Print Friendly and PDF

KESİNLİKLERİN SONU- ZAMAN, KAOS VE DOĞA YASALARI

Bunlarada Bakarsınız



Karl Popper’a göre, us “her olayın kendinden bir öncekinin sonucu olduğunu ve olayların önceden söylenebileceğini ya da açıklanabileceğini ileri sürer... Öte yandan us, sağlıklı ve yetişkin bireylere birçok farklı eylem yolları arasında özgürce seçim yapma yeteneğini vermiştir...”. [Karl Popper, L'universirrésolu. Plaidoyerpour l‘indèterministne, Paris, Hermann, 1984, s.XV.]
 Usa olan bu yönelim, batı düşüncesinde William James’in “determinizm ikilemi”olarak adlandırdığı önemli bir sorunla kendini gösterir. [William James, “The Dilemma of Determinism”, in The Will to Believe, New York Dover, 1956.]
Bu ikilem dünyayla, özellikle de zamanla ilişkimizi kapsar.
Gelecek belli mi ya da sürekli yapılanıyor mu?
Özgürlüğümüze olan inancımız bir yanılgı mı?
Yoksa bizi dünyadan ayıran bir gerçeklik mi?
Ya da dünyanın gerçekliğine katılma tarzımız mı?
Zaman sorunu varoluş ve bilme sorunlarının kesişme noktasında mı?
Varlığımızın temel boyutu olan zaman fiziğin de merkezindedir, çünkü Batı bilimi, Galile fiziğinin kavramsal şemasına zamanın eklenmesiyle başlamıştır.
Hiç kuşkusuz bu başlangıç insan düşüncesinin bir zaferidir, aynı zamanda bu yapıtın konusunu oluşturan sorunun temelidir. Einstein’in “zamanı bir yanılsama” olarak ileri sürdüğü biliniyor. Gerçekte zaman, fiziğin Newton’un klasik dinamiğinden görelilik ve kuantum fiziğine dek temel yasalarında yer aldığı biçimiyle geçmiş ve gelecek arasında hiçbir ayrıma izin vermez. Bugün hâlâ çok sayıda fizikçi için şu tam bir kesinlemedir: doğanın temel betimlemesinde zaman oku bulunmaz.
Bununla birlikte her yerde, kimyada, jeolojide, kozmolojide, biyolojide ya da insan bilimlerinde geçmiş ve gelecek farklı roller üstlenmiştir. Fiziğin zamansal bir simetri yüklediği bir dünyadan zaman oku nasıl çıkabilir?
Fizikte “determinizm ikilemi”ne değişik bir boyut kazandıran zaman çelişkisi budur. Zaman çelişkisi bu yapıtın temel noktasını oluşturur.
Zaman çelişkisi çok geç, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Viyanalı fizikçi Ludwig Boltzmann’ın çalışmaları sayesinde tanımlanmıştır. Kendisi biyolojide Charles Darwin’in modelini izleyebildiğine inanmış ve fizik olgularının evrimci bir betimlemesini yapmıştır. Geçmiş ve gelecek arasındaki eşdeğerliliğe dayanan Newton fiziği yasalarıyla geçmiş ve gelecek arasında temel bir ayrım güden her tür evrimci girişim arasındaki çelişkiyi açıklığa kavuşturmayı amaçlamıştır. O dönemde Newton fizik yasaları ideal, nesnel ve eksiksiz bir bilginin ifadesi, olarak kabul ediliyordu. Geçmiş ve gelecek arasında eşdeğerlilik savında olan bu yasalara göre, zaman okuna temel bir anlam yükleyen her girişim bu ideale karşı bir tehdit gibi görünmüştür. Bu durum bugün hâlâ değişmemiştir. Boltzmann dönemi fizikçilerinin Newton fizik yasalarını kesin olarak kabul etmeleri gibi çok sayıda fizikçi bugün mikrofizik alanında kuantum mekaniğini fiziğin kesin açıklaması olarak benimsemiştir. Bu yüzden sorun sürüp gitmektedir: insan düşüncesinin temel yapısını bozmadan zaman okundan nasıl söz edilebilir?
Öyleyse zaman oku Boltzmann döneminden beri görüngübilim alanında yer almıştır. Buna göre geçmişle gelecek arasındaki farklılıktan sınırlı gözlemciler olarak biz insanlar sorumluyuz yani. Zaman okunu doğa gibi ancak yaklaşımsal olarak betimleyebildiğimiz bir olgu niteliğine indirgeyen bu sav yeni kitapların çoğunda hâlâ savunulmaktadır. Zaman okunun ortaya çıkmasıyla oluşabilecek çözümlenemez gizemin açıklamasını bilimlerden beklemeyi bırakmış yazarlarda vardır. Unutmamalıyız ki, Boltzmann’dan bu yana durum çok değişti. Dinamik fiziğinin ve kaos düşüncesine bağlı kararsız dinamik sistemler dinamiğinin şaşırtıcı gelişimi Galile’den beri oluşturulan zaman kavramını tekrar gözden geçirmeye iter bizi.
Gerçekten de son yıllarda yeni bir bilim doğmuştur: DİNAMİK SÜREÇLER FİZİĞİ. Bu bilim bugün kimyadan biyolojiye, kozmolojiden çevrebilime ve sosyal bilimlere kadar birçok alanda kullanılan oto- organizasyon ve dağıtıcı yapılar gibi yeni kavramları beraberinde getirmiştir. Dinamik fiziği tek yönlü bir zaman olarak nitelenen dağıtıcı süreçleri ele alır ve bunu yaparken tersinmezliğe yeni bir anlam katar.
TERSİNMEZLİK
Termodinamikte, geri döndürülemez olan işlemlere tersinmez denir. Bu termodinamik perspektifinden tüm doğal işlemler tersinmezdir. Bu olgu termodinamik sistemde etkilenen moleküller başka bir termodinamik sisteme aktarılsa bile atom ve  moleküllerin diziliş ve düzenlerinin mutlaka birbirinden farklı olması nedeniyle oluşmaktadır. Belirli bir miktarda "dönüşüm enerjisi","çalışan cisim" mölekülleri bir halden başka bir hale geçerken birbirleri üzerinde iş yaptıkları için harcanmalıdır. Bu dönüşüm esnasında belirli bir miktar ısı enerjisi mölekül-içi sürtünme ve çarpışmalar nedeniyle kaybedilecek veya dağılacaktır. Bu enerji işlem ters çevirildiğinde geri kazanılabilir olmayacaktır.
Önceleri zaman oku difüzyon, sürtünme, akışkanlık gibi çok basit süreçlere bağlıydı. Bu süreçlerin sadece dinamik yasaları yardımıyla anlaşılabilir oldukları sonucunu çıkartabilirdik. Ama bugün aynı şeyi söyleyemeyiz. Tersinmezlik artık bu kadar basit olaylarda ortaya çıkmıyor sadece. Çevrintilerin, kimyasal titreşimlerin ya da laser ışınımlarının oluşumu gibi birçok yeni olayın kaynağını da oluşturuyor aynı zamanda. Bu olayların hepsi zaman okunun temel yapıcı işlevini gösterir. Tersinmezlik eksiksiz bir bilgiye kavuştuğumuzda kaybolacak olan basit bir görünümle özdeşleştirilemez artık. Milyarlarca molekül yığılımında birbirine uygun davranışların temel bir koşuludur. Tekrarlamaktan hoşlandığım bir formüle göre şöyle de söyleyebiliriz: zaman oku görünmüyorsa, madde görmez, dengeye körü körüne bağlı kalır; zaman oku ortaya çıktığındaysa, madde dengeden uzaklaşmış olarak görmeye başlar! Tersinmez dinamik süreçlerin tutarlılığı olmaksızın dünya üzerinde yaşamın varlığı anlaşılmazdı. Zaman okunun yalnızca görüngübilimsel [Duyularla algılanabilen her şey, fenomen. ] olduğu savı çöktü. Zaman okunu yaratan biz değiliz. Tam tersine, biz onun çocuklarıyız.
Fizikte zaman kavramının yeniden gözden geçirilmesine yol açan ikinci gelişme de kararsız dinamik sistemlerin gelişmesidir. Klasik bilim düzen ve kararlılığa önem vermişti, oysa artık her gözlem düzeyinde salınımın ve kararsızlığın temel bir işlev taşıdığını biliyoruz. Bu kavramlarla birlikte çoklu seçim ve sınırlı öngörürlük kavramları da ortaya çıkar. Kaos gibi kavramlar benimsenmiş ve kozmolojiden ekonomiye tüm bilim dallarına girmiştir. Ancak bu yapıtta göstereceğimiz gibi kararsız dinamik sistemler aynı zamanda klasik dinamiğin ve kuantum fiziğinin gelişmesine dolayısıyla da temel fizik yasalarının yeniden formülleşmesine yol açmıştır. Bu formülleşme gerek geleneksel fiziğin gerekse kuantum mekaniğinin ve göreliliğin ileri sürdüğü geçmiş ve gelecek arasındaki simetriyi bozar. Sözünü ettiğimiz geleneksel fizik eksiksiz bilgiyi ve kesinliği birbirine bağlar: benimsenen başlangıç koşullarının verilmesi yeter; gelecek bu koşullara göre öngörülebilir ve geçmiş yine bu koşullara göre yeniden kurulabilir. Değişkenliğin (kararsızlık??) gelmesiyle doğa yasaları yeni bir anlam kazanır. Bundan böyle olasılıkları ifade eder.
Yani fizik yasalarının bu dönüşümünü ve böylece doğayı nasıl betimlediğimizi görebiliriz.
Diğer sorular doğrudan zaman sorunuyla ilgilidir. Bu sorulardan biri kuantum kuramında gözlemciye yüklenen anlaşılmaz işlevdir. Zaman çelişkisi doğada görülen zamansal simetri bozukluğundan bizi sorumlu tutar. Ancak dalga fonksiyonunun indirgenmesi olarak adlandırılan kuantum kuramının herhangi bir görünümünden gözlemci sorumlu olacaktır. Daha sonra göreceğimiz gibi kuantum mekaniğine görünüşte öznel bir görünüm kazandıran ve birçok tartışmalara yol açan gözlemci kavramına bu işlevi yükleyen kuantum kuramının kendisidir. Yaygın yorumlamalara göre, kuantum fiziğinde gözlemciye başvuruyu gerektiren ölçüt bir zamansal simetri bozukluğuna denk düşer. Buna karşılık kararsızlığın kuantum kuramına girmesi zamanın simetrisinde bir bozukluğa yol açar. Bu durumda kuantum gözlemcisi bireysel konumunu yitirir! Zaman çelişkisinin çözülmesi kuantum çelişkisine de bir çözüm getirerek kuramın gerçekçi bir formülünün oluşmasını sağlar. Bu bizi klasik ortodoksluğa ve deterministi iğe değil; tam tersine, kuantum mekaniğinin istatistiksel niteliğini doğrulamaya, hatta kesinlemeye götürür.
Daha önce de söylemiştik: temel yasalar artık kuantum fiziğinde de, klasik fizikte olduğu gibi kesinlikleri değil, ancak olasılıkları ifade eder. Yasaların yanı sıra, yasaların sonucu olmayan ve olasılıkları güncelleştiren olaylar da var elimizde. Bu açıdan fiziğin “big bang” (büyük patlama) adını verdiği büyük olayın anlam sorununa değinmeden edemeyiz.
Big bang’in anlamı nedir?
Zamanın kaynağını mı gösterir?
Zaman big bang’le mi başladı?
Yoksa zaman evrenimizde daha (inceden de var mıydı?
Burada bilgimizin sınırlarına, spekülasyonun ve bilimsel düşünüşün birbirine karıştığı bir alana geliriz. Kuşkusuz kanıttan söz etmek için henüz çok erken, ama kavramsal olasılıkları incelemek ilgi çekici olabilir. İlerde açıklayacağımız gibi bugün big bang’i kararsızlığa bağlı bir olay olarak düşünebiliriz, bu da zamanın değil, evrenimizin başlangıç noktası konumuna getirir big bang’i. Evrenimizin bir yaşı varken, bu evreni oluşturan kararsızlık ortamının yaşı yoktur. Bu anlayışa göre zamanın başlangıcı yoktur ve belki de sonu da olmayacaktır!
Sınırlarını zorlayarak da olsa, varsın fizik zamanın okunun birincil nitelikli olduğunu ileri sürsün, başlıca görevimiz, özellikle deneylerle öğrenebildiğimiz alanlarda düşük enerji alanında, makroskopik fizik, kimya ve biyoloji alanlarında doğa yasalarını formülleştirmektir. Bu aynı zamanda insanı doğayla birleştiren ilişkilerin kurulduğu noktadır.
Zaman ve determinizm sorunu bilimle sınırlı değildir; köklerini ta Sokrates öncesi dönemde bulduğumuz ussallık olarak adlandırdığımız şeyin kökeninden bu yana Batı düşüncesinin merkezinde yer almıştır.
Determinist bir dünyada insanın yaratıcılığı nasıl algılanmalı ya da etik nasıl düşünülmelidir?
Bu soru, aynı zamanda hem nesnel bir bilgi vaat eden hem de özgür ve sorumlu, yani ideal hümanisti kesinleyen bir geleneğin içindeki şiddetli gerilimin bir yansıması değil midir? Demokrasi ve modem bilimler aynı tarihin mirasçılarıdır, ama demokrasi özgür bir toplum idealini yaratırken, bilim de determinist bir doğa öğretisini kabul ettirmeye çalışırsa, bu tarih bir çelişkiye yol açar. Doğaya yabancı olduğumuzu düşünmek, bilim serüvenine olduğu kadar Batı dünyasına özgü anlaşılırlık tutkusuna da yabancı olan bir ikiciliği kapsar. Sözünü ettiğimiz anlaşılırlık tutkusu, Richard Tamas’a göre “bütünlüğünü varlığının kökenleriyle yeniden bulmaktır”. [Richard Tamas, The Passion of the Western Mind, New York, Harmony 1991, s.443.] Bugün bu serüvenin en önemli noktasında, bilimle kesinliği, olasılıkla bilgisizliği artık özdeşleştirmeyen yeni bir ussallığın başlangıç noktasında olduğumuzu düşünüyoruz.
Bu yüzyılın sonunda, bilimin geleceği sorunu sık sık gündeme getirilecek. Kimilerine göre, Stephen Hawking’in Brève histoire du temps (Zamanın Kısa Tarihi) romanında açıkladığı gibi “Tanrı düşüncesini” çözebilecek yetkinliğe ulaştığımızda sona yaklaşmış olacağız.
Bense, tersine serüvenin daha başında olduğumuza inanıyorum. Yalınlaştırılmış durumlarla sınırlı olmayan, idealleştirilmiş, ama aynı zamanda da bizi gerçek dünyanın karmaşıklığıyla karşı karşıya bırakan bir bilimin; insan yaratıcılığının doğanın her düzeyinde ortak temel çizginin bireysel bir ifadesi olarak belirmesini sağlayan bir bilimin doğuşuna tanık oluyoruz.
Fizik ve matematik arasındaki ilişkilerin zengin tarihinde yeni bir sayfa açan bu kavramsal dönüşümü, doğa üzerine düşüncelerin evrimiyle ilgilenen her okuyucunun okuyabileceği, anlayabileceği bir şekilde sunmaya çalıştım. Bununla birlikte, bazı bölümler, özellikle de V. ve VI. bölümler az çok teknik gelişmeleri içermektedir. Ancak sonuçlar sonraki bölümlerde genel bir şekilde yeniden ele alınmıştır. Her kavramsal yenilik kesin bir doğrulanmayı ve yeni tahminlere sınır getirmeyi gerektirir. Şunu da belirtmeliyim ki, bu tahminler bilgisayarda gerçekleştirilen simülasyonlarla doğrulanmıştır.
Bu yapıt onlarca yıllık bir çalışmanın sonucu olsa da, aslında doğayla diyalogumuzun tarihini içeren yeni bir bölümünün başlangıcındayız daha. Ancak her birimizin ömrü sınırlı, bu yüzden sonuçları bugünkü biçimleriyle vermeye karar verdim. Okuyucuyu bir arkeoloji müzesini gezmeye değil, yeni yeni oluşmakta olan bir bilim dalında kısa bir gezintiye davet ediyorum.
Shf: 9-15

I
Bu yapıtta incelenen -evrenin determinist yasalarla mı yönetildiği, zamanın işlevinin ne olduğu- soruları Batı düşüncesinin başlangıcında Sokrates’ten önceki düşünürler tarafından dile getirilmiştir. 2500 yıldan fazla bu sorularla iç içe yaşıyoruz. Bugün, kararsızlık, kaos matematikleri ve fizik alanındaki gelişmeler bu uzun tarihte yeni bir sayfa açmıştır. Şu halde, bu soruları yeni bir bakış açısıyla yeniden ele alarak, geçmişin çelişkilerinden kurtulabiliriz.
Modem fiziğin ağırlığını koyduğu ikilem terimlerini ilk kullanan Epikuros’dur. Demokritos’un takipçisi olan Epikuros, dünyanın boşlukta hareket eden atomlardan oluştuğunu ve atomların koşut yollan izleyerek tümünün aynı hızla düştüğü kanısındaydı. Bu durumda nasıl çarpışabiliyorlardı?
Yeni bir atom bileşimi olan yenilik nasıl oluşabilirdi?
Epikuros’a göre, bilimin, doğanın anlaşılırlık sorunuyla insan yazgısınınki birbirine bağlıydı. Determinist atom dünyasında insanın özgürlüğü neyi ifade edebilirdi?
Epikuros, “Kimilerinin her şeyin efendisi gibi gördüğü yazgıya bilge kişi güler. Gekçekten de, fizikçilerin yazgısına tutsak olmaktansa, Tanrı üzerine mitleri kabul etmek daha iyidir. Çünkü mit bize Tanrıları yüceltmemizle bağdaşan bir umudu sağlarken, yazgı katı bir zorunluluk niteliği taşır”, diye Ménecée’ye yazmıştır. Epikuros’un bahsettiği fizikçiler boşuna Stoacı felsefeciler olmuşlar, bu alıntı, şaşılacak şekilde çağdaş yankılar uyandırmıştır! Ve yine de Kant, Whitehead ya da Heidegger gibi büyük Batı düşünürleri, anlamı tehdit eden nesnel bir dünya görüşüne karşı insan varlığını savunmuşlardır. Ancak hiçbiri, karşıt istekleri tatmin eden, anlaşılırlık ve özgürlük ideallerimizle bağdaştıran bir görüş getirmeyi başaramamıştır. Böylece, Epikuros tarafından sunulan çözüm, öngörülmeyen zamanlarda atomların koşut düşüşünü farkedilemeyecek bir şekilde bozan, ad hoc (uygun) bir öğenin katılmasıyla sistemi kurtaran klinamen, düşünce tarihinde temelsiz bir varsayım örneği olarak kalmıştır.
Bir yenilik düşüncesine mi gereksinim duyuyoruz?
Her yenilik bir yanılma değil mi?
Burada sorunun kaynağına ineriz. Popper’ın anladığı gibi, Herakleitos’a göre “Doğruluk, doğanın temel varlığını kavramaktır ve hatta süreç gibi üstü kapalı sonsuz olarak anlamış olmaktır”. Buna karşılık Parmenides’in ünlü şiiri, ne ölen, ne doğan ne de olan tek varlık gerçekliğini ileri sürer. [“Varlık vardır ve varlık-olmayan yoktur” temel önermesiyle tanınır.] Platon için Sofist'ten öğrendiğimize göre, hem varlığa hem de oluşa gereksinim duyarız, çünkü doğruluk, varlığa, kararlı bir gerçekliğe bağlıysa, oluşu gözardı ettiğimizde ne yaşamı ne de düşünceyi algılayabiliriz.
Başlangıcından bu yana varlık ve oluş ikiliği Batı düşüncesinde çok sık görülmüştür, öyle ki Jean Wahl felsefe tarihini, Tanrısal iradenin yönettiği bir evren ve otomat bir dünya arasında sürekli olarak gidip gelen bir bir tarih olarak nitelendirilmiştir.
“Doğa yasaları’nın formüle edilmesi, bu eski tartışmaya yeni bir boyut getirmiştir. Gerçekten, fiziğin açıkladığı yasaların konusu, varlığın gerçekliği adına, oluşu yadsımak değildir. Tam tersine, zaman boyunca değişken bir hızla tanımlanan değişim ve devinimleri betimlemeyi amaçlar. Bununla birlikte, önermeleri, varlığın, oluş karşısındaki büyük başarısını gösterir. En üstün örnek, güç ve ivmeyi birbirine bağlayan Newton yasasıdır: Zaman içinde hem determinist hem tersinir bir yasadır. Eğer bu yasaya bağlı bir sistemin başlangıçtaki koşullarını, yani herhangi bir andaki durumunu bilirsek, bundan sonraki durumları olduğu gibi bundan öncekileri de hesaplayabiliriz. Üstelik, geçmiş ve gelecek de aynı işlevi temsil eder, çünkü zaman terselmesine göre yasa t- -t, değişmezdir. Şu halde Newton yasası, evrenin şimdiki durumunu gözlemleyerek ve bundan tüm gelecek evrimi çıkarabilen ünlü Laplace Şeytanı’nı doğrular.
Herkesin bildiği gibi Newton fiziği, 20. yüzyılın başında kuantum mekaniği ve görelilik yüzünden eski önemini yitirmiştir. Ancak Newton yasasının temel çizgileri olan determinizim ve zamansal simetri varlığını sürdürmüştür. Kuşkusuz kuantum mekaniği artık yörüngeleri değil dalga işlevlerini betimler, ancak Schrödinger denklemi olarak bilinen taban denklemi de determinist ve tersinir zamanlıdır.
Şu halde, fiziğin açıkladığı doğa yasaları gerçekliğe ulaşan ideal bir bilgiyi ortaya koyar. Başlangıçtaki koşullar verildiği için her şey belirlidir. En azından kuramsal olarak, doğa kontrol edebildiğimiz bir otomattır. Yenilik, seçim, kendiliğinden hareket, yalnızca insana özgü göreli görüntülerdir.
Birçok tarihçi 18. yüzyılda en güçlü yasa koyucu olarak algılanan Hıristiyan Tanrı figürünün temsil ettiği temel işlev üzerine dikkat çekmiştir. Bu durumda, Tanrıbilim ve bilim birbirine yaklaşıyordu. Leibniz şöyle yazmıştır: “...maddelerin en küçüğünde Tann’nınkiler kadar keskin gözler evrendeki olayların tüm seyrini kavrayabilir. Quae sitıt, quae fuerint, quae mox futum trahantur (olan, olmuş ve gelecekte olacak olanı)” Doğanın determinist yasalara bağlılığı böylece, insan bilgisini zamansız Tanrısallık açısından karşılaştırıyordu.
Determinist yasalara bağlı edilgen bir doğa anlayışı Batıya özgüdür. Çin’de ve Japonya’da ’’doğa” “kendi kendine varolan” anlamına  gelir. Joseph Needham bize Çinli bilginlerin çağdaş bilimin zafer açıklamalarına alaysılamayla yaklaştıklarını anımsatır.
Belki de büyük Hintli şair Tagor da Einstein’ın mesajını öğrendiğinde gülümsemişti:
“Ay, dünyanın çevresindeki sonsuz dönüşünü tamamladıysa, bizzat kendi bilincine de sahiptir, her şey için bir kez alman karara bağlı olarak kendi kendine hareket ettiğini sanacaktır. Aynı şekilde, üstün bir algılama ve daha yetkin bir zekâyla donatılmış bir varlık da, insan ve yapıtlarına, kendi özgür iradesine göre hareket eden bu insana bakarak, yanılgısına bıyık altından gülecektir. Tümüyle kanıtlanabilir olmadığını bilsem de bu benim inancım. Bildikleri ve anladıkları şeyi en üst sonuçlarına kadar düşünmüş olsalardı, kendini sevmeleri bu düşünceyi kabul etmelerine izin verdiği kadarıyla, çok az insan bu düşünceye duyarsız kalırdı. İnsan, evrenin gelişimi sırasında güçsüz bir nesne olduğu düşüncesine karşı kendini savunur. Ancak, az ya da çok açık bir şekilde inorganik doğada, olayların yasaya uygun niteliği beynimizin etkinlikleri karşısında doğrulanmayı bırakmalı mı?”.
Einstein’a göre bilim öğretimiyle bağdaşan tek durum budur. Bununla birlikte bu görüş, bizim için Epikuros’a olduğundan daha zor kabul edilebilir. 19. yüzyıldan bu yana Hegel, Husserl, William James, Bergson, Whitehead ya da Heidegger gibi felsefecilerin gösterdikleri gibi felsefî düşünce git gide kendi kendine varoluşumuzun zamansal boyutunu sormaktadır. Einstein’ı izleyen fizikçilere göre zaman sorunu çözümlendiği halde, felsefeciler için özellikle zamanın insan yaşamındaki anlamı sorun olarak kalmıştır.
Karl Popper, son yapıtlarından biri olan L’univers irrésolu (Kararsız evren)’de: “Laplace’çı determinizmi -fizik kuramları determinizminin ve parlak başarılarının ortaya koyduğu gibi, özgürlüğün, yaratıcılığın ve insan sorumluluğunun bir yüceltimi ve açıklaması yolunda en sağlam ve en ciddi bir engel olarak görüyorum” diye yazar. Bununla birlikte, Popper’a göre determinizm, yalnızca insan özgürlüğünü ortaya koymaz. Bilgimizin bir yönelimi olan gerçekle karşılaşmasını bile olanaksız kılar. Popper daha ilerde, zaman ve değişim gerçekliğinin kendisi için “gerçekçiliğin temel özü” olduğunu yazar.
“Mümkün ve gerçek” adlı yapıtında Henri Bergson, “Zaman neye yarar? ... her şeyin bir defada verilmesine engel olan şeydir. Geciktirir ya da kendisi bir geciktirmedir. Öyleyse kendisi bir hazırlanma olmalıdır. Şu halde zaman, yaratma ve. seçimin iletim aracı olmayacak mıdır? Zamanın varoluşu, nesnelerdeki belirlenmezciliği kanıtlamıyor mu?” diye sorar. Popper için olduğu gibi Bergson’a göre de gerçekçilik ve belirlenmezcilik birbirine bağlıdır. Ne var ki bu görüş, doğayla sürdürdüğümüz en verimli ve en sert diyalogların determinizmin doğrulanmasıyla sonuçlandığı gerekçesiyle modem fiziğin büyük başarısıyla karşılaşır.
Tersinir zaman, fiziğin deterministliği ve filozofların zaman anlayışları arasındaki karşıtlık, yeni tartışmalara yol açmıştır. Bugün, eğilim, daha çok bilgilerimizin anlamı konusunda bir şüphecilikten kaynaklanan bir geri çekilmedir. Örneğin Rorty, geleneğimizi bölen sorunların, uygar konuşma konularına dönüştürülmesini önerir. Şüphesiz, Rorty’e göre, bu konuşmalarda çok teknik, bilimsel tartışmalara yer yoktur".
Ancak, tartışma yalnız bilimleri ve felsefeyi karşı karşıya getirmez. Fiziği diğer tüm bilgilerimizin karşısına koyar. 1994 Ekim ayında, Scientific American dergisi “evrende yaşam” konusunda özel bir sayı çıkarmıştır. Kozmoloji, jeoloji, biyoloji ya da toplum düzeyinde olsun hemen her düzeyde gerçekliğin bu evrimsel niteliği kendini gösterir. O halde, şu sorunun sorulması beklenirdi: bu evrimsel niteliği fizik yasaları bağlamında nasıl anlamalıyız? Oysa, ünlü fizikçi Steven Weinberg tarafından yazılmış tek bir makale bu görüşü tartışır. Weinberg şöyle yazar: “doğayla birleşmiş bir görüşe sahip olma isteğimiz ne olursa olsun, evrende ussal yaşamın işlevi ikiliğiyle karşılaşırız... Bir yandan, herhangi bir sistemin dalga işlevinin zaman içinde nasıl değiştiğini determinist bir yaklaşımla tam olarak betimleyen Schrödinger denklemi, öte yandan, tümüyle bağımsız bir şekilde bizim ölçülerimize göre oluşmuş, kabul edilebilir farklı sonuçların olasılıklarını hesaplamak için dalga işlevinin nasıl kullanılacağını bize bildiren bir ilkeler bütünü bulunmaktadır”.
Bizim ölçülerimiz nedir?
Şu halde, ölçülerimizle evrensel determinizmden kurtulan şeyin sorumluları olarak, kozmik evrimin başlangıcında olacağımız mı bize telkin ediliyor?
Bu, aynı zamanda Steven Hawking’in Une brève histoire du temps (Zamanın Kısa Tarihi) adlı kitabında da savunduğu bir görüştür. Bu kitabında salt kozmolojinin uzamsal bir yorumunu yapar: zaman, yalnızca bir tür uzaysal rastlantıdır. Ancak Hawking bu açıklamanın yeterli olmadığını görür: ussal yaşamı açıklamak için bir zaman göstergesine gereksinim duyarız. Bu durumda, birçok evrenbilimciler gibi Hawking de hiç olmazsa Epikuros’un klinamen ilkesi kadar nedensiz olan “antropik” ilkesine yönelir. Gerçekten böyle bir ilkenin kararlı uzamsal bir evrenden birdenbire ortaya çıkabileceğini nasıl anlarız? Bu ilke bizi doğrudan Descartesçı ikileme götürür. Doğanın birliği adına insanı bir otomat haline getirmeyi kabul eden Einstein, Spinoza’ya başvururken, kuantum mekaniğince kazanılmış bir gözlemci olma yeteneği olan bir insanı korumak isteyen çağdaş fizikçiler, Descartes’in res cogitons’nın res extensa'sına olduğu kadar kendi evren anlayışlarına da yabancı bir ilkeye el atmışlardır. [ Descartes, cisimsel varlığı, düşünen varlık (res cogitans) olan ruhun karşısında, yer kaplayan gerçek (res extensa) olarak belirlemiştir.]
Roger Penrose, The Emperor’s New Mind (İmparator’un Yeni Düşüncesi) adlı yapıtında şöyle yazar: ’’düşünce (mind) kavramını fizik ya da mantık terimleriyle ifade etmemize engel olan şey, şimdilik temel fizik yasalarını kavrama yetersizliğimizdir”. Penrose ile hem-fıkirim: temel fizik yasalarının yeni bir formülüne gereksinim duyuyoruz, ancak bu, mutlaka düşünce kavramını betimlememeli, ilk önce fizik yasalarımıza evrimsel boyutu katmalıdır, çünkü bu boyut olmadan çelişmeli bir gerçeklik anlayışına mahkum oluruz. Belirlenmezciliği ve zaman simetrisizliğini fizik yasalarına yerleştirmek, bugün Epicuros ikilemine verebildiğimiz yanıttır. Aksi taktirde bu yasalar eksiktirler üstelik yerçekimi ve elektriği hiçe sayacak şekilde eksiktirler.
Bu kitabın amacı, bu koşulları sağlayan bir fiziğin oluşturulmasını tanıtmak, okuyucuyu, yerini yasalara, aynı zamanda yeniliğe ve yaratıcılığa bırakan bir doğa betimlemesine alıştırmaktır.
Bu bölümün başında Sokrates öncesi düşünürlerden söz ettik. Oysa, eski Yunanlar bizim tarihimize yön veren iki ideal bırakmıştır: biri, doğanın anlaşılırlığı ya da, Whitehead’ın da yazmış olduğu gibi “zorunlu, mantıklı, tutarlı, ve bunlara bağlı olarak yaşam deneyimimizin yorumlanmış olabileceği genel bir düşünceler sisteminin oluşturulması”'; öteki, insan özgürlüğünün, yaratıcılığın ve sorumluluğun önceden varsayılmasına dayanan demokrasidir. Zaten bu iki idealin gerçekleştirilmesinden çok uzağız, en azından bundan böyle çelişkisiz oldukları sonucunu çıkarabiliriz.
Sh: 15-19

I
Dengede olmayan hâllerin termodinamiği konusunda ilk makalemi beş yıl önce yayınladım. Bu çalışmada, tersinmezliğin yapıcı rolünü daha önce belirtmiştim. Bildiğim kadarıyla, bu dengeden sapmaya bağlı bu otoorganizasyon sorununu ortaya koyan ilk yayındır. Bunca yıl sonra, zaman sorunun bana niçin bu kadar çekici geldiğini ve tersinmezlik ve dinamik arasında bir bağ kurmak için niye yıllarca beklemem gerektiğini kendime soruyorum. Bu yarım yüzyıl boyunca termodinamik ve istatistiksel mekaniğin tarihini dile getirmenin yeri burası değildir. Yalnızca gerekçemi açıklamaya ve bu konuda karşılaştığım güçlükler üzerinde durmaya çalıştım.
Bilimin, her zaman doğayla diyalog halinde olduğunu düşündüm. Her gerçek diyalogda olduğu gibi yanıtlar çoğunlukla beklenene uymaz. Bu zaman ve determinizm sorunlarının araştırılması boyunca benim ve meslektaşlarımın beklentilerimizi ve şaşkınlığımızı okuyucuyla paylaşmak istedim.
Yetişkinlik döneminde, arkeoloji, felsefe ve müzik bana çekici geliyordu. Annem metinleri okumayı bilmeden önce partisyonları okumayı öğrendiğimi anlatırdı. Üniversiteye başladığımda, zamanın çoğunu dersliklerden çok piyanonun başında geçirdim! Beni ilgilendiren konular her zaman, zamanın temel bir işlev üstlendiği, uygarlıkların doğuşu, insan özgürlüğüne bağlı etik sorunlar ya da müzikteki seslerin zamansal düzenlenişi gibi konulardı. Ne var ki savaş tehlikesi ağır basıyordu ve “kesin” bilimlerdeki bir kariyere doğru yönelmek bana daha mantıklı gibi gözüküyordu. Böylece, Brüksel’den uzak bir üniversitede fizik ve kimya öğrenimime başladım.
Bunca yıl sonra, tepkilerimi kesin olarak anımsayamıyorum, ancak bana öyle geliyor ki, şaşkınlık ve yoksunluk hissettim. Fizikte, zaman basit bir geometrik parametre olarak kabul edilmiştir. Einstein ve Minkowski’den 100 yıl önce, 1976 yılında Lagrange, dinamiği “dört boyutlu geometri” olarak adlandırmıştır. Einstein, tersinmezliğe bağlı zamanın, bir yanılsama olduğunu ileri sürmüştür. Birincil ilgi alanlarım bunlar olmasından, bu kabul edemeyeceğim bir sonuçtu ve bugün bile uzaysallaştırılmış bir zaman geleneği canlılığını her zaman korumuştur. Örneğin Stephen Hawking’in ünlü yapıtını ele alalım: zaman ve mekan arasındaki her ayrımı ortadan kaldırmak amacıyla, Hawking, bir “sanal zaman” kavramı getirir!
Zamanın uzaysallaştırılmasını, gözlemlediğimiz evrimsel dünyayla olduğu kadar deneyimlerimizle de uyuşmadığını algılayan ilk kişi ben değilim. Ayrıca bu, kendisi için “zamanın bir buluş ya da hiçbir şey olmadığını” belirten filozof Henri Bergson’un başlangıç noktası olmuştur. 1930 yılında Nobel ödülü dolayısıyla yazılmış oldukça gecikmiş bir yapıt olan “olası ve gerçek” makalesini daha önce söyledim. Bergson, burada zamandan “insan özgürlüğü deneyimimizin ve şeylerin belirsizliğinin” bir kanıtı olan “öngörülmeyen yeniliğin somut yükselişi” olarak söz eder. Sonuç olarak, olabilirlik, gerçekten “daha zengin”dir. Bizi çevreleyen dünya, olabileceği herhangi bir başlangıç hâlinden yola çıkarak oluşturulmuş bir olgudan itibaren değil, ancak olabilirlik içinde algılanmalıdır. L Bölümün sonunda, olabilirlik sorununun Henri Poincaré’nin de kafasını kurcaladığını gördük.
Henri Poincaré 29 Nisan 1854 Nans'de doğdu, 17 Temmuz 1912 Paris'de öldü. Fransız matematikçi ve fizikçi.
1881 yılında ölümüne dek Sorbonne Üniversitesi'nde profesörlük görevinde bulundu. Poincaré, her yıl çok değişik konularda çok parlak dersler vermiştir; bunlar arasında, potansiyel kuramı, ışık, elektrik, ısının iletilmesi, elektromagnetizma, hidrodinamik, gök mekaniği, termodinamik gibi matematiksel fizik konuları ile olasılık teorsisi gibi matematik konuları bulunmaktadır. Poincaré vermiş olduğu derslerin yanı sıra, yazmış olduğu çok sayıdaki yapıtla da etkili olmuştur. Türkçe'ye de çevrilen "Bilimin Değeri" ve "Bilim ve Varsayım" gibi bilim felsefesiyle ilgili kitapları bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca otomorfik ve Fuchs fonksiyonları, diferansiyel denklemler, topoloji ve matematiğin temelleri hakkında makaleler yayımlamış, diferansiyel denklemlerin çözümü için genel bir yöntem bulmuştur. Matematiğin temelleriyle ilgili olarak, matematiksel düşünmenin gerçek aracının matematiksel indüksiyon olduğunu düşünmüş ve bu yöntemin sezgisel olarak daha basit bir yönteme indirgenebileceğine ihtimal vermemiştir. Newton, matematik astronomiye çok sayıda problem getirmişti. Euler, Lagrange ve Laplace bu alanda çok ileri adımlar attılar. Bu matematikçiler ulaşılmaz devler gibi görülüyorlardı. Cauchy, karmaşık fonksiyonlar kuramını geliştirince, Poincaré'ye bir silah depo kalmıştı. İşte bu kuvvetli silahlarla gök mekaniği Poincaré gibi dev bir matematikçiyi bulmuştu. Böylece, matematik astronomi son şeklini Poincaré ile buldu. Bu alandaki en büyük başarısını 1889 yılında üç cisim problemiyle elde etti. İsveç Kralı II. Oscar, n cisim problemini yarışmaya sundu. Poincaré bu n cisim problemini çözemedi. Fakat, Weierstrass, Hermite ve Mittag-Leffler'in de bulunduğu jüri, dinamikteki diferansiyel denklemlerin genel tartışması ve üç cisim problemi üzerindeki denemesi nedeniyle bu ödül Poincaré'ye verildi. 2500 kronluk ödülü Poincaré aldı ve Fransa da İsveç Kralından aşağı kalmamak için ona Fransızların büyük bir rütbesini verdi. Poincaré gök mekaniği ile de ilgilenmiş, özellikle Üç Cisim Problemi üzerinde durmuştur. Bu alanla ilgili olan ıraksak serileri incelemiş, Asimptot Açılımları Kuramını geliştirmiş, yörüngelerin düzenliliği ve gök cisimlerinin biçimleri gibi konularla ilgilenmiştir. Aynı konular Laplace'ın da ilgi alanı içine girmektedir; ancak Poincaré her yönüyle özgündür. Görelilik, kozmogoni, olasılık ve topolojiyle ilgili modern kuramların hepsi Poincaré'nin araştırmalarından oldukça etkilenmiştir.
Alfred North Whitehead
Alfred North Whitehead, (15 Şubat, 1861 – 30 Aralık, 1947) İngiliz bir matematikçi ve filozoftur. Mantıksal pozitivizm olarak bilinen felsefi akımın ve Viyana Çevresi olarak adlandırılan filozoflar grubunun içinde yer alan önemli isimlerden birdir. Ramsgate, Kent, Birleşik Krallık'ta doğdu, Cambridge, Massachusetts, ABD'de öldü. 1880–1910 arasında matematik üzerinde çalıştı. 1910–24 arasında fizik, bilim felsefesi, eğitim pratik ve teoriği üzerine çalışmalarda bulundu. 1924–47 arasında daha önce hiç düşünmediği bir dalda Harvard Üniversitesi'nde felsefe profösörü oldu, metafizik hakkında yazdı. Bertrand Russell'la beraber Principia Mathematica kitabını yazdı. Tanrı'yı İbrahimi dinlerden daha farklı bir şekilde anlamıştır.
Bu sorun, A.N.Whitehead’in felsefik yapıtının ve başyapıtı Süreç ve gerçeklikli harekete geçiren konusu olmuştur. Whitehead’e göre, olabilirlik, tüm usçul kozmoloji için temel bir kategori olmalıdır, yoksa, hiçbir şey, insan deneyimi ve edilgen dünya arasında bocalayan “doğanın ikiye ayrılması”nı önleyemez. Klasik bilimin getirdiği dünya görüşü ona göre, somut nitelikli sahte bir işlevden bir soyutlamaya giden yanlış bir örnekti. Hareket hâlindeki cisimlerin incelenmesinden doğan fızik-matematiksel bir soyutlamadan yola çıkarak doğayı tanıtmak, “yaratıcılık” kavramına bir anlam yüklenmesini engeller. Whitehead’e göre, yaratıcılık, tam tersine, her yeniliğin en son ilkesi olan kozmolojik bir kategoridir. Bu sıralamaya, M. Heidegger ve daha birçoklarını örnek göstererek devam edebilirim. Büyük fizikçi, A.S. Eddington’un da belirttiği gibi, “spritüel ve fizik alanlarıyla ilgili deneyim alanları arasında bir köprü kurmak için yapılan her girişimde, zaman çok önemli bir yer tutar”. Bununla birlikte, açık görüşlerin bir karşılaşma noktası olan bu köprü sorunun ortaya çıktığı bir görünüm olmak yerine, Yunanlı düşünürlerden bugüne dek, zaman, polemik ve rekabetlerin konusu olmuştur. Filozofların çoğu için bu sorunun çözümü yalnızca metafiziği ilgilendirip fizikten uzaklaşırken, bilim açısından, zaman sorunu Newton ve Einstein ile çözümlenmiştir.
Benim görüşüm farklıydı. Fiziğin zamanla ilgili her doğruluğunu reddetmek bana çok yüksek bir ücret ödemek gibi geliyordu. Böyle olmakla birlikte, bilim, insan ve doğa arasındaki verimli bir diyalogun tek örneğidir. Çünkü klasik bilimin, zamanı geometrik bir parametreye indirgeyebildiği basit problemlerin incelenmesiyle yetinmesi de bunu göstermiyor mu? Sürtünümden yoksun bir sarkacı ele alırsak bu zaman kavramını genişletmek gerekmez. Ancak, bilim karmaşık (kompleks) sistemlerle karşılaştığında, zaman anlayışını değiştirmek zorunda kalmayacak mı? Aklıma sık sık mimarlıkla ilgili bir örnek gelir: I.Ö. V. yüzyıldan kalan bir İran tuğlasıyla, 19. yüzyıl yeni gotik bir tuğla arasında çok ayrım yoktur, ama, bu tuğlalarla yapılmış, Persepolis sarayları ve Berlin’in Gedâchtniißkirche’ü [Berlin’in merkezinde bulunan kilisenin adıdır.] gibi, büyük yapılar arasındaki fark nedir?
Zaman, bir başlangıç özelliği değil midir?
Ancak, o zaman köklerini ortaya çıkarmak gerekir. Zamansal simetrik yasalarla yönetilen bir dünyadan asla zaman göstergesi doğmayacaktır. Edindiğim kanıya göre, makroskopik tersinmezlik, mikroskopik düzeyin sonu belli olmayan bir niteliğinin ifadesidir. Ancak, bu şüpheli niteliğin kaynağı neydi?
Kararsızlığın, mikroskopik düzeyde bile, klasik ve kuantum temel yasalarının yeni bir oluşumunu gerekli kıldığı önceki bölümde özetlenen sonuçlardan hâlâ çok uzaktaydım. Öyle de olsa, ’’fizikte tersinmezlik vektörü olarak zamanın işlevi nedir?” sorusu benim için ilk soruydu.
Sh: 55-58
I
Bilim, doğayla diyalogtur. Bu diyalogun farklı evreleri önceden tahmin edilemez. Bu yüzyılın başında, kararsız parçacıkların, gelişmekte olan bir evrenin, oto-organizasyona ve dağılımcı yapılara bağlı olayların varlığını kim düşünebilirdi? Böyle bir diyalogun kurulması nasıl mümkündür?
Zamana göre simetrik bir dünya, bilinmeyen bir dünya olacaktı. Bilgilerin oluşturulmasından önce alman her önlem, bu, ister bizim ya da ister araçlarımızın etkilenmesi olsun, dünya tarafından etkilenmiş olma olasılığını önceden kabullenir. Ancak bilgi, yalnızca bilen ve bilinen arasında bir ilişki öngörmez, bu ilişkinin geçmiş ve gelecek arasında bir ayrım yaratmasını gerektirir. Oluş gerçekliği, doğayla olan diyalogumuzun olmazsa olmaz (sine qua non) koşuludur.
Doğayı anlama isteği, Batı düşüncesinin en büyük projelerinden biri olmuştur. Bu, doğayı kontrol altına almakla bir tutulmamalıdır. Kölelerinin emirlerine uyduğu bahanesiyle onları anladığını sanan efendi, kuşkusuz kördür. Elbette, doğaya başvurduğumuzda, bir hayvanı ya da bir insanı anladığımız gibi doğayı anlamamız söz konusu değildir. Ancak burada da, Nabokov’un görüşü uygundur: “Kontrol edilebilen şey, hiçbir zaman tümüyle gerçek değildir, gerçek olan şey, hiçbir zaman tamamen kontrol edilmiş olamaz .” Zamansız, belleksiz ve tarihsiz bir dünya ideali olan bilimin klasik idealine gelince, Huxley’in, Orwell’in ve Kundera’nın romanlarında betimlenen kâbusları çağrıştırır.
Isabelle Stengers ve ben Zaman ve Sonsuzluk Arasında adlı yapıtta, bir yüzyılı aşkın bir süreden beri fizikçilerin, bu zaman simetrisi konusundaki inançlarının ne kadar benzersiz ve tuhaf olduğunu anımsattık, zaten Galilerden beri Newton fiziğinde yer alan bu iletinin çözülmüş olması için Boltzmann’ın başarısızlığını beklemek gerekiyordu. Determinizmin, insan düşüncesindeki yeri çok eskiye dayanır ve bilgeliğe, sükûnete bağlı olduğu kadar, kuşku ve umutsuzluğa da bağlıdır. Değişiklik sancısından kurtulacak bir görüşe katılma olan zaman yadsıması, mistik bir öğretimdir. Ancak, değişim tersinirliği hiç kimse tarafından düşünülmemişti. "Hiçbir spekülasyon, hiçbir bilgi, yapılan ve bozulan, yeşeren, çiçek açan ve ölen bir bitki ve yeniden yeşeren, yenilenen ve ilk tohumuna yeniden dönen bir bitki, olgunlaşan ve öğrenen bir insan ve yavaş yavaş çocuk sonra embriyon daha sonra da hücre durumuna gelen bir insan arasındaki eşdeğerliği asla doğrulamamıştır.” yapabilecek yetenekteyiz Araştırmamızın temel sonucu, gerçekten, bireysel betimleme (yörüngeler, dalga fonksiyonları) ve istatistiksel kümeler betimlemesi arasındaki bir eşdeğerlik kopukluğunu kabul ettiren sistemlerin belirlenmesidir. Kararsızlığın temel yasalara katılabilmesi bu istatistiksel düzeyde olur. Doğa yasaları bu durumda yeni bir anlam kazanırlar: artık kesinlikleri değil ancak olasılıkları incelerler. Yalnızca varlığı değil, oluşu da doğrular. Newton yörüngelerinde olduğu gibi eski atom bilginlerinin tasarladıkları bir dünya anlayışına yakın düzensiz, kaotik hareketler içinde olan bir dünya betimlemesi yapmışlardır. Bu düzensizlik, açıkça, fiziğin 19. yüzyıldan beri, termodinamiğin ikinci ilkesinin entropi artışı terimleriyle açıkladığı bir betimleme olan, evrimci bir betimlemeyle yaklaştığı sistemlere uygulanabilen mikroskobik gösterimin temel özelliğini oluşturur:"
Kaotik uygulamalarda, tersinmezliğin yalnızca serbestlik derecesi az olan sistemlerde daha önce ortaya çıkmış olması, basit ve kesin bir matematiksel incelemeyi sağlamıştır, ancak ödenecek bedel, hareket denklemlerinin basitleştirilmiş niteliğidir. Tam olarak dinamik sistemler konusunda. “Poincaré büyük sistemleri” (PBS) kavramını benimsedik ve bilinen klasik ya da kuantum mekaniği formülasyonlarının ötesine giden istatistiksel bir formülasyonun kurulmasının iki koşulu gerektiriyordu: İlk önce, istatistiksel düzeyli dinamik betimlemede yer alan yayılımsal tipte yeni süreçlere yol açan Poincaré rezonanslarının varlığı; daha sonra, belirli olmayan dağılım fonksiyonları tarafından betimlenen sürekli etkileşimler. Bu iki koşul, daha genel bir kaos tanımının yapılmasını sağlar. Bu determinist kaos gibi bir durum olduğundan, bu koşullar, yalnızca yörünge ya da dalga fonksiyonları terimleriyle ifade edilebilen çözümler olan dinamiğe bağlı yeni istatistiksel denklem çözümlerini olanaklı kılar. Bu koşullar yerine getirilmediğinde, alışılmış formülasyonlara yeniden döneriz. Bu, iki cisim probleminde (örneğin Güneş ve Dünya) ya da hedefle karşılaşmadan önce ve sonra parçacıkların serbest olduğu her zamanki saçılma deneylerinde olduğu gibi çok sayıda basit örnekteki durumdur. Bununla birlikte, bu örnekler her zaman idealizasyonlara denk düşer. Güneş ve Dünya yalnız değildir, gezegen sisteminin bir parçasıdır. Saçılma deneyleri, kontrol edilen laboratuvar koşullarında yapılmalıdır, çünkü bir kez dağılan parçacıklar, her zaman yeni parçacıklarla karşılaşır, şu halde hiçbir zaman serbest değildir. Ancak, birkaç parçacığı izole ederek ve dinamiklerini ayrı ayrı inceleyerek alışılmış formülasyonu elde ederiz. Zamansal simetrinin bozulması, dinamik sistemin bir bütün olarak incelenmesini gerektiren global bir özelliktir.
Yaklaşımımızın ilginç özelliği, klasik sistemlere olduğu gibi kuantum sistemlerine de uygulanmasıdır. Bu özellik dikkate değer olduğu oranda, kuantum mekaniğinde, kuantum biçimciliğinin ikicil yapısını zorla kabul ettiriyormuş gibi görünen gözlemcinin oynadığı rolle karşı karşıya gelecek durumda oluruz. Yaklaşımımız, bu kuantum çelişkisini, klasik mekaniği de etkileyen zaman çelişkisinin bir yönü olarak görür. Kuantum mekaniğinin kendine özgülüğü, ölçüm problemine bağlı olarak yalnızca bu açık çelişkiyi vermiş olmasıdır. 50’li yıllardan itibaren, Niels Bohr, bu problemin, Schrödinger denkeminin tersinir zamanından farklı başka bir zaman tipi gereksinimini ifade ettiğini ileri sürmüştür. “Her atomik olay, gözleminin, uygun genlik düzenekleri (dispozitifler) ve örneğin bir fotoğraf plağının üstünde oluşan sürekli işaretler gibi, tersinmez bir işleyişle donatılmış bir kayda dayandığına göre kapalıdır.” diye yazmıştır: Ölçüm problemi arasında, dalga fonksiyonu indirgenmesine bağlı tersinmez zamansal evrim sorunu ortaya çıkar.
Bu durumda, zaman ve kuantum çelişkilerini sıkı sıkıya bizim yaklaşımımıza bağlı olduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Birincisinin çözümü İkincisinin çözümüne yol açar. Görmüş olduğumuz gibi, dinamik kuantum sistemleri PBS sınıfıyla ilgili olduklarında, istatistiksel düzeyde betimlenmiş olmaları gerekir. Ve bir kuantum sistemiyle haberleşmeye başlamak için, bir ölçüm aracı gibi etkili bir PBS’ne gereksinim duyarız. O halde, bundan böyle, genel durumu oluşturan kuantum evriminin ikinci tipidir, çünkü her fizik gerçekliği betimlemesi için gerekli koşuldur. A. Rae’nin de anımsattığı gibi: 
“Parametrelerden birine ya da parametrelere göre evrenin geriye kalanından kopmuş ve belki de zaman-uzamın kendisinden ayrılan ve bir ölçüm olmadıkça evrenin kalanında, hareketlerinden hiçbir iz bırakmayan yüzde yüz bir kuantum süreci (Schrödinger denklemiyle betimlenen) hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.” Klasik mekaniğin yörünge terimleriyle betimlediği sistemler için aynı şey söylenebilecektir!
Niels Bohr, bu güç soruların aşılabilmesi için çoğunlukla “çılgın” bir düşünceye gereksinim duyulduğunu ileri sürer. Werner Heisenberg soru sormayı yeğlemiştir: “Soyut bir ressam ile iyi bir fizik kuramcısı arasındaki fark nedir?” “İyi bir kuramcının olabildiğince muhafazakâr olması gerekirken, soyut bir ressamın olabildiğince özgün olmaya çalıştığı”, yanıtını vermiştir. Heisenberg’in önerisine uymaya çalıştım. Bu kitapta izlenen düşünce, kuşkusuz, zaman çelişkisini ya da kuantum çelişkisini çözmeyi amaçlayan diğer birçok öneriden daha az radikaldir, öne sürebileceğimiz ve tuhaf bir biçimde gerçekten de, fikri destekleyenler ya da daha “devrimciler” için en güç kabul edilebilir görünen en “çılgın” tez, yörüngeye küme terimleriyle ifade edilen bir tanım verilmiş olması, yani, birinci kavram olarak sayılmak yerine, düzlemsel dalgaların bir çakışma sonucu (süperpozisyon) gibi tanımlanmış olmasıdır. O halde Poincaré rezonanslarının anlamı basit bir biçimde oluşturulabilir: Bu çakışmaların uyumunu yok etmeleri, yörünge kavramma indirgenmeyen istatistiksel bir betimlemeye yol açar. Bu bir kez elde edildiğinde, kuantum durumlarının genelleştirilmesi doğrudan gerçekleşir. Oysa ilginç olan nokta bizim ters bir yol izlemiş olmamızdır! Klasik mekaniğin bir genelleştirme fikri bize uzun bir zaman akıl almaz gibi gelmiştir!
Termodinamik sınıra, yani 'N/V konsantrasyonu sınırlı değerde kalırken N parçacıkları sayısı ve V hacminin sonsuza doğru gittiği durumlara çok sayıda göndermede bulunduk. V. Bölümün II. kısmında belirttiğimiz gibi, sonsuz bir parçacıklar sayısı olan sistemler yoktur, ancak termodinamik sınırın anlamı, N yeterince büyük olduğunda I'N’deki terimlerin yok sayılabilmesidir. Bu, Arnin çok belirgin biçimde 1023, yani Avogadro mertebesinde olduğu termodinamik sistemlerin durumudur. Termodinamik sınırın, hesapları kolaylaştırmak için kullanılan basit bir tahmin olmadığını da gösterdik. İstatistiksel mekaniğe dayanan dinamik yasaları kullanan mikroskopik betimleme ve örneğin, maddenin hâllerini ve dengeye uzak ya da yakın durumları belirleyen makroskopik özellikler arasındaki bağlantıda çok önemli bir rol oynar. Bir bütün olarak sayılan evrenin kendisi, son derece heterojen ve dengeden uzak termodinamik bir sistemdir.
Bu dengeden ayrılmaya dinamik bir anlam vermek için, daha önce belirttiğimiz gibi, kararsızlığı dinamik düzeye katmamız gerekir. Ancak bu sapma, doğayla olan diyalogumuzun da bir koşuludur. Ekosistemimizi dengeden uzaklaştıran ve böylece Dünya’da yaşamın gelişmesini sağlayan, Güneş’in içindeki nükleer tepkimelerden ileri gelen bu enerji akışıdır. Dengeden uzaklaşma, toplu (kollektif) hareketlere, dengeye göre uyumu çok güç bir hareket düzenine yol açar.
“Zaman ve Sonsuzluk Arasında" adlı yapıtta belirttiğimiz farklılık olan, Bénard hücreleri ve kimyasal tepkimeler gibi hidrodinamik tepkimeler arasındaki büyük farklılığı bile anımsatabilirler. Birinci durumda, ısı yayınımıyla ortaya çıkan toplu molekül akışı, ısıtmayı durdurduğumuzda kaybolur ve sistem yeniden düzensiz termik ajitasyonuna döner. İkincisinde, tersinmezlik, ancak dengeye yakın koşullarda bir bireşim haline getirilebilen ve daha sürekli bir özellik gösteren molekül oluşumuna yol açabilir. Bu durumda, tersinmezlik, maddede yer alır. Bilgisayardaki simülasyonlar, gerçekten de “biomolekül” tipinde moleküllerin oluşturulabileceğini göstermiştir. Bir sonraki bölümde, maddenin, kendisinin, bir bakıma, tersinmez süreçlerin sonucu olduğunu göreceğiz!
Burada kozmolojiye başlıyoruz. Ondan önce, doğayla diyologumuzda zamanın işlevi üzerine birkaç ilginç bilgi vermek istiyoruz. Kuşkusuz, göreli fizik, yeni öğeler getirmiştir. Göreli olmayan fizikte, bu ister kuantum ya da ister klasik fizik olsun, zaman evrenseldir, ancak tersinmez süreçlere bağlı zaman akışı öyle değildir. Göreceğimiz gibi, entropi oluşumunu kaydeden entropik bir saat, mekanik bir saatten farklıdır.
III
İlkönce kimyasal bir örneği inceleyelim. İki gaz karışımı olan iki benzer örnekten, karbonmonoksit CO ve oksijenden 02 hareket edelim. Aralarında kimyasal bir tepkime bulunur ve karbon dioksiti CO: verir. Bu tepkime metalik yüzeylerle katalize edilir. Örneklerden birine, bu katalizörü katarız, diğerine katmayız. Belli bir süre sonra bu iki örneği karşılaştırırsak, her birinin bileşimleri farklı olacaktır. Bu oluşum, kimyasal tepkimeye bağlı olduğundan katalitik yüzeyli örnekte oluşan entropi daha büyük olacaktır. Entropi oluşumunu zaman akışıyla birleştirirsek, bu zaman akışı iki örnekte de farklı olacaktır. Bu sonuç, bizim dinamik betimlememize uyar. Zaman akışı hamiltoniyene bağlı Poincar rezonanslarında, yani dinamikte yer alır.
Bir sonraki bölümde yeniden döneceğimiz görelilik ikizleri çelişkisinin göreli olmayan benzer bir örneğini oluşturan başka bir durumu ele alalım. Yerkçekimi, dinamik bir sistemin hamiltoniyenine bağlıdır. Şu halde, bir çekim etkisi değişikliği, rezonansları da değiştirecektir. Uzaya iki ikiz (yalnızca PBS olarak kabul edilen) gönderdiğimizi varsayalım. Yeryüzüne dönmeden önce, biri çekimsel bir alan içinden geçer, diğeri geçmez. Poincaré rezonanslarına göre ortaya çıkan entropi, her iki durumda faklı olacaktır. İkizlerimiz farklı yaşlarda dönecektir. Temel sonuç, newtoniyen bir evrende bile zaman akışının tek olmamasıdır.
Birçok kez tekrarladığımız gibi, tersinmezlik, geçmiş ve geleceğin aynı işlevi üstlendiği bir grup dinamiği betimlemesinden, zaman göstergesini açıkça belirten yan-grup terimleriyle ifade edilen bir betimlemeye geçiştir. Farklılık evrenseldir, ancak ondan doğan entropik zaman bizim saatlerimizin zamanına uymaz. '
Kuşkusu/, evrenin bütünü için ortalama entropik bir zaman bulabiliriz, ancak doğanın heterojenliği nedeniyle pek anlamı olmaz. Tersinmez jeolojik süreçler, biyolojik ölçeklerden farklı zaman ölçeklerine sahiptir. Ve Stephen J. Gold’un, Scientific American’m özel sayısında vurguladığı gibi, evrendeki yaşama özgü biyolojik evrimde çok büyük zaman ölçekleri farklılığı bulunur. Yeryüzündeki yaşam tarihinin büyük bir bölümünde yer almış tek canlı varlıklar, bakterilerdir. Prekambriyen patlama sırasında, kimi zaman kısa bir süre zarfında birçok yeni canlı türü ortaya çıkmış ve ilginç evrimler göstermişlerdir.
Gould’un yaşamın tarihsel niteliği üzerine verdiği tanımı aktararak bu bölümü bitirmek istiyorum: “Yaşam yolunu belirleyen olayları ve düzenlilikleri anlamak için, gerçekleşmediği görülen mantıksal milyonlarca seçenek arasından tek bir versiyonun gerçekleştiği evrim kuramı ilkelerinin ötesine, gezegenimizle ilgili yaşam tarihinin olağan işleyişinin paleontolojik bir incelemesine doğru gitmemiz gerekir. Böyle bir yaşam tarihi anlayışı, batı biliminin alışılmış determinist modellerine, aynı zamanda sosyal geleneklere ve en yüksek yaşam ifadesi olarak insanlarda doruk noktasına varan ve gezegeni egemenliği altına almaya bir tarihin umutları olan Batı kültürünün en derin psikolojik umutlarına tamamen terstir”.
Gould tarafından vurgulanan bilimin determinist modelleriyle birlikte çelişkiler artık yoktur. Tam tersine, Darwin’in evrim kuramı ilkelerinin ötesine gitme zorunluluğu ve termodinamik dengeye yönelik evrimler konusunda 19. yüzyılda açıklandığı gibi ikinci ilkenin basit formülasyonunun “ötesine” açılan ufuklar arasında çok büyük bir yakınsaklılıkla karşılaşırız. Tersinmezlik ve bu durumda zaman akışı, bundan böyle dinamik yasalarda yer alır, olayların farklılığının bağlı olması gerektiği evrensel bir norm belirtmez. Tersine, bu tersinmezliğin makroskopik düzeyde, sonra yaşam düzeyinde ve en sonunda insan etkinliği düzeyinde yayıldığını görürüz. Bir düzeyden diğerine geçişlere yol açan tarih, bugün hâlâ çok az bilinmektedir, ama en azından dinamik kararsızlıkta yer alan ve çelişkisi olmayan bir doğa anlayışına varırız.
Ancak neden ortak bir gelecek?
Zaman göstergesi neden aynı yönde belirleniyor?
Bu, evrenimizin bir bütün olduğu anlamına gelmiyor mu?
Daha önce zamansal simetri kırılmasını içeren ortak bir başlangıca sahip mi?
Burada, kozmolojinin temel problemiyle karşılaşırız. Bu, ancak görelilik sınırları içinde tartışılabilir.
Sh: 149-158
I
Birkaç yıl oluyor. Kuşkusuz 1985 sıralarında, Moskova’da Lomonosoff Üniversitesi’nde kısa bir konuşma yaptım. Kısa süre önce 90 yaşında ölen en saygın Rus fizikçilerinden biri olan Profesör İvanenko benden duvarın üstüne kısa bir cümle yazmamı istedi. Dirac ve Bohr gibi ünlü bilim adamlarınca, daha önce yazılmış çok sayıda cümle bulunuyordu; kısaca şöyleydi: “güzellik ve gerçeklik kuramsal fizikte yan yanadır”. Kararsız kaldım sonra şöyle yazdım: “Zaman varoluştan öncedir.” Çok sayıda fizikçiye göre, big bang kuramını evrenimizin başlangıcı olarak kabul etmek, zamanın bir başlangıç noktasının olması gerektiğini kabul etmekti. Zamanın bir başlangıcı, belki de bir sonu olacaktı. Ancak bu başlangıç nasıl anlaşılır? Evrenimizin doğuşunun kozmos tarihinde bir olay olduğunu ve şu halde bunun, evrenimizin doğuşundan bile önce gelen bir zaman için ayrıldığını varsaymak bana daha normal geliyor. Bu doğuş, bir evrenöncesinden (“kuantum boşluğu” ya da “meta-evren” olarak da adlandırılır), bizi çevreleyen gözlemlenebilir bir dünyaya yol açan bir faz değişikliğine benzeyecektir. Burada modem fiziğin tartışmalı bir alanına gireriz.
“ZAMAN ALLAH’IN KENDİSİDİR”
********Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allahu Teala şöyle buyurdu: "Ademoğlu dehre söverek beni gücendiriyor. Oysaki dehr benim. İş benim elimdedir . Geceyi gündüze ben aktarıyorum." (Buhari Tefsir: 1, Tevhid: 35, Edeb: 101, Müslim, Elfaz: 1,2, Ebu Davud, Edeb: 181)
"Ademoğlu dehre sövüyor, oysa dehr benim, gece ile gündüz benim ellerimde dir." (Beyhaki, 3/3365)
HZL: İhramcizade)*********
Çağdaş kozmoloji, tamamen Einstein’ın genel göreliliğine bağlıdır. Göreceğimiz gibi, bu kuram, gözlemle uyumlu bir şekilde, gelişen bir evren fikrine götürür. Bu fikir, yöntemi bugün egemenliği altına alan standart modelin temel bir öğesidir. Bu modele göre, zaman içinde daha gerilere gittiğimizde, bir tekilliğe, enerjinin ve evrenin maddesinin tümünü kapsayan bir noktaya varırız. Bu durum dünyanın başlangıcını bir tekilliğe bağlar. Ancak bu tekilliği betimlememize izin vermez, çünkü fizik yasaları bir sonsuz madde ve enerji içeren bir noktada yer alamaz. John Wheeler’in big bang’in “en büyük fizik krizlerinden biri”ni oluşturduğunu söylemesi şaşırtıcı değildir. Paul Davies, About Time - Einstein’s Unfinished Revolution (Zaman Konusunda - Einstein’in Bitmeyen Devrimi) adlı yeni yapıtında şöyle yazar: “Bilim adamları, Einstein’in evrenin bütünü için tanımladığı zamanın sonuçlarını keşfetmeye başladıklarında, düşünce tarihinin en önemli buluşlarından birini gerçekleştirdiler: Zamanın ve fizik gerçekliğinin tümünün geçmişte tanımlanmış bir başlangıcı olmalıydı...zamanın bir başlangıcı ve bir sonu olabilirdi. Bugün, zamanın başlangıcına “big bang” adı verilmiştir. İnananlar, onu “yaratılış” olarak adlandırırlar.”
O halde big bang çok farklı tepkilere yol açmıştır. Davies, mutlak bir başlangıç fikrini, insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biri olarak kabul eder, ancak diğerleri, big bang’i tamamıyla elemeye ya da onu, zaman kavramının yanlış kullanımından doğan bir tür yanılsamaya (illüzyona) indirgemeye çalışmışlardır.
Davies’in ileri sürdüğü gibi, zamanın belli bir başlangıcı var mı ya da sonsuz mu?
Kesin bir yanıtımız olduğunu ileri süremeyiz, ancak kesinliklerle değil, olasılık terimleriyle ifade edilen doğa yasaları formülasyonumuz ona katkıda bulunabilir. Bu durumda araştırmamız biraz önce söylediklerimizden farklı bir yol izleyecek. Big bang’i kendine özgü, tersinmez süreç olarak kabul edeceğiz. Tersinmeziik, yerçekimi (gravitasyon) ve madde arasındaki etkileşimlerin yol açtığı, evren-öncesi (pré-univers) kararsızlığın sonucudur. Bu açıdan, evrenimiz kararsızlık özelliği altında meydana gelmiş olacaktı. Ve, oto-organizasyon gibi kavramlar, evrenin ilk dönemlerine de uygun gelebilecek kavramlardır. Ne de olsa, bu ilk dönemlerde, evren küçük bir çocuk gibiydi: Erkek ya da kız, piyanist ya da avukat olabilirdi, ancak aynı anda ikisi olamazdı.
Burada, bilim-kurguya tehlikeli bir yakınlıkta olan, pozitif bilginin sınırlarına ulaştığımız açıktır. Ancak, bugün bu sorunlar, yalnızca uzmanlık alanlarında değil, geniş halk kitlelerine ulaşan yapıtlarda da tartışıldığı ölçüde, bu sorunları bu kitapta ele almanın yerinde olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, amacım, kozmolojinin genel bir betimlemesini vermek değildir. Ne büyümeden ne de üst-kirişlerden söz edeceğim. Bu kitabın akış yönünü izleyeceğim: Bu kez, kozmolojik bağlamda ele alanın geçmiş ve gelecek arasındaki simetri kırılmasının ve zamanın rolü.
Söylediğimiz gibi, Landau ve Lifschitz’in ünlü yapıtına göre “fizik kuramlarının en iyisi” olan görelilik kuramına başvurmadan bugün kozmolojiyi tartışmak olanaksızdır.
Kuantum fiziğiyle genişletilen Newton fiziğinde, uzay ve zaman ilk ve son olarak verilmişti. Üstelik bütün gözlemciler için ortak evrensel bir zaman bulunuyordu. Görelilikte durum artık böyle değildir. Uzay ve zaman eyleme katılırlar. Problemimiz açısından bu dönüştürümün sonuçları nelerdir?
About Time adlı kitabında Paul Davies, göreliliğin etkisini şöyle yorumlar: “Geçmiş, şimdiki ve gelecek arasındaki zaman bölünmesi de fiziksel anlamdan yoksun gibi görünüyor.” H. Minkowski’nin ünlü önermesini tekrarlıyor: “Ve bu durumda uzayın ve zamanın kendisi, basit hayaller gibi yok olmaya mahkumdurlar...” Tam tersine, göreliliğin geçmiş ve gelecek arasındaki ayrımı hiç de yeniden tartışma konusu yapmadığını, bu zaman göstergesinin zamanı uzaydan ayırdığını göreceğiz.
“Bizim gibi düşünen diğer fizikçilere göre, geçmiş, şimdiki ve gelecek arasındaki farklılık, direngen olsa bile yalnızca bir illüzyondur” diyen Einstein’ın görüşünden daha önce söz ettik. Bununla birlikte, yaşamının sonunda, Einstein fikrini değiştirmiş gibi görünüyor. 1949’da, aralarında büyük matematikçi K. Gödel’in bir denemesinin bulunduğu bir cilt deneme Einstein’a ayrılmıştır. K. Gödel, Einstein’in, tersinmez zamanın yalnızca bir illüzyon olduğu savını, hiç değişiklik yapmadan almıştır. Einstein’a kendi geçmişine doğru yolculuk yapmasının mümkün olduğu kozmolojik bir model önerisinde bulunmuştur. Einstein inanmamıştır. Cildi tamamlayan denemelere verilen yanıtta, “geçmişine telgraf çekilebileceği”ne inanamayacağını kabul etmiştir. Bu olanaksızlığın, fizikçileri, tersinmezlik sorununu yeniden kabul etmeye götürmesi gerekeceğini de belirtmiştir. Bizim de tam olarak yapmaya çalıştığımız şey budur.
İlk önce göreliliğe bağlı devrimin, önceki sonuçlarımızı etkilemediğini belirtelim. Tersinmezlik, zaman akışı, göreli kozmoloji içinde anlamını korur. Tersinmezliğin, daha yüksek enerjilere, yani evrenin birinci zamanlarına doğru gitmemizi sağlayacak kadar önemli bir rol oynadığı bile savunulabilir. Bazı uzmanlar ve özellikle Stephen Hawking, big bang’tan sonra ilk anların evreninde, uzay ve tamamiyle bir uzay niteliği durumuna gelen zamanın, farklılıklarını yitirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak, bildiğim kadarıyla hiç kimse, uzay ve zamanın bir “zaman ve mekân artığı”ndan ayrı ortaya çıkabileceği fizik mekanizması önerisinde bulunmamıştır.
Tam tersine, dinamik kararsızlıklara bağlı tersinmez süreçlerin, evrenimizin doğuşundan itibaren çok önemli bir işlev üstlendiklerini düşünüyoruz. Bu bakımdan, zaman sonsuzdur. Bizim, uygarlığımızın, evrenimizin bir yaşı olmasına rağmen, zamanın ne başlangıcı ne de sonu vardır. Oysa, Bondi, Gold ve Hoyle’nin durağan hâl kuramı ve big bang’in standart modeli olmak üzere geleneksel iki görüşün bazı öğelerini kozmolojide birleştiren bir teze varıyoruz. İkincisi, kendine özgü (spesifik) bir biçimde evrenimizde yer alacağı halde, birincisi, evrenimizi meydana getiren bu kararsız ortam olan evren-öncesine (pré-univers) uygun olacaktır.
Bu varsayımın spekülatif öğeler içerdiğini, zaten kozmolojide bunun kaçınılmaz olduğunu tekrarlayalım. Ancak, zamanın ve tersinmezliğin rolünü öne çıkaran kozmolojik kavramların, önceden olduğu durumdan daha kesin bir şekilde oluşturulabilmesini ilginç buluyorum. Yetkin doğruluk, böyle olmakla birlikte hâlâ çok uzaktır ve “”Son kozmolojik problemin” az çok çözüldüğünü düşünen bugünün astrofizikçileri, yüzyılın bitiminden önce birkaç sürprizle karşılaşabilirler8” şeklinde yazan hintli kozmolog J. Narlikar ile tamamen aynı fikirdeyim.
Sınırlı görelilikle başlayalım. Doğa betimlemesini inersiyel, yani tekbiçimli hızlarla yer değiştiren gözlemcilerle birleştirir. Görelilik öncesi Galile fiziğinde, böyle gözlemcilerin hepsinin, l122= (x2-x1)2 + (y1-y2) + (z2-z1)2 iki nokta arasında, ve (t2 –t1)2 iki zaman arasındaki aynı aralığı ölçecekleri sanılıyordu. Uzaysal aralık, bu durumda, Eukleides geometrisiyle tanımlanır. Einstein, bunun farklı gözlemcileri, c boşluğundaki ışık hızına farklı değerler vermeye götüreceğini belirtmiştir. Deneyle uyumlu olarak, bütün gözlemcilerin bu hızın aynı değerini hesapladıkları ortaya çıkarsa, bir s122 = c2 (t2 –t1)2 - l212 zaman-mekân aralığı kullanmak gerekir. Bir gözlemciden diğerine geçerken korunan aralık budur.
Eukleides geometrisinin tersine, şimdi bir minkowskiyen zaman- mekân aralığını elimizde bulundururuz. Bir x, y, z, t koordinatlar sisteminden x’ y’ z’ t’ olan bir diğerine geçiş, uzay ve zamanı birleştiren ünlü Lorentz dönüştürümüyle tanımlanır. Bununla birlikte, hiçbir yerde, uzay ve zaman arasındaki fark kaybolmaz, çünkü minkowskiyen aralığı tanımında işaret ayrımıyla açıklanır, orada zaman +, ve uzay - işaretiyle ortaya çıkar.
Yeni durum, çoğunlukla şekil VHI-l’deki Minkowski zaman- mekân diyagramı yardımıyla gösterilir. Bir eksen t zamanım, diğeri, geometrik x koordinatını gösterir. Görelilikte, c boşluğundaki ışık hızı, işaretlerin aktarılmış olabileceği en yüksek (maksimal) hızdır. Şu halde, diagram içinde farklı bölgeler belirleyebiliriz. Gözlemci O’da yer alır. Geleceği, BOA konisi ve geçmişi A'OB' konisi içine konmuştur. Bu koniler c ışık hızıyla gösterilir. Koninin içinde, hızlar c kadar küçüktür, dışarda, daha büyük olacaklardır: O halde, bu bölgeler önemsenmez.
Sınırlı görelilikte geçmiş ve gelecek arasındaki ayrım.
Şekil VIII-1 diyagramında, D, O’dan önce geldiği halde C olayı ve O olayı eşzamanlıdır. Ancak bu durum yalnızca uzlaşımsal (konvansiyonel) dır, çünkü bir Lorentz dönüştürümü (diğer bir gözlemcinin görüş açısına karşılık gelen) t, x eksenlerini döndürtür: D ve O bu durumda, eşzamanlı gibi görünür ve C, O’dan sonra gelir. Eşzamanlılık, Lorentz dönüştürümü tarafından değişikliğe uğratılır, fakat 
ışık konisi değişikliğe uğratılmaz. Zamanın yönü değişmezdir. Hiçbir zaman iki gözlemciden biri yalnızca C olayının O olayından önce geldiğini, ve diğeri C olayından önce gelenin O olayı olduğunu düşünmeyecektir,
Her şeyden önce görelilikte doğa yasalarının zamana göre simetrik olup olmadıklarını bilme sorunu aynı kalır. Hatta daha belirgin duruma gelir. Gerçekten de, şekil VlII-l’deki diyagramda, O, geçmişinde, yani A'OB' konisi içinde meydana gelen olayları, en iyi şekilde bilir. C ya da D olaylarının sonuçları, bu sonuçlar ışık hızıyla yayılmış olsa bile, ona ancak daha geç, t1 ve t2 zamanlarında (bkz., şekil VIII-2) ulaşır.
Bu yüzden O’nun elde edebileceği veriler sınırlıdır. Bu durumda, göreli bir gözlemci, tanım olarak yalnızca dış dünyaya açılan sınırlı bir pencereye sahiptir. Determinist bir betimlemenin burada da aşırı bir idealizasyona karşılık geldiğini gösteren determinist kaosla olan eğlenceli bir benzetme, zaten, B. Misra ve I. Antoniou tarafından önerilmiştir. Bu, istatistiksel bir betimlemeye geçmeyi tamamlayan bir nedendir. Gerçekten, determinist kaosta, yörüngeden söz etmek için, görmüş olduğumuz gibi, sonsuz bir kesinlikle birlikte başlangıç koşulunun bilinmesi gerekecektir. Göreli bir durumda, bütün geleceğe göre geçerli bir determinist öngörüde bulunabilmek için, şekil VIII- 2’deki x ekseninin bütün sonsuz uzunluğu üzerindeki başlangıç koşullarına karşılık gelen pencereyi yaymak gerekecekti.
Göreliliğin en ilginç sonuçlarından biri, Einstein tarafından gösterilen zaman genleşmesidir (Bu genleşmeyi tarihsel olarak Lorentz ve Poincarö isimlerine bağlamak daha doğru olacaktı). Her birine bir saat takılmış ve bir v sabit bağıl hızıyla yer değiştiren iki devinimsiz (inertiels) O ve O' gözlemcisini göz önüne alalım. Eğer, O gözlemcisini hareketsiz ve O' gözlemcisini hareket halinde olduğunu düşünürsek, Lorentz dönüşümünün sonucu, O' tarafından ölçülen t0 zaman aralığındadır ve O gözlemcisine göre t = t0 / (l-v2/c2)1/2  olan daha büyük bir zaman aralığına uygun düşer. Zaman genleşmesi, kararsız parçacıkların kullanılması sayesinde doğrulanmıştır. Yer’den tahmin edilen yaşam süreleri (O gözlemcisi), kendileri uzayda hareket halinde olmalarına karşın, göreliliğin önceden bildirdiği gibi yörüngelerine bağlıdırlar.
Kuşkusuz, Einstein’ın etkisiyle öngörülen bağıntı simetriktir. Aynı zamanda O' yu hareketsiz, ve O nun göreli bir -v hızıyla devindiğini göz önüne alabilirdik. Şu halde, (l-v2/c2)1/2  genlik faktörüne karşılık gelen iki gözlemciyle ölçülen zamanlar arasında bir ölçek yasası bulunur. Bu, göreceğimiz gibi, sınırlı göreliliğin, V. ve VI. bölümlerde gösterdiğimiz kuramda yer alan tek değişikliğidir. Ancak bunu göstermeden önce, çok bilinen fakat çoğunlukla iyi ifade edilmemiş bir problem olan, ikizler çelişkisi üzerinde biraz duralım.
Bu çelişki, biri, tekbiçimli bir şekilde devinen bir uzay gemisinde uçtuğu halde, diğeri yerde, x = 0 dediğimiz noktada kalan iki ikizi gösterir. Bu gemi, t0 zamanında yön değiştirir (koordinatlarda ölçülene göre yeryüzünde kalan ikiz devinimsizdir) ve 2t0 geri gelir. Devinim halindeki ikizle ölçülen zaman aralığı, yeniden 2t0’dan büyük olacaktır. VII. Bölümde, newtoniyen zamanın tarihten bağımsız, evrensel olduğu halde, zaman akışının tarihe bağlı olduğunu belirttik. Burada, zamanın kendisi de tarihe bağımlı duruma gelir. Bununla birlikte V. Fock, temel kitabı The Theory of Space, Time and Gravitation10''da, ikizler problemi tartışıldığında çok tedbirli olmak gerektiğini vurgulamıştır. Gerçekten, orada, yerleştirilmiş bir saat üzerinde, uzay gemisinin ivme etkisi, yön değiştirdiğinde önemsenmez. Fock, genel göreliliğe uygun olarak çekim alanından ileri gelen hızlanmanın olduğu daha ayrıntılı bir modelin farklı sonuçlara yol açtığını göstermiştir. Zaman genleşmesi işareti bile değişmiş olabilir. Bu tahminlerin doğrulanması için yeni ve ilginç deneyimler gerekecektir.
Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihinde, bir x = it sanal zamana yer verir. Bu durumda, zaman-mekân aralığında etkisi olan dört boyut uzaysallaşır. Hawking’e göre, Lorentz aralığını veren formül simetrik olduğundan, sanal zaman, reel zaman olabilir. Gerçekten zaman ve uzay katsayısı işaretleri, bu durumda, Minkowski zaman- mekân aralığında aynıdır. Yalnızca geometrik bir evrenin karşısında olacaktık. Hawking’in tasarısı bir kez daha, zaman gerçeğini yadsımak ve evreni sonsuz bir yapı olarak betimlemektir.
Şimdi, yeniden kitabımızın temel konusuna dönelim ve klasik hamiltoniyen dinamiği ya da kuantum mekaniği tarafından betimlenen sistemler üzerindeki görelilik etkisini göz önüne alalım. Paul Dirac ve diğerleri, kendisinden sonra, sınırlı göreliliğin ve hamiltoniyen betimlemesinin gereklerinin nasıl düzenleneceğini göstermişlerdir. Görelilik, fizik yasalarının bütün inesiyel sistemlerde (systems inertiels) aynı kalması gerektiğini doğrular. V. ve VI. bölümlerde, kapalı bir biçimde, bütün olarak sistemlerin, devinimsiz olduklarını varsaydık. Göreliliğe göre, bütünü içinde sistem, tek-biçimli bir hızla yer değiştirsin ya da değiştirmesin, aynı betimlemenin geçerli kalması gerekir. 
Poincaré rezonanslarının, geçmiş ve geleceğin aynı işlevi üstlendiği dinamik grubu yok etmeye, yani zaman simetrisinin kırıldığı yarı-gruba dönüştürmeye elverişli olduklarını gördük. Bu zaman kırılması, bütün inersiyel referans sistemlerinde geçerli kalır. Daha açık olması için, iki hamiltoniyen sistemi düşünelim. Biri, durağan olan ağırlık merkezine göre (systeme en comouvement = ortak devinimli sistem) bir koordinatlar sisteminde, diğeri, ağırlık merkezine göre devinen bir v hızıyla birlikte, bir koordinatlar sistemi içinde betimlenir. Durum, şekil VIII-3’de gösterilen duruma benzer. Ortak devinimli sistemde zaman aralıkları, devinimli sisteme uygun gelen zaman aralıklarına oranla (l-v2/c2)1/2  ile bölünür. Kuramımızca öngörülen bütün olaylar, zamansal simetri kırılması, indirgenmez olasılıkçı betimleme v.b., korunur.
Bununla birlikte, görelilikten kaynaklanan yeni öğeler de betimlemede yer alabilir. Etkileşimler artık bir anlık değildir. Yüklü parçacıklar arasındaki etkileşimler, fotonlar tarafından iletilir ve bu durumda, ışık hızıyla yayılırlar. Önceden olduğu gibi, Poincaré rezonansları bulunur, ancak bu kez parçacıklar ve alan arasındadır. Bu, fotonların parçacıklar tarafından yayılmasından doğan, ışınım deviniminin durması gibi indirgenmez ek süreçlere yol açar.
Buraya kadar, sınırlı göreliliğe karşılık gelen Minkowski zaman- mekân aralığını değerlendirdik. Kozmolojik problemi ele almak için bir zaman-mekânsal aralık kavrammın genelleştirilmesini gerektiren yerçekimini katmak zorundayız.
İlk önce big bang sorununa dönelim. Sözünü ettiğimiz gibi, zaman içinde daha gerilere giderek, gelişen bir evreni izlersek, bir tekilliğe varırız: Yoğunluk, sıcaklık, ve eğrilik sonsuz duruma gelir. Bugün gözlemlenen galaksilerin azalma hızından yola çıkarak, bu olayın - evrenimizin doğuşu- on beş milyar yıl önce meydana geldiğini tahmin edebiliriz.
Bizi bing bang’tan ayıran zaman dönemi şaşırtıcı bir kısalıktadır. Onu yıllarla ifade etmek, Dünya’nın Güneş’in çevresinde dönmesini ölçüt olarak kabul ettiğimiz anlamına gelir. Hidrojen atomunda, elektronun saniyede yaklaşık on bin milyar kez döndüğünü anımsarsak, on beş milyar kez dönmek pek az bir şeydir!
Zaman ölçeği ne olursa olsun, evrenin başlangıcında önemli bir olayın varoluşu, kuşkusuz, bilimin hiçbir zaman ortaya koymayacağı beklenmedik sonuçlardan biridir. Ancak bu sonuç ciddi sorunlara yol açar. Fizik, yalnızca olay sınıflarını ele alır. Oysa, bing bang, bir olay sınıfıyla ilgiliymiş gibi görünmez. İlk bakışta, fizikte hiçbir yerde benzeri olmayan bir tekilliğe karşılık gelen eşsiz bir olay gibi görünür.
Paul Davies ile birlikte gördüğümüz gibi bu eşsiz tekillik ve yaratılışın kutsal kitaptaki konusuyla ilgili uyandırdığı çağrışımlar (associations), genellikle halka ve araştırmacılara çekici gelmiştir. Metafizik ya da dinsel sorunlara girmek için, fiziğin, deneysel bilimler sınırını aşmış olması, burada en iyi gösterge değil midir? Ancak, big bang de, diğer fizikçiler tarafından bir redde yol açmıştır. Bondi, Gold ve Hoyle’e bağlı durağan hâl kuramından daha önce söz ettik. Bu kuram, evrene bir başlangıç saptamamızı dışlayanken bir kozmolojik ilkenin gereklerini yerine getirir. Gerçekten de, bu ilkeye göre, hangi gözlemci olursa olsun, geçmişte ya da gelecekte, evrene aynı sıcaklık, madde yoğunluğu ve enerji değerleri vermek zorundadır. Durağan evren, standart model evreni gibi gelişmektedir, ancak bu üstel gelişme, sürekli bir madde yaratımıyla dengelenir. Gelişme ve yaratma arasındaki eşleme (synchronisation), bir madde-enerji yoğunluğu sabitini sürdürür ve bu durumda yetkin kozmoloji ilkesini yerine getirir. Sonsuz ve yaşı olmayan bir evren düşü yeniden kurulur, ancak bu, sürekli bir yaratım içinde olan evrendir.
Çekici özelliğine rağmen, durağan evren modeli güçlüklere yol açar. Durağan hâlin sürdürülmesi, özellikle, kozmolojik evrim (evrenin gelişmesi) ve mikroskopik olaylar arasındaki yetkin eşzamanlılığı (synchronicité) sağlayan çok sıkı koşulları gerektirir. Bu eşzamanlılık nasıl açıklanır? Onu gerçekleştirmek için hiçbir mekanizma önerilmedikçe, gelişme ve yaratma arasındaki bir denklik varsayımı tartışmaya çok açıktır.
Ancak bu, big bang modelini benimsemek için fizikçilerin çoğunu durağan evren modelini yadsımaya iten ve o zamandan beri “standart model” adı verilen, deneysel bir buluştur. Bu, 1965 yılında, Penzias ve Wilson’un, 2,7  ̊K’deki ünlü fosil ışınım buluşudur.
Big bang’in bir sonucu olduğunu gösterdikleri bu ışınımın varlığı, 1948 yılından itibaren Alpher ve Herman tarafından önceden bildirilmiştir. Eğer evren, ilk zamanlarında olağanüstü bir biçimde yoğun ve sıcak olsaydı, opak (donuk) olması gerekirdi, çünkü fotonların maddeyle etkileşmeleri için yeterli enerjisi olmalıydı ve bu durumda serbest bir şekilde yayılmıyorlardı. Oysa, madde ve ışık arasındaki bu dengenin, yaklaşık olarak 3 000 °K.’de yok edildiği gösterilebilir. O zaman, ışık maddeden ayrılır ve bir siyah cisim ışınımı, ya da tek bir sıcaklıkla belirtilen ısıl (thermique) ışınım oluşturur. O halde bu sıcaklığa ulaştığında, evrenin saydam (transparent) olması gerekir. Bu zamandan itibaren, ısıl ışınım oluşturan fotonların geçirebilecekleri tek dönüşüm, dalga boyu değişimidir. Bu dalga boyunun evrenin boyutuyla artması, ışınım sıcaklığının azalması anlamına gelir. O halde, Alpher ve Herman, fotonlar ve madde arasındaki denge 3 000 °K’de bir evrende gerçekten yok edilseydi (yani, başlangıçtan aşağı yukarı 300 000 yıl sonra) ve fotonlar 3 000 °K’de bir siyah cisim ışınımı oluştursalardı, bu ışınımın sıcaklığı bugün, yaklaşık 3 °K’de olması gerekeceğini önceden bildirmişlerdir. Bu, yüzyılın en büyük buluşlarından birini hızlandıran tümüyle dikkat çekici bir öngörüydü.
Standart model, çağdaş kozmolojinin temelinde yer alır. Genel olarak, big bang’in özgünlüğünden sonra çok kısa bir süre için evrenin doğru bir betimlemesini sağladığı kabul edilir. Ancak, bu ilk saniyede evrenin betimlemesi çözülmemiş bir sorun olarak kalmıştır.
Niçin hiçbir şeyi olmasından daha çok bir şey var?
Bu, görünüşe göre, pozitif bilgiye sonsuza dek yabancı, kurgusal (speculative) bir sorudur. Ve bununla birlikte, bu soru fizik terimleriyle ifade edilebilir ve göreceğimiz gibi, bu durumda kararsızlık ve zaman sorununa bağlı olur. Evrenimizin doğuşu sorununun bu yeni yaklaşımı, kaynağını Edward Tryon tarafından açıklanan, ancak Pascual Jordan’a kadar uzanıyormuş gibi görünen bir fikirde bulur. Bu “bedava yemek” (free lunch) fikridir. Bu fikre göre, evrenimiz iki enerji biçimiyle belirtilebilir: Biri, negatif bir işaretle ortaya çıkacak yerçekimi kuvvetlerine bağlıyken, diğeri pozitif işaretli, Einstein’in ünlü E = mc2 formülüyle gösterilen maddeye bağlıdır.
O halde, boş bir evrenin enerjisinin sıfır olması gibi, evrenin toplam enerjisinin sıfıra eşit olabileceğini varsaymak ilginç değil midir?
Ve bu durumda, boşluktan yola çıkarak, bir madde yaratımı (création) varsayılamayacak mıdır?
Böyle bir yaratım, enerjisini koruyacaktır. Tryon’un önerdiği, boşluk dalgalanmalarına bağlı olacaktır.
Bu varsayım çok ilginç görünmektedir. Dengesiz yapıların oluşumunun (Bénard hücreleri ya da kimyasal salınımlar gibi) kendisi de, bir “bedava yemek” e (free lunch) uygun düşer. Enerji korunur. Dengesiz yapıların değeri, enerjiyle değil, entropiyle karşılanır. Bedava yemek fikri, o halde, ilginç bir hareket noktasıdır. Negatif çekim enerjisinin kaynağını ve maddeye bağlı pozitif enerjiye dönüşümünün mekanizmalarını belirlemek mümkün müdür?
Şimdi bu sorular üzerinde duracağız.
III
Einstein’ın temel fikri, yerçekimini uzay-zaman eğriliğine bağlamaktır. Sınırlı görelilik çerçevesinde, yeterince benzer iki olaya ((l2 – l1)2 o zaman, dl2 olur) göre, Minkowski zaman-mekân aralığının ds2 = c2 dt2 - dl2 olduğunu gördük. Genel görelilikte, µ ve v’nin dört değer aldığı, zaman-mekân aralığı ds2 = gµv dxµ dxv şeklinde ifade edilir: 0 (zamana göre) ve 1,2,3 (uzaya göre) değerlerini alırlar ve, µ ve v indisleri üzerinde toplanır. gµv = g olduğu gibi, zaman-mekân geometrisini belirleyen on farklı gµv „ fonksiyonu elde edilir. Bu geometri “riemaniyen” olarak adlandırılır ve onu gösteren basit örnek çoğunlukla, iki boyutlu eğik bir uzay gibi kabul edilen küresel yüzeydir.
Görelikçi devrimin önemi burada ortaya çıkar. Newtoncu çerçeve içinde, uzay-zaman, maddi içeriğinden bağımsız olarak ilk ve son olarak verilmişti. Uzay-zaman ölçübilimi (metrique), gµv fonksiyonlarının betimledikleri gibi şimdi evrenin maddesel içeriğine bağlıdır. İki farklı tipte nesneyi birleştiren bu bağ, Einstein alan denklemleriyle daha kesin bir biçimde ifade edilir. Denklemin iki teriminden biri, uzay-zaman eğrisini ve onların uzaya ve zamana bağlı türevlerini, gµv terimleriyle betimler; İkincisi, maddesel içeriği, madde-enerji yoğunluğu ve basıncı terimleriyle tanımlar. Maddesel içerik, uzay-zaman eğriliğinin kaynağıdır. 1917 yılından itibaren, Einstein, denklemini bir bütün olarak sayılan evrene uygulamıştır. Bu, modem kozmolojinin çıkış noktası olmuştur. Felsefî inançlarına uygun olarak, Einstein tarafından oluşturulan evren, statik (duruk), zamansız, en gözde filozofu, Spinoza’nın düşüncesiyle uyuşan evrendir.
Bu, insan ve doğa arasında dikkat çekici bir diyalog oluşturan birçok sürprizin meydana geldiği sırada olmuştur. A. Friedmann ve G. Lemaître, Einstein evreninin kararsız olduğunu göstermişlerdir. En küçük bir dalgalanma onu yok edebilecekti. Einstein denklemlerinin kararlı çözümleri, gerçekten, gelişen ya da daralan bir evrene karşılık gelecekti. Deneysel açıdan, Hubble ve çalışma arkadaşları, galaksilerce yayılan ışığın kızılına doğru olan farkı (decalage) ortaya çıkarmışlardır: galaksiler birbirlerinden uzaklaşırlar, ve bizim evrenimiz bu durumaa gelişmektedir. En sonunda, 1965 yılında, daha önce sözünü ettiğimiz siyah cismin, artık (residuel) ışınım buluşu ortaya konmuştur. Böylece, çağdaş fiziğin standart kozmolojik modeli kurulmuştur.
Genel göreliliğin temel denklemlerinden kozmolojiye geçmek için, basitleştirici varsayımlar kullanmak gerekir. A. Friedmann, G. Lemaître, H. Robertson ve A. Walker’m isimlerine bağlı standart model, evrenin büyük ölçekte eşyönlü (isotrope) ve türdeş (homojen) olarak kabul edilmesi gerektiği, kozmolojik ilke üzerine kurulmuştur. O halde ölçübilim, çok daha basit biçimli, ds2 = c2 dt2 - R(t) dl2 olan bir zaman-mekân aralığı tanımına denk düşer. “Friedmann” adı verilen bu aralık, Minkowski aralığından iki noktada farklıdır: ) dl2 sıfır eğrili bir uzaya (Minkowski uzayı), fakat aynı zamanda pozitif (bir küre gibi) ya da negatif eğrili (hiperbolik bir yüzey gibi) bir uzaya denk düşebilen uzaysal bir öğedir; genel olarak evren “ışını” adı verilen R(t), t zamanında, astronomik gözlemlerin sınırına (ışık hızıyla zorlanan sınır) uygun düşer. Einstein kozmolojik denklemleri R(t) ve uzaysal eğriliği, yoğunluğa, ortalama enerjiye ve madde basıncına bağlar. Öte yandan, kozmolojik evrim, entropi koruyucu olarak da tanımlanır. Sonuç olarak, Einstein denklemleri, zamana göre tersinirdirler. Daha sonra bu konuya yeniden döneceğiz.
Söylediğimiz gibi, standart model, genellikle, ilk saniyesinden başlayarak evrenimize olan şeyi betimleyecek nitelikte olduğu kabul edilir. O halde, olağanüstü bir başarı söz konusudur. Ancak daha önce ne oldu? Zaman içindeki genelleştirmenin yol açtığı, yoğunluk ve sonsuz eğrilikler tekilliği (singularité) nasıl yaklaştırılır? Bu tekilliği kabul etmek zorunda mı kalıyoruz?
Evrenin ilk saniyelerindeki büyüklüklerin ölçeği üzerine bir fikir vermek için, çoğunlukla Plank adı verilen ölçeğe, yani, üç evrensel sabitin kullanımıyla elde edilen, uzunluk, zaman ve enerji ölçeğine başvurulur: Planck h sabiti, G yerçekimi sabiti ve c ışık hızı. Bundan, (Gh/c3)1/2 eşit olan, 1033 cm mertebesinde bir Planck uzunluğu, 1044  s mertebesinde bir Planck zamanı ve 1032 derece mertebesinde bir sıcaklığa karşılık gelen bir Planck enerjisi türetilebilir. Temel parçacıklar kütlesine oranla çok büyük olan (proton, 1023 g mertebesinde bir kütleye sahiptir) 10 5 g mertebesinde bir Planck kütlesi de tanımlayabiliriz. Bu büyüklük düzeylerinin, “Planck çağı” adı verilen evrenin bütün ilk çağının büyüklüklerine karşılık geldiği düşünülebilir. Yaşının 1044 s mertebesinde olacağı bir evrende, kuvantal etkilerin temel bir rol oynamaları gerekecekti. Bu yüzden evrenin ilk zamanları, bizi çağdaş fiziğin temel bir problemiyle karşı karşıya getirir: Evrenin ilk zamanlarının bir betimlemesinin mümkün olması için, elektromanyetik etkileşimlerdeki gibi, yerçekiminin, dolayısıyla uzay-zamanın kuvantalanmış olması gerekliymiş gibi görünür. Bu problem kararlı olmaktan uzaktır. Ancak, göreceğimiz gibi, Poincarö rezonanslarının ve dinamik kararsızlığın rolünü açıklığa kavuşturan özel bir durumla birleştirilen bir model elde edebiliriz. Bizi, bu çözüme götüren temel aşamaların bir kaçını betimleyebiliriz.
Friedmann zaman-mekân aralığı (üç boyutlu bir eucleidyen geometrisinin durumunu ele alıyoruz) ds2 = Ω2 (dtc2 – dl2) şeklinde, yani, ’’uygun faktör” adı verilen Ω2 fonksiyonuyla çarpılan bir Minkowski aralığı gibi yazılabilir. Bu tip uygun zaman-mekân aralığının ilginç özellikleri bulunur. Uygun aralıklar, özellikle ışık konisini korurlar. Bir kuvantum kozmolojisinin doğal başlangıç noktası olarak kabul edilirler, çünkü Friedmann evrenini, özel durum olarak içerirler.
Uygun faktör, bir uzay-zaman fonksiyonudur ve tıpkı elektromanyetik etkileşimin bir alana yol açması gibi, bir alana karşılık gelir. Bir alan, kesin olarak tanımlanmış bir hamiltoniyen ya da bir eneıjiyle belirtilen dinamik bir sistemdir. Oysa, Brout ve çalışma arkadaşlarının16 gösterdikleri gibi, uygun alanm dikkat çekici bir özelliği vardır: Negatif bir enerjiye uygun düşer. Negatif değerler açısından enerjisi sınırlı değildir, istenildiği kadar büyük, negatif değerler alabilir. Buna karşılık, kütlesel alanın eneıjisi (kütlesel parçacıklara karşılık gelen) pozitiftir (yeniden, E = mc2 olan Einstein’ın ünlü formülünü düşünün). Sonuç olarak, uygun faktörle tanımlanan yerçekimsel alan, madde yaratımına karşılık gelen enerjinin çıkarılmış olacağı negatif bir enerji deposu işlevini üstlenebilir.
O halde, bedava yemek fikrine yeniden dönüyoruz. Yerçekimi enerjisi maddeye dönüştürülürken, toplam enerji (yerçekimsel alan + madde) korunur. Brout ve öte. pozitif enerjinin çekilmesi için bir mekanizma önermişlerdir. Uygun alana ek olarak, kütlesel bir alan 
getirmişler ve Einstein denkleminin, Minkowski uzay-zam anından başlayan (sıfır olan bir yerçekimi enerjisi ve eğriliğine karşılık gelen), maddenin ve uzaysal eğriliğin eşzamanlı ortaya çıkışına yol açan, ortak (coopératif) bir süreçle sonuçlandığını göstermişlerdir. Model, böyle ortak bir sürecin, zaman boyunca evren ışınının üstel bir artışına neden olduğunu gösterir. Bu, “Sitter evreni” olarak da adlandırılan büyüme (inflatoire) dönemidir.
Bu sonuçlar çok ilginçtir. Yerçekimini maddeye dönüştüren tersinmez bir süreç olasılığını gösterirler. Burada, evren-öncesinin, tersinmez dönüşümlerin çıkış noktası olan Minkowski boşluğu olacağı konusuna da dikkati çeker. Bu modelin, ex nihilo (hiçbir şeyden yola çıkan görüş) bir yaratım betimlemediğinin altını çizelim. Kuvantum boşluğu, daha önce evrensel sabitlerle ve varsayımla belirtilmiştir, kendilerine, bugün sahip oldukları değerin aynısı verilebilir.
Temel nokta, evrenimizin doğuşunun artık bir tekilliğe bağlı değil, fakat bir faz geçişini ya da bir çatallaşmayı biraz andırır bir kararsızlığa bağlı olmasıdır.
Bununla birlikte, çok sayıda sorun çözümlenmeden kalmıştır. Brout ve öte., bir yarı-klasik yaklaşıma başvurmuşlardır. Uygun alan, şu halde, yerçekimi, klasik bir biçimde incelenirken, kütlesel alan kuvantalanmıştır. Bu, kuvantal etkilerin temel bir rol oynadıklan“Planck çağt”na biraz benzeyen bir sınırlamadır. Öte yandan, Gunzig ve Nardone, düz bir geometrik uzay-zamana bağlı kuvantal boşluk, yerçekimsel etkileşimlere oranla kararsızsa, madde ve eğriliğin eşzamanlı yaratım sürecinin, neden sürekli olarak meydana gelmeyeceğini bir türlü anlayamamışlardır. Yarı-klasik yaklaşımda, süreci işletmek için bir başlangıç dalgalanması gerektiğini göstermişlerdir. Bu birinci aşama, bir ağır parçacıklar, 50 mertebesinde bir kütle olan, (~50.10- 5 g) Planck kütleleri bulutunu içerecekti.       

Bu sonuçlar, evrenin açık termodinamik bir sistem gibi sayıldığı, makroskopik bir termodinamik yaklaşıma yerleştirilmiş olabilir.. Gerçekten, madde-enerji, yerçekimi enerjisinden oluşturulur. Bu, Einstein’m kozmolojik denkleminde belli bir sayıda değişikliklere yol açar. Gerçekten de, termodinamiğin birinci ilkesi, basınç gibi niceliklerin tanımında bir değişikliğe götüren madde-enerji kaynağını şimdi dikkate almak olmalıdır18. Oysa, Einstein’ın temel denklemleri, gördüğümüz gibi, evrenin geometrisini, açık bir sistem gibi sayılan evrene denk düşen, yeni bir şekil alan basıncın ortaya çıktığı madde-enerji içeriğine yaklaştırır.
Termodinamiğin birinci ilkesinin iş ve ısı arasında eşdeğerlik kullanması gibi, Einstein’m denklemlerinin biraz, geometri ve madde arasındaki bir eşdeğerliği ifade ettiği söylenebilecekti. Ancak ikinci ilke bu eşdeğerliği bozar: Her zaman, işi ısıya dönüştürebiliriz, ama tersi doğru değildir (Sadi Camot’un gösterdiği gibi iki kaynaklı motorlar gerekir). Burada, biraz benzerlik gösterir. Entropi, uzay-zamana değil, çok özel (spécifique) bir şekilde madde-enerjiye bağlıdır. Uzay- zamanın maddeye dönüşümü, entropi oluşturan tersinmez dağılımsal bir süreçe denk düşer. Maddeyi, uzay-zamana dönüştüren ters (inverse) süreç, bu durumda önemsenmez. Evrenimizin doğuşu, bir entropi patlamasıyla ifade edilir.
Bu fikirlerin gelişmesinde en yeni aşama, ikiz erkek kardeşler, Vitaly ve Viladimir Kocharovsky’nin, kütlesel bir alanla birlikte uygun alan etkileşimine karşılık gelen ve yerçekimi enerjisinin maddeye dönüşmesine yol açan kozmolojik modelin, kuvantalanmış olabileceğini göstermeleridir. Bu, yerçekiminin genel kuvantalaşımı yolunda kaydedilen ilginç bir sonuçtur. Vurguladığımız gibi, yerçekimi, kendisine hiçbir sabit kuantum kuramının oluşturulamayacağı bilinen etkileşimlerin tekidir. Diğer etkileşimler konusunda, kuvantum alanları kuramının, sonsuz niceliklerin ortaya çıkmasına bağlı zorluklara yol açtığı doğrudur. Bu sonsuzlar, böyle olmakla birlikte, “normalleştirme (renormalisation)” denilen yöntem sayesinde denebilirler: sabit bir kuantum kuramı elde etmek için, kütle, yük, kuplaj sabiti, v.b., gibi büyüklüklerin yeni tanımlarını vermemiz gerekir.
Normalleştirme yöntemi, matematiksel açıdan çok zor kabul edilir olsa da, deneyle olağanüstü bir uyum içinde olan sonuçlara götürür. Ancak bu yöntem, normalleştirilmez olarak kabul edilen, yerçekimine uygulanamaz. Oysa, bu V. ve V. Kocharovsky’,nin sonuçlarının büyük yararını gösterir, en azından kütlesel bir alanla etkileşimde olan basit bir uygun serbestlik derecesi durumuyla sınırlı kaldığımızda, bundan böyle yerçekimini, sınırlı, normalleştirilebilir bir kuramda toplayabiliriz. Gelecek, bu sonucun yetkin bir yerçekimi kuramının çıkış noktası olup olamayacağını söyleyecek. Uygun serbestlik derecesine bağlı eneıjinin, orada negatif olduğunu belirtelim. Alanlar kuramıyla incelenen diğer durumların tersine, burada kararlı temel hâl bulunmaz. Uygun faktör, madde yaratıldığı ölçüde, gittikçe daha düşük negatif enerjilere denk düşer. Yerçekimi enerjisi için bir alt sınır olmadığından, süreç, durmadan devam edebilir. Yerçekimi-madde sistemi, o halde, iç (ve çevreyle değiş tokuşa bağlı olmayan) nedenler yüzünden dengesiz yapılara yol açan ve bu açıdan madde ve eğrilmiş uzay- zaman durumuna gelen, dengesiz bir sistem olarak ortaya çıkar. Buna göre, dağılımsal yapılar ve oto-organizasyon kozmolojik bir benzer bulacaklardı.
Yerçekimi alanından oluşturulan madde (uygun serbestlik derecesi). Kararlı temel hâl yoktur.
Yerçekimi ve madde arasındaki kuplajın (bağlaşım) kendisi de, bir atomun uyarısız hâle getirilmesine benzeyen bir Poincaré rezonansına uygun düşer. Şu halde, kırılmış zamansal bir simetriye yol açan genelleştirilmiş işlevsel bir uzay içinde çalışmayı gerektirir. Bununla
birlikte, temel hâline yeniden dönen uyarılmış atomun tersine, bu süreç, söylediğimiz gibi, durmaz. Betimlememiz, yalnızca evrenimize değil, fakat aynı zamanda meta-evrene (meta-univers) de, yani bireysel evrenin belirsiz bir sayısının ortaya çıkmasına uygun bir ortama da uygulanabilir. İçermiş olduğu bir meta-evren ve bireysel evrenin bütünlüğü fikri, bugün oldukça yaygındır. A. Linde, M. Rees ya da L. Smolin gibi çok farklı yaklaşımlar öneren yazarlarda bile görünmektedir20.
Yaklaşımımızın iki genel çizgisini vurgulayalım. Bir yandan, bizim evrenimizin yaratımından önce de, bir zaman göstergesinin varolduğu ve bu göstergenin yok olması için hiçbir neden olmadığı açıktır. Öte yandan, bu kitabın temelinde yer alan, iki öğeye, tersinmezlik ve olasılığa yeniden döneriz. Yerçekimsel ve kütlesel alanların genliklerinin yüksek değerlere sahip bulunduğu yerde evrenler ortaya çıkmaktadır. Bunun ortaya çıktığı yer ve zamanın ancak istatistiksel bir anlamı vardır, çünkü kuvantal dalgalanmalara bağlıdırlar.
Einstein tüm yaşamı boyuna, bütün etkileşimleri kapsayacak tek bir kuram hayalinin ardından koşmuştur. Fakat bu gün beklenmedik bir sonuçla karşılaşıyoruz: Belki bu düşün gerçekleşmesi, evrenin evrimsel bir kuramını gerektirmektedir! O halde tek bir kuram, evrenin bozulmuş zaman simetrisinden ayrılamayacaktı. Bu, ancak bazı alanlar diğerlerinden farklı bir rol oynarsa gerçek olabilir (kütlesel bir alana göre uygun faktöre bağlı alan durumunda). Şu halde birleştirme, “diyalektik” bir doğa öğretisini gerektirir.
Zamanın ve kaynaklarının ortaya çıkışı sorusu, hiç kuşkusuz her zaman sorulacak. Genel görelilik, bitmiş, son bir kuram olarak sayıldıkça, zaman, bir başlangıcı varmış gibi görünecek ve tek ve benzersiz bir süreç olarak bir evren yaratma imajı kendini kabul ettirecektir. Ancak genel görelilik, klasik ve kuantum mekaniği de, henüz sona ermemiştir. Özellikle, göreliliği, dinamik sistemlerin kararsızlığını göz önüne alarak, kuantum kuramıyla birleştirmemiz gerekir. Sonuç olarak, bakış açısı yepyeni bir görünüm kazanır. Zamanın başlangıcının olmaması, ve zamanın evrenimizin varoluşundan önce gelmesi olasılığı usa yatkın bir seçenek durumuna gelmektedir.
Bilimin gelişmesinin ne kadar beklenmedik ve dramatik bir niteliğinin olacağını son bir kez daha belirtelim. Einstein, evrenin geometrik bir yorumuyla, çağdaş kozmolojik kuramlar tarihini başlatmıştır. Bu ilk girişimin sonuçları, olağanüstü verimli ve önceden düşünülmemiş bir şekilde gerçekleşmiştir. Einstein, kuramının geometrik bir algılamanın ötesine götürecek ve sonu zaman içinde yönlendirilmiş bir evren görüşüne varacak sorunlar içereceğini nasıl düşünebilecekti?
Evren, bundan böyle, her hikâyenin diğer hikâyelerin içinde yer alacağı mistik masallarını anımsatmayacak mıydı?
Maddenin tarihi, kozmolojik tarihe, yaşam tarihi maddenin tarihine yerleştirilmiştir. Ve sonunda, bizim kendi yaşamlarımız toplum tarihinde yer almıştır.
Sh:159-180
I
Tersinmezliğin, evrenin de doğuşuna bağlı, kozmolojik kaynaklı olabileceğini biraz önce gördük. Düşüncemizin tutarlılığı için, zaman göstergesi, geçmiş ve gelecek tarafından oynanan rol arasındaki farklılığın, kozmik evrimin, canlı ya da cansız bütün aktörlerince paylaşılan, evrensel bir nitelik oluşturan kozmolojiye bağlı olması gerekir. Ancak tersinmez olaylar, evrenin yaratılmasıyla durmazlar. Güneşteki nükleer tepkimeler ve yeryüzündeki yaşam sürmektedir. Bugünün tersinmez olayları, çıkış noktalan kozmolojik olsa bile, bugünün klasik ya da kuantum fiziğinde ifade edilmeleri gerekir. Bu kitapta söylediğimiz şey budur. Tersinmezliği, doğa yasalarının yeni, olasılıkçı bir formülasyonuna bağlıyoruz. Bu formülasyon bize, yarının evreninin oluşumunu çözmeyi sağlayacak ilkeleri verir, ancak bu evren kurulmakta olan bir evrendir. Gelecek verilmemiştir. Kesinliklerin sonu yakındır. İnsan düşüncesi açısından bu bir yenilgi değil mi? Ben tersine inanıyorum.
Italo Calvino, evrenin en erken bir döneminde yaşayan varlıkları düşlediği, çok güzel bir hikâye derlemesi olan Cosmicomiquesu kaleme almıştır. Bugün hâlâ bir araya gelip, evrenin, vücutlarının tümüyle kaplayacağı kadar küçük olduğu zor dönemi anımsarlar. Olasılıkları düşleme, olabilecek şey konusundaki spekülasyon, insan zekâsının temel özelliklerinden biridir. Newton, bu erken dönemin bir üyesi olsaydı, fizik tarihi ne olacaktı? Parçacıkların doğuşunu ve dağılmasını, madde ve antimaddenin karşılıklı yok oluşunu gözlemlemiş olacaktı. Başlangıçtan itibaren, kararsızlıkları ve ikiye ayrılmalarıyla evren kendisine, dengeden uzak bir sistem gibi görünmüş olacaktı.
Bugün, basit dinamik sistemleri izole etmek ve kuantum ve klasik mekanik yasalarını doğrulamak olanaklıdır. Ancak bu yasalar her zaman, sadeleştirmelere ve idealizasyonlara uygun düşerler. Evren, dev bir termodinamik sistemdir. Bütün düzeylerde, kararsızlık ve çatallanmalara rastlarız. Bu bakış açısı içinde, fizik idealinin, niçin bu kadar uzun süre kesinliğe bağlı olduğunu, yani zamanın ve yaratıcılığın yadsınmasını, kendi kendimize sorabiliriz. Calvino’nun düşsel varlıklarınca sorulan sorular, yazarın onları yaşattığı erken kozmolojik dönemde nasıl anlamlarını kazanıyorlarsa, kuantum ve klasik mekaniğin basit sistemleri de aynı şekilde ılık evrenimize başvururlar. Yine aynı şekilde, fizik tarihini belirleyen kesinliklerin tutkulu araştırması, klasik fiziğin formüle edildiği, kuşkusuz, Avrupa tarihi bağlamına dâhil edilmelidir.
Kesinliğe nasıl varılır?
Bu, René Descartes’in temel sorusudur. S. Toulmin, çok ilginç Cosmopolis'inde, Descartes’ı kesinlikleri aramaya iten durumları ortaya koyar. Politik istikrarsızlığın ve din savaşlarının hüküm sürdüğü bir yüzyıl olan XVII. yüzy ılın trajik durumunu vurgular. Bu, katolik ve protestanların dogmalar, dinsel kesinlikler adına birbirlerini öldürdükleri bir yüzyıldır. Descartes. Başka çeşit bir kesinlik araştırmasına koyulmuştur, bu, bütün insanların dinlerinden bağımsız olarak paylaşabilecekleri bir kesinliktir. Kendisini, muhteşem cogito’sundan, [ Descartes’in ulaştığı kesinliği belirten kalıp cümle, Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)’un kısaltılmışıdır.] felsefesinin çıkış noktası oluşturmaya, ve bilimin tek güvenli yol olan matematik üzerine kurulmasını istemeye iten şey budur. Descartes’ın programı, genel bir anlaşmayla sonuçlanmayı sağlayacak bir dil oluşturmaya ve insanlar arasında barışı yeniden kurmaya çalışan Leibniz tarafından yeniden ele alınmış ve değiştirilmiştir. Bilimde, kesinliklerin araştırması, Nevvton’un yapıtına bağlı “doğa yasaları” kavramında en son noktasına ulaşır. Bu yasalar, üç yüzyıldan bu yana fiziğe model oluşturmuştur.
Toulmin’in önerdiği kartesiyen arayışın tarihsel ve varoluşçu durumunun ve Einstein’ın bilim karşısındaki tutumunu gösteren inceleme arasında ilginç bir benzetme bulunmaktadır. Einstein’a göre de, bilim, günlük yaşamın sıkıntılarından kurtulmayı sağlıyordu. Bilimsel yönelimi ’’kentliyi gürültülü ve karışık ortamının dışına, yüksek dağların sakin yerlerine çeken coşkulu istek” le karşılaştırmıştır. Einstein, insan yaşamı üzerine çok kötümser bir görüşe sahipti. Faşizmin, Yahudi düşmanlığının ve dünya savaşlarının hüküm sürdüğü, bir insanlık tarihinin trajik bir çağında yaşıyordu. Fizik konusundaki görüşü, insan aklının aldatıcı ve şiddetli bir dünya üzerindeki büyük başarısı, XX. yüzyılda, nesnel bilgi, belirsiz ve öznel alan arasındaki karşıtlığı arttırmıştır.
Ve bununla birlikte, Einstein tarafından, tarihin felaketlerinden kaçmayı sağlıyormuş gibi algılanan bilim, hâlâ bugünün bilimini mi temsil ediyor?
Bilim adamı gibi kentli de artık, hava kirliliği olan şehirlerden yüksek dağlara doğru kaçamaz. Bütün çelişkileri ve belirsizlikleriyle birlikte bilimler, yarının toplumunun kurulmasına katılırlar. Umuttan vazgeçemezler, Peter Scott’un terimleriyle, en doğru bir şekilde “dünya, bizim dünyamız, hiç durmadan, bilinen ve değer kaynağı olabilecek şeyin sınırlarını genişletmeye, verilmiş olanı aşmaya, yeni ve daha iyi bir dünya düşlemeye çalışır”.
Bu kitabın önsözünden itibaren “Batı anlayışının en derin tutkusu, varlığının kaynaklarıyla birlikte birliğine kavuşmuş olmasıdır” diyen Richard Tamas’dan söz ettim. Bu tutku, aklın gücünün prometeusçu doğrulamasına varır ancak, bir yabancılaşma dramıyla, yaşamın anlamı ve değerini oluşturan bir yadsımayla bir tutulabilir. Bu aynı tutkunun, bugün, dünya görüşümüzde yeni bir birlik çeşidine yol açmaya uygun olduğuna ve bilimin, bu yeni bir tutarlığın kurulmasında önemli bir rol oynaması gerektiğine inanıyorum.
Bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz gibi, Einstein’a, yaşamının sonunda, büyük matematikçi Gödel’in bir katkısını içeren bir deneme derlemesi6 sunuldu. Gödel, geçmişe doğru yapılan bir yolculuk olasılığını düşleyerek, geçmiş ve gelecek arasındaki eşdeğerliği gösterdiğine inanıyordu. Einstein, Gödel’e verdiği yanıtta bu fikri, reddeder: Sonsuzluk girişimi ne olursa olsun, yeniden geçmişe doğru dönme olasılığını kabul etmek, dünya gerçekliğinin yadsınmasına uygun düşüyordu. Fizikçi olarak Einstein, kendi fikirlerinin mantığına uysa da bu sonucu kabul edemezdi.
Büyük yazar, José Luis Borges, “Une nouvelle réfutation du temps”da, aynı karşıtlar birliğini ifade eder. Zamanı illüzyona dönüştüren doktrinleri açıkladıktan sonra şu sonuca varır:
 “Ama, böyle olmakla birlikte ... zamanın sürekliliğini yadsımak, kendini yadsımak, astronomik evreni yadsımak, görünürdeki umutsuzluk ve gizli avuntuya bağlıdır... Zaman beni meydana getiren maddedir. Zaman, beni kendisiyle birlikte götüren bir ırmaktır, ama ben ırmağım; beni yok eden bir kaplandır, ama kaplan benim; beni yakıp kül eden bir ateştir, ama ateş benim. Dünya, ne yazık ki gerçektir. Ve ben, ne yazık ki Borges’im.”
Zaman ve gerçeklik indirgenemez bir biçimde birbirine bağlıdır. Zamanı yadsımanın, bir avuntu gibi görünmesi ya da insan aklının büyük bir başarısı gibi ortaya çıkması, her zaman gerçekliğin bir yadsınmasıdır.
Zamanın yadsınması, fizikçi Einstein için olduğu, kadar, şair Borges için de ilgi kaynağı olmuştur. Bununla beraber, Einstein’in sorularımızın yanıtının yalnızca rastlantıya bağlı olduğunu kabul etmeyişini anlayabiliriz. Yalnızca rastlantı, gerçekliğin ve dünyayı olduğu kadar determinizmi de anlama isteğimizin bir yadsımasıdır. Bizim oluşturmaya çalıştığımız, hiçbir şeyin genel terimlerle ne betimlenebileceği ne de öngörülebileceği, nedensiz saçma bir dünyaya olduğu kadar, yeniliğe hiçbir yer bırakmayan yasaların yönettiği bir dünyaya yabancılaşmaya da götüren, bu iki kavram arasındaki sınırlı yoldur.
Bu sınırlı yolun araştırılması, bu kitabın konusunu oluşturur. Bu araştırma, yaratıcılığın bilimlerdeki rolünü ortaya koyar. Bilimsel yaratıcılığın bu kadar küçümsenmesi ilginçtir. Shakespeare, Beethoven ya da Van Gogh erken ölmüş olsalardı, hiç kimsenin onların yapıtlarını asla tamamlayamayacağını herkes bilmektedir. Ya bilim adamlarının durumu ne olacak? Newton olmasaydı, başka biri klasik devinim yasalarını bulamayacak mıydı? Termodinamiğin ikinci ilkesinin formülasyonunda Clauskıs’un kişiliği kendini göstermiyor mu? Bu karşıtlıkta doğru bir şey var. Bilim toplu (kollektif) bir girişimdir. Bilimsel bir problemin çözümünün kabul edilmiş olması için, kesin gereklilikleri ve ölçütleri yerine getirmesi gerekir. Böyle olmakla birlikte, bu karşıtlıklar yaratıcılığı ortadan kaldırmazlar, bunlar yaratıcılığa meydan okumadır.
Zaman çelişkisinin formülasyonu kendi içinde, insan yaratıcılığının ve imgeleminin olağanüstü bir örneğidir. Bilim, yalnız görgüye dayanan olayların incelenmesiyle kendini sınırlamış olsaydı, zaman göstergesini nasıl yadsıyabilecekti? Ve zaman göstergesinin yadsınması yalnızca bir düş değildi. Zamana göre, simetrik yasaların formülasyonu, görgül gözlemleri, kuramsal yapıların yaratımıyla birleştirmeyi başarmıştır. Bu yüzden, zaman çelişkisi, basit bir şekilde alışılmış anlama başvurmakla ya da dinamik yasalardaki ad hoc (uygun) değişikliklerle çözümlenemezdi. Klasik yapının gizli zayıflığını belirlemek de yeterli değildi. Determinist kaosun başlangıç koşullarına ya da Poincaré rezonanslarına olan duyarlılık olan bu zayıflığın, pozitif bir anlam kazanması, yeni bir söylemin başlangıcı ve yeni fizik ve matematik sorularının kaynağı olması gerekirdi. Bu, bilimsel bilgiyle bir tuttuğumuz, doğayla olan diyalogun anlamıdır. Bu diyalog sırasında, ilk önce bir engel gibi görüneni, tanıyan ve tanınan arasındaki ilişkiye yeni bir anlam kazandıran kavramsal yapılara dönüştürürüz.
Bugün ortaya çıkan, determinist bir dünya ve yalnızca rastlantıya bağlı keyfî bir dünya olan iki bağlayıcı gösterim arasında bulunan orta bir betimlemedir. Yasalar, dünyayı yönetmez, ancak dünya rastlantıyla da yönetilmez. Fizik yasaları, indirgenmez olasılıkçı gösterimlerin ifade ettiği yeni bir anlaşılırlık biçimine uygun düşerler. Mikroskopik ya da makroskopik düzeyde olması gereken kararsızlığa bağlıdırlar ve olayları, determinist yasaların tümdengelimsel ve öngörülebilir sonuçlarına indirgemeden olabildiğince betimlemeye çalışırlar. Belki, öngörülebilir ve kontrol edilebilirle, öngörülemez ve kontrol edilemez arasındaki bu ayrım, doğanın anlaşılabilirlik arayışını Einstein’in yapıtında bulamayacak mıydı?
Kör yasalar ve keyfî olaylar arasında sınırlı bir yol oluşturma sürecinde, Whitehead’in bir deyişiyle söylemek gerekirse, etrafımızdaki dünyanın büyük bir bölümünün o zamana dek, “bilimsel filenin ilmikleri arasından kaydığını” keşfederiz. Yeni ufuklar, yeni sorunlar, yeni risklerle karşılaşırız. Bilim tarihinde ayrıcalıklı bir dönem yaşıyoruz. Okuyucularıma bu inancı iletmiş olmayı umuyorum.
Sh:181-186
Kaynak: llya Prigogine, Kesinliklerin Sonu- Zaman, Kaos ve Doğa Yasaları, LA FİN DES CERTITUDES, Türkçesi: Süheyla Sarı Birinci Baskı: Ağustos 1999 Akçalı Ajans / İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar