşı savunma ve savaş için işbirliği yapacaklardı. Tüm milletlerin neyin saldırganlığa yolaçtığı konusunda fikir birliğine varacakları ve ona karşı çıkmayı, nereden gelirse gelsin, kendilerinden ne kadar uzak olursa olsun, ya da onda kendi çıkarları ne olursa olsun eşit derecede isteyecekleri varsayıldı.
Amerikan görüşüne göre milletler ya doğuştan barışsever ya da doğuştan savaşçıydı. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı’ndan sonra "barışsever" ABD, Britanya SSCB biraraya gelerek dünyanın Almanya ve Japonya’ya karşı jandarmalığını yapacaklardı; bu eski düşmanlar her nekadar kayıtsız şartsız teslim olsa da potansiyel tehlike taşıyordu. Eğer savaş zamanı müttefiklerimizin barışseverliğinden kuşkusu olan varsa bu kuşkular birçok Amerikan liderinin gözünde Britanya ya da SSCB’ninkinde taşıdığından fazla önem taşımıyordu: Roosevelt, güç dengelerine oynayan sömürgeci Britanya ile ideolojik yaramaz Sovyetler Birliği arasında bir bağlantısızlar hareketini ciddiye almadı. Truman bile Churchill ile Potsdam Konferansı öncesinde buluşmamaya özen gösterdi; SSCB’ye karşı Britanya ile "aynı safta" görünmek istemiyordu. Amerikan liderlerinin gizli rüyası, eğer büyük güç çekişmesi kaçınılmaz olursa, kendilerine daha sonra bağlantısızların alacağı rolü biçmekti: Ahlaki arabuluculuk; böylece uluslar arası diplomasinin pis oyununa girenlerin kendilerine tepeden bakan yargılarını kırıp atacaklardı.
1949’a gelindiğinde Dışişleri Bakanlığı Senato Dışilişkiler Komitesi'ne bir tezkere sunarak, Kuzey Atlantik Paktı’nı (NATO) diğer geleneksel askeri ittifaklardan kuvvetle ayrı ve dünya dengelerine yönelik her ilişkinin üstünde gördüğünü vurguladı. Pakt, bu tezkereye göre, "kimseye yönelik değildi; sadece saldırganlığa yönelikti. Amaç değişen bir "güç dengesini" düzenlemek değil, "ilkeler dengesini" güçlendirmekti.
Son onyıla dek Amerikan tercihi tarihi tecrübenin aşılabileceğine, problemlerin nihai olarak çözülebileceğine ve ahengin insanlığın normal hali olabileceğine inançtı. Bu nedenle diplomasimiz sık sık uluslar arası hukuktan, onun yaptırımları ve barışçı çözümlerinden dem vurdu; sanki tüm politik çekişmeler hukuki çekişmelerdi ve akıl sahibi insanlar adil bir çözümde uzlaşabilirlerdi. Theodore Roosevelt 1905’te Rus-Japon savaşındaki arabuluculuğu için Nobel barış ödülünü kazanmıştı. Alexander Haig’in Falkland sorunundaki çabasının ardında uzun bir gelenek vardı. Ayrıca eski bir Amerikan inancına göre ekonomik refah otomatik olarak politik istikrar getirirdi; bu inanç Herbert Hoover’ın 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki yardım çabalarından Marshall Planı'na ve oradan son Karayip İnisiyatifi’ne dek temel oluşturdu; dünyanın birçok köşesinde ekonomik gelişme ve politik istikrarın gelişim zamanlarının birbirleriyle uyuşmadığını bir yana bırakıyorum. Bu yüzyılın iki dünya savaşına ve sonrasına katılımımız ve enerjik tavrımız çabalarımızın bir gün son bulacağı ve ondan sonra da milletler arasında tabii ahengin sağlanmış olacağı inancına bağlıdır.
Tabii düş kırıklığı kaçınılmaz oldu. Amerika ahlaki bir haçlı seferi ile kızgın bir izolasyonizm arasında, aşırı yayılma ile kaçış arasında, sabit fikirlilik ile gönül almanın aşırı uçları arasında gidip geldi. Ama tarih bize iyi davrandı. Uzun süre bizi temel tercihler yapma gereğinden azat etti. Dengeyi koruma görevine çağrılmadan –uzun süre Britanya’nın "bedava" verdiği bir hizmet- dünya politikalarına sürekli katılımın, nihai sonuçlar ya da çözüm olmadan süresiz çabanın sorumluluğundan kaçabildik.
ABD 1945’ten sonra barış zamanı sürekli diplomasinin dünya sahnesine çıktıktan sonra bile, bunu kendi tarihi beklentilerimizin doğrulandığını gösterir koşullarda yaptık. Birkaç onyıl bol kaynaklarımızla çözümlerimize güç sunabildik ve böylece dış politikayı 1930-40’ların büyük oluşum süreci tecrübesinde yapabildik: New Deal Marshall Planı’na dönüştü; Nazilere karşı direniş Kore’de "politik müdahale" ve "sınırlandırma" (containment) politikasına dönüştü. Batı ittifakı içindeki hakimiyetimizi üstün gücümüz yerine hareketlerimizdeki soyluluğa bağlamayı tercih ettik. Aslında ABD Dünya GSMH’sının yarısını ve atom tekelini elinde tutuyordu. NATO müttefiklerimiz, bağımlılıkları nedeniyle kendilerini bağımsız milletler değil Washington karar alma mekanizması içindeki lobiciler gibi gördüler.
Dolayısıyla 1960’larda ve 70’lerde ABD kendi gücünün sınırlarının da farkına vardığında sarsıcı bir uyanış oldu. Şimdi Dünya GSMH’nın %20’sinin biraz üstünde bir payla ABD hala güçlüdür, ama egemen değildir. Vietnam bir şok ve hastalık idi, ama zamanla kabul edildi. 1970’lerle ilk defa ABD Avrupalıların hep bildiği türden bir dış politika uygulamak zorunda kaldı: Birçok ülke içinde biri, dünyaya hükmedemez, ondan kaçamaz da; uzlaşmalar, (diplomatik) manevralar, güç dengesindeki küçük kaymalara bile dikkat, sürekliliğin anlaşılması ve olayları birbirine bağlamak gereklidir.
Alışılmış iç tartışmalarımız bu uyumun eksikliğini ve acısını yansıtır. Amerikan sağı hala jeopolitik çaba olmadan ideolojik zafer bekler; Amerikan solu hala Dünyayı güçle kirletilmemiş iyiniyetle reforme etmek ister. Bir senteze yaklaşıyoruz, ama bu yavaş, acılı ve sıkıntılı bir süreç olacak.
Özel İlişkinin Tabiatı
Bu kadar farklı geleneklerden iki ülkenin dayanıklı bir ilişki kurabilmeleri kendi başına bile dikkat çekicidir. Sıkı İngiliz-Amerikan "özel ilişkisi" dönemleri bugün özlenir olsa da, bunlar kavga dönemleri de oldu.
Uzun bir süre tarihlerimizin farklı boyutlarına vurgu yaptık; birden çok anlamda farklı zaman boyutlarında yaşıyorduk. "Alabama Olayının" bir yüzyıldan daha da önce çözüme bağlanması ( ) ile Amerikan ve İngiliz çıkarları paralel yürümeye başladı. Gizlilik Atlantik’in bu yakasında daha gerekli görüldü (yani Britanya’da) ve Britanya kendisini ABD’ye karşı sıkıntıya düşürecek ittifaklardan kaçındı; bunların arasında yüzyıl başında Almanya’dan gelen ve aslı çıkmayan bir teklif de vardı. Amerikan hafızası daha uzun dayandı: 1. Dünya Savaşı geçici bir çaba idi; sonra izolasyonizme geri çekildik. 1920’lerde ABD Donanması hala Britanya Donanması ile savaş halinde uygulanacak "Kırmızı Planı" saklıyordu.
Hitler’le savaşa dek bu ara kapanmadı. Savaşın hemen sonrasında, felsefi öncüller ne olursa olsun, ortak gerekleri buyuran stratejik koşullar nedeniyle bir arada kaldık. Amerikan kaynakları, organizasyon ve teknoloji imkanları ile Avrupa güç dengesini anlamada İngiliz tecrübesi hep birlikte Sovyetler Birliği’nden gelen tehdide karşı durmak için gerektiler. Marshall Planı ve Kuzey Atlantik Paktı resmen Amerikan girişimleri idilerse de, İngiliz tavsiyeleri ve İngilizlerin çabuk ve etkin bir Avrupa cevabını organize etmeleri olmadan mümkün olamazlardı. Ernest Bevin, ilk dersinde Profesör Howard’ın söylediği gibi, Avrupa'nın cevabının vazgeçilmez mimarlarından ve Britanya’yı hakimiyetten etkileme politikasına götüren güvenilir bir yönetici idi.
O zaman bile İngiliz Amerikan sürtüşmelerine rastlanılıyordu. Filistin’e Yahudi göçü konusunda şiddetli kavga, atom işbirliği konusunda yanlış anlamalar, İran petrolü ile ilgili rekabet, Kiralama-Ödünç Verme (Lend-Lease) programının aniden bitirilmesi ve hızlı asker terhisi rastlanacak tahriş nedenleridir. 1950’lerde daha ciddi politik ayrılıklar Anthony Eden’i "İngiliz Amerikan ilişkilerinin acımasız gerçeği" hakkında konuşmaya zorladı. Politikalar paralel olsa da, kişilikler farklıydı. Eden ve Acheson dost ve iş arkadaşı idiler; aynısı Eden ve John Foster Dulles için doğru değildir. Yanlış anlamalar ve çıkar sürtüşmeleri Avrupa entegrasyonu, Almanya’nın tekrar silahlandırılması ve Çinhindi Olayları boyunca sürdü ve Süveyş Krizi ile zirveye tırmandı – buna kısa süre sonra döneceğim.
Bu huzursuzlukların temel birliği hiçbir zaman bozmamasının nedeni iki taraftaki devlet adamlığıdır. Bir faktör yeni koşullara uyum sağlamadaki İngiliz parlak zekasıdır. Dışarıdan Britanya’nın emperyal hayallere kendini fazlaca kaptırdığı izlenimi edinilebilir; Washington’la ilişkilerinde gösterdi ki, eski bir ülke kendini aldatmaksızın temelleri üzerinde durur. Bu politikanın beklenmedik mimarı Bevin zekice gördü ki, Britanya, Amerikan politikasını alışılmış baskı ve risk dengelemesi yöntemleriyle etkileyemeyecek kadar zayıftır. Ama, iyi tavsiyeler vermek, tecrübenin bilgeliğini ve ortak hedefleri öne çıkarmakla kendini vazgeçilmez kılabilir; böylece Amerikan liderleri artık Londra ile fikir alışverişini bir lütuf olarak değil, AMA KENDİ KARAR MEKANİZMAMIZIN BİR İÇ PARÇASI OLARAK yaparlar (vurgu çevirenin). Savaş zamanının saklı ve gayrıresmi işbirliği böylece SÜREKLİ BİR UYGULAMA OLDU, ÇÜNKÜ BUNUN İKİ TARAFA DA FAYDALI OLDUĞU AÇIKTI (vurgu çevirenin).
İngiliz-Amerikan işbirliğinin hız ve pratikliği üçüncü ülkelerde hayret –ve bayağı da alınma- konusu olmuştur. Savaş sonrası diplomatik tarihimiz yolboyu İngiliz-Amerikan "ayarlamaları" ve "anlaşmaları" ile doludur. Bunlar bazan hayati konularda olup resmi belgelere girmezler. B-29 atom bombardıman uçaklarının 1948’de Britanya’da üslendirilmeleri politik li-derler ve bürokratlarca anlaşmaya bağlandı ama kağıda dökülmedi. Sevimsiz olsa da, yalnız genel prensipler Roosevelt ile Churchill arasında 1942’de imzalanan atom bombası yapımında işbirliği konusunda kağıda döküldü. Roosevelt’in ölümünden sonra Clement Atlee hayranlık uyandıracak bir kendine hakimiyetle şöyle dedi: "Biz müttefik ve dosttuk. Her şeyleri de böyle sıkıca anlaşmaya bağlamak şart değildi."
İngilizler işin doğası gereği o kadar yardımcı oldular ki, İÇ AMERİKAN DEĞERLENDİRMELERİNİN BİR KATILIMCISINA DÖNÜŞTÜLER; BU DERECESİ BELKİ BAĞIMSIZ MİLLETLER ARASINDA DAHA ÖNCE GÖRÜLMEDİ (vurgu çevirenin). Benim bakanlığım döneminde İngilizler kimi Amerikan Sovyet ikili görüşmelerinde temel rol oynadılar – temel anlaşma taslağının hazırlanmasına katıldılar. Sonraki Beyaz Saray görevimde İNGİLİZ FOREIGN OFFICE’E, AMERİKAN STATE DEPARTMENT’TAN DAHA ÇOK BİLGİ VERDİM (vurgu çevirenin). Ancak bu uygulamamın, İngiliz olan herşeye düşkünlüğüme rağmen sürekli kılınmasını tavsiye etmem. AMA BU TİPİK BİR GÖSTERGEDİR(vurgu çevirenin).
1970’lerde kısa bir dönem Britanya özel ilişkiye bir son vererek "iyi bir Avrupalı" olduğunu kendine ispata kalktı; aynı yıl AB’ye girdi. Deneme kısa sürdü. 1976’da James Callaghan ve Anthony Crosland geleneksel dostluğu tekrar başlattılar –ama ismini koymadan- ve bu, o sene başlayan Güney Afrika görüşmelerinde çok kıymetli, hatta vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Rodezya ile ilgili görüşmelerimizde İngiliz aksanı ile yazılmış bir İngiliz taslak belgesi ile işe başladım; gerçi bir çalışma taslağı ile (working paper) kabinece onaylı taslak (Cabinet approved document) arasındaki farkı hala anlamıyordum. İşbirliği pratiği bugüne dek geldi; iniş-çıkışlar oldu, ama son Falkland krizinde bile ilişkinin anafikrine kaçınılmaz dönüş sağlandı.
Açıkçası Britanya’nın AB üyeliği yeni bir boyut açtı. Ama bence çözüm İngiliz-Amerikan bağlantısının özelliğini Avrupa idealinin mihrabı önünde kurban etmekten geçmiyor; daha çok bunu Amerika’nın tüm Avrupalı müttefikleriyle ilişkilerinin geniş planına yaymaktan geçiyor; sonuçta ister tektek ülkeler ya da Avrupa Birliği olsun, buna Avrupa kendi karar verecektir. Güç eşitsizliklerini karşılayıcı bu özel açıklık ve güven ilişkisi şimdi eşitler arası ilişkide daha önem kazanabilir ve Amerika ile Avrupa’nın gelecekteki ilişkilerini karakterize etmelidir.
Britanya, Amerika, Avrupa
Aslında, Avrupa hem Britanya hem de ABD için üzücü bir konu olmuştur. Amerikalılar sık sık Britanya’nın isteksiz bir enternasyonalist olduğunu unuturlar, özellikle de konu Avrupa olduğunda. Gelenek Britanya’yı uzak okyanuslar ötesine çeker. Dış ilişkilerin görkemi İmparatorluk ve Commonwealth ile karakterize idi; problemler ve tehlikeler ise kıta Avrupası ile. Çekoslovakya, ki –Avrupa’nın kalbindeki bir ülkedir- bu ülkeyi Chamberlain İngilizlerin hakkında çok az şey bildiği küçük ve uzak bir ülke olarak tanımlamıştır – o sıra neredeyse bir buçuk yüzyıldır İngiltere Hindistan’ın sınırlarında savaşıyordu.
Britanya’da Avrupa’ya katılmada isteksizlik her zaman iki siyasi kanatta da oldu ve biraz mistik bir hal aldı. Eden bir zamanlar Britanya’nın ona katılamayacağını "kemiklerinde hissettiğini" söyledi ve Hugh Gaitskell 1000 yıllık geleneği bir yana atmanın imkansızlığından dem vurdu. Ama daha temel sorunlar da var: Bağımsızlık hakkındaki kaygılar – solda bu kaygılar sosyalist planlamanın engellenmeden gelişimi ile birliktedir; kıtalılarla eşit koşullarda görüşmekteki içgüdüsel isteksizlik, Commonwealth ile ticaret bağları ve özel ilişki. Churchill bile, geleceğe ilişkin imalarına, hükümette de muhalefette de ileriyi gören 1947’deki Avrupa Birleşik Devletleri çağrısına rağmen kararsız kaldı. Görevdeyken hiçbirzaman bu içiçe geçmiş üç halka arasında tam dengeyi bulamadı: Commonwealth, Avrupa ve diğer İngilizce konuşan milletler.
Ancak Süveyş’ten sonra tecrit halinin tehlikeleri ve yükselen Avrupa’nın Britanya'ya geleneksel kıtasal dengeyi koruma görevinden farklı, ama o derecede önemli başka bir görev teklifi ortaya çıktı. Ekonomik faydaları belirsiz olsa da politik gerekleri açıktı: Yalnız Avrupa’nın liderlerinden biri olarak Britanya dünya sahnesinde önemli rol oynayabilirdi.
Avrupa Birliği’ne katılmakla Britanya kendi denge içgüdüsünü kaybetmedi. Ama ilke kez barış zamanı kendini tartıya çekti. Daha önce de söylediğim gibi, bunu, on yıl kaderin kapılarında beklemiş ve düş kırıklığına uğramış bir muhtedinin taşkınlığı ile yaptı.
Britanya’nın Avrupa ile ilişkilerini ayarlamakta sorunları varsa, ABD’nin de vardır.
Savaştan sonra, Amerikan liderleri bizim geleneksel görev adımı şevkimiz ve "problem çözücü" enerjimizden güçlü bir dozu Avrupa entegrasyonu sorununa adadılar. Federalizm, tabii ki, kutsal bir Amerikan prensibiydi. Philadelphia Konvansiyonu’ndan kısa süre sonra, Benjamin Franklin Fransızları Federal bir Avrupa kurmaya davet ediyordu. Benzer bir misyonerlik, daha pratik bir düzeyde, Marshall planında da görülür. Acheson bile, genelde bir ahlakçı kabul edilmezken, Avrupa ideali ile coşuyordu; o Robert Schuman’ı Avrupa Kömür-Çelik Birliği planını açıklarken dinlediğini hatırlıyor ve "o konuştuğunda, coşkusuna ve fikrinin genişliğine kapıldık," diyordu. Acheson, "Avrupa’nın yeniden doğuşu bu, o Reformasyon’dan beri tamamen bir tutulma halindeydi," diye yazar.
Taahhütlerimizdeki idealizme rağmen, Amerika ve Birleşik Avrupa arasındaki gerilimler, desteklediğimiz şeyin doğasında açığa çıktı. Savaş sonrası Avrupası’nın yıkılmış ve geçici olsa da güçsüz haline alışmış, sanayi devrimini başlatan, milli bağımsızlık ilkesini icat eden ve üç yüzyıl boyu karmaşık bir güçler dengesi içinde yürüyen Avrupa’yı unutmuştuk. Kişiliğini tekrar kazanan bir Avrupa ABD ile ilişkilerindeki dengeyi yeniden ayarlamak zorundaydı; Charles deGaulle, yalnızca bunun şeklinde Jean Monnet’den ayrılır; sonuncusu güçlü ve etkili bir Avrupa sesinin hayalini hiçbir zaman terketmedi.
Böylece, sonraki Amerikan şaşkınlıkları aslında hedeflerimizde gizliydi. Federal bir Avrupa’nın tam bizim gibi olacağını ve birleşik Avrupa’nın otomatik olarak yükümüzü omuzlayacağını, ve savaş sonrası Avrupa toparlanmasının –ve bağımlılığının- ilk yıllarındaki gibi Amerikan global hedeflerini takip edeceğini beklemek Amerikalıların saflığıydı. Bu böyle olamazdı.
Şimdi kimi tarih dışı beklentilerimiz kırılsa da, temel yargımız doğru idi: Avrupa birliği, gücü ve kendine güveni Batı’nın geleceği için gereklidir. Komünizm dışı dünyada tek inisiyatif ve sorumluluk merkezi olmak ABD’nin psikolojik –ve fizik- imkanlarının dışındadır. (Bu da bağımsız İngiliz ve Fransız nükleer caydırıcılığını desteklememin bir sebebidir). Avrupa’nın birleşmesine Amerikan desteği bu nedenle aslında kendi çıkarlarının bir gereği idi; gerçi bu diğergamlık sancağı altında geçit resmi ile yapıldı; ama, kimi zaman yazı-turanın çatışan perspek-tifler tarafı gelse de, bu bizim faydamıza idi –yeter ki temellerde uzlaşmanın yaratıcı yolunu bulalım.
Britanya, Avrupa, ABD, ve Sovyetler Biriliği; Britanya, Amerika ve Avrupa’nın 1945’ten beri birlikte göğüsledikleri ana dış politik sorun Sovyetler Birliği’dir şüphesiz. Ve biz bunu yaparken aramızdaki yapıcı birlik tükenmedi.
Tarihe kayıt açısından önemli bir nokta, Atlantik’in iki yakasının da probleme özel bir bakış tekeli taşımamalarıdır. Savaş biter bitmez, hem Britanya hem Amerika askerlerini terhiste birbirleriyle yarıştılar. Tüm Amerikan askerleri 1947’de Avrupa’yı terkedeceklerdi. Mayıs 1945’te Moskova’ya bir ziyaretten sonra Harry Hopkins başka Truman’a Amerika ile Rusya arasında herhangi bir temel çatışma nedeni görmediğini söylemişti.
Churchill görevden ayrıldıktan sonra İngiliz politikası kısa süre Amerikan li-derlerinin aklını karıştıran aynı beklentilerin kurbanı oldu. Yeni İşçi hükümeti önceleri "Sol Sol’la konuşabilir" diye umdu. Kısa nostaljik anda umuldu ki, Britanya Amerikan dizginsiz kapitalizmi ile Sovyet komünizmi arasında tarafsız durabilirdi. İngiliz İşçi Partisi ile diğer Komünist partiler arasında "ilerici birlik" kararı az oy farkla kabul edilmedi. Şüphe yok ki, ABD 1947’de Türk-Yunan yardım programını başlattığında Britanya’da kimileri, daha önce Roosevelt ve Truman’a olduğu gibi, sadece Avrupa’nın değil, süpergüç çekişmelerinin de uzağında kalmak ve Avrupa’daki dengenin geleneksel gözetici rolüne Doğu-Batı arasında aracılık rolünü de ekleyerek İngiliz etkisini artırabilecekleri fikrine kendilerini kaptırdılar. Bugün aynı eğilim kimi Avrupalı çevrelerde ortaya çıkıyor.
Tarihi hiçbir revizyonist saptırma şu gerçeği değiştiremez: İngiliz Amerikan ümitlerini serapa dönüştüren Kremlin’dir. Bugün bazı çevrelerde, şeytani bir Sovyet zekası ve ileriyi görme konusunda tuhaf inançlar vardır. Ama o yıllarda Stalin’in eski müttefikleriyle ilişkiyi sürdürme biçimi onu NATO’nun baş mimarı yaptı. Biraz Bay Molotov’un sert hatlarında kısa süreli gülümsemeler, biraz kendine hakimiyet ve diplomatik ustalık olaydı, bu, o sıra çocukluk evresindeki ve zayıf Atlantik işbirliğini kırmaya yeter ve planlandığı gibi tüm çocuklar (askerler, ç.n.)1947’de evlerine dönmüş olurdu.
Sovyetler bu derece bir ince ustalığı gösteremedi. Bunun yerine Moskova kendi yolunda devam ederek uzak ve yabancı oldu; biraz nezaket gösterip yumuşayacağı yerde paldır küldür davrandı. Ruslar Britanya’nın zafer resmi geçidine bir birlik gönderme ricasını reddetti ve Stalin Attlee’nin (İngiliz İşçi P. Başbakanı, ç.n.) savaş zamanı ittifakını koruma teklifine uzak durdu. Ernest Bevin’in, kendi partisinin sol üzerindeki etkisinin de bilinciyle, açık tutmaya çalıştığı her kapı yüzüne çarpıldı ve gürültüyle kilitlendi. Doğu Avrupa’da kısa süre sonraki sosyal demokratların kocuşturmalarında görüldüğü gibi, Sovyetler tektip bir "sosyalizmi" onaylıyor ve diğer demokratik versiyonları ile kapita-listlerden de daha sert mücadele ediyordu. Sovyetlerin Marshall Planı'nı açıkça reddetmeleri berbat bir gaftı; yumuşak bir ilgi gösterisi, beceriksizce de olsa, Batı kampında derin parçalanma ve gecikme yapabilirdi. Kabul savaş sonrası politikasının görünümünü değiştirebilirdi.
O zamanlar, Amerikan eylemciliği ve idealizminin en iyi sonuçları yarattığı zamanlardandı. 1940’lar, Atlantik’in iki yakasında hayal gücü kuvvetli adamlar ve cesur eylemlerin zamanıydı: Marshall Planı, Truman Doktrini, Berlin hava köprüsü, Brüksel anlaşması, ve sonuçta NATO bunlarca oluşturuldu. Sonraki yıllarda ABD ve müttefikleri Kore’de, Berlin’de ve Küba füze krizinde Sovyet baskı ve tehditlerine sıkı karşı durdular.
Ama Amerika’da bizler ABD-Sovyet nükleer çağ ilişkilerinin uzun vadeli problemlerinin yüzeyini yeni kazımaya başlıyorduk, kısa sürede bunlar daha karmaşık meydan okumalar doğurdu. En temelde sorun kavramsal idi. Amerikalılar bir Soğuk Savaş fikrinden hoşlanmamıştı. Onlar savaş ve barışı iki ayrı politik ortam olarak anlamaya yatkındı. Savaşın tek meşru hedefi topyekün zaferdi; uzlaşma barışın en iyi yoluydu. Bu anlamda savaş sonrası dönem Amerika’nın kavramsal beklentilerinin hiçbirini memnun etmedi. Savaşta bir politik strateji kavramından yoksunduk, barışta güç ve diplomasi arasında kalıcı bir ilişki anlayışı geliştirmekte güçlük çektik. Sınırlandırma (containment) politikası ve onun türevi olan "güç ile konuşma" anti-Hitler koalisyonu tecrübesine dayalıydı. Hedef askeri gücün nihai bir eşitlik sağlanacağı güne dek artırımıydı; bir yandan da Sovyetlerle görüşülecek, ama bu askeri güç hakkında zamanlama, içerik, hatta bu gücün yapısına dair hiçbir ipucu içermeyecekti. George Kennan’ın ünlü "X" makalesi 1947’de Foreign Affairs’te yayınlandı; makale Sovyet Sistemi’nin "olgunlaştırılması" konusuna müphem bir bakış getirdi. Dean Acheson "kuvvet durumları"nın oluşturulmasından sözetti; bunlar yolda bir yerde Kremlin’i "gerçekleri anlamaya" yöneltecekti. Ama bu görüşmeler hangi ayrıntılarla yapılacak ve hedefine olacak sorusu açık bırakıldı.
Sınırlandırma fikrindeki tek kusur, bugün artık klişe olduğu gibi, sadece askeri üstünlükle uğraşması değildi; ama Batı’nın savaş sonrası durumda askeri gücünün zirvesinde olduğu gerçeğini de yanlış kavramıştı. Sınırlandırma, böylece Sovyetlerle müzakereleri, Sovyetlerin gücünün arttığı bir döneme erteledi. 1945’te ABD’nin atom tekeli vardı ve Sovyetler 20 milyon ölü ile savaştan çıkmıştı. Politikamız böylece paradoksal şekilde Kremlin’e toprak fetihlerine sağlam yerleşmek ve nükleer eşitsizliği aşmak imkanı verdi. SSCB’ye nisbeten Batı’nın askeri ve diplomatik konumu hiçbir zaman 1940’larda Sınırlandırma’nın başladığı zamanki gibi avantajlı olmadı. Oysa o dönem Avrupa’nın geleceği ve dünyada barış üzerine ciddi bir tartışma başlatılabilirdi.
Genellikle olduğu gibi, Winston Churchill bu durumu iyi anladı. Ekim 1948’de Llandudno’da pek dikkat çekmemiş bir konuşmasında der ki:
"Şu soru soruluyor: Eğer onların da atom bombası olur ve bundan çokça yığarlarsa ne olur? O zaman ne olacağını bugün ne olduğuna bakıp anlayabilirsiniz. Görünen köy kılavuz istemez. Ay be ay dünyayı rahatsız ve tehdit etmeye devam ederlerse ve bizim Hıristiyan ve diğergam ahlakımız nedeniyle bu yeni gücü onlara karşı uygulamayacağımıza güvenirlerse, peki muazzam miktarda atom bombası yığdıklarında ne olacak? ... aklı olan hiçkimse önümüzde sonsuz zaman olduğuna inanmaz. Meseleleri bir sonuca bağlamalı ve nihai bir anlaşma yapmalıyız. Öyle amaçsız, yetersiz, birşeylerin kendiliğinden değişmesini bekleyip ortalıkta dolaşamayız. Birşeyler değişirkenden kastım, başımıza kötü birşeyler gelmesidir. Batılı milletler, eğer adil önerilerini ellerinde atom gücü varken ve henüz Rus komünistlerinde yokken ortaya koyarlarsa, büyük ihtimalle kan dökülmeden kalıcı bir anlaşma sağlayabilirler."
Böylece savaş sonrası dönem açıldı. Sallantıda bir barış kuruldu, nükleer dengeye dayandırıldı; zaman zaman görüşmelerle gerilimler geçici yumuşamalar sağlandı; ama nihai olarak temeli dehşet dengesiydi. Güvenliği sağlamak sorunu beklenmedik ve yepyeni bir boyut kazandı. Teknoloji kısa sürede ABD’yi doğrudan saldırıya maruz kıldı. Atlantik ittifakı giderek savunma stratejisini kitle imha silahlarına dayandırır oldu; oysa onların savunulan hedeflerle bağdaştırılması giderek daha da zorlaşıyordu.
Nükleer çağda barış ahlaki bir gereklilik oldu. Ve bu yeni bir ikileme yolaçtı: Barış isteği her uygar insanın özelliğiydi. Ama demokrasilerin barış isteği, özgürlüğü savunmaktan kopartıldığında daha acımasızların elinde bir tehdit silahına dönebilirdi. Nükleer savaşları engelleme isteği sınır tanımaz bir histeriye dönerse, nükleer tehdit aslında özendirilmiş olacaktı. Gücün barışla ilişkisi sorunundan, bir kuşak boyunca teknolojiden vazgeçilmek yoluyla kaçıldı. Ama tarih kaçanları affetmez. Amaçlarla araçları ilişkilendirecek bir strateji geliştirmek, Armageddon ile teslimiyet arasında seçimden bizi kurtaracak yeterli askeri güç geliştirmek dönemimizin birinci ahlaki ve politik sorunudur. En az aynı derecede önemli başka birşey de silahlanma kontrolü tekliflerinin ardına bir ittifak oydaşmasını koymaktır. Bu ise panik değil analize dayalı olmalı, saldırıya can atmak ile elini eteğini çekmek eğilimlerinin etkisinde kalmamalıdır.
Üçüncü Dünya Perspektifi: İttifak İçi Anlaşmazlığın Sınırları
Bu nükleer duraklama çağında, mizahi olarak yerel ve nükleer olmayan krizler daha olası hale geldi. Sömürge tasfiyesi çağında bu çatışmaların çoğu Üçüncü Dünya’da olmuştu. Bu alanda ise savaş ertesi Amerikan ve Avrupa eğilimleri kesin olarak farklıydı.
Amerikalılar Franklin Roosevelt’ten beri ABD’nin "devrimci" geleneği ile, sömürgeciliğe karşı çarpışan halkların doğal müttefiki olduğuna inandılar; bu yeni milletlerin bağlılığını Avrupalı müttefiklerimize sömürgeci hakimiyet alanında karşı çıkarak ya da baltalayarak kazanabilirdik. Şüphesiz Churchill bu Amerikan baskılarına direnmiş, Fransızların diğer Avrupalı güçlerin direnişi daha da uzun sürmüştür.
Avrupa sömürgelerini tasfiye ettiğinde, ki bu kısmen Amerikan baskısı ile oldu, bir rol değişimi yaşandı; her iki taraf da diğerinin felsefesine doğru yürüdü – Amerika uluslar arası güvenliğe eğilirken Avrupa genel ahlaki siyasal prensiplere yöneldi. Özellikle 3. Dünya sorunlarında Avrupalıların çoğu Roosevelt’in anti-kolonyalizmi ve Eisenhower’ın Süveyş krizine yaklaşımını benimsedi. Artık Avrupa 3. Dünya’nın ekonomik ve politik istekleri ile kendini özdeşleştirecek, 3. Dünya’nın talepleri giderek daha ısrarcı, inatçı ve radikal oldukça, çabalarını arabuluculukta yoğunlaştıracaktı. Aynı zamanda ABD, en azından kimli yönetimler sırasında, Eden’inkine çok benzer şu yaklaşıma geldi: Radikal değişikliklere destek ancak onları çoğaltmaya yarar.
Milli çıkar konusunda da değişik anlayışlar oluştu. 1971 Hint-Pakistan savaşında Britanya, Çin’le ilişkileri ilk geren ülke ile ilgili taşıdığımız kaygıyı taşımadı; Hindistan’a duyulan tarihi özlem çok kuvvetliydi. Aynısı Falkland krizinin başlangıcında da oldu. Amerikan Atlantikli ve Batı yarıküreli çağrılar arasında bocaladı. Ama bu anlaşmazlıkların hiçbiri kalıcı bir zarar vermedi. Sonunda yine biraraya geldik, eski dostluk diğer kaygılara üstün geldi.
Bundan çıkardığım sonuç şu ki, 3. Dünya konusunda değişik perspek-tiflerden iş görebiliriz. Ama farlılıkların diğer tarafın kendine güven ve görev duygusunu zedeleyecek duruma gelmemesine dikkat etmeliyiz.
Bu konuda Süveyş deneyimi öğreticidir. Uzun ve uzlaşmaz çatışmamız yalnız Ortadoğu ve 3. Dünya için değil, ama Batılı politikaların uzun vadeli gelişimi açısından da kalıcı etkiler yaptı.
Bu felaketin detayları konumuz dışındadır. Kanala yapılan İngiliz-Fransız seferi yanlış tasarlanmıştı. Şu da var ki, Eden aklen problemin doğru yanını yakalamıştı; ama Amerikan reaksiyonu, diğer şeylerle beraber, kimi ha-yati soruları getirdi: "Devrimci" geçmişimiz bugün nereye kadar geçerliydi, kendi yakın müttefikini rezil etmek ne derece akıllıcaydı; ve bu gidişin uzun vadeli sonucu ne olurdu?
Britanya ve Fransa, benim görüşümce, stratejik bir analizle hareket etmişlerdi. Bu eski moda ve bencil olabilirdi; ama maceraperest değildi. Nasır, Sovyet silahlarını ilk kabul eden ve radikal Sovyetçi oyunuyla Batı’ya şantaj yapan ilk 3. Dünyalı lider olmuştu. Eden’in görüşüne göre tehlikeli bir yol açılıyordu: Buna bugün kim yanlış der? Eğer Nasır’ın yolunun çıkmaz olduğu gösterilseydi, bambaşka bir uluslar arası ilişkiler sistemi gelişecek, ya da bu en azından 10 yıldan daha da erken böyle gelişecekti. Ama Nasır politikası haklı çıkmıştı; devrimler sonraki yıllarda Ortadoğu’ya yayıldı, ve bugünün dünyasında (konuşma tarihi: 1982, ç.n.) Sovyet silahlarına güvenerek nüfuzunu artırmak ve komşularının istikrarını bozmak isteyen birçok Nasır taklidi çıktı.
Bundan da önemlisi, Süveyş’te Fransa ve İngiltere’yi rezil edişimiz bu ülkelerin büyük güçler olarak dünyadaki rolüne sarsıcı bir darbe vurmuştur. Bu onların uluslar arası sorumluluklarını terkini hızlandırdı; bunun kimi sonuçlarını sonraki onyıllarda gördük; gerçekler bizi onların pabuçlarını giy-meye zorladığında – İran Körfezi’nde, ki iyi bir örnektir. Süveyş, bu anlamda Amerika’ya çok yük yüklemiş – ve aynı anda global rolüne bu güne dek gelen Avrupa kırgınlığını artırmıştır.
Açıktır ki, barış ve gelişme içinde bir dünya için yeni oluşan 100 milletin de uluslar arası sistemin parçası olmaları gerekir; eğer bu onlar için riskli hale gelirse uluslar arası düzey yürüyemez. Şurası tartışılmaz ki, gelişen dünyada birçok çatışma meşru sosyal, ekonomik, ya da politik nedenlerle çıkmaktadır; ama bu onların aşırılıkçılarca kullanılması ve Batı’nın uzun vadeli çıkarları aleyhine döndürülmesi tehlikesini kaldırmaz. Demokrasiler, değişen konumları ne olursa olsun, kendi felsefi ve ahlaki kanaatlerini devrimlerin tutarlı bir analizi ve değişimin nasıl yürütüleceği üzerine bir anlayışla ilişkilendirmeyi başaramadılar. Bunlardan öte, bu konuda demokrasiler arası tartışmalar müttefikler arasında bir tür gerilla savaşına çevrilmemelidir. Konu ne olursa olsun, sonuç Batı’nın genel dünya dengelerini sürdürmekteki psikolojik hazırlığının zayıflaması olacaktır.
Yakın bir müttefikin, hayati önemde gördüğü bir konuda kendine güvenen stratejik duruşu baltalanmamalıdır. Bu bugün de aynen geçerlidir. Bu anlamda Falkland Krizi sonuçta Batı beraberliğini güçlendirecektir.
Süveyş, Avrupa’nın bir dünya gücü olarak kendine verdiği değeri yaralayarak Avrupa’nın ABD ile Sovyetler arasında "aracı" rolüne sığınmasını hızlandırdı. Bazı Amerikan liderlerinin Churchill ve Stalin arasında ABD’nin oynadığı role benzetmek yanlışlığına düştükleri bu rolü, sonuçta birçok Avrupalı Washington ile Moskova arasında oynamayı kabule yanaşmıştır.
Bu yeni bir şey de değil. Bu, Britanya’nın bize, görüşmenin de bir stratejik eleman olduğu bilgece tavsiyesini yaptığında başlamıştır. Ama bu ders Amerikalılara sık sık hatırlatılmalıdır. Öncüllerini Attlee’nin, Truman Kore’de nükleer silahlar kullanmak istediğinde onu yatıştırmak için Washington’a uçuşunda; Eden’in bir çok Cenevre konferansında Dulles’ın ahlakçılık dönemi içinde diyaloga destek çabalarında; Macmillan’ın Astragan bir kalpakla 1959’da Moskova’da ortaya çıkışında; 1969’da Nixon hükümetini Detant’a ısrarla sokmaya çalışan birçok Batı Avrupalı çağrılarda bulur. Ama çok ileri gittiğinde , SSCB’ye karşı ya da 3. Dünya’daki Batı düşmanlığına karşı tutarlı bir Batı politikasının takibindeki sorumluluk payını terk tehlikesi taşır.
Ve böylece kimi güncel tartışmalarımızda birbirimizin yerine geçmiş mizahi konum kaymasını görüyoruz. Gücün değerini küçümsemek, iyi niyete soyut bir güven, ekonomik ilişkilerin pasif etkisine inanç, savunma ve güvenlik gereklerini ihmal, global güç dengesini korumanın kimi kirli ayrıntılarından kaçmak, ahlakın üstünlüğünü varsaymak – bu özellikler bir zamanlar Amerika için karakteristik olup şimdi Avrupa’da daha sık rastlanmaktadır. Gerçi ABD eski ahlakçılığını tamamen terk ya da bir zamanlar Avrupa’nın yaptığı gibi tam bir güçler dengesi anlayışını kabul etmemiştir, ama Avrupa’da çokları paradoksal biçimde Amerikalıların sorumluluktan kaçtığı yıllardaki düşlerini benimsemiştir.
Sanayi demokrasilerinin birliği demokratik değerlerin yaşaması ve küresel dengenin sürmesi için hayatidir. En azından ittifakların şu kalıcı sorusunu sormalıyız: Ne kadar birliğe muhtacız? Ne kadar farklılığı kaldırabiliriz? Her konuda fikir birliği ısrarı felç halini davet olabilir. Ama her müttefik de hoşuna gittiği gibi davranırsa ittifakın anlamı ne olur? İttifakın önünde, bu sorunlarla somut, ciddi ve en önemlisi derhal ilgilenmekten daha önemli bir konu yoktur.
Güncel Tartışma
Birkaç genel tesbitle Amerika ile Avrupa arasındaki tartışmaya girelim:
Asla ABD’nin her bildiğinin doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ama Avrupalılar, Amerika’da sonuçta kırgın bir milliyetçilik ya da tek yanlılık veya dünya işlerinden çekilmek doğuracak düş kırıklıkları yaratmaktan dikkatle kaçınmalıdırlar.
ABD’nin bazı yaptıklarıyla Avrupa’da Avrupa’nın artık kendi çıkarlarına, kendi kimliğine, kendi siyasetine bakması gerektiği duygusunu körüklediğini kabul ediyorum. Gerçekten de, dediğim gibi, genç ve atak bir Avrupa’nın bizi izlemesi şeklindeki saf Amerikan beklentileri, kimi zaman Avrupa’nın kendi rolünü hatırlatmakta sinirli davranmasına yol açıyor. Son zamanlarda ABD kasten olmasa da nükleer bir savaş tehlikesine atılmakta katı ya da barış ihtimallerine karşı yeterinden az ilgili görünüyor olabilir. Ama ABD de en az eleştirenleri kadar şu uyarısında haklıdır: Güçle desteklenmemiş barış arayanlar ergeç o barışın koşullarını kendilerine dikte ediliyor bulacaklardır. Barış anlamlı olacaksa adil olmalıdır; milletler ütopik bir dünyada değil belli bir tarih içinde yaşamaktadırlar; ve dolayısıyla hedeflerine adım adım varabilirler. Eylemin ilk koşulu olarak mükemmelliği görmek kendini aldatmak ve sonunda bir kaçıştır.
Ben de dahil birçok gözlemci, yıllardır Batı ittifakı içinde şu ya da bu "krizin" geleceği tehlikesine karşı alarm çalıyor. Ama bugün korkarım, bu tehlike her günkinden daha yakın ve ciddi. Tehlike onyıllarca sürmüş amansız bir Sovyet silahlanmasından sonra geldi. Batı onyıldır, kimi alanlarda tehlikeli derecede ekonomik olarak Doğu’ya bağlı bir hale kayıyor. Polonya’da Sovyetler imparatorluklarının birliğini empoze ederken, şimdi onun müşterileri Batı’nın güvenlik çıkarlarını Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Orta Amerika’ya baltalıyorlar. Tüm sorunlarımız Sovyetlerin ürünü değil, ama Sovyetler bunları sömürmekte bir sakınca görmüyorlar ve bunun çözümü, ne sebeple olursa olsun, birleşememiş bir Batı cevabının yokluğu ile zorlaşıyor.
Britanya’nın Batı ittifakına katkılarından biri gerekli bir global perspektifi sağlamasıdır: Avrupa’da yüzyıllar sürmüş bir tecrübeden edinilen bilgiye göre barış net bir denge anlayışı ve bunu koruma isteği gerektirir. Yüzyıllık dünya liderliğinin getirdiği içgüdüye göre, Avrupa güvenliği daha geniş dünya dengesi çerçevesi dışına çıkarılamaz. Bu yüzyıldaki cesurca atılımların getirdiği uyanıklığa göre Batı uygarlığının değerlerini yaşatanlar onu savunmak da zorundadır. Falkland krizinde, Britanya yine hepimize hatırlattı ki, şeref, adalet ve vatanseverlik gibi kimi temel değerler geçerliliğini korumaktadır ve onları ayakta tutmaya kelimelerden fazlası gerekir.
Müttefiklerin önündeki konu suçlu aramak değil geleceğimize bakmaktır. Doğu Batı diplomasisi, ekonomi politik, Ortadoğu, orta Amerika, Afrika ve 3. Dünya ile ilişkiler gibi merkezi konularda çekişen bir ittifak ciddi ve açık sıkıntı içindedir. Eğer "tek bir" konuda bile anlaşmamışsa ona ittifak denmez. Ergeç bu bölünmeler güvenlik alanını da et-kileyecektir. Çok uzun bir süre biz özgür milletler kervanındakiler bu nahoş soruları kenara koyduk; şimdi kaçtığımız yağmur dolu olarak geliyor.
Savaştan 35 yıl sonra demokrasiler bir süre ani tehlikeleri çok önemsediler ve kendi imkanlarını az önemsediler; ama sonunda yapıcı ve etkin bir cevap için biraraya geldiler. Bugün de imkanlarımızı küçümsüyor ve uzun-kısa vadeli tehlikeleri karıştırıyor olabiliriz.
Tuhaf olan şu ki, dağılma tam da insan ruhunu tanımayan sistemin çöküşü (komünizm kastediliyor ç.n.) açıkça ve şüpheden beri olarak ortaya çıkmışken oluyor. Komünist dünyanın temel ve sistematik problemleri vardır ve onları tekrar tekrar güç kullanmak dışında çözecek bir yetenek gösterememiştir; bu da yalnız son günü geciktirir. Sovyet devletinin 65 yıllık tarihinde, hiçbir zaman politik liderliğin yasal ve alışılmış biçimde elden ele geçişi başarılamadı; ülke kendi gayri-Rus nüfusunun artışının demografik saatli bombası üstünde ve onlar yakında çoğunluk olacak. Sistem kendi aydın ve idareci elitinin politikaya katılımı isteğine bir cevap verebilmek konusunda başarısız. Ya da o onların politik isteklerini, yönetici grubu kariyerist bir "yeni sınıf"a çevirmek suretiyle önledi; bu yeni sınıf ise eğer çürüme değilse sadece duraklama üretiyor. Onun ideolojisi tamamen tükenmiş ve başarısız, meşruiyeti yok, Komünist Parti’ye de kendini beğenmiş bir ayrıcalıklı elit kalıyor; bunların toplumdaki tek rolleri ise kendilerini sürdürmekten ve kendi katılıklarının yolaçtığı toplumsal darboğaz ve krizleri çözmekle uğraşmaktan ibaret. Şurası talihin bir cilvesidir: Her komünist devletteki nihai kriz, açık ya da gizli olsun, komünist partinin rolü konusundadır.
Sovyet ekonomik üretimi bir felakettir. Görülüyor ki, modern bir ekonomiyi bir toplu planlama sistemiyle yürütmek mümkün değildir; ama komünist bir devleti de toplu planlama olmadan sürdürmek mümkün değildir. Ne tuhaftır ki, Batı kendi mali, teknolojik ve tarımsal yardımıyla modern bir ekonomi bile sürdüremeyen bir "süpergücün" nasıl yardımına koşacağı konusunda kendini parçalıyor.
Kısaca, eğer Moskova koordine bir Batı politikasıyla kendi iç krizlerini uluslar arası arenaya yansıtmaktan engellenirse sadece tarihin bizim yanımızda olduğuyla övünmek hoş olmayacak belki.
Batı değil, Komünist dünya derin bir sistem krizinin içindedir. Bizimkiler koordinasyon ve politika problemleri; onlarınkisi yapısaldır. Bu nedenle ümid etmekteyiz ki, tutarlı ve birlik halinde bir Batı politikası sonunda bir global anlaşma imkanını getirecektir; Churchill bunu Llandudno’da görmüştü.
Batı’nın problemlerinin çözümü büyük oranda kendi elimizdedir.
Bir sorun. Demokrasilerin geleceğe somut biçimde yönelmek için bir platformlarının olmayışıdır; uzlaşmazlıkları uyuşturmak ve ortak politikalar uygulamak güçlüğü de buna eklenir. Dostum Christopher Soames’un da geçenlerde vurguladığı gibi, Atlantik İttifakı ekonomik, 3. Dünya ile ilgili sorunların ya da uzun vadeli politikaların, konuşulduğu bir mekanizmaya sahip değildir. Öte yandan Avrupa Birliği siyasal işbirliğinde belirgin derecede başarılı ise de savunma konusunda tutarlı bir Avrupa görüşü formüle etmekten uzaktır. Batılı ve Japon liderlerin ekonomik zirveleri 1970’ler ortasında başladı ve bu prosedür darboğazını aşmaya çalıştı, ama ilerigelen liderlerin dikkatini önemli sorunlara çekmekte informel ve sistematik dışı bir usul olmaktan ileri gitmedi. Prosedürler temel sorunları çözmez. Yine de, daha geniş ve derin fikir alışverişi için bir forum oluşturmak önemli bir ilk adım olacaktır.
Amerika savaş sonrası dönemde, Britanya’dan çok şeyi, belki herşeyi öğrendi. Son onyılda biz kendi sınırlarımız hakkında da birşeyler öğrendik ve yeni yönetimle (Başkan Reagan dönemi, ç.n.) bu sınırlarımızla belki fazlaca meşguliyetin getirdiği çöküntüyü kırdık. Kendi hayatiyet ve geleceğe güvenini yeniden keşfetmiş bir Amerika Batı’nın ve kendi kimliğini oluşturan Avrupa’nın çıkarınadır.
Hem Britanya hem Amerika tarihlerinin farklılığına rağmen öğrendiler ki, gelecekleri, özgürlüğün geleceğinin bir parçası olacaktır. Tecrübe gösterir ki, ahlaki idealizm ve jeopolitik kavrayış birbirlerinin alternatifi değil tamamlayıcısıdır; uygarlığımız bunların her ikisine de tamamen hakim olmazsak yaşayamaz. Britanya ve Amerika hür dünyanın birlik ve gücüne bu kadar katkıda bulunmuş ülkeler olarak, şimdi diğer müttefiklerimizle birlikte şunu gösterme imkanına sahiptirler: Demokratik milletler kendi kaderlerinin efendileridir.
Teşekkür ederim.
Kaynak: Zbigniew Brzezinski and September 11th, Special Report, http://www.larouchein2004.com
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder