Tabîb-i Hâzık
Hastayım derdime ilaç arıyorum,
diyen bir dostum ileriki şehre bir yolculuğa çıkmıştı. Çok uzun zaman geçti.
Biz derdini değil, onu bile unutmuştuk. Günler sonra gelince gördük ki, pul pul
dökülen cildi, saçkıran olmuş başı, sedefe benzer bedeni gitmiş, yerine
yirmilik taze fidan gibi gelmişti.
Sorduk ne soruşturduk, nasıl bir
tabîb ki “seni seni ayparçası gibi bize hediye etti”. Çokta bir şey anlatamadı,
dediği şuydu, “Her şeyi söyle, ancak kendine yalan söyleme”.
Sinirlendik, dedik ki, “doktora
giden derdini söyler, başka ne yapar ki”, dedikse de o “Her şeyi söyle, ancak
kendine yalan söyleme” dedi gitti.
İş bu ya derd bizim kapıyı çaldı,
bir evladımız vardı. Bulunduğumuz ilde tabîbler emini bulamadılar. Kader bize
de, ileriki şehre onu götürmekten başka çare bırakmadı.
Adının ileri şehir olduğuna
bakmayın yolu yola benzemiyor, izi yok
ki yeri tam bilinmiyor. Sora sora, bilen, bulan bulana, karanlık ormanın
sarmaşıklar yolundan, ulu dağda olduğu söylenen tabîbe yol bulup gitmeye
çalıştık. Hem bu kadar ileri şehir, yolu yol değil mi demeye fırsat vermeden.
Evladımızın derdi gözü gönlü kör ediyordu. Düştük yoluna. Yorgunluk, eziyete
aldırmadan, terlerimizin kokusunu misk yerine teneffüs ederek, bir karanlık
mağara önünde bulduk kendimizi.
Her şey mi değişti biz mi boyut
atladık bilemedik bir halde yorgun halimizle gördük ki, bir saray, inci mercan,
bir kapısı var camdan içini gösteriyor. Kapı yok dersin içeriye girsem
dediğinde engel göreceğin tutamağı kanadı olmayan cinsten.
Bir anda açılan kapıdan dünya güzeli bir vildan
çıktı. Bize karşı eğildi, sanki cihan eğiliyordu. Bütün yorgunluğumuz
kaybolmuş, hayran hayran ona bakarken, bize “hoş geldiniz, sizi
bekliyorduk”,dedi. Hani bizden onlara haber verecek bir cihaz veya ihbar yoktu,
fakat bizleri bilmesini taaccüple düşlerken, “sizler bu holde kalın, evladınızı
biz içeri alacağız”, dedi. Kimseye bırakmaya korktuğumuz evladımızı şifa bulsun
diye istemeye istemeye teslim ettik. Bizler yorgun sular gibi olduğumuz yere
yayılıp kaldık. Evlad gidiyordu.
Beklerken ruhumuz tedirgin
olmasın diye vizyonumuzda evladımızı görür gibi olduk. bakarken, birde ne
görelim, onu zifiri karanlık içine düşmüş nefesi boğula boğula ilerliyişini
görüyordum. Korkudan titreyen halsiz vücudu yıpranmış olmasına rağmen, mecburen
ileride kendine gösterilen parlayan ışığa yürümeye mecburmuş gibi
yürüyordu. Epey yürüdü, sıkıntıdan
kurtulayım diye. Sonunda ışık büyüdü, açıldı içinde bir adam gördü. Eski üskü
elbiseler, çaputlar sarılmış bedeni, her yerinden kan ve irin akan bir hasta
gibi inleyen biri. Hasta olan evladım kendine mi, yoksa ona mı acısın der gibi,
Tabîb-i Hâzık dedikleri bu ise kendine faydası yok bana ne faydası olur diye
mırıldandı. Bizim evladın gönlüne hüzün akıttı. “Çektiğim bu kadar sıkıntı, kendine
derman olmayan birinden derman bulmak için mi” diyerek yere yığıldı. Kendinden
geçti. Bir hayli zaman oldu, gözlerini açtı.
“Kalk evladım kalk, umduğunu bulamadın
mı?” sesini duyarak aklını başına devşirdi.
Ne söyleyebilsin, gelmiş, dönüşü kendine verilmeyen bir gelişle. Kalktı.
“Söyle bakalım, derdim var diye gelenler
yeridir burası”, evlat başladı anlatmaya, tabîb dedi ki, “anlattığın bu derdi
doğru anlattığına emin misin? İnsan yalan söyler de, kendine yalan söylemesi
değil mi ki derdi artıran” .
Başladı yine anlatmaya, tabîb
dedi ki, “bak bu derdi bilen biri var, bu anlattığın şekilde hasta olmadı”.
Evlat yine anlatmaya başladı, Tabîb, üzerinden dökülen binbir dert emaresiyle
dedi ki, “bak bu derdi bilen biri var, bu anlattığın şekilde hasta olmadı.” ..
Bizim evlat anlatıyor, tabîb
itiraz ediyordu. Bizim evlat isyan etti,“ben yalan söylemiyorum, bu derdimi kim
bilebilir ki” dedi. Tabîb şöylesine süzdü. “Ben” dedi.
“Nasıl olur, benim yanımda hiçbir vakit
yoktun ki”. Tabîb dedi ki:
“Görmüyor musun sen de bir dert, bende
bini var. Ben senin derdini yaşıyorum, nasıl oldu biliyorum. Sen ise hala ısrar
ediyorsun, şöyle böyle deyip kendi inanmadığın bir şekilde bana anlatıyorsun.
Sen önce kendine yalan söylemeyi bıraksana” dedi. Evlat ısrarla doğruluğunu iddia
etti. Tabîb
“Öyle ise beraberimde, gel” dedi. Bir
odaya götürdü. Camlar ve aynalarla dolu bir oda.
“Şimdi burada kendine bir baksana” dedi.
Evlat kendini odada bulamadı. Çünkü odada kendine benzeyen fakat kendi olmayan
binlercesi vardı. Tabîb,
“Konuş” dedi, evlat konuşmaya başladı.
Camlar ve aynalarda o kadar incelikleri vardı kı bir “âh” sesini kırkbin
şekille aksini duydu. Bir kendi olup kendisi olmayan binlerce kişinin
suretinden. Bizim evlat bağıra bağıra ağladı. Ağladı. Ağlamasına tabîb dönüp
bakmıyordu bile. Yorgunluktan yığılıp kaldı. Tabîb acıdı, elindeki asasını
evlada uzattı.
“Buraya kadar geldin burası büyük kapı
seni boş göndermek bize yakışmaz. Al bu asayı kır şu aynaları” dedi. Evlat
bağıra bağıra başladı kırmaya. Aynalar kırıldı, camlar dağıldı un gibi, oda bembeyaz bir örtüye dönmüştü.
Etrafta güzel bir manzara ve güzel
dünya, her şey bitmiş denilen bir dünya. Herşey yok olmuş tabîb ile evlat karşı
karşıya kalmıştı.
Tabîb dediki, “evlat, tamam
oldu”. “Sana sözüm, başkasına değil kendine yalan söylemeyi terk etmeden ve
benliğini kırmadığın müddetçe iyileşemezsin”.
“Sen tabîbin eksikliğini görme, tabîblik bilmekten çok çekmekle kazanılır.
Yaşamadığını bilen olmaz. Sen kendine dürüst ol. Şifa da sende, sıhhat de
sende. Dışarıdan gelen sende olanı çıkarmak içindir. Olmayan ve kabul etmediğin
şeyleri bulmak istediğin değil mi, seni buralara kadar getirdi. Haydi git
selamet yurdu uzakta değil” dedi.
Olan ve biten bir şey yokmuş gibi
bir su başında güneşin ışıklarını hissede hissede uyandık. Ne şehir vardı, ne
de başka bir şey. Evlat derin bir uykudan uyanmış, gözlerini oğuşturuyordu.
“Her şeyi söyle ancak kendine yalan
söyleme” deyip duruyordu. Döndük yine hikayenin başına ..
İsmail Hakkı Altuntaş
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar