Print Friendly and PDF

Defter Notları

Bunlarada Bakarsınız






Saç Falı


Saçla tutulan fallardan bir tanesinde, hamile kadının saçından bir tel alıp parmağındaki yüzüğüne geçirip karnı üzerinde sabit tutulur. Eğer yüzük daire çiziyorsa doğacak bebek kızdır, düz gidip geliyorsa erkektir. Saç bedenin tüm genetiğini üzerinde barındırarak temsilcisi olduğuna göre geleceği ve şimdiyi en iyi gösterecek olan saç telidir, insan bedenindeki hücresel bilginin ortaya çıkamadığı, geleceği merak etmenin önüne geçilemediği, bilinmeyeni keşfetme çabasındaki eğlencelik bir oyun diyebiliriz bu fal oyununa.


Başı Açık Kadınlar Neden Saçlarını Örmez


Kadın ihtiyaçları gereği ipi keşfetti. İpi inceltti, eğirdi, dokudu. İpi bir şeylerin üzerini kapatacak, koruyacak, güneşten, soğuktan saklayacak olan kumaşa dönüştürdü. Anaerkil yaşam biçiminden ataerkil yaşam biçimine geçişte değişim gösteren ataerkil anlayış, kadının ürettiği biçimlendirdiği kumaşın içine yine kadını koydu.


Toplumsal baskı, kadının kendisini örtmesine, gizlemesine neden oldu.


Kadının özgürlüğüne kendi icadı ket vurmuş, kadın güce ve özgürlüğe yabancılaşmış, özüne ve doğasına aykırı bir biçimde içe dönmüştür.


Aşığın saç teline kendisini feda etmesi, kement olup boynuna dolanması, yılan gibi kıvır kıvır olması gibi simgeler eril gücün, kadının karşısında duramayacağı kanaatine vardığında saçtaki gücü kontrol altına almak istemesinin göstergeleridir.


Tarım toplumunda iç ve dış mekanlardaki konumu gereği kadın saçlarını yemek yapmak için yaktığı ateşten korumalı, güvenli olmayan barınaklarda en değerli ziynetini başlıklarının altında taşımalı, sosyal konumlarını başlarındaki biçim değişikliği ile ortaya koymalıdır.


Gönül Aynası


Tasavvuf kültüründe saf kalp Tanrı 'nın cemalini yansıtan bir aracı gibi algılanır: bu nedenle saf kalp mürşitle ilişkilendirilir. Tasarımın mantığı gereği ayna, sufi için bir eğitim aracıdır. Arkasında birinin konuştuğu aynanın önüne yerleştirilen papağanın aynadaki görüntüsünü bir başka papağan sanıp onu taklit etmesi gibi mürit de Tanrı'nın aynası durumundaki mürşidin sözleri ile eğitilir. Gönlünü-kalbini saf bir ayna haline getiren insan, başkalarının düsüncelerini-isteklerini sanki bunlar kendininmis gibi algılama yeteneğine kanısacaktır. İnsan insanın aynasıdır. Özdeyişi ayna tasarımını açıklar niteliktedir. Kedimizi özelden genele taşıdığımızda âlem tanrının cemal ve ihtişamının yansıdığı bir ayna olarak algılanabilir. Gizli bir hazine iken bilinmek isteyen Tanrı kendi cemalini seyrelmek için dünya-âlemi ayna olarak yaratmıştır: daha doğrusu aynaya baktığında kendini dünya-âlem alarak görmüştür. Özetle ayna âşık ile maşuku birleştiren aracı nesnedir. Yeryüzü ile özdeşleştirilen ayna doğa tasarımı gereği dişildir: saf bir ayna biçiminde inanca taşınan gönül-kalp de dişildir."


Ara Güler/ 17 Ekim 2018


Ara Güler ile 21-23 Kasım 2017’de yapılan söyleşilerde Mimar Sinan ile olan bağı ve onun hakkındaki düşünceleri sorulmuştur (Ara Güler, kişisel görüşme, 23 Kasım 2017):


Tamer Akça: Sinan’ı konuşalım biraz. Ayasofya’yı Sinan’ın eserlerini defalarca fotoğrafladınız Mimari sizde ne uyandırıyor, size ne söylüyor?


Ara Güler: Mimari uzakta olan bir şeyi belki kozmos alanı olan bir şeyi hatırlatıyor bana. Şimdi ben gidiyorum Mimar Sinan’ın bir camisini gezerken o boşlukta Allah’ı buluyorum. Yani ben onun boşluğunda Allah’ı buluyorum. Mimar zaten onu onun için yapmıştır ama sen onu anlayamıyorsun. Bina zannediyorsun. Değil. Mimar Sinan’ın bir camisinin içini, avlusunu söylüyorum. Bir duvar, metreye 30 metre, o duvar tek renk beyaza yakın bir renkti. Ne buluyorum ben o duvarın içinde biliyor musun? Mimar Sinan’ın camisine özel oraya diktikleri ağacın gölgesini görüyorum. Günün bir saatinde o gölge onun üzerine düşüyor, o bile düşünülmüş.


TA : Sinan kendi zamanını size mi ulaştırmış oluyor? Devirleri iç içe mi geçiriyor? Sizi etkileyen bu mu?


AG : Beni hiçbir şey ilgilendirmez, ben realist bir adamım. Her şey var sanatın içinde. Sanat mı diyeceğiz demeyeceğiz mi bilmiyorum. Bir önemi de yok benim için.


TA : Bir röportajınızda şöyle diyorsunuz,” Sinan zaman zaman kuş olur, eserlerinin üzerinde gezer ve bakar onlara ne oluyor diye.” Diğer sanatçıların da eserlerinin üzerinde kuş olarak gezdiğini düşünüyor musunuz? Sadece Sinan mı gezer?


AG : İşte ağacı gördüğüm gibi aynısıdır o da zaten. Bir takım parçalar etrafımızda dolaşır, onların gölgeleri düşer. Görsek de görmesek de o gölge vardır.


TA : Nasıl göreceğiz? Nasıl farkına varacağız?


AG : Özel bir objektif icat edeceğiz. …


TA : Sinan’dan bahsediyorduk. İlker Maga’ya demişsiniz ki, “Sinan başka bir dünyanın atmosferini hissettirir bana, kendimi küçülmüş hissederim.” Sinan sadece bir duvar mı yaptı? Nedir, neden o sizi küçük hissettiriyor? Kompozisyonu mu sizi etkiliyor? Işık mı? Işığa hayransınız çünkü.


AG : Kendimi küçülmüş hissediyorum. Yani daha acizlenmiş.


TA : Sinan bunu nasıl başardı? Bunu algılamak da önemli. Bunu herkes hissedemez.


AG : Duvarı kullandı, ışığı kullandı, her şeyi kullandı. Mesela Mihrimah Camiinin tavanını düşün, oraya düşen ışığa dikkatle baktın mı? Ne garip ışıktır o. Bir de çoktur gibi gelir ama değildir.


TA : Mekânı kullanmayı, ışığı kullanmayı biliyor.


AG : Bilinen bir sürü şeyler var. Bazı adamlar farkına varmaz bunun.


TA : Nasıl farkına varacak? Dediniz ya Sinan kuş oluyor eserlerinin üzerinde dolanıyor. Biz o kuşu nasıl göreceğiz? Siz görüyorsunuz, acaba ne yapılması gerekir?


AG : Hiçbir şey gördüğüm yok.


TA : Sinan iç süslemelere çok önem de vermez. Mesela Rüstem Paşa Camii iç süslemelere ağırlık verdiği tek eseridir, başka da böyle yok. Buna rağmen bütün dikkatini mekâna vermiş gibi duruyor. Bu planı özellikle mekâna önem vermesi, iç süslemeleri daha az önemsemesi, mekâna insanların da önem vermesini sağlamak için mi? Neden bizi böyle aciz hissettiriyor? Süsleme olmadığı halde.


AG : İyi ki öyle yapıyor, yoksa kendimizi bir şey zannedeceğiz. Bir sürü insan var mesela kendini mühim bir herif zanneder.


TA : Selimiye’ye gittiğimde oturur etrafı izlerim sadece hiçbir şey yapmama gerek yok. Ezici bir ihtişamı var bence.


AG : Ve çok düzgün, bütün çizgi. Kapının üzerindeki dönen yerleri biliyorsun değil mi. Onlar oturdu mu bitti zaten. İşi bitmiş demek değildir, daha 500 sene dayanır. Mimar için bitti. O biliyor ki birkaç yüz sene sonra yıkılacak.


TA : Bir sanat eseri ısmarlama değilse o sanat eserini neden fotoğraflarsınız? Kültürel hassasiyet mi? Kişisel koleksiyon mu? Neden bir sanat eserini fotoğraflarsınız?


AG : Bilmiyorum ki. Hatırlamıyorum.


TA : Selimiye, Süleymaniye gibi size “gel de beni gör fotoğraflarımı çek, beni başka kuşaklar taşı” diyen, sizi çağıran eser oldu mu?


AG : Süleymaniye. Unik olduğu için, dünyada altı minareli iki


TA ne cami var. Biri şimdi başbakanın yaptırttığı bir de hakikisi.


TA : Bir mimari eseri nasıl çekmek gerekir? Hem teknik, hem de estetik olarak soruyorum. Sabit bir eserden bahsediyoruz.


AG : Bakacaksın ışık nereden geliyor, o eseri sana iyi anlatıyorsa onu iyi kullanacaksın. Etrafında, içinde neresinde dolaşırsan dolaş. Sonuç olarak en güzel anlatanı çekmiş oluyorsun.


TA : Reprodüksiyon çekimlerini nasıl yapıyorsunuz? Teknik olarak soruyorum.


AG : Işığa dikkat edeceksin. Anlatabiliyor mu eseri, bakacaksın. Mimar Sinan olduğu veya bilmem ne olduğu anlaşılıyor olması lazım ki çekesin. Yoksa niye çekiyorsun evine git.


Lafız ve Mana


Curcânî diyor ki “Anlamlar ortadadır.”


“Bilindiği üzere söz inşa etmek altın veya gümüşü işlemeye benzer. Anlam şekil verilen madde yani yüzük veya bilezik yapmak için kalıba dökülerek işlenen altın ve gümüş gibidir. Yüzüğün dökümünün ve işçiliğinin kaliteli olup olmadığını öğrenmek için yalnızca altın ve yüzüğün madenine bakmak yanlış olduğu gibi bir sözün üstünlük ve meziyetini öğrenmek için de yalnızca anlamına bakmak yanlıştır. Bir yüzüğü öbüründen üstün tutarken sadece bunun gümüşü veya taşı daha kaliteli diyerek değerlendirme yaptığımızda onları yüzük olmak açısından karşılaştırmış olmayız. Bunun gibi bir beyti sırf anlamı açısından öbüründen üstün tutmamız da şiir ve söz olmak açısından mukayese yaptığımız anlamına gelmez.”


“Câhız’ın mana terimi ile neyi kastettiğini anlamak kolay değildir ve üzerinde düşünmeyi gerektirir. Curcânî’ye göre o bu terimle, dilin hammaddesini kastetmektedir. Buna göre Câhız, söz ile kuyumcunun hammaddesi arasında bir karşılaştırma yapar. Kuyumcunun hammaddesi altın veya gümüştür. Eğer kuyumcunun sanatı ve bu sanatın kalitesi hakkında bir hüküm vermek istersen yüzüğe bakarsın; gümüş ya da altına değil. Bu hammadde ortaya atılmış anlama benzer ve doğrudan doğruya sanatın kalitesine ilişkin bir hüküm verilmek istendiğinde bu hammaddede bir üstünlükten söz edilemez.”


Kripto-Kripta


Eski Roma’da Hıristiyanların gizlice tapınmak için kullandıkları yer altı kilisesi olan kripta, daha sonraları anlamı değişerek kilisenin bodrum katına verilen ad haline dönüşmüştür.


Günümüzde Bahailik Ve Bahai Faaliyetleri


Şii İmamiyye fırkası içinden neşet eden ve kendini yeni bir din olarak takdim eden Bahaîlik, evrensel olma yolunda çaba gösteren inanç yapıları içinde yer almaktadır.


19. yüzyılda Mirza Hüseyin Ali tarafından kurulan Bahailiğin insanlar arasında etnik grup, kavim, kabile ve millet ayırımı yapmadığı için evrensel bir din hüviyeti taşıdığı iddia edilmektedir.


Bu bağlamda tek tanrı inancı ve tek insan ırkı dolayısıyla çeşitlilik içinde birlik oluşturulması Bahailerin amacıdır. Taraftarlarınca Bahailik, son gelen din olarak takdim edilmektedir. Zira onlar her bin yılda bir din, bir peygamber ve kutsal kitap geldiğine inanırlar. Dolayısıyla Bahailer kendi kutsal kitaplarını en son kutsal kitap, Bahaullah'ı da son peygamber ve Bahailiği de kutsal kitapların tümü tarafından vaat edilen, evrensel Tanrı dini olarak kabul etmektedir.


Günümüzde 5 milyondan fazla Bahai, dünyanın neredeyse her ülkesinde 10,000'i aşkın yerel bölgede yaşamaktadır.


Toplumun işlerini milli seviyede yürüten 188 Milli Mahfil bulunmaktadır. Bu milli kurumların idari sınırları içerisinde ayrıca bölge seviyesinde faaliyet gösteren 56 kurum bulunmaktadır. Seçim yoluyla oluşturulan milli seviyedeki kurumlarda hizmet eden insanların yaklaşık %42'si kadınlardan oluşmaktadır.


Bahai öğretileri üzerine inceleme çalışmaları hemen her Bahai toplumunda çeşitli ortamlarda gerçekleştirilmektedir. Buna ilave olarak dünyanın birçok yerinde 250 eğitim enstitüsünden oluşan formel bir eğitim ağı bulunmaktadır.


Genç ve yetişkinler bu enstitülerin sunduğu eğitimlerden istifade etmektedir. Çocukların ve gençlerin ruhani ve ahlaki eğitimlerine gelince, 32,500'den fazla eğitim sınıfında eğitimler, yerel toplum tarafından düzenli olarak gerçekleştirilmektedir.


Sosyo-ekonomik gelişim alanındaki Bahai girişiminin çoğu taban seviyesinde gerçekleştirilen, sınırlı süreli çalışmalar olmakla birlikte, bunların 900'den fazlası sürdürülebilir geniş ölçekli projelerdir ve bunlara 600 okul ve 70'den fazla gelişim kuruluşları da dahildir.


Bahailiğin küresel gelişiminin bir işareti olarak günümüzde 7 adet kıtasal Bahai Mabedi bulunmaktadır.


 Sekizinci ve sonuncu kıtasal Bahai Mabedi Santiago Şili'de inşa edilmektedir. Önümüzdeki yıllarda inşa edilecek 2 milli ve 5 yerel Mabedin planlama çalışmalarına başlanmıştır. Ayrıca 130'dan fazla ülkede, ileride inşa edilecek Mabetler için araziler temin edilmiştir. Dünyanın her yerinde yerel seviyede dua toplantıları Bahai ofislerinde ve Bahailerin evlerinde düzenlenmektedir.


Günümüzde Bahai nikahı yaklaşık 60 ülke ve bölgede yasal olarak geçerli kabul edilmekte ve Bahai Kutsal Günleri yaklaşık 50 ülkede çeşitli şekillerde resmen tanınmaktadır.


Günümüzde yaklaşık 5 Bahai radyo istasyonu bulunmaktadır.


Bahailiğe dair herhangi bir televizyon kanalı olduğu konusunda bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak çok sayıda projeyle ilgili televizyonda, radyoda veya internette yayınlanmak üzere videolar çekilmiş veya programlar hazırlanmıştır. Fakat bunlara dair kapsamlı bir liste yoktur ve tam bir sayı vermek oldukça zordur.


Günümüzde Türkiye'de, ülkemizin her yerine dağılmış olarak yaklaşık 10 bin Bahai bulunmaktadır.


2017 yılı şubat ayı itibariyle Türkiye'de 50 Mahalli Mahfil bulunmaktadır.


Mahalli Mahfil seçimleri her yıl yenilendiğinden dolayı, bu sayı her yıl değişiklik gösterebilmektedir. Günümüzde Bahai Dünya Merkezi'nde Yüce Adalet Evi için gönüllü çalışan yaklaşık 600 Bahai bulunmaktadır.


Bu kişiler çeşitli sürelerde hizmet etmek için dünyanın farklı yerlerinden gelen, her yaştan insanlardır.


Hayfa'daki Kermil Dağı üzerinde Bahai idari düzenine ait binalar bulunmaktadır.


 Bunlar Yüce Adalet Evi, Uluslararası Tebliğ Merkezi, Kutsal Yazıları İnceleme Merkezi ve Uluslararası Arşiv binalarıdır. Hayfa ve Akka şehirleri tüm dünyadaki Bahailerin hem ruhani hem de idari merkezleridir.


Bahailerin günümüzde en çok bulunduğu ülke yasaklanmasına rağmen ortaya çıktığı yer olan İran'dır. Yine ABD'de önemli bir Bahai mevcudu bulunmaktadır. Bunun dışında Avrupa ülkeleri ile Irak, Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail gibi Ortadoğu ülkelerinde Özellikle Tanrı inancının zayıfladığı, toplum düzeninin bozulduğu ülkelerde daha çok yayılma istidadı gösteren, bununla birlikte İslam ülkelerinde fazla bir yayılma fırsatı bulamayan Bahailik, günümüzde ülkemiz dahil dünyanın hemen her yerinde görülmektedir.


Bahailerin Türkiye'de genellikle Ankara, İstanbul gibi büyük şehirler yanında, son yıllarda az da olsa Adana, Eskişehir, Hatay ve Sivas gibi şehirlerde de faaliyette bulundukları bilinmektedir.


İstanbul'da ilk Mahalli Ruhani Mahfil 1951 yılında kurulmuş, 1959'da da ilk Ruhani Mahfil kurulmuştur.


1969 yılında İstanbul'da beş ilçede, (Eminönü, Kadıköy, Fatih, Beşiktaş, Şişli) 1971'de ise üç ilçede, (Üsküdar, Beyoğlu, Sarıyer) Mahalli Mahfiller kurulmuştur. ''Türkiye Bahai topluluğu Türkiye'deki örgütlenmenin adıdır. Bahaullah'ın yaşadığı İstanbul ve özellikle Edirne hicret yurdu olarak değerlendirilmektedir.''


Bahailerin eğitim alanına çok önem verdikleri görülmektedir. Nitekim bu amaçla ilköğretim öncesinden, doktora programlarına kadar eğitim veren okulları bulunmaktadır. Bunlardan en göze çarpanı "Aydınlık Okyanus Uluslararası Okulu" dur. Bu okulun müfredatı, Bahai prensiplerinden ilham alınarak hazırlanmaktadır. Bir diğer eğitim kurumu da, Bahailikten ilham alan ve ABD'de bulunan, Nur Üniversitesi'dir.


Söz konusu üniversite Bolivya'daki kırsalda görev yapan ilkokul öğretmenlerini eğitmektedir. Burada, Bahai öğretilerinin, insan geliştirmedeki ve toplumsal değişimi desteklemedeki önemi öğretilir. Diğer taraftan Bahai inancının yayılmasında, okullarla beraber yaz kampları da önemli bir yere sahiptir. Buralarda belirgin bir Bahai atmosferi için gerekli olan dostluk ruhunu oluşturmak, Bahai tebliğcilerine gerekli olan eğitimi sağlamak, emrin tarihini ve öğretilerini öğrenmek ve başka dinler ve genel olarak insan toplumları ile ilişkilerini daha iyi kavramak için eğitim verilmektedir. Benzer şekilde başka ülkelerde ve özellikle Latin Amerika'da hizmet etmek isteyen Bahai tebliğcilerin eğitimine ayrılan Uluslararası Bahai Eğitim Kurumu da mevcuttur.


Bahai eğitim kurumlarında Bahai ve İslam öğretilerinin tanıtılması için kurslar düzenlenmekte, Bahai kutsal kitaplarının derinlemesine tetkiki yapılmakta, ırklar arası dostluğu geliştirmek için konferanslar düzenlenmektedir. Katılanlara Bahai idari düzeninin süreçlerinin öğretileceği laboratuvar çalışmaları ve gençlerin, çocukların eğitimine yönelik özel oturumlar yapılmaktadır. Bu oturumlarda kalabalık önünde konuşma dersleri, Mukayeseli Dinler, tebliğ dersleri ile Bahai ahlakı, Latin Amerika üzerine kurslar verilmektedir. Bununla beraber kış okulu toplantıları, açık oturumlar ve ibadet toplantıları, sahne oyunları ve gösteriler, piknikler, diğer dinlence faaliyetlerini sürdürmektedirler.


Bahailer Türkiye'de de sosyal ve kültürel faaliyetlere ağırlık vermektedirler.


İnternet sitelerinde belirtildiği gibi sivil toplum örgütü kimliği ile değişik bölgelerde kadınların çocukların ve gençlerin gelişimi ile ilgili kuruluşlarda faaliyetlerini sürdürmektedirler. Ayrıca çeşitli şehirlerde okuma yazma kursları, çevre ile ilgili çalışmalar yapmaktadırlar. Bütün bunların temel hedefinin kendi inançlarının tanıtılıp, taraftarlarının sayısının artırılması olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.


''Bahailik geniş faaliyet ağına sahip bir yapı arz etmektedir. Türkiye dahil birçok ülkede basın, yayın ve internet yoluyla akidelerini insanlara takdim etmektedirler.'' Bu çerçevede çeşitli dillerden, özellikle İngilizceden tercüme edilmiş kitap ve broşür hazırlayarak, Bahai inancının daha iyi tanınmasını sağlamaya çalışmaktadırlar.


Yayınlar arasında Bahaullah, Abdülbaha ve Şevki Efendi'nin yazdığı eserler ilk sıradadır. Yine bu bağlamda bahaî.org, bahaî.net, bahai.com, bahaiblog.net, bahai.us gibi siteler oldukça etkindir.


İnternetteki sayfalarında Türkiye'de ve Dünya'da Bahailik, Bahailerin inanç esasları, çalışma, temizlik, dua, ibadet, namaz, oruç, evlilik, alkollü içkilerin yasak olması gibi konular hakkında bilgiler verilmektedir. Ayrıca hangi ülkede olursa olsun hükümete sadakat öğütlenmektedir.


Yine "tahireweb" isimli internet sitesinde de Bahailiğin prensiplerinin propagandası yapılmaktadır.


Yukarıda işaret edildiği gibi Bahailerin misyon alanları daha çok sivil toplum örgütleri, okullar, eğitim merkezleri, sanatsal kurslar, yaz kampları şeklinde çeşitlenmektedir. Ayrıca fuar, kongre, konferans gibi etkinliklerde seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar.


İnternet, tv ve sinema da yoğun bir şekilde misyon amaçlı olarak kullanılmaktadır. Bütün bu faaliyetlerinden Bahailerin kendi fikirlerini tanıtmak, üye sayılarını artırmak için son derece faal ve disiplinli bir misyon çalışması içinde oldukları sonucuna varılabilir. Bahailerin inançlarını yayma konusunda gösterdikleri çaba bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Misyon yollarında farklı metotlar geliştirmişlerdir.


Mesela Bahai salonları ile birlikte, meyve bahçeleri, öğrenci yurtları, çiftlikler, sanat ve el işleri salonları bunlardan bazılarıdır. Bahailerde dikkat çeken bir husus da sosyal hizmetlere fazla yer verilmesidir. Bu çerçevede yoksullar için yetimhane, hastane, dispanser, düşkünler evi, ziyaretçiler için misafirhane, sanat ve fen koleji gibi sosyal hizmetlere yönelik tesislerin de mabetlerle beraber kurulması teşvik edilmektedir.


 Bahailer ayda bir yapılan, 19 Gün Ziyafetleri ve yıl içinde bazı bayramları kutlamak, özel günleri anmak ve mahfil toplantıları yapmak için de bir araya gelmektedir. Tanrı'nın kutsal yasalarına göre her dönem ve devirde kutsanmış bayramlar, yıldönümleri ve çalışılması yasaklanmış kutsal günler vardır. Bahailerin çalışmaması gereken dokuz kutsal günden yedisi sevinç dolu bayramlar iken diğerleri Bab'ın şahadetinin ve Bahaullah'ın bu dünyadan ayrılışının yıldönümleridir.


1947 yılından önce ABD ve Kanada Bahai toplumları, 1948'de ise kısa adı BIC, (Bahai International Community) olan Bahai Uluslararası Toplumu Birleşmiş Milletler Halkla İlişkiler Departmanı tarafından uluslararası sivil toplum kuruluşu olarak resmen tanındı. BIC o tarihten beri BM'nin birçok kurum ve heyetiyle yakın ilişkiler kurup işbirliği yapmakta, dünyanın özellikle geri kalmış bölgelerinde yürütülen barış inşa etme, insan hakları, kadının toplumdaki yeri, eğitim, sağlık ve sürdürülebilir kalkınma gibi alanlarda birçok çalışmaya katılmaktadır. tanınmasını ve Müslümanlarla eşit sayılmalarını istemektedirler. Bahailer, kendilerini göstermek ve seslerini duyurmak için çalışmalarına devam etmektedirler. Türkiye'de bazı Bahailer ferdi olarak mahkemeye başvurarak, kimliklerinin din hanesi bölümünden İslam yazısını çıkartıp Bahai yazdırmışlardır.


(Alıntı)


Gölgeler


Işıkların etkisiyle meydandan geçen insanların gölgeleri yere düşmekte ve bazen de yansıtılan kendi görüntüleriyle çakışmaktadır. Işık kaynağına olan uzaklıklarına bağlı olarak gölge büyükleri de oldukça değişebilmektedir.


İnsanların gölgeleri, yansıtılmış olan portrelerle, görüntülerle ve meydanda bulunan diğerlerinin gölgesiyle birbirine geçmekte karışmaktadır.


“Birçok insanın dikkatini yansıtılmış kendi gölgeleri çekmiştir. Katılımcılar küçük gölgeleri olanlarla oyun oynamaya başlamış, onları tehdit etmeye çalışmış ya da onlara üstünlük taslamışlardır. Bu küçük gölgeli olanlar ise birbirleriyle etkileşime girerek, büyük gölgeleri olanlara meydan okumuş ya da onları güldürmüşlerdir. Birbirine yabancı olan bu insanlar arasında kendiliğinden bir skeç oluşmuş ve plaza bir süre için bile olsa karnaval havasına bürünmüştür.”


Derin gölgeler ve karanlıklar hayati önemdedir, çünkü görmenin keskinliğini yumuşatır, derinliği ve uzaklığı muğlaklaştırır ve bilinçdışı çevresel görmeyi ve dokunsal düşlemi davet ederler.


Eski bir kentin sokakları, sırayla karanlık ve aydınlık bölgeleriyle, bugünün parlak ve muntazam ışıklı sokaklarına göre ne kadar da gizemli ve davetkardır!


Loş ışık ve gölge imgelem ve düşlemi uyarır. Berrak düşünmek için görmenin keskinliği bastırılmalıdır, zira düşünceler dalgın ve odaklanmış bir bakışla yolculuk ederler.


(alıntı)


İnsanda mı Çöp


Çöplük, bir “değeri” olmadığı düşünülen nesnelerin yeni bir varoluş mekânıdır. Nesneler bu “yeni” mekâna “yok olmaları” niyetiyle yollanmıştır. Reddedilen, iğrenilen, yok sayılan bu nesnelerin mümkün oldukça uzağa gönderilmesi yok saymakla birdir. Yine de çöpler yok olmazlar, inadına var olurlar. Dolayısyla hem bir reddedilişi hem de bir dışlanmayı içeren bu nesnelerin doğasında vardır arada kalmışlık.


Ölüme yollanıp tekrar doğmuş olmakla birdir bu. Ortak paydaları bu olan tüm nesneler, yeni bir dünyada toplanarak var olurlar.


İşte tam da bu döngüden dolayı, “çöplük” metaforu yaşam döngüsünü de simgesel olarak karşılayabilmektedir.


Doğum da aslında bir “dışarı atma” ile başlar. İlk insan da dünyaya “atılmıştır,” hem varoluşun hem de yok oluşun mümkün olması için “kopuş” mutlak bir gerekliliktir.


 Yeni bir hayat kendi kuralları ile başlar. Var olmak için, “temiz” kalmak, kirlenmemek gereklidir. Kirlilik, günahı, günah, cezalandırılmayı çağrıştırır. Günahın sonu ise yeni bir uzaklaştırmadır. Döngünün bu ucu karanlığa ve belirsizliğe yakın olduğundan, insan hep kabul edilene yakın durmaya çalışır. Fakat söz konusu “çöp” metaforu olunca diyalektikten kaçınmak imkânsız olur.


Zıtlıklardan birine ya da diğerine doğru meyletsek de karşı taraf ile var oluruz. Var oluş, yok oluşa doğru bir yolculuğu da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu “temel” kanundan dolayıdır ki, “atık” yolculuğu sırasında hep “arada kalır” ve “sınırı” işaret eder.


Dünyevilikten bahsederken öteki dünyayı, bedenden bahsederken ruhu, şimdiden bahsederken geçmişi okurken buluruz kendimizi.


Yok olmadan önceki son durak “çöplük” olduğundan var olmanın ucuna gelindiğini, içinde bulunulan durumun tersine evrileceğini işaret eder “çöplük” metaforu.


Karşı yakaya geçileceğinin, isyanın, tepkinin ancak reddedilenden doğacağının bir işareti gibidir ve çoğu zaman da bu görevi görür.


 Yaşam döngüsünü ve sürecini simgeleştiren “atık/çöp” sembolü kendine özellikle inanç, günah, reddedilen ve yok sayılan, hafıza ve bellek, kötülük ve nedenleri gibi birbirine sürekli refererans veren konular ile meselesi olanlara yeni anlatım imkânları sunmaya devam ediyor. (Alıntı)


Sanatçı Dertlidir


“Hayatta öyle dertler vardır ki, lepra gibi vücudu sarar” (S.Hidayet) Sanat öyle bir derttir ki eğer ortaya çıkışı sağlanmaz ise, insanın iç dünyası yıpranır. Benim için dert kavramı sanatı tanımlamak amacı ile kullanılan bir ölçü birimidir. Bu anlamıyla sanatçı, zamansal koşullar nedeni ile derdini gizleyemeyen insandır.


Sahtelere Tapındılar


1995 yılında New York Metropolitan Müzesi’nde Rembrandt sahtelerinin, asıllarıyla birlikte sergilendikleri bir sergi görmüştüm:


Rembrandt/Not Rembrandt.


Amerika’nın Avrupa sanatını kendi tarihine mal etme sevdasıyla 19. yüzyılda başlattığı yoğun müzeleşme hareketi sırasında Avrupa koleksiyonlarından ve yoksullaşan Avrupa aristokrasisini soyan Duveen gibi sanat tüccarlarından edindikleri Rembrandt’lar genellikle sahte olanlardı. Yani yıllarca sanatseverler sahte ikonlara tapınmışlardı. Ve o kadar gelişmiş olan teknolojilerine ve konösörlük sistemlerine rağmen sahteleri atlayan müzecilerdi. Ancak asılları ortaya çıktıkça kopyaları yakalamak mümkün olabiliyordu. Ama bir de taklit eserler var. Michelangelo’nunkiler gibi asıllarından daha orijinal olan sahteler. Örneğin Han van Meegren’in 1930’larda boyadığı Vermeer’ler. Veya John Myatt’ın provenanslarıyla birlikte sahtelerini yaptığı Giacometti’ler, Braque’lar; Sotheby’s ve Christie’s’de müzayedeye çıkan Beltraci’nin Max Ernst sahteleri… Kimbilir daha müzelerde görüp bayıldığımız ve sahteliği keşfedilmemiş neler neler, hatta belki kimi şaheserler. İşte bir gün öncesine kadar ilahi duygularla izlediğimiz ama sahteliği anlaşılınca şeytan çarptıran ve bir anda sanat eseri olma özelliğini yitiren işlere duyulan tepkiyi Lenain, Hıristiyanlıktan devrolan röliklere tapınmayla açıklıyor.


Rönesans’ta da bildiğimiz anlamda sahte ve orijinal ayrımı yer almamaktadır. Yani sahte, kopya işler yapmak veya başka sanatçıların yapıtlarını taklit etmek herkesi kandıracak kadar kusursuz yapılabiliyorsa suç değil, tam aksine bir ustalık alameti olarak görülmektedir.


Thierry Lenain’e göre, modern biriciklik tutkusu kutsal emanetlerle (rölik) ilgili orta çağdaki Hristiyan inancına dayanmaktadır ve rölikler ait olduğu peygamberin ya da azizin bizzat kendisini canlandırmaktadır. Yani sahte olduğunu iddia etmenin bir işlenecek günah olduğu kadar ağırlığı olan ancak otansitesi ispat edilmesi mümkün olmayan nesnelerdir


Avangardın akademizm ile olan savaşı günümüzde yapısını değiştirerek bağımsız sanatçının piyasanın kuşatıcılığına karşı bir savaşına dönüşmüştür. Ancak ironik olan sanatçının bu sistemi içselleştirerek uyumlu olabilme çabasıdır. Yani sanatçı, onaylanmak ve piyasanın kuşatıcı koşulları içinde var olabilmek için itaat etmektedir. Jean Dubuffet sanatçının bu çelişkisine dair “sanatçıların hemen hemen hepsi de, aslında doğal bir iç dürtü̈ nedeniyle değil, bir zincirleme etkileniş sonucu, bu sahtekârlığın suç ortağıdır” der ve ekler:


“Bu sınıflamada yer kapamayan sanatçı ise halkın gözüne zavallı bir dışlanmış, bir beceriksiz olarak görünecektir. Bütün sanatçıların kültür kurumları tarafından anılmak ve onlardan diploma almak için telaş ve kaygıyla çaba harcamalarının nedeni budur, anahtarları bu kurumların elinde olan saygınlık ve promosyon aygıtlarıyla suç ortaklığının nedeni budur; onlarsız, kendileri ve sergileri için ancak kayıtsızlık ve küçümseme umabilirler”


Çünkü, Dubuffet’e göre, [gerçek] sanatçıların parayla işleri yoktur ve parayı umursamazlar, mevcut durumun baskısı olmadığı durumda, reklam ve promosyon değil, hele para hiç değil, sadece yapıtlarının beğenilip sevilmesinin peşinde koşacak olanlardır. Ancak, halihazırda yapıtlara biçilen yüksek fiyatlar aynı zamanda onlara prestij de sağladığı ve bu olmazsa yapıtlara kimse ilgi göstermediği için parayı da göz önüne almak zorunda kalmaktadırlar.


(Alıntı)


Yalanın Hakikati


Hakikat-sonrası, “doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir dönemden” bahsetmektedir ve bu durumda, önemli olan “gerçek” olarak doğrulanan bilgi değil, bireylere “gerçek” hissettiren olgulardır.


Hakikatin neliği Foucault’nun ortaya koyduğu gibi hiçbir zaman mutlak bir çizgi içerisinde olmamış, oluşturulan bir hakikatler zinciri içerisinde yer almıştır.


Tarihin yazımı, anlatılar vb. tüm hakikat zinciri bu belirsizlik içerisinde yer almaktadır. Ancak günümüz dezenformasyon toplumuna kadar bu hakikatler doğru ve yalan bağlamında eşanlı olarak bireye ulaşmamıştır.


Bugünün en tipik özelliği doğru ile yalanın bir aradalığında saklıdır. Bu kavramın tartışılmasının temel nedeni ve popülaritesinin bu kadar yükselmesinin temel nedeni elbette toplumsal ve politik problemlerin su yüzüne çıkmasından kaynaklanmaktadır.


Hakikat-sonrası siyaset, siyasetçilerin anlatılarını sahte olgular üzerinden kurması, iddialarını doğru olarak hissettirmesi ve hakikat olarak sunması ancak temeli olmayan olgulara dayandırılarak kitlelerle iletişime geçmesi olarak görülmektedir.


Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden çıkmasına dair gerçekleştirilen Brexit referandum sürecinde Brexit yanlılarının aslı astarı olmayan birçok argümanı en yetkin ağızlardan dolaşıma sokmaları ve yalan iddiaların kabul görmesiyle beraber referandum sonucunun manipüle edilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın gerçek olup olmadığı tartışılan birçok iddiayı gündeme getirerek siyaset yapması ve tüm sosyal medya üzerinde Trump yanlılarının bu belirsiz argümanlar üzerinden paylaşımlarda bulunarak kamuoyunu manipüle etmesi hakikat-sonrası siyasetin belirgin yüzünü oluşturmaktadır.


Dezenformasyona örnek olarak El Kaide lideri Usame Bin Laden’in 2001 yılında Doğu Afganistan’ın ücra dağlarından gönderdiği ve teknolojik olarak yüksek bir donanıma sahip olduğu belli olan ve dünyadaki milyarca insan tarafından izlenen videonun içeriğindeki karmaşık yapı verilebilir.


Bu videoda Laden’in geleneksel Arap giysileri yerine 1980’lerde Afganistan’ın Rus işgaline karşı kendisinin ve diğer İslamcı militanların gerilla savaşını hatırlatan bir simge olarak çağdaşasker giysileri giymesi ancak yanında Rus yapımı AK-47 Kalaşnikof tüfeğin yer alması ve en önemli ayrıntılardan olan giysisinin katlanmış kolundan açığa çıkan Amerikan üretimi şık ve pahalı Timex marka saatin görünmesi birçok açıdan karmaşık bir bileşenin bir arada bulunduğu dezenformatik bir imge yaratmaktadır.


https://cdn1.ntv.com.tr/gorsel/dunya/usame-bin-ladinin-hayati/usame-bin-ladinin-hayati,ynTQGNvTgkmTjVAsp0BH2g.jpg?w=960&mode=max&v=20110502102813000


Böceklerden Anlaşılan


Diğer canlılarla kıyaslandığında, böceklerin çok ayrı bir yeri vardır. Fosil kayıtlarından anlaşıldığına göre, böcekler en az 400,000,000 yıldır varlıklarını sürdürmektedirler. Bu dönem boyunca, çeşitli felaketler yaşanmış, dünyadaki hayvan türlerinin büyük bir kısmı yok olmuş ama bu olaylardan belki de hiç etkilenmemişlerdir.


Bal Faydaları


1- Ihlamur balı: Sinir yatıştırıcı, uykusuzluk giderici özelliği vardır.


2- Nane balı: Bağırsak gazlarını önleyici, kolitleri çözücü, pankreas salgısını söktürücü, sindirimi kolaylaştırıcı etkisi vardır.


3- Kuşdili balı: Sindirim bozukluklarını ve karaciğer hastalıklarını iyileştirir.


4- Portakal balı: Yatıştırıcı ve kramp çözücü özelliklere sahiptir.


5- Kestane balı: Kalp çarpıntısına ve yüksek tansiyona karşı olumlu etkileri vardır.


6- Çam balı: Diüretik olarak ve solunum sistemi rahatsızlıklarında kullanılır.


7- Kızıl yonca balı: Solunum sistemi rahatsızlıklarına olumlu etkileri vardır.


8- Okaliptus balı: Solunum sistemi rahatsızlıklarında kullanılır.


Arı Zehiri


Arı zehiri toplanmasında, değişik yöntemler bulunmasına karşın, daha çok 5-10 mm aralıklarla paralel dizilen tellerin altına yerleştirilen cam levhalı düzenek kullanılmaktadır. Kovan uçuş tahtası veya kovan dip tahtası üzerine konan bu düzeneğe 12 voltluk akım verildiğinde tellere temas eden arı hafif elektrik şokuyla karşılaşmakta ve zehirini cam levha üzerine bırakmaktadır


 İğne cama batmayacağından arı da ölmemektedir. Sıvı olan arı zehiri, cam levha üzerine bırakılır bırakılmaz kristal hale geçer ve daha sonra jiletle kazınarak toplanır. Arı zehiri toplanması sırasında arılar yüksek derecede rahatsız edileceğinden çevredeki canlılar yönünden güvenlik tedbirleri alınmalı, uygulama 1 kovan için en fazla 5-10 dakika sürmelidir. Uygulama 10 kovana tatbik edildiğinde 1-2 g kristal zehir toplamak mümkündür. Arı zehirinin kullanılma alanları ve ticaret hacmi diğer arı ürünlerine göre daha sınırlıdır. Arı zehiri arılarca koloninin düşmana karşı savunulmasında, ve ayrıca apiterapide arı zehirine karşı bağışıklık sisteminin geliştirilmesinde ve romatizmal hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Arı zehiri, Amerika'da eczanelerde tablet olarak satılmakta ve ilgi görmektedir


Arı Zehiri ve Apiterapi


Arı zehiri ile çeşitli hastalıklar, göksineklerinin larvaları ile de kapanmayan yaralar tedavi edilmektedir.


Arı zehiri tedavisi, balarılarından elde edilen zehir ile yapılan bir bioterapatik tedavi yöntemidir. Farmokolojik olarak; kan dolaşımını artırıcı, bakteri öldürücü, radyasyona karşı koruyucu, tansiyon düşürücü etkileri ve bağışıklık sistemini aktive edici etkilere sahip olması nedeniyle tıpta kullanımı her geçen gün artmaktadır.


Arı zehiri, çok eski çağlardan beri tedavide kullanılagelmiş ve günümüzde de dünyanın birçok ülkesinde tedavide kullanılmaya devam edilmektedir. Tedavide ilk defa arı zehirini kullanan hekimin Hipokrat (MÖ 460-370) olduğu bilinmektedir. MS 129-200 döneminde apiterapinin birçok hastalığın tedavisinde yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir 1800’lü yılların sonuna doğru batı dünyasında arı zehiri ile ilgili ilk bilimsel çalışmalar yayınlanmaya başlamıştır. Fransız hekim Dr. Desjardins (1859) ilk defa romatizmal hastalıklar ve cilt kanseri üzerinde arı zehirinin etkilerini araştıran makalesini “Abeille Medical” adlı dergide yayınlamıştır.


1904 yılında Avusturyalı hekim Dr. Philip Terc romatizmal hastalıklar konusunda yaptığı 25 yıl süren araştırmalarını yayınlamıştır. Bu çalışmalarda ilk defa sistematik olarak arı zehiri tedavisi uygulamaları anlatılmıştır.


2003 yılında Amerikalı doktor Christopher Kim standardize edilmiş enjekte edilebilen arı zehiri patentini almıştır.


Bu ürün Apitoxion marka adıyla Güney Kore’de üretilip birçok ülkede pazarlanmaktadır. Yapılan klinik ve deneysel çalışmalarda arı zehirinin bazı hastalıklarında tedavisinde etkili olabileceği görülmüştür.


Özellikle romatizmal hastalıklar ve artritler gibi kronik ağrılı hastalıkların tedavisinde faydalı olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Bu hastalıklarda arı zehiri inflamasyonu azaltma ve bağ dokusundaki tahribatı önlemede faydalıdır. Migren, periferal nörit ve kronik bel-sırt ağrılarına sebep olan sinir basıları gibi nörolojik kaynaklı ağrıların tedavisinde de arı zehirinin faydalı olabileceği gösterilmiştir. Multipal skleroz ve lupus gibi otoimmün hastalıklarda arı zehirinin vücudun normal savunma sistemini güçlendirdiği ve dengelediği, bu şekilde de eklemlerde mobiliteyi artırdığı bilinmektedir. Egzama, sedef gibi cilt hastalıklarına ilaveten herpes gibi bazı virüs hastalıklarında da arı zehiri tedavide kullanılmaktadır Apiterapi’de, arı zehirinin toplanarak kullanımı yerine, ergin işçi arıların doğrudan hastayı iğnelemesi yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemde; arılar kovan önünden, kuluçkalık veya ballık bölümünden açılan küçük bir delikten kavanozla toplanabilirler. Toplanan 10-100 adet işçi arı, yaklaşık iki hafta şeker şurubuyla beslenir ve hasta üzerinde günlük sokma işleminde kullanılır Romatizma kökenli eklem, kas ve sinir hastalıklarında ise, balarısının zehiri pomat şeklinde hasta yerin üzerine sürülür. Multiple sklerosis hastalığı, bugün dünyada tıp otoritelerince tedavi edilemez hastalıklar arasında gösterilmektedir. Arı zehiri ile 1500 MS hastası üzerinde yapılan ve 6 ay süren bir çalışmada tedaviye alınan 4 değişik grupta %30-86 arasında bir başarı elde edilmiştir. Bu sonuç MS için gelecekte umut vericidir. Arı zehirinin etkili olduğu kabul edilen eklem iltihabı ve romatizma rahatsızlıklarından başka epilepsi (sara ), migren, sinüzit, bazı kanser türleri, damar tıkanıklıkları, astım ve A IDS’te kullanılmakta ve başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Çağın vebası olarak nitelendirilen AIDS üzerinde yapılan çalışmada arı zehirinin HIV virüsünün bağışıklık sistemini çöktürücü etkisini kişinin bağışıklık sistemini güçlendirerek önce yavaşlattığı sonra da gelişimini durdurduğu ortaya konulmuştur Bazı ülkelerde arı zehiri tedavisi resmi otoriteler tarafından bir tedavi metodu olarak onaylanmış olmasına rağmen henüz FDA tarafından onaylanmamıştır.


Elektrik ve Su Bulamayanlar İçin


Cemil Meriç’ten:


“Hayır, severek evlenmedim.


Hayatımı bir zebanî ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı.


Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş. Ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi ele ele hayata atladık. Ben seni tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. Korkuyorum. Bunları söylemekten korkuyorum.


22 sene gelişen kökleşen bir sevgi bu. Bir sevgi ve bir hayranlık.


Hayat, hayatımız daima güzel miydi?


Hayır. Ama mevsimleri vardı, mevsimleri var.


Vatanımsın benim, kokladığım havasını, içtiğim su. Ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman zaman. Sen hep aynı kalmasını bildin.” [Cemil Meriç, Jurnal I.294-295]


“Yıllardır kelimeleştirilmesi güç korkular içindeyim. Karımın her rahatsızlığı şuurumda korkunç düşünceler yaratıyor. Ondan önce ben ölmek istiyorum. Bu arzumun tahlilini yapamayacak kadar serseriyim. Onsuz bir dünya düşünemiyorum” [Cemil Meriç, Jurnal II,s.343.]


Gözlerime


“Nemesis, Nemesis.


Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilâhe!


Neyimi kıskandın benim?


Keyhüsrevin dapdebe daratına kızmakta haklıydın, Kresüz belki hışmına layıktı. Promete seni çılgına döndürmüş olabilir.


 Milton’un gözlerini neden oyduğunu anlıyorum.


Şaşkın ve deli bakire, bana hıncın nereden geliyor?


Ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiyim ne gururuyla Olempi gocunduran bir titan.


Ama ey kısır kadın, ey şaşkın tanrıça senden sadece iğreniyorum.”


[Cemil Meriç, Jurnal I,s.37]


Beni Önceden Yaşamışlar


“Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu?


Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebi bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar.” [Cemil Meriç, Jurnal II,s.209.]


Avrupa Bize Kör


“ Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli düşman bir yığın!” [Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, s.9.]


Kaynaklarımıza bağlı kalmalıydık; çünkü “Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak”


[Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, arka kapak.]


“Yalnızım, imanlıdan olmaya mecburum”


İyi Ve Kötü


Yukarıdan gelen bir ses, her iki yorumun da yaşayan Tanrı'nın sözü olduğu cevabını verdi.


[Babil Talmudu, Erubin]


Bir Yaprak Düşücek Dalından


Nesrin Erbil, en çok serbest şiir yazan Kerküklü şairlerdendir:


Bir yaprak düşüncek dalından


Birden büğüdüğünü göreceksin,


Alev alev büyüyecek yıllar ardında


Dilinde eski şekerlemenin tadı


Gönlünde oynanmamış oyunlar yâdı kalacak


Duyulmamış sevgiler düşüneceksin


Alnında babanın busesi


Avucunda annenin ılık nefesi


Ninenin dizinde


Tükenmemiş masallar kalacak


Bahçelerin renkleri silinecek


Ağlayacak gözler yağmurlu camlar


Gerisinde


Dumansız ocaklarda kalıcak gözlerin


Kapanacak bu faslı ömrün


Adın silinecek kumsallardan


Yazılmamış mektupların kalıcak


Ayrılacak bir vapur iskeleden


Gözlerini gecelere kapayacaksın


Yaşlanacaksın


Zaman büyüyecek seninle


Soracaksın saçının akını aynalara


Aynalar geri alacak güzelliğini


Yıllar kazınacak alnında çizgi çizgi


Gözlerin denizin loşluğunu getirecek


Dudağında gülümsemeler yarım kalıcak


Bükülecek belin


Zamanın ağırlığı altında


Bütün sözlerde zehir


Yalnız kalıcaksın


Bir yaprak daha düşecek dalından


Yaratıldığına


Pişman olucaksın


Τ


Crux commisa veya tau haçıTertullian tarafından haçın gerçek formu olarak kabul edilmiştir. İsa geldikten sonra inananların alnı, Kudüs'te bu şekilde damgalanacağına inanılmaktadır. Zaferi sembolize eder. T harfi şeklindeki haç nimet, lütuf ve kerem demektir. Bu haç sembolüne 2.yy dan kalma zindanlarda sıkça rastlanmaktadır.


Davut Yıldızı:


"Davut Yıldızı veya Davud Mührü veya Davud Kalkanı gibi değişik isimlerle adlandırılan, altıköşeli veya altıuçlu bir yıldızdır ki, iki eşkenar üçgenin eşit noktalardan birbirini çapraz olarak kesmesiyle meydana gelmiştir. Fakat ne Ahd-i Atik'te ne de Talmud'da bu tabirlerin hiçbiri geçmemektedir” Kutsal kitaba göre çocuk Davut Golyat adlıbir devle savaşırken Davud’u koruyan bu kalkana altıgen motifi işlenmiştir. Birçok kültürde rastlanan bir semboldür. Yahudi halkının tarihsel, kültürel ve dini geçmişinde önemli rol oynayan sembol Siyon yıldızıolarak ta adlandırılır. 13. ve 14. yy. lar arasında Davut Yıldızı, Davut Kalkanıve Süleyman Mührü isimleriyle ayırım yapılmadan kullanılmıştır. Fransız İhtilalinden sonra dini kimliklerini rahatça açıklayabilen Yahudiler Davut Yıldızınıdini simgeleri olarak rahatça kullanmaya başlamıştır.14. yy. ın sonlarına doğru Batı Avrupa’da Yahudiliği açıklayan popüler bir sembol olarak sıkça görünmeye başlanmıştır.


https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/f/f9/Mona_Lisa%2C_by_Leonardo_da_Vinci%2C_from_C2RMF_natural_color.jpg/401px-Mona_Lisa%2C_by_Leonardo_da_Vinci%2C_from_C2RMF_natural_color.jpg


Leonardo da Vinci- Mona Lisa


Leonardo da Vinci, Mona Lisa, 1503, Ahşap Üzerine YağlıBoya, 77 x 53 cm, Louvre Müzesi, Paris, Fransa. Leonardo’nun 1503 yılında yapımına başladığıve dört yıl boyunca hiç yanından ayırmadığı Mona Lisa adıyla bilenen resim ahşap pano üzerine yağlıboya tekniği ile yapılmıştır. Resimdeki yüzünün Lisa adında Floransalı bir kadın olduğu ileri sürülse de net bir verinin olmaması, yüzün kime ait olduğuna dair bir gizem yaratmaktadır. O güne kadar birçok sanatçının figürü yumuşatma ve kenar kontörlerden kurtarma probleminde başarılı olamazken Leonardo çözümü bu tabloda bulmuştur. Sfumato tekniği adı verilen bu teknik ile sanatçı resminde dışhatları çok belirgin çizmiyor, formları gölgede kayboluyormuş gibi belirsiz bırakıyor ve resmin tamamını okumayı seyircinin hayal gücüne bırakıyordu. ”Yani bir formun diğeriyle kaynaşmasını sağlarken, daima hayal gücümüze bir şeyler bırakan, bulanık dış hatların ve yumuşak renklerin kullanıldığı ‘erime’ tekniği. Bu tekniği çok iyi kullanan sanatçı gözlerin ve ağzın köşelerini öylesine ustaca yumuşatmıştır ki portrede ki ifade tam bir gizeme bürünmüştür. Bununla birlikte resmin sağ ve sol tarafları birbirine simetrik değildir. Resimde iki farklı ufuk çizgisi kendini hissettirmektedir.


Nihâi Hedef


İnsanın nihâi amacı tanrısal erdemlere ulaşmaktır. Günah işlemekten sakınmaya, dünyevi işlerden uzak durmaya, yalnızlığı seçerek Tanrıyı anmaya ve kalbi temiz tutmaya yönelik inanışla başlayıp, daha sonra güçlü bir hareket durumuna gelmiştir. Allaha duyulan karşılıksız ve mutlak aşkı simgeleyen tasavvufta âşık ne cenneti ne de cehennemi düşünmelidir.


Temelinde evrende tek varlığın bulunduğu, o tek varlığın Allah olduğu ve diğer varlıkların onun yansımasından ibaret olduğu görüşüne dayanan tasavvufa göre, her şeyi kendisinde barındıran ve bir tek olan Tanrı’yı bulursak, kudretimiz sonsuza erecektir. Tasavvufta birleşme Allah’ın ruhunun Sufi’nin arınmış ruhuna yerleşmesidir. Asıl amacın; evrenin gerçeğini bulmak, kendi nefsini onunla özdeş kılmak ve böylelikle mutlak güce ulaşmak olması, insanı küçük şeyler peşinde koşmaktan uzak tutarak varılacak en yüksek hedefe ulaştırmaktadır.


 “Sufi’nin nihai hedefi kendisini yok etmek değil, Allah’ta yeni bir yaşama erişmektir.” Tasavvufi düşünceye göre duyularımızla yaşadığımız hayat ve ruhun dışında bulunan her şey kötülüğü barındırmaktadır. İyi ve doğru insan, Tanrı yolunda olgunlaşıp gelişen ve başka amacı olmayan insandır.


“Çünkü her insan yaratılmış bir varlık olarak gizli özünde Allah’tan başka bir şey olamaz ve insan, Allah’ın bilgisinin nesnesi olarak ilahi özgürlüğe katılmaktadır” Bunun dışında bir şey arzulamak bizi eyleme, eylem ise yaşamaya yönlendirir. Yaşam da ölüm gibi kötü olduğundan iyilik ve doğruluk bir ve tek olan Tanrı ile birleşerek bulunur ki, bu da bir çeşit ölüm halidir.


Yara


“Zaman yaraları iyileştirmez, yarısını diker iz bırakır. Tekrar açılır yara, aynı acıyı yeniden duyarsın, hem de o ilk anda ki gibi”


Elizabeth JENNİGS


Umberto Boccioni Manifestosu


Fütürizm akımının ortaya çıkmasından sonra, akımın resimsel dili Umberto Boccioni ile hayat bulmuştur. 18 Mart 1910’da Chiarella Tiyatrosu’nda bu sefer de Fütürist resmin manifestosu ilan ediliyordu. Umberto Boccioni’nin kaleme aldığı manifesto önemlidir.


Bütün taklit biçimler dışlanmalı, bütün özgün biçimler desteklenmeli ve yüceltilmelidir.


 “Uyum” ve “beğeni” sakızına karşı, dahi ve yüce olan, Rembrandt, Goya ve Rodin’in eserleri kutsallık rafından indirilmelidir.


Sanat eleştirmenleri yarasız ve zararlıdır.


Hayatımıza yön veren konular çelikle, gururla ve ateşle, vazgeçilmezlik noktasında bırakılmalı ve yeni sürece süratle yol alınmalıdır.


Bütün icat edenlere yaftalanan “deli” etiketi onurlu bir unvan gibi görülmelidir.


Doğuştan tamamlanabilirlik resimde vazgeçilmez bir zorunluluktur, tıpkı şiirde serbest ölçü ya da müzikteki çok seslilik kavramı gibi.


Resmin evrensel kütlesinde yer alan dinamiklik, bir duyum, arzu olarak aktarılmalıdır.


Doğayı sanata taşımak için, doğa gibi ciddi ve şeffaf olmak şarttır.


Hareket ve ışık hareket halindeki kütlelerin (bedenlerin) maddesel yapısını bozar.


**


“Bbir sanat eserinde duyguların ifade edilmesi o eseri iyi yapmaya yetmez, sadece bir memnuniyet yaratmak, bir sanat eserini meydana getirmek için iyi bir neden değildir; ifade anlaşılır ve samimi olmalıdır. Sanatın insan yaşamında ne kadar önemli olduğu, ortaya konan ürün ile insanlarla duygusal bir alışverişin ve iletişimin başladığını görmekteyiz”. Tolstoy


Doğruyu Yazmanın Beş Güçlüğü


Bertolt Brecht’in 1934 tarihli Doğruyu Yazmanın Beş Güçlüğü adlı Bildirgesi sanatın, sanatçının, izleyicinin, kamuoyunun üzerinde hala çok geçerlidir.


1. Yazar hakikati yazmak zorunda; burası açık; yazar hakikati saklamaya çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiçbir şey yazmamalı. Güçlülere boyun eğmemeli, güçsüzleri aldatmamalı.


2. Her alanda gizlenen, örtbas edilmeye çalışılan hakikati yazmak güç iş olduğundan, birçoğu için hakikatin yazılması ya da yazılmaması yalnızca bir namus sorunundan ibarettir. Hakikati yazmak için bir tek yürekli olmanın gerektiğini sanırlar. İkinci güçlüğü ise hep unuturlar. Bu ikinci güçlük hakikati bulabilmektir. Hakikati bulmanın kolay bir iş olduğunu kimse söyleyemez.


3. Sanat, hakikati silaha dönüştürebilme, onu bir silah olarak kullanabilme sanatıdır.


 4. Yazılanların fikirler ve sanat yapıtları pazarında karşılaştığı, yüzyıllardır süregelen alışılmış ticari kurallar, yazarı, yazdıklarının sorumluluğunu taşımaktan kurtarıyordu; yazar, müşterisinin ya da çalıştığı yayınevi patronunun, yani aracı kişinin, yazdıklarım herkese ulaştırabildiğini sanıyordu.


Kısacası şöyle düşünüyordu yazar: Ben konuşurum, beni dinlemek isteyenler de dinlerler. Gerçekte yazar konuşuyordu, ama onu parası olanlar (eseri satın alabilenler) dinliyordu. Herkes işitmiyordu konuştuklarını; işitenler de her şeyi duymak istemiyorlardı.


5. Hüner, çok kişiye hakikati ulaştırabilme, onu çok kişiye yayabilme hüneridir.


Metafor


Metafor kelimesinin kökeni, Yunanca "aktarma" anlamına gelmektedir. Metafor kelimesinin Türkçedeki karşılığı "mecaz" olarak ifade edilirken, bu kelimenin yerine "istiare, eğretileme, deyim aktarması" gibi kelimelerde kullanılmaktadır.


Metafor, "gerçek anlamı dışında benzetme yoluyla başka bir anlam yerine kullanılması" şeklinde de ifade edilmektedir. Metafor kelimesi temelde, "anlamın bir sembolden diğer bir sembole aktanım" anlamına da gelmektedir. Ayrıca Metafor kelimesini tanımlayan ilk düşünür Aristoteles'tir. Aristotales'e göre metaforun tanımı, "Bir kavramın başka bir kavram yerine kullanılması'dır. Aristotales'ten sonra Lakoff ve Johnson tarafından ele alınan metafor kavramıyla, insan zihninin düşünsel süreçteki önemine dikkat çekmişlerdir.


Kapı


Semboller birçok kavramı karşılamaktadır. Kültürel bir nesne olan kapı imgesi de, geçmiş ve gelecek arasında köprü görevi üstlenen, tarihe tanıklık eden aynı zamanda yaşanmışlıklardan beslenen bir nesne olarak tercih edilmiştir.


Sözlerin Eninden


“Bizden konuşan bizim elbisemize bürünür ve bizim tavrımızı seçmiş olur.


“Üç kitabın benzeri yoktur; Kuran-ı Kerim, Sahîh-i Buhari ve Mesnevî” [Abdullâh- ı Dehlevî]


“Benim mezar taşımın üzerinde gaipten bir yazı buldular ki


Bu maktulun suçsuzluktan başka bir suçu (günahı) yoktur [Mazhar Cân-ı Cânân]


O gün herkesin dilinde Peygamber Efendimiz vardı. Bunlardan en meşhur olanı;


ولد الحبيب ومثله لا يولد        ولد الحبيب وخده يتورد


يا عاشقين تولهوا في حبه       هذا هو الحسن الجميل المفرد


 Efendimiz doğmuş ve ona benzeyen hiç biri doğmamıştır


Sevgili doğmuş ve onun yanağı gül gibidir’.


Ey âşıklar, onu sevmek ile meşgul olun


Budur en iyi ve en güzel’.


[Ebul-Hayr Fârûkî]


Ebul- Hayr Fârûkî vefat haberini duyduğu zaman, ‘bu ilaçsız bir yaradır’, derdi.




Bilgisayar


Bilgisayar metafizik bir makinedir

Sherry Turkle


İkili Arasında


“İnsan yaşamında süreklilik ve süreksizlik kadar temel olan başka iki kategori, iki farklı deneyim yoktur.” Anthony Wilden


Herşeyler Rakamdır


“Bilgisayarlarla her şey rakamlara dönüştü: imgesiz, sessiz ve kelimesiz nicelikler. Ve optik fiber kablo ağları daha önceden ayrışmış olan veri akışlarını, dijital sayı dizilerinden oluşan tek bir standart haline getiriyorsa, bir medyum bir diğerine çevrilebilir demektir. Rakamlar sayesinde hiç bir şey imkânsız değil. Modülasyon, dönüşüm, senkronizasyon; gecikme, bellek, aktarma, şifreleme, tarama, haritalama, dijital temel üzerinde tüm medya bağlantıları medyum fikrinin kendisini siliyor” [Freidrich Kittler]


Dilin Kelimesi Çoksa


Afrika’da av ve avcılığa dair sözcük sayısı fazlayken Kutuplarda balık ve balıkçılığa dair fazla, ülkemizde ise akrabalık ilişkisine verilen önemin sonucu bu alandaki sözcük sayısı fazladır.


Diğer dillerde olmayan kayınbirader, elti, görümce, kayınbaba, kaynana gibi sözcükler bu önemi belirtmede yeterlidir. Çünkü dil, kültürden kültüre farklılık gösterdiği gibi, anlam açısından da bağlı olunan toplumsal yapı bir hayli önemlidir.


Düşünceli Dil


 Düşünce ve konuşma yani dil, aynı şeydir. Ruhun kendi kendine içten yaptığı konuşmaya düşünce deriz. Düşünce dille yaşar dille düzene girer. Diğer taraftan düşünceden arındırılmış bir dil ise, hayatiyeti olmayan boş bir kalıptır. Görülüyor ki bu ikisi arasında zorunlu bir ilişki vardır. Gelişmeleri birbirlerine bağlıdır. Düşünce var olana nüfuz edip yeni kavramlar kazanıp onları ifade ederek dili zenginleştirir. Dil zenginleştikçe de düşünce varlığa nüfuz etmede güç kazanır.


Düşüncemizi dile getirmek için bütün doğayı yardıma çağırırız. Uygun kelimeyi bulduk mu, düşüncemiz berraklaşıverir. Belki o güne kadar bu kelime bizim kullandığımız anlamda kullanılmamıştır.


Tanrı Konuşmayı Seviyor


Jean-Jacques Rousseau ise dilin kökenini jestlere bağlamayıp, jestlerin doğal gereksinimlerden ortaya çıktığını savunur ve şöyle der:


“Eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı, çok büyük bir olasılıkla hiç konuşmayabilirdik. Jean Chardin Hindistan’daki aracıların, birbirinin elini tutarak ve kimsenin fark edemeyeceği bir biçimde tutuşlarını değiştirerek, herkesin içinde ama gizlice, tek bir söz etmeden bütün işlerini gördüklerini anlatır. Aynı gözleme dayanarak diyebiliriz ki düşüncelerimizi iletme sanatının icadı bu iletişimi bize sağlayan organlardan çok insana özgü bir yetiye bağlıdır, bu yeti onun organlarını bu iş için kullanmasını ve eğer bunlar onda yoksa başka organlarını aynı iş için kullanmasını sağlar.”


Uyduruk Vasiyetname


Sadreddin Konevî hakkında uydurulmuş bir vasiyetname.

“Dostlarım ve bana mensup olan müridlerim, talebelerim, beni Müslümanların umumi kabristanına defnetsinler. (…) ayrıca beni fıkıh kitaplarındaki gibi değil de hadis kitaplarında belirtildiği şekilde yıkamalarını istiyorum. Kefen olarak beyaz bir izar sarsınlar ve Şeyh-i Ekber’in elbiseleri ile kefenlesinler. Kabrime Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmanî’nin seccadesini yaysınlar. Cenazemi hiçbir cenaze okuyucusunun takip etmemesini, kabrimin üstüne ne bir bina, türbe ne de bir tavan yapılmasını vasiyet ediyorum. Sadece kabrimi sağlam taşlar ile örüp yapsınlar. Fakat başka bir şey yapmasınlar. Böylece, hem kabrimin örtülmesi kolay olur hem de yıkılıp yeri kaybolmaz. (…)”


Üzüntü ve Gumme


Allah Teâlâ (cennet) ehlini şöyle vasıflandırıyor: “Onlar için ne bir korku ne de bir hüzün vardır.” Bütün sevilen şeylerin varlığını ve sevilmeyen şeylerin yokluğunu içine alan bu iki lafzı Allah Teâlâ birlikte zikretmiştir. Biz insanın yakınında olan ve ona endişe verip, sabrını yok eden bu iki şeyi tecrübe etmek (anlatmak ) istiyoruz. Bu ikisinin varlığı bu dünyanın tabiatındandır. Bunlardan kurtulma (hile) veya bunları yok etmenin yolu yoktur.


Üzüntü iki kısımdır;


a. Sebebi bilinen üzüntü, ehlinden, malından veya özel konumundan dolayı sevdiği şeyi kaybetmesinden dolayı kişiye arız olan üzüntüdür.


b. Sebebi bilinmeyen üzüntü ise gummedir. Gumme vaktinin çoğunda insanın kalbinde bulunan, canlılığını (neşesini) engelleyen ve sevincinin ortaya çıkmasına mani olan şeydir…


Filibeli Ahmet Hilmi Modernistti


Ahmed Hilmi Efendi reform girişimlerinde bulunan Muhammed Abduh (ö.1905) ve Cemâleddîn Afgânî’nin (ö.1897) üstlendiği büyük vazifelerin ortak bir çalışma halinde büyük semereler vereceğini savunmaktadır. Muhammed Abduh’un ıslahat girişimlerinin en büyük semeresinin; Ezher Üniversitesi olduğunu belirtirken, aynı zamanda İslam coğrafyasının en düzenli ve ilerleme taraftarı okulu olarak nitelendirmektedir. Ahmed Hilmi Efendi’nin üzüntü duyduğu mesele ise Muhammed Abduh, Cemâleddîn Afgânî ve Ahmed Han (ö.1898) gibi önemli mütefekkirlerin Mısır ve Hindistan’da taraftar bulurken, Türkiye ve İran gibi iki büyük İslamî merkezde destek bulamaması olmuştur. Ahmed Hilmi Efendi, Türkiye’de İslamî reformun destek bulamaması konusunda, selefe bağımlılık ve muhafazalıktan kaynaklanan taassuba işaret etmiştir.


El Ayn


Halil b. Ahmed, el- ‘Ayn adlı eserinde, bizzat kendisinin ortaya koyduğu sese dayalı bir yöntem izlemiş ve harflerin mahreçlerini esas alarak ‘ayn harfiyle başladığı için kitabına el- ‘Ayn adını vermiştir.


Siz Bir Olun


يَٰٓأَيُّهَا ٱلنَّبِىُّ حَرِّضِ ٱلْمُؤْمِنِينَ عَلَى ٱلْقِتَالِ ۚ إِن يَكُن مِّنكُمْ عِشْرُونَ صَٰبِرُونَ يَغْلِبُوا۟ مِا۟ئَتَيْنِ ۚ وَإِن يَكُن مِّنكُم مِّا۟ئَةٌ يَغْلِبُوٓا۟ أَلْفًا مِّنَ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ


“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.”Enfal,65


Âyetlerde geçen kelimelerin anlamı bilinmese dahi kelimelerin birbirine bağlanması için kopmadan okunması ile dikkat çekmiştir. Âdeta birbirine bu tecvid kurallar ile sıkı sıkıya kenetlenmiş gibidirler. Şöyle ki yukarıda geçen âyetin bir kısmı; وَإِن يَكُن مِّنكُم مِّا۟ئَةٌ يَغْلِبُوٓا۟ أَلْفًا مِّنَ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ Burada peşpeşe gelen üç tane meâ’l-gunne, bir ihfâ ve sonrasında kuvvetli bir idğamı misleyn ile okunduğu zaman kelimelerin anlamı olan “eğer sizden (sabredenlerden) yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi yenerler” ifadelerindeki üstün vurguyu tecvîdi ile de hissettirir. Zira harfler de burada yüz kişinin sırt sırta verip bin kişiyi yenmesi için sıkı ve kopmayan birliktelikten bahseder gibidirler.


Tanrıyı Konuşmak


yirminci yüzyıl mantıksal pozitivizmi Tanrı’yı konuşmanın anlamsızlığını savunur. Yüzlerce yıldır felsefe ve özelde metafiziğin aradığı ve tartıştığı tözün yerini, bu dönemde dil almıştır. Düşüncenin aracı olan dil artık düşünceden öne geçmiştir. Bu dönemi din felsefesi açısından kısır görmek, bir teistin kendi bakış açısından yorumu gibi algılanabilir, ancak Wittgeinstein’ın Tarctatus’undaki “üzerinde konuşulamayan şey hakkında susmalı” önermesi, düşünceden uzaklaştırılan Tanrı’nın dilden de uzaklaşmasına yol açar niteliktedir. “Dile getirilemeyen yanıtın sorusu da dile getirilemez” türünden katı matematiksel mantık, Tanrı hakkındaki konuşmaları tıpkı çözümü bulunamayan problemin tahtadan silinmesi gibi, cevabını bulamadığı Tanrı ile ilgili soruları da yok sayar.


Böylece dilin sınırlarıyla belirlenmiş bir dünya imajı veren düşünce yapısı zaten pek çok sınırlılıkları olan insanın bir de düşüncesine kendi elleriyle özenle koyduğu bir sınır daha çizer.


Oysa alemi Tanrı’nın dili, kelimeleri, delilleri ya da ayetleri olarak gören yaklaşım; insanın varoluşu, hayatın amacı gibi konuları bütünüyle gizem olmaktan çıkarıp, bu soruların sahibi insana bir anlam örgüsü sunmaktadır. Bu açıdan doğrulanabilirlik ya da yanlışlanabilirlik yaklaşımından çok daha zengin bir düşünce ufkunu mümkün kılar.


'Allah tektir, sayı ile değil'


Hz. Ali (aleyhisselâm) buyurdu: "Allah tektir, sayı ile değil; ebedidir, zamanla sınırlanmadan ve kaimdir, dayanak olmaksızın. Zihinler O'nu duyu organları olmaksızın kavrar. Vehimler O'nu kuşatamaz. O, vehimlere/düşüncelere azametiyle tecelli etmiştir"


Hiçbir terim tek başına Allah’a işaret etmek için kullanılmaz. Hakk’ı her şeyden aşkın tutup, O’nun varlığının ancak kendisiyle sabit olduğunu söylerken, madde aleminde de O’nun eşsiz birliğine delalet etmeyecek hiçbir şey yoktur diyerek içkinliğe kapı aramalı. Tanrı hakkındaki konuşmalarda aşkınlık ve içkinlik kavramlarını -bütüncül ve eleştirel din felsefesi modeli baz alındığında- bir arada tutmalıdır.


Günümüz Melâmilerin Görmezden Geldikleri Kitap


Hüseyin Vassaf’ın Sefine-i Evliya Kitabıdır. Sebebte Şu makaledir.


 ÇERKEŞLİ ŞEYH MUSTAFA EFENDİ


Meşâyıh-ı izâm-ı Şa’bânîyye’dendir. Neş’etleri Çerkeş’tendir. Şeyh-i mükerremleri Muhammed Efendi’nin vâris-i kemâlâtı olup, ziyâret-i Haremeyn’e dahi muvaffak olarak kemâlât-ı ârîfâneleri şuyû’ bulmuştur. Halka-i irşâddan onüç halîfesi yetişmiş 1224/(1809) senesinde âzim-i dâr-ı ahiret olmuşlardır. Çerkeş’te medfûndur.


            Oldu Şeyh vâsıl-ı cânân Yâ Hû


(اولدى شيخ واصل جنان يا هو ) = 1224


İstanbul’da bir silsile-i urefâ vü ulemâ teşkîl eden Çerkeşli-zâdeler müşârünileyhin ahfâdındandır.


Osmanlı Müellifleri’nde, Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin irtihâli 1229/(1814) gösterilmiş ise de yanlıştır. Hz. Şeyh’in ahvâl ve asnâf-ı tarîkata dâir Risâle-i Türkiyye’lerinin matbû’ olduğunu Osmânlı Müellifleri’nde Tâhir Bey yazmaktadır. Mezkûr risâle ahîren görüldü, gâyet mühimdir. Teberrüken ve kısmen âtîde naklolundu.


/57/ Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin mürîdlerinden olup, Tokat’ta ikâmet etmekte olan Cebbâr-zâde Süleymân Bey, azîz-i müşârünileyhi Tokat’a da’vet etmekle, da’vete rû-yı icâbet gösterip Tokat’a şeref-i muvâsaletlerine müsâdif yevm-i mes’ûdda bütün ahâlî istikbâline çıkmışlar. Hattâ on dakîkalık yola kadar şal döşemişlerdir. Hz. Şeyh, gâyet mahviyyet-perver olduğundan Çerkeş’teki dergâh pek harâb olduğunu ve hattâ binânın birçok yerleri iplerle bağlı bulunduğu hâlde kimseye bu bâbta teklîfte bulunmamış idi. Hz. Azîz’in Tokat’a azîmeti sırasında Süleymân Bey kâhyası vâsıtasıyla tevsîan ve müceddeden derhâl bir binâ-yı âlî vücûda getirmiş ve kimin tarafından yapıldığını kimseye bildirmemiş idi. Hz. Şeyh Çerkeş’e avdet ettikte binâ-yı cedîdi görünce hayrette kalmış ve fakat bilâ-tereddüt ikâmet eylemişlerdir. Hakîkat-ı hâli merâk ederek kendilerinden suâlde bulunanlara,


“Cânım biz sormadık. Girip oturduk. Siz niye soruyorsunuz?” buyururlar imiş.


Bir gün hastalanmışlar. Süleymân Bey, Hıristiyan hekîm celbedip, Hz. Azîz’i tedâvî eylemek istemiş. Hekîm muâyene edince Hz. Şeyh ona hitâben,


“Hastalığımı teşhîs ettin mi?” diye sorunca o da,


“Onbir de ilâc tertîb eyledim. İçince bi-inâyeti’llâh şîfâ bulacaksınız.” cevâbını vermiş idi.


“Öyleyse ben bu işi bir kere hastalığıma danışayım.” deyip yorganı başına çekmiş, bir müddet sonra tabîbe hitâben,


“Hastalığım bana lisân-ı hâl ile dedi ki: ‘Vâkıa verilecek ilâcla ben geçerim. Ama senin ile yirmi beş senedir hem-bezm oldum. Benim yerime hiç tanımadığın bir hastalık gelir, tedâvîsi bulunmazsa ne yaparsın?’ Düşündüm ben o ilâcı içmekten vazgeçtim. demiştir.


Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi,


“Şu hastalık ve tabîb hikâyesi Hz. Pîr Nasûhî’de de aynen vukû’ bulmuştur. Demek ki Çerkeşî hazretleri de, eser-i cenâb-ı Pîr’e imtisâl buyurmuşlardır.” buyurdular. Hastalıkları kesb-i şiddet edince, tâcını Beypazarlı Ali Efendi hazretlerine ihsân buyurmuşlar. Beypazarlı, azîzinin huzûruna gidince, azîzinin kucağında yatmakta olan geyik yavrusu hemen firâr edince,


“Hâlâ adam olamamışım. Geyik bile beni adam yerine saymıyor, benden kaçıyor.” demiştir.


Hulefâsının en güzîdeleri Geredeli Azîz nâmıyla benâm Şeyh Hacı Halîl Efendi ile Beypazarlı Şeyh Ali Efendi’dir. Bu iki halîfe-i muhterem her ma’nâsıyla şeyh-i mükerremlerinin feyz ü kemâlini hâiz idiler. Her ikisinden teselsül eden silsile-i tarîkat elyevm bâkî olup, ehl-i tarîkatın melâz-ı uşşâkıdır.


Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhe pek ziyâde hürmet etmiştir. Hattâ emriyle yazdığı risâleden bir bahis teberrüken aynen derc olunmuştur:


Ulemâ ve meşâyıh arasındaki ihtilâf-ı sûrî münâsebetiyle bunun izâlesine hâdim olmak üzere Sultân Mahmûd-ı sânî’nin ricâsıyla yazdıkları Risâletün fî-Tahkîkı’t-Tasavvuf nâm risâlesi vardır.


(Ahmed Amîş Efendi Efendinin raftan indirip yazdırdığı risâle budur. Melâmiler hakkındaki müteala dikkate şayandır.)


RİSÂLETÜN FÎ-TAHKÎKI’T-TASAVVUF


“Ma’lûm ola ki, erbâb-ı kulûbun tahsîl ve tahsîlinde sa’y-i belîğ eyledikleri tasavvuf ahvâl-i selâseden ibârettir. Onlar da budur:


Tecellî-i ef’âl, tecellî-i sıfât, tecellî-i zât.


Lâkin hîn-i ifâdede ahvâl-i selâse (üç halin) sâhibleri hâlât-ı selâsede fırak-ı dâlleden üç fırka-i bâtılaya müşâbihlerdir.


Tecellî-i ef’âl sâhibleri, Cebriyye’ye;


tecellî-i sıfât sâhibleri, Hulûliyye’ye;


Tecellî-i zât, sâhibleri, İlhâdiyye’ye müşâbih (benzer) görünür.


Lâkin cebr, hulûl ve ilhâddan müberrâdırlar. (temizdir.)


Bu tecellîyât-ı selâseye mazhar olan zevât-ı kirâm ile tavâif-i selâse-i mezkûrenin beynlerini tefrîk eden şer’-i Muhammedî ve erkân-ı cenâb-ı Ahmedî’dir ki, eğer bir kimse dâire-i şerîatta dâhil ve merkez-i nâciye-i istikâmette sâbit olur, makâmât-ı selâseden ve tecellîyyât-ı sâbıkadan tekellüm ederse, irfân-ı ilâhî ve esrâr-ı Rabbânîdir ve kendinden zuhûr eden hârık-ı âde kerâmettir. Lâkin ında’llâh ve ınde’r-Rasûl ve ınde’l-mürşidîn mezmûm ve bî-edebliktir. Ve eğer dâire-i şerîattan hâric ve merkez-i ittikâdan zerre mikdârı mâil olursa kendisi dâll ve kelâmı ilhâd ve ifsâddır. Ve zuhûr eden hârık-ı âde sihir ve istidrâctır.


Sûfiyyeden Melâmiyyûn Hazerâtı avâmm-ı nâs ındinde ve mahcûbîn katında hasebü’z-zâhir şerîata muhâlif akvâl u ef’âl ü etvâr ile görünürlerse de, lâkin tahkîk ve tedkîk olundukta kat’iyyen ve kâtıbeten ser-i mû şerîat-ı Muhammediyye’ye muhâlefetleri yoktur. Ancak tabâyı’-i şerîfelerinde sırr u ahfâ muhabbeti merkûz (istenilmiş) olmağın mahcûbîn ındinde zâhir-i şerîata muhâlif ve hakîkatta mutâbık akvâl u ef’âl ü atvâr ile nefislerini mestûr ve mahfî kılarlar. Zâtlarında bu fırka mestûrîn-i kâmillerdir; mükemmiller değillerdir. Ve nefsinde râşidler ve fakat gayr-i mürşidlerdir. Onlardan istid’â ve istirşâd ve iktidâ sahîh değildir. Zîrâ tâlib-i tasfiye olanları şek ve şübheye ilkâ ederler.


Mürşidiyyet, şek ve şübhe ilkâ etmek değildir. Belki cemî’-i nâsın reyb u şekkini ihrâc ve izâle etmektir ve emr-i irşâd, Allâhu zü’l-celâl hazretlerinin inâyet-i ezeliyye ve cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir kulunu ef’âlen ve sıfâten ve zâten kendine cezbedip, nice müddet, kasr-ı cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân kıldıktan sonra tekmîlen li’l-irşâd makâm-ı beşeriyyete inzâl u irsâl edip, tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm, havâs; küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma’siyyetten tâata ve havâssı mâ-sivâdan vuslata da’vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle mansûr ve müeyyed kılınmıştır. Bu abd enbiyâdan ise, nübüvvet-i teşrîiyye ve evliyâdan ise, nübüvvet-i ta’rîfiyye tesmiye olunur.


Mürşid-i kâmil ve mürebbî-i vâsıl zât-ı akdes-i peygamberîden hisse-mend olmalarıyla enbiyâ-yı ızâm ne gûnâ ferâiz ve vâcibât ve sünen ve müstehabâtı ve sâir erkân-ı şerîatı kavmi beyninde iktidâ etmeleri kasdıyla alenen icrâsıyla me’mûr oldukları gibi, mürşidler dahi evrâd u ezkâr ve halvet ü uzlet ve ferâiz u nevâfil ve sâir erkân-ı turukun mürîdleri belki sâir nâs beyninde iktidâları kasdıyla cehren ve alenen icrâsıyla me’mûrlardır. Ve mahall-i ithâmdan ihtirâzı mültezimlerdir ve ibâdet ü tâatlarında ve sünen-i Muhammediyye’ye ittibâ’larında ve siyer-i Ahmediyye’ye sülûklarında aslâ ucub u riyâ olmaz. Onlar bir kavimlerdir ki, (لا أعبد ربا لم أره )  ikrâmıyla mükerrem olmuşlardır. Kavilleri, ayn-ı tevhîd ve fiilleri ayn-ı ihlâstır.


Ammâ gürûh-ı melâhiden; “İbâdât-ı zâhiriyye, ebrârın hali; ibâdât-ı bâtıniyye mukarrabînin hâlidir.” diye i’tikâdları küfr ü ifsâddır.


İbâdât-ı zâhiriyyeyi terk ayn-ı ilhâd olduğundan mâ-adâ safha-i kalbleri, sırf dînden ve nokta-i tasavvuftan hâlî ve lisânlarında nice nice hurâfât ve şatah ve tâmât ve muîn-i şerîat-ı garrâ olan ulemâ-yı etkıyâya buğz birle ma’rifet-i Bârî ve tasavvuf iddiâsında olup, tarîkat-ı aliyyeyi, şerîat-ı garrâdan ayrı bir tarîk addedip, hâl ve zevk ile sudûr eden ehlu’llâhın kelâm-ı mutlaklarını lisâna getirip, kendilerine kâl ve meşâyıh ve ulemâ beyninde müttefakunaleyh olan ibâdât u tâati ve riyâzât u mücâhedâtı terk ve muhtelefunfîhâ olan ba’zı ef’âli vücûb mertebesinde kendilerine âdât u hâl ve belki ma’siyyete âlât kılan ol zümre-i dâllîn ve ol fırka-i hâsirînden tasavvuf dûr ve ma’rifet-i Hak onlardan mehcûrdur.


Bu cihetten ulemâ-yı selef ve haleften ba’zısı tahkîkan ve ba’zısı taklîden ol gürûh-ı melâhideyi zecr u men’ husûsunda ârif u kâmili fark etmeyip, sûret-i ıtlâkta nice resâil tahrîr u tahşiye-i kelimât ile takrîr eylediler. Lâkin ârifi mahcûbdan ve kâmil-i nakıstan mukbûli merdûddan fark etmeyerek zecr ü red, emr-i metbû’ olmadığı ecilden bu bâbda eimme-i sûfiyye dahi nice kitaplar te’lîf ve nice risâleler tasnîf eylediler. Ulemâ ile meşâyıh meyânında olan nizâ’ lafzîdir. Ma’nâda onlar müttehiddirler. İttihâd-ı ma’nevîyyeyi fehm etmeyen bî-edeblerin lafızda teksîr-i nizâ’larına ehlu’llâh, kaddesa’llâhu esrârahum, râzî olmazlar.”


Fakirlikten Koruyan Namaz


Fahr-i âlem -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Her kim namaz-ı duhâyı kılmayı âdet edinse, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ ona nûr vere maşrıktan mağribe değin.” ve hem yine buyururlar:


“Cennette bir kapı vardır. Ona bâb-ı duhâ derler. Her kim âdet edinse namaz-ı duhâ kılmayı, kıyâmet gününde ol kapı çağıra ki: „Ey Allah dostu benden gir cennete ki senin yolun budur.‟ ” ve bir hadîs-i şerîfte dahi buyurmuşlar ki: „Üç nesne üç nesne ile cem„ olmaz; zinâ ile baylık, tevbe ile günâh ve fakîrlik ile namaz-ı duhâ.‟


Hâce Hakîm Kāsım –rahimehullâh- eder ki: “Bir kaç nesneyi birkaç nesnede buldum; hikmeti boş karında buldum, gafleti dolu karında buldum ve bereketi namaz-ı duhâ‟da buldum, rızâ-yı Hudâ‟yı muhâlefet-i hevâda buldum.”


Dili Uzatma


Allah’ın işlerine dil uzatma ki şeytan gibi kırbaç yemeyesin.


[Nizâmî, Mahzen-i Esrâr (çvr: M. Nuri Gençosman), MEB Yayınları, İstanbul 1993, s. 143.]


Çok Sevme


Bu âlem ki çöplüktür. Altını da gümüşü de istinca taşıdır. Eşeğin makatıyla pislediğinden yüz defa fazla şeytan pislemiştir.


Kafirler Bizden İyi Diyorlara


Şeytan adamın yanına bir kötülük için gelir, senin yanına gelmez. Çünkü sen şeytandan daha betersin.


Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.


Ey bir işe yaramaz adam!


Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden şeytan da kaçmaktadır.


Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!


(Mesnevî, c. I, b. 1874-77).


“Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmanınızdır diye emretmedim mi?” (Yasin, 36/60).


Biz Yalan Söylüyoruz


Bizse şeytanla barışığız, Tanrı ile cenk ediyoruz. Bu utancın içinden başımızı nasıl kaldıracağız?


Dost, yüzü düşmana dönük olan dostuna bin de bir bakar. Eğer faydalı bir dost istiyorsan, onun düşmanından emir almayacaksın. Senin evinde düşmanını gördükten sonra dostun oraya ayak basmaz, bunu bilmiyor musun?


Sadi Şirâzî, Bostan (trc: Hikmet İlaydın), s. 323.

Bu ibârenin hesaplanmasından 1145 çıkmaktadır. (H)

Atatürk Kütüphanesi, İstanbul; Tahkik et-tasavvuf / Mustafa Halveti el-Çerkeşi, 297.7 – O. E. Yazmaları - OE_Yz_001585; 297.7 MUS, O.E. Yazmaları - OE_Yz_000059/04

Aslında bu fırka zâtlarında gizlenmiş kâmillerdir. Ancak mürşid-i kâmil değillerdir. Ve nefislerini irşad ederler fakat başkaları için mürşid değillerdir. Onlardan irşad olmayı istemek, Hakk yola gitmek ve peşlerinden gitmek sahih değildir. Zîrâ nefsini temizlemek isteyen tâliblerini şek ve şübheye düşürürler.


Mürşidlik, şek ve şüpheye düşürmek değildir. Belki bütün insanların şek ve şüphesinden çıkarıp ve izâle etmektir. Mürşidlik vazifesi, Allâhu zü'l-celâl hazretlerinin ezeliyye inâyet-i ve cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir kulunu ef'âlen ve sıfâten ve zâten kendine cezbedip, nice müddet, cemâl köşkünde misafir etmek ve visâl tahtına sultân kıldıktan sonra kâfir, avâm, havâs dediğimiz üç taifeyi irşâd için tamamlanmış ve görevlendirilmiş olarak beşeriyyete irşâd emri ile gönderilmesidir. Yani, küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma'siyyetten tâata ve havâssı mâsivâdan vuslata da'vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle yardım edilmiş ve desteklenmiştir. Bu kul enbiyâdan ise, nübüvvet-i teşrîiyye ve evliyâdan ise, nübüvvet-i ta'rîfiyye tesmiye olunur.

Hazret-i Ali kerremallâhü veche buyurdu ki; Görmediğim rabbe ibâdet etmem.”

“Hz. Ali, bu sözü ile acaba ne anlatmak istiyordu?”

“Yalan şahadet Allah'a şirkle bir tutulmuştur!”


Melâhi:Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.

Melahide: Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.

Mülhidlerin, zâhirî ibadetler, ebrârın hali; bâtınî ibâdetler mukarrabînin hâlidir, diye söylemeleri küfür ve ifsattır.

VASSAF Osmanzade Hüseyin ve hzl. Prof.Dr. Mehmet AKKUŞ- Prof.Dr. Ali YILMAZ Sefine-i Evliya [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2006, c. IV


 





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar