Engin Geçtan....Varoluş ve Psikiyatri
BU
KİTAPTA bir "süreç" olarak insanı anlatmak istedim ve bu amaçla, ona
"varoluşçu psikiyatri" açısından yaklaşmayı denedim. İnsanın dünya
içindeki varoluşu çeşitli yönlerden tartışılabilir. Alanım psikiyatri olduğu
için düşüncelerimi bu çerçevede sınırlamayı yeğledim.
Önceki
yazdıklarımı okumuş olanlar, bu kitabın içeriğini geçmişte ortaya koyduğum bazı
görüşlerden yer yer farklı, hatta onlarla çelişkili bulabilirler. İnsanın bir
"durum" olmaktan çok, bir "süreç" olduğu kabul edildiğinde,
bu değişimin anlayışla karşılanacağını umuyorum.
1986
kışında katıldığım bir kültür-sanat etkinliğinde arkamda oturan birkaç genç,
gösteri başlamadan önce kitaplardan konuşuyorlardı. Bir ara benim
yazdıklarımdan da söz etmeye başladılar. Böylesi bir veriyle her zaman
karşılaşamayacağım için dikkatle dinlemeye başladım. Önce olumlu şeyler
söylediler. Sonra biri, insan Olmak kitabını henüz okumadığından söz ederek,
okumuş olanlardan birinin görüşünü sordu. "O kitap deliliğe
methiye!" diye cevap verdi diğeri. Kitabı ben öyle algılamadığım için şaşırdım
ve biraz düşündüm. Ama böyle bir yorumun, kitabın içeriğiyle mi, yoksa içinde
yaşadığımız kültürle mi ilişkili olduğuna karar verebilecek kişi tabii ki ben
olamazdım.
Bu
kez yazdıklarımın, süregelen kültürde insanın kendine ve çevresine bakış açısı
yönünden farklılıklar içerdiğini ben de kabul ediyorum. Amacımın karşıtlık
olmadığının anlaşılabileceğini umuyorum. Çünkü bu kitapta anlattıklarım,
yıllar içinde kendiliğinden gelinmiş bir "evre"nin ürünü. Üstelik bu
evre, tek başıma olmadığım bir yer. Yazdıklarımı okurken, benzer bir süreci
benden önce yaşamış ve benim gelebildiğim yerden kıyaslanamayacak kadar öteye
taşımış insanların yapıtlarından alıntılarla karşılaşacaksınız. Böyle bir
kitabı yazmamın temel nedeni, ilgi duyduğum bir konuyu ve birlikte yaşadığım
bir alanı tanıtmaya çalışmak. Ama bunun yanı sıra, biraz da, ait olduğum kültüre
farklı bir açıdan bakmayı "denemek" istediğimi sanıyorum.
Dünyadaki
varoluşçu psikiyatrisi sayısı kadar varoluşçu psikiyatri yaklaşımı olduğunu
söyleyen Viktor Frankl'ın bu görüşüne katılıyorum. Bu nedenle, birazdan
okuyacaklarınızın belirli bir düşünce ve uygulama tarzını, kişisel yorumum
doğrultusunda yansıttığını açıklama gereğini duyuyorum. Kimileri geleneksel
bilimsel yöntemleri hiçe saydığımı düşünebilir, kimi ise tam karşıtı yönleri
seçerek yazılanları tutucu bulabilir. İnsan denen olguya benimkinden farklı
yaklaşanların yazdıklarını da izlemeye çalışıyorum ve onlardan çok şey
öğreniyorum. Ama kısmi bir entelektüel yalnızlığın ürünü sayılabilecek olan bu
kitaba inandıklarımı koydum. Ülkedeki meslek ortamımın genel gidişinden biraz
farklı bir doğrultuda hareket etmiş olmamdan kaynaklanan böylesi bir yalnızlık,
diğer yalnızlıklardan farklı bir yaşantı. İsteyene, sistemin sunduğu bazı hazır
kalıpların çekiciliğine direnebilme gücünü veren ve dünyanın başka yerlerinde
benzer bir seçimi yapmış başka insanlarla paylaşılabilen bir yalnızlık.
Kitabı
yazarken, yer yer doğrudan meslek ortamıma yönelmeme rağmen, genelde meslek
dışı okuyucumu ön planda tutmaya çalıştım. Yalnızca Birinci Bölüm'ün
girişindeki "Psikiyatri" başlıklı tartışma, bu amacın dışında kalmış
olabilir. Ama "hazır çözüm" arayışında olan okuyucuma düş kırıklığı
yaşatacağımı önceden belirtmek isterim.
Bir
bölümü dışında bu kitap 1989 yılının son aylarında yazıldı, ama zihinsel
hazırlığı ve oluşumu üç yıl sürdü. Yazdıklarımı kişisel görüşlerimle
sınırlamak istemediğim için, bu süre içinde daha önce okumuş olduğum birçok
kitabı kısmen ya da tümüyle yeniden gözden geçirdim, okumamış olduğum bazı kitap
ve makaleleri okudum. Elimdeki materyel ve üniversite kitaplığı yeterli
değildi, ama bu konuda birçok kişi çeşitli biçimlerde bana yardımcı oldu. Yurt
dışından kitap ya da fotokopi gönderen, getiren, kolay bulunmayan eski basım
bazı kitapları kendi kitaplığından ödünç veren bazı yabancı meslektaşlarım,
dostlarım ve öğrencilerimin yanı sıra, iki ayrı türde bilgisayar virüsünün
eşzamanlı olarak programlara karışması sonucu çıkan bazı sorunların
çözümlenmesinde bana yardımcı olan genç meslektaşıma da burada şükranlarımı
sunmak istiyorum.
Kitap,
biraz alıntı bilgiyi, çok sayıda yılı kapsayan klinik yaşantıların izlerini ve
bazı anıları içeriyor. Ayrıca, yazarken tüm meslek yaşamımı gözden geçirmemi de
gerektirdi. Bu sırada meslek yaşamımın başlangıç dönemi de zaman zaman gözümde
canlandı. O dönemdeki oluşumuma katkıda bulunan birçok insandan özellikle
üçünü sık sık hatırladım. Bu nedenle, dinamik psikiyatri ve psikoterapi
alanında sunduğu deneyim ve bilgilerin yanı sıra, bir tarz edinmemde de bana örnek
olmuş olan Alfred Messer'i, meslektaş ilişkisi ve profesyonellik yönünden bana
çok şey kattığına inandığım Nahum Katz'ı ve bilimsel merak denen olguyu
şahsında yaşadığım ve biraz da paylaşabildiğim Lauretta Bender'i burada
saygıyla anmak istiyorum.
Meslek
yaşamım boyunca çok sayıda insanın iç dünyalarını paylaştım. Bu seçkin ve
yürekli insanlar sayesinde dünyayı daha az yargılamayı öğrendim. Sanırım en
büyük teşekkürü onlara borçluyum. Onlar olmasaydı bu satırlar da olamazdı.
Ocak
1990
PSİKİYATRİ, PSİKANALİZ,
PSİKOTERAPİ VESAİRE
Çocukluğumun
geçtiği yerde bir vapur iskelesi vardı. Kaç yaşlarımdaydım bilemiyorum, ama bir
dönem oraya ne zaman götürülsem bir kadının vapur bekleyenlerin arasında tek
başına dolaşarak yüksek sesle konuştuğunu görürdüm. Söylediklerinden pek bir
şey anlamadığım halde etkilenirdim. Uzun boyluydu, çekik yeşil gözlerindeki
sert ve donuk bakış diğer insanların gözleriyle hiç buluşmazdı. Alnına dökülen
kumral kâkülü ile güzel sayılabilecek bir kadındı. Adının L. olduğunu söylemişlerdi,
eskiden öğretmenmiş. O konuşurken iskelede bekleyenlerin çoğu o orada değilmiş
gibi davranır, kimi ise ara sıra ondan yana bakıp anlamlı bir biçimde
gülümserdi. Bazı insanlara "deli" dendiğini duymuştum, ama bu benim
için çok iyi belirlenmemiş bir kavramdı.
iskeleye
her gidişimde gözlerimi ayırmadan bu kadını izlerdim. Ona karşı saygıya benzer
bir duygu yaşamış olduğumu bugün seçebiliyorum. Belki farklılığından, belki de
özgürlüğünden ötürü. Çocukluğumun arı dünyasında onu yargılamamış ya da
etiketlememiş olduğumu biliyorum. O günlerde, bu olağandışı varlığa yönelik
merakımda oldukça özgürdüm, görünür fenomenin gerisindeki dünyayı anlamak
istercesine. Yargılamayı daha sonra, yargılandıkça öğrenecektim. Toplumsal bir
varlık olma süreci içinde bilmeden üzerini örtmüş olduğum o arı ilgiyi ve
yargısız merakı, seçtiğim alanın yardımıyla yeniden yaşayabilme isteği
belirene kadar sürmek üzere.
Logoterapi
denilen psikoterapi ekolünün kurucusu Viktor Frankl, bir konuşması sırasında
dinleyicilerine iki ayrı paragraf okumuş. Bunlardan birinin filozof Martin
Heidegger'den, diğerinin ise şizofrenik bir kişinin konuşmalarından alıntı
olduğunu açıklamış, ancak hangi paragrafın kime ait olduğunu belirtmemiş.
Ardından yapılan ankette çoğunluk, Heidegger'e ait sözlerin şizofrenik kişinin
konuşmalarından alıntı olduğu tahmininde bulunmuş.
Heidegger'in
yazılarında kullandığı Alman felsefe dilinin kolay anlaşılır olmadığı,
yapıtlarını okuyanların paylaştığı bir izlenim. Alman felsefe dili olarak
etiketlendirilip zor anlaşılır diye nitelendirilen olgu, aslında, yaşananları
kavramlara hakkıyla yerleştirmek istediğimizde kullandığımız dilin ne denli
yetersiz kaldığının bir kanıtı da olabilir. Şizofrenik ya da bir başka biçimde
varolmaya çalışan bir insanı bazı hazır kavramlara yerleştirerek anlamaya
çalıştığımızda, o insanın kendine özgü gerçeğine ulaşmamız da mümkün
olmayabilir. Vapur iskelesinde dolaşan ve şizofrenik diye etiketlenebilecek
bir kadının kategorik yönden nasıl bir tedavi programına alınması gerektiğine
karar verip uygulamak! Ya da şizofrenik kişilerin kendine özgü mantığı ve
algılama biçimine ilişkin bilgilerimizin yardımıyla, görünür fenomenin
gerisindeki özgün dünyanın anlamını kavramaya ve o dünyaya ulaşmaya çalışmak!
Psikiyatri bunların hangisi? Ya da yalnızca biri mi?
1988
yılında, gelişmiş bir ülkenin saygın bir sağlık kurumamın iki seçkin üyesiyle
psikiyatrinin spesifik bir konusunu içeren bir panel tartışmasını paylaşmam
gerekmişti. Paneli düzenleyenler, bu iki hekimin konuya biyokimyasal yönden
yaklaşacaklarını belirtmiş, benim de olayın psikodinamiğini ele almamı
istemişlerdi. Öneriyi kabul etmeden önce diğer kişilerin konuşmalarının
özetlerini görmek istedim. Amacım, onların bilgileriyle bütünleşebilecek bir
konuşma planı hazırlayabilmekti. Düzenleyicilerin ilgisizliği sonucu bu talebim
yerine getirilmediği gibi, yabancı konuklardan da benzer bir talep gelmedi. Sonunda,
istekli olmadan katılmak durumunda kaldığım bu panelin akışı içinde bazı
kaygılarımın nasıl gerçeğe dönüştüklerini üzülerek izlemem gerekti.
Gelişmiş
ülkelerdeki araştırmacılardan bazılarının meslek yönünden kişisel felsefeleri
olamıyor. Bütünün parçası olarak çok değerli katkılarda bulundukları halde,
spesifik ilgi alanlarına öylesine odaklaşıyorlar ki bütünü, hatta bütünün
içindeki yerlerini göremez hale geliyorlar. Gelen konuklara göre insan
biyokimya idi, yalnızca biyokimya. Panele konu olan psikiyatrik bozukluğun
aynı zamanda bir "human experience" (insani deneyim) olduğunu
reddedercesine. Dolayısıyla, onların sundukları bilgilerle benimkiler aslında
birbirini tamamlayıcı oldukları halde, konukların tek yanlı tutumu sonucu,
panel iki farklı yaklaşımın karşıtlığı görüntüsünde gerçekleştirildi ve kişisel
değerlendirmeme göre, amacına ulaşamadı. Dinleyicilere anlattıklarımız içerik
olarak doyurucu olmuş olabilir, ama bizim onlara sunduğumuz aynı zamanda
parçalanmış bir psikiyatriydi. Üstelik beden-zihin dualizmi biçimindeki bir
düşüncenin çoktan terk edildiği bir aşamada.
2
Nisan 1979 tarihli Time dergisinde "Psikiyatrinin Depresyonu"
başlıklı bir makale yayımlanmıştı. Bu yazıda psikiyatri ile kastedilen yalnızca
psikanalitik psikiyatriydi, ama yirminci yüzyıl psikiyatrisinin geneliyle
şizofrenik bir varoluş sürdürmüş olduğu bile söylenebilir. Birbirinden kopuk
bir parçalar topluluğundan oluşan ve her bir parçanın temsilcilerinin diğerlerini
anlamaya çalışmak için çaba göstermedikleri bir alan.
Time
dergisindeki yazı, psikiyatrinin bir alt uzmanlık alanını, onun
bütünüymüşçesine değerlendiriyordu. Ancak, psikiyatristlerin bile alanlarını
gereğince tanıyamadığı ve çoğunun dikkatlerini bütünün içinden bazı parçalara
odaklaştırmış olduğu göz önünde bulundurulduğunda, amacı haber sağlama vc yayma
olan bir dergide çıkan böyle bir yazıyı eleştirmemek gerekir. Bu yazının
yayımlandığı tarihte, biyoloji alanında oluşagelen gelişmeler süreci içinde, bu
parçalanmışlığı sona erdirme umudunu taşıyan bazı belirtiler de çoktan ortaya
çıkmaya başlamışlardı. Ama o zamanlar çok azımız bunun farkındaydık ve bugün
bile birçok psikiyatrisi kendi alanına tek yönlü bakma eğilimini sürdürmekte.
Gerçi parçaların birbirine geçişerek bir bütüne dönüşebilmesi için aşılması
gereken yol herhalde çok uzun. Ama fiziğin katı bilimden süreç bilime
dönüşümünün biyolojideki yansımalarının, psikiyatriden de öte, sosyoloji ve
felsefe gibi alanları bile etkisi altına almaya başlaması, çok da uzak olmayan
bir gelecekte bu konularda bilinen her şeyin yeniden gözden geçirilmesini
gerektirecek nitelikte.
Avrupa,
ortaçağ karanlığından kurtulduktan sonra, on dokuzuncu yüzyılın gelişiyle
anatomi, fizyoloji, nöroloji, kimya gibi alanlarda bilimsel gelişmeler başlamış
ve bu gelişmeler sonucu, ruhsal bozuklukların beyin işlevlerindeki
bozukluklardan kaynaklanabileceği görüşü Antik Yunan'dan sonra bir kez daha
belirmeye başlamıştı. Böylece, ruhsal yapı ve davranışı organik nedenlerle
açıklayan görüşlerin egemen olduğu bir dönem başlamış oldu.
Bu
dönemin biçimlenmesine en önemli katkı, Alman hekim Emil Kraepelin'den
gelmiştir. 1883 yılında yayımlanan kitabında Kraepelin, beyin patolojisinin
ruhsal bozuklukların oluşumundaki rolünden söz etmekle kalmamış, her
bozukluğun birbirinden farklı belirtiler gösterdiğini ve her birinin önceden
belirlenebilir bir seyir izlediğini açıklayarak, ilk sistematik psikiyatrik
sınıflandırmayı gerçekleştirmiştir.
Kraepelin'le
başlayan dönem sınıflandırmaya ve tanımlamaya ağırlık verdiğinden,
"betimsel (descriptive) dönem" olarak anılır. Bu dönemde bazı
hastalıkların beyin patolojisiyle ilgisi kesinlikle ortaya konmuş, ruhsal
bozukluklar halk arasında olmasa da tıp adamları tarafından bedensel
hastalıklar gibi kabul edilmeye başlanmış ve anatomi, fizyoloji, biyokimya
gibi alanlardan yararlanılarak beyin işlevlerini daha iyi anlayabilme amacıyla
araştırmalar yapılmıştır. Ne var ki, bütün bu gelişmelere rağmen yine de
bahaların yarısından çoğunda organik bir patoloji saptanamıyor ve bunlar bir
nedene bağlanamıyordu. Bu boşluğu kimi o günün laboratuvar tekniklerinin
yetersiz olmasıyla açıklıyor, kimi ise niteliği henüz belirlenememiş genetik
sapmalara bağlıyordu. Ancak bu varsayımların geçerliği kanıtlanmış değildi ve
ortada açıklanamayan bir boşluk kalmıştı.
Yirminci
yüzyılın başlarında Sigmund Freud ve onun geliştirdiği psikanaliz, yalnızca bu
boşluğu önemli ölçüde doldurmakla kalmamış, insanın kendine bakış açısını
temelinden değiştiren bir devrimi de gerçekleştirmiştir. Davranışları, insanın
biyolojik kökenli güdüleri ile toplumun kendisine yönelik beklentileri
arasındaki çatışmanın yarattığı dinamik güçlerle açıklayan psikanalitik
kişilik kuramı, aynı zamanda insanın kişisel tarihçesi içerisinde
değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan bir gelişim kuramı ile de
desteklenmiştir.
Psikanalitik
düşünce sanat, edebiyat, antropoloji gibi alanlar üzerinde çok güçlü bir etki
yarattığı halde, tıp biliminin yapısına özümsenememiş ve genelde bu alandan
kopuk kalmıştır. Psikanaliz ancak 1944'te, Sandor Rado'nun Columbia Üniversitesi'nde
kurduğu Psychoanalytic Institute ile ilk kez bir üniversitenin bünyesine
katılmıştır. Dinamik psikiyatrideki eğitimimi bu enstitü üyelerinden aldığım
yıllarda, enstitünün binası bile Columbia Üniversitesi'nin hastanesinden ayrı
bir fiziksel konumda idi, sanırım hâlâ da öyle. Aslında psikanalistlerin de
kendilerini tıbbın geri kalanından kopuk olarak algıladıkları söylenebilir.
Freud'un kendisi bile bir ara psikanalizi tıptan tamamen bağımsız bir alan
olarak tanımlamayı düşünmüştü.
Bu
kopukluğun giderek psikiyatride bir dağınıklığa neden olması, psikanalizin Amerika'da
hızla yayılmasıyla doğrudan ilintili olsa gerek. Yaşamının son döneminde Freud,
tıp doktoru olmayanların da psikanaliz uygulamaları yapabileceklerine ilişkin
fetva verirken, spesifik olarak psikologları kastetmemişti. Ama gelişmeler o
doğrultuda oldu. Amerika'daki psikiyatrisiler, psikanaliz ve psikoterapiye
yönelen talebi, bir süre sonra sayılarının yetersiz kalması nedeniyle
karşılayamaz duruma geldiler. Psikoloji bağımsız bir disiplin olarak hızla
gelişmekteydi ve bünyesinde klinik psikoloji denilen ayrı bir uzmanlık alanı
oluşmuştu. O dönemde psikiyatri kliniklerinde çalışan klinik psikologların
işlevleri, test uygulamaları yaparak, hastalara tanı koymada psikiyatristlere
yardımcı olmakla sınırlanmıştı.
Başlangıçta
klinik psikologları tedavi uygulamalarına psikiyatristler teşvik ettiler,
sayısal yetersizlikleri nedeniyle. Bunu psikiyatrik sosyal çalışmacılar ve
psikiyatrik hemşireler izledi. Ekip çalışması türünde uygulamalar giderek
arttı. Ancak bu arada psikiyatristlerin hem grup içinde temsil edilme oranı düştü,
hem de nitelik yönünden önemleri azaldı. Bütün bu gelişmelerin temelini
oluşturan psikanalizin aslında biyolojik kökenli bir kuram olduğu sanki
unutuldu. Tıp dışından katılan alanların da katkısıyla, her şeyi birey-çevre
etkileşiminin ürünü olarak açıklamaya çalışan, sulandırılmış ve
"çevreci" bir psikiyatri oluştu.
Böylece,
özellikle 1945-65 döneminde, psikiyatri giderek psiko ve sosyogenetik
düşüncelere doğru çekildi ve tıptan uzaklaşarak "demedikalize" oldu.
Anti-psikiyatri denilen bir düşünce grubu bile oluştu. Anti-psikiyatrinin
savunduğu görüşler demedikalizasyonu pekiştirici nitelikteydi, ama uyarıcı bir
tepki de oluşturmaktaydılar. Ruhsal bozuklukların varlığını yadsıma eğiliminde
olan anti-psikiyatri, psikiyatristleri de kendilerinin ait oldukları toplumsal
grupların değerlerini hastalarına empoze etmekle suçluyordu ve bu suçlamalar
tümden temelsiz değildi.
1960'ların
ortalarında ABD'de, bir bölümü tıp dışı disiplinlerden kaynaklanan yeni
psikoterapi ekolleri mantar gibi çoğalmış ve sayıları 300'ü aşmıştı. Bilimsel
dayanaktan yoksun sayılabilecek bu ekollerin hiçbiri aslında Uluslararası
Psikoterapi Kongresi gibi bilimsel toplantılarda ciddiye alınmıyordu ve
programlara bile kalamıyorlardı. Ama o yıllarda kolektif bir bunalım geçiren ve
zaten yeniliklere meraklı olan Amerikan toplumu bireyleri tarafından sürekli
deneniyordu. Sonradan çoğunun adı duyulmaz oldu.
1980'lere
yaklaşırken psikiyatri içerisinde, özellikle psikoterapi alanında gözlemlenen
bu dağınıklığa karşı bazı tepkiler oluşmaya başladı. Daha çok tıp kökenli
olanlar tarafından uygulanan ve psikanalitik yönelimli olan medikal
psikoterapiler ile tıp dışı alanlardan gelenler tarafından uygulanan ve pop-psikoterapiler
de denilen yaklaşımlar arasında bir ayrım yapma eğilimi belirdi. Bireylerde
olduğu gibi disiplinlerde de bir dağılma dönemini bazen bir silkinme ve
toparlanma dönemi izler. Nitekim toparlanma eğilimi giderek psikiyatrinin
psikoterapi dışındaki boyutlarında da görülmeye başladı.
1945'te
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle uluslararası politik dengelerde oluşan
önemli değişimler, alanın gelişimiyle doğrudan ilgili görünmeseler bile,
psikiyatri tarihinin bazı yönlerini etkileyici bir rol oynamışlardır. Antik
dünyada tıp dili, Roma İmparatorluğu da dahil olmak üzere, Yunancaydı. Daha
sonra Arapça oldu. Sonunda uzun bir süre için tüm Batı dünyasının tıp dili
Latince olduysa da on sekizinci yüzyıldan sonra tekelini iyice yitirdi ve
ülkelerin çoğu tıp alanında kendi dillerini kullanmaya başladılar. O zamanlar
Fransızca çok yaygındı, ama kullanımı Avrupa'nın elit kesimi ve diplomasi ile
sınırlanmıştı, bilim dünyasının dili değildi. 1880'den sonra bir ara Almanca
tıp dili olarak Doğu, Kuzey ve Orta Avrupa'da yaygınlaştıysa da uluslararası
iletişimde kullanılan dil durumuna gelemedi. Sonunda İngilizce bilim dili
olarak yerleşti. Günümüzde, eşzamanlı çevirilerin yapılmadığı toplantılarda
çalışma dili olarak İngilizce kullanılır oldu.
Böyle
bir sonuç, 1945 sonrasında ABD'nin politik, ekonomik ve bilimsel yönden
üstlendiği rolle çok yakından ilişkilidir. Ama bazı sayısal faktörlerin de bu
olguya katkısı olmuştur. Örneğin, 1980 yılı verilerine göre, bu tarihte
yaşamakta olan psikiyatristlerin yaklaşık 1/3'ü ABD'de çalışmakta ve dünyada
psikiyatrik araştırmalar için ayrılan paranın 2/3'ü yine bu ülkede
kullanılmaktaydı. Ancak bu etkileyici oranları değerlendirirken, Amerikan
pluralizminden kaynaklanan ve birbiriyle eşit olmayan gelişmeler karmaşasını da
göz önünde bulundurmak gerek. 1955'te on ay süre ile Amerika'da kalan Norveçli
psikiyatrisi Langfeldt şöyle yazmış: "İnsan Amerika'da yeterince kalınca
oradaki psikiyatrinin durumu hakkında umutsuzluğa kapılıyor. Özellikle de
olağan deskriptif tanıyı ve progrozu hiçe saydıklarını gördükçe." Gerçekten
de o yıllarda Amerikan psikiyatrisinde, semptom yerine savunma
mekanizmalarının konuşulduğu, tanı ve sınıflandırmanın bir yana konduğu bir
dönem yaşanmaktaydı.
Amerika'da
yaşanan bu dağınıklık sırasında, soğuk savaş nedeniyle Amerikan psikiyatrisinin
varlığını reddeden Ruslar, refleksolojinin sınırları içinde kilitlenip
kalmışlardı. Avrupa psikiyatrisi ise Freud ve yakın çevresini oluşturanlardan
sonraki dönemde, dinamik psikiyatriye kendi yapısına uygun önemli bir katkıda
bulunamamıştı. İki İsviçreli psikanalistin, sonradan varoluşçu psikiyatri
adını alacak yaklaşımın temelini Heidegger'le yaptıkları çalışmalar sonucu
oluşturmalarının, psikoterapi alanına kattığı taze kan bu genellemenin dışında
değerlendirilebilir. Buna karşılık, 1950 sonrası Avrupa psikiyatrisinde
psikofarmakoloji alanında ciddi çalışmalar yapılmakta ve edinilen sonuçlar,
ruhsal bozuklukların kimyasal yoldan tedavisinde Atlantik'in her iki yakasında
da kullanılmaktaydı. Aslında Amerika'da bile psikiyatrinin biyolojik yönlerine
ilgi azalmamıştı ve bu ülkede 1954'te "Society for Biological
Psychiatry" adlı bir demek kurulmuştu.
İlk
Dünya Psikiyatri Kongresi 1950'de Paris'te yapılmış ve bu toplantıların altı
yılda bir tekrarlanması kararlaştırılmıştı. Bu kongreler 1961'de Dünya
Psikiyatri Demeği'nin kurulmasına yol açtı. 1977'de derneğin 60 ülkede 76 şubesi
vardı ve toplam iiye sayısı 60 bin idi. Giderek, coğrafi bölgelere ve alt
uzmanlık alanlarına göre kongreler ve sempozyumlar da düzenlenmeye başlandı.
Birleşmiş Milletler'e bağlı bir örgüt olan Dünya Sağlık Teşkilatı'nda kurulan
Ruh Sağlığı Bölümü, araştırma ve uygulamalarda eşgüdüm sağlanması konusunda
önemli bir rol oynamaya başladı, ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerinin sürdürülen
programlara daha etkin bir biçimde katılabilmelerine de katkıda bulundu. Bütün
bu gelişmeler sonucunda, Kraepelin'den bu yana ilk kez dünyanın çeşitli
yerlerindeki psikiyatristlerin ortak bir kavramsal dile kavuşmaları konusunda
bir umut belirdi.
Psikiyatrik
sınıflandırmanın evrenselleştirilmesi konusundaki ciddi çabalar önce Dünya
Sağlık Örgütü'nden geldi ve günümüzde uygulanan biçimiyle ICD-9 başlıklı
standardizasyon bu konuya gerçekten önderlik etti. Amerikan Psychiatric Association,
Dünya Sağlık Teşkilatı'nın bu girişimleri üzerine, önceleri kendi ülkesine
dönük sürdürdüğü çalışmalarını evrenselleştirme çabalarına girişti ve bugünkü
biçimiyle DSM-3R olarak bilinen sınıflandırma da dünyanın birçok yerinde yaygın
bir biçimde uygulanır oldu.
Biraz
tarih duyusu olan biri, psikiyatrinin bir süre daha şu ya da bu yana
çekilebileceğini görebiliyor. Çünkü son yıllarda ruhsal bozuklukların
tanımlanmasında evrensel kavramların kullanılmasından öte bir amacı olmaması
gereken bu gelişmeleri, katı bir remedikalizasyon modeli içine yerleştirme
eğilimi belirmeye başladı. Neo-Kraepelinizm de denilen bu eğilim, aslında
Amerikan psikiyatrisinin geçmişteki sulandırılmış durumuna karşı geliştirilmiş
bir tepki görüntüsünde. Kendisini başka türlü yenileyemeyen bazı
psikiyatristlerin bu olguya fanatik bir biçimde tutunarak öncü ve yenilikçi bir
kimlik edinmeye çalışmaları da, psikiyatrinin temelinde oluşagelen dönüşümler
karşısında pek uzun ömürlü olmayabilir.
Üstelik
Neo-Kraepelinizm'i biyolojizm denilen ve tanımı pek de net olmayan bir kavramla
özdeşleştirme eğilimleri de gözlemlenmekte. Bunda doğal olarak abartılı bir
remedikalizasyon modelini destekleyen dev ilaç endüstrilerinin de etkisi
olabilir. Çünkü bu eğilimde olanların biyolojizm ile tanımlamak istedikleri
olgu daha çok psikofarmakolojiye yönelik. Ruhsal bozuklukların kimyasal yoldan
tedavisini tanımlayan psikofarmakoloji ise, tıbbın farmakoloji dalının konusu,
dolayısıyla psikiyatri mozayiğinin yalnızca bir parçası.
Oysa
günümüzde psikiyatrinin hareket etmeye başladığı doğrultunun temel belirleyicileri,
tıp bilimlerinden çok, biyoloji ve hatta onun da ötesinde fizik kökenli.
Dolayısıyla psikiyatri remedikalize edilirken, onu kendisine dar gelecek bir
giysinin içine sokma yanılgısına düşmemek gerekir. Tıbbın diğer dalları
organlar ve organ sistemlerinin bozukluklarıyla ilgilenir. Oysa fiziğin süreç
bilimine dönüştüğü bir dönemin anlayışıyla değerlendirdiğimizde, beyin bir
organ değil, bir süreçtir. Bu nedenle onu diğer organ sistemleriyle aynı
potaya koyarak değerlendirenleyiz. Neden felsefe çerçevesinde nörofılozofı
diye bir alan oluşmakta da, karaciğer felsefesi diye bir alan oluşmuyor?
Eğitimimin
bir bölümünü aldığım New York'taki Bellevue Medical Center'da iç hastalıkları
bölümünden bir intern (diploma öncesi yılındaki tıp doktoru) ile bazı
hastaları ziyaret ediyorduk. Intern'in benimle birlikte oluşunun nedeni,
serviste yatan ve iç hastalıkları yönünden de bazı rahatsızlıkları olan hastalar
hakkında bana bilgi vermekti. Sıra, bir ayı aşkın bir süredir hastanede
yatmakta olan şişman bir siyah hastaya gelmişti. Adını hâlâ hatırlıyorum, doğal
olarak: Napoleone Bonaparte. intern hastadan yana hiç bakmaksızın, yatağın
ucundaki dosyadan laboratuvar bulgularını değerlendirerek bana hasta hakkında
bilgi verdi ve yine sırtı hastaya dönük olarak bir başka yatağa doğru yürümeye
başladı. Birden durdum ve ona bu hastaya en son ne zaman dokunduğunu sordum.
Dürüstçe, hastaneye yattığı günden bu yana ona hiç dokunmamış olduğunu
söylediğinde, hoş olmayan bir tepki verdiğimi hatırlıyorum.
Sonradan
intern'in de, daha önce fark etmemiş olduğu bir olgu ile birden yüzleşmiş
olmanın üzüntüsünü içtenlikle yaşadığını fark ettim. Sürekli, "O kadar
haklısınız ki!" diyordu. Çalışmamıza ara verip birlikte kahve içmeye
gittik ve bu konuyu hiç konuşmadık. Onun kadar olmasa bile, olaydan ben de
etkilenmiştim. Onun davranışını ben de göstermiş olabilirdim. Çağdaş tıbbın
bazen ne denli mekanik olabileceğini ilk kez fark ediyordum ve bu, olayın
benim için de düşündürücü bir yanıydı. Sonraki meslek yaşamımda ne kadar
etkili oldu bilemem, ama ben bu olayı çok canlı bir anı olarak bugüne kadar
taşıdım.
Yüzyılın
ilk yarısında hekim-hasta ilişkisinin sıcak bir paylaşmayı da içermiş olduğunu
sanıyorum. Yaşadığımız narsisizm çağında ise, karşılıklı benimsemeyi de içeren
hekim-hasta ilişkisine kolay rastlanmaz oldu. Gelişmiş ülkelerde sistem, bireylerin
yaşamına ve sağlığına ülkemizdekine oranla daha çok değer veriyor; sağlık
personeli görev sorumluluğu ve disiplini yönünden genellikle üstün nitelikli.
Ancak ilişkilerin TV'de gösterilen hastane dizilerindeki gibi yaşandığını
sanmıyorum.
Hekimle
hasta arasına şimdi araçlar, laboratuvarlar ve diğer teknoloji ürünleri girdi.
Yaşam temposunun hızı ve hekim başına düşen hasta sayısının artması ilişkiye
zaman bırakmıyor. Ancak belki de en önemlisi, insanların narsisistik dünyaları
içinde giderek artan oranlarda kilitlenmeleri ve sistemin yarışmaya yönelik
beklentileri içinde sürüklenip gitmeleri. Tabii bu konuda, niyet iyi de olsa,
hiçbir meslek grubunun bir ayrıcalığı olamaz, hekimlerin de.
Bunu
aşabilmek için bazı gelişmiş ülkeler, toplum hekimliği çerçevesinde, eski aile
doktoru modelini yeniden canlandırma çabasındalar. Ancak bu nostaljik olgunun
ısmarlanarak yaşanabilmesi çok zor. Nitekim 1985 yılında Salzburg'da, bu konuyu
da içeren bir toplantıda edindiğim izlenim bu görüşümü doğrular nitelikteydi.
Örneğin ABD modelinde uygulayıcıların ilgisi, sağlık hizmetleri üstlenilen
bireylerin kendine özgü gerçeklerinden çok, programın biçimine yönelikti.
Tıbbın
bütünü içinde psikiyatrinin bu yönden kendine özgü bir konumu var. Çünkü
psikiyatride, tedavi edenin kişilik özellikleri ve insan olarak birikimi,
diğer tıp dallarından çok daha önemli bir tedavi aracı. Onun için, günün modası
ne olursa olsun ve insan, insan olarak bugünkü özelliklerini sürdürdükçe bu
faktörün göz ardı edilmesi mümkün olmayacak. Doğu felsefelerinin uzun zaman
önce ulaştığı bilgeliği teknoloji çağının görmezden gelmesi, kendi tarihinin
ve evriminin birikiminden yoksun bırakılan insana derin bir mutsuzluk
yaşatabilir yalnızca.
Varoluşçuların
being there deyimiyle açıkladıkları gibi, insan ancak binleriyle ya da
bir şeylerle, yani dünyasıyla "birlikte varolarak" kendisini
algılayabilen ve yaşamına anlam verebilen bir varlık. Onun için tedavi süreçleri
de "tedavi eden ve edilen ikilisi"nin yaşantılarını içermek
durumunda. Tabii ilişkiye dayalı bu tür uygulamaların, biyolojideki
gelişmelerin oluşturacağı bir zemin üzerinde yeniden değerlendirilerek, farklı
bir saygınlık edinmeleri yolunda çaba gösterilmesi koşuluyla.
Bu
özelliklerinin yanı sıra, psikobiyolojideki gelişmeler doğrultusunda bir süreç
bilimi olmaya da aday görünen psikiyatriyi abartık bir remedikalizasyon
modeline sıkıştırmaya çalışmak, geçmişte öğrenilenlere ve öğrenmeye
hazırlandığımız bilgilere miyop gözlerle bakmak olmuyor mu? Psikiyatrinin
fizyoloji, biyokimya, genetik ve biyoloji gibi alanlardan fazla kopuk bir dönem
geçirmiş olması sonucu yaşanan kargaşanın üstesinden gelmek, onu organ
bozukluklarıyla ilgilenen bir kulübün üyeliğiyle sınırlayarak
gerçekleştirilebilir mi? Önümüzdeki yıllar bu sorulara açık cevaplar getirecek
gibi.
PSİKİYATRİDE
varoluşçuluk, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda Batı Avrupa'da belirmeye
başlayan ve giderek Amerika kıtasında da yaygınlaşan bir yaklaşımdır.
Psikanaliz ve psikanalitik kökenli psikoterapi temelinde, Heidegger'in
Ontoloji denilen düşünce ekolünden esinlenerek geliştirilmiş bir tedavi tutumunu
tanımlar. Bu nedenle, aralarındaki ilişkiye rağmen, varoluşçu felsefe ile
karıştırılmaması gerekir.
Frankl'ın
dile getirdiği gibi, dünyadaki varoluşçu psikiyatrisi sayısı kadar varoluşçu
psikiyatri yaklaşımı olduğu söylenebilir. Ancak genelinde bir değerlendirme
yapıldığında, AvrupalI varoluşçu psikiyatristler ile Amerika'daki
meslektaşlarının bir bölümü arasında, kültürlerinden ve tarihlerinden
kaynaklanan bazı anlayış farklılıkları olduğu düşüncesindeyim. Özellikle de
Amerikan kültüründe sık gözlemlenen "popülarize etme" eğilimi
yönünden.
Bu
konuda tutucu sayılabilecek bir tavır içinde olmamın nedeni, varoluşçu
psikiyatrinin doğası gereği popülarize edilemeyeceğine ve denendiğinde de
başka bir şeye dönüşeceğine inanıyor olmam. Bu nedenle, Amerikan literatüründe
bu konuda yazılmış çok önemli yapıtlar dışında, biraz sulandırılmış bir
biçimde sunulan bazı kitap ve makalelerin varoluşçu psikiyatriyi gereğince
yansıtmadığı inancındayım. 1960'11 yıllarda
*
Bu bölümde varoluşçu psikiyatrideki bazı temel kavram vc tanımları açıklarken,
May, Angel ve Ellenberger'in editörlüğünü yaptığı .... adlı
kitabın başında Rollo May tarafından yazılmış olan "Sunuş" bölümünden
ve Martin Heidegger'in Varoluş ve Zaman adlı yapıtından
yararlanılmıştır. Amerika'da
moda olan ve kendilerini "hümanistik psikoloji" olarak adlandıran
akımlan varoluşçulukla aynı kefeye koyma eğiliminde olan bazı yüzeysel
değerlendirmeler ise, kategori hatası olmaktan öte bir bilgisizlikle
açıklanabilir.
Psikiyatrideki
konumu açısından değerlendirildiğinde, varoluşçuluk bağımsız bir tedavi
"ekolü" değildir. İnsanı anlama çabasında, geleneksel psikolojik
tedavilerin alışılagelmiş geleneksel yöntemlerinden temelden farklı bir
"tutum"dur. Bağımsız bir psikolojik tedavi ekolü olarak
nitelendirilmemesinin nedeni sistematik bir kişilik kuramını içermemesidir. Bu
nedenle, varoluşçu tutumu benimseyen psikiyatristlerin çoğu, çalışmalarında
psikanalitik kökenli kuramlardan yararlanırlar.
Varoluşçu
psikiyatri üzerine ayrıntılı bir tartışmaya girmeden önce, kıyaslama zemini
hazırlayabilmek ve konuya aşina olmayan okuyucumu biraz olsun aydınlatabilmek
amacıyla, psikanalizi kuram ve yöntem açısından kısaca hatırlatma gereğini
duyuyorum.
Öncelikle,
olası bir kavram karışıklığına karşı önlem olarak, terminoloji yönünden bazı
açıklamalar yapmanın yararlı olacağı düşüncesindeyim. îlerki tartışmalarımızda,
Freud'un geliştirmiş olduğu özgün kişilik kuramı ve tedavi yönteminden
"klasik psikanaliz" diye söz edilecektir. Freud'dan sonra, klasik
psikanalizin eksik kalmış yönlerini tamamlayan ve bu kurama, ihtiyacı olan esnekliği
kazandıran çalışma grubu, başlangıçta kendilerini adlandırdıkları gibi
"ego analistleri" olarak anılacaktır. Tedavi uygulamalarında klasik
psikanalitik yöntemin ruhunu korudukları halde, bunu daha az yoğun ve sınırlı
bir biçimde uygulayan yaklaşımlardan "psikanalitik psikoterapiler"
diye söz edilecektir. Klasik psikanalizin türevleri olan ama ondan temel bazı
farklılıklar gösteren ekoller ve yaklaşımlar ise kurucularının adlarıyla
anılacaktır: Jung, Adler, Homey, Sullivan, Fromm ve Rado gibi.
Kişisel
bakış açımın doğal bir gereği olarak, klasik psikanalizi kişilik kuramı ve
tedavi yöntemi olarak ikiye ayırarak değerlendirme eğilimindeyim.
Klasik
psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı gücün birbiriyle
etkileşiminin bir ürünüdür. İçerdikleri istekleri, bencilce ve anında giderme
eğiliminde olan biyolojik dürtüleri içeren "id" ile şartlanmalar
sonucu içerikleştirilerek benliğe mal edilmiş toplum normlarını ve
beklentilerini simgeleyen "süperego", birbirlerine karşıt talepleri
dolayısıyla sürekli bir çatışma durumundadır. Bu karşıtlık arasında bir uzlaşma
sağlamaya çalışan "ego", üçüncü bir güç olarak bebeklikten yetişkinliğe
doğru gelişir ve kişiliğin dış dünya ile ilişkilerini düzenler. Klasik
psikanalizin tanımlamış olduğu ego, id ile süperegonun talepleri arasında
sıkışmış bir güçtür. Bu nedenle ego, bir insandan diğerine değişebilen
oranlarda anksiyete yaşar ve bu anksiyetenin yoğunluğunu azaltabilmek amacıyla
bilinçdışı dünyasında bazı "savunma mekanizmaları" geliştirir.
Savunma mekanizmaları, insanın dıştan gözlemlenebilen davranışlarını önemli
ölçüde yönlendirirler.
Böyle
bir kişilik kuramı, birbiriyle sürekli etkileşen güçlerin oluşturduğu dinamik
bir yapıyı tanımlamakla birlikte, kişiliği belirli bir yapı içinde sınırlanmış
olarak kabul ettiği için, ucu kapalı ve kaderci olarak nitelendirilebilir.
Freud'un insan kişiliğini kapalı bir sistem olarak tanımlamasında, mesleki formasyonunu
oluşturduğu dönemde laboratuvarında çalıştığı Brucke’nin etkisi olduğu
söylenir. Brucke o dönemde, beyin hücrelerinin işleyiş biçimini "belirli
ilkelerle çalışan dinamik güçler ve enerjiler"le açıklamıştı.
Eğer
Freud insan kişiliğini, kendisini sürekli yineleyen bir durumlar dizisi olarak
tanımlamak yerine, her an kendini yaratabilme potansiyeline sahip ucu açık bir
süreç olarak tanımlayabilmiş olsaydı, bugünkü gelişmelere uyarlanabilmesi de
daha kolay olurdu. Buna karşılık, eleştirilere uğramış olsa da, Freud'dan bu
yana psikanalitik kişilik kuramının "yerini alabilecek" bir başka
kişilik kuramının geliştirilememiş olması tabii ki düşündürücü.
Klasik
psikanalitik kişilik kuramının bazı çekincelere rağmen günümüzde de
geçerliğini korumasına karşılık, aynı şeyi klasik psikanalitik tedavi yöntemi
için söyleyebilmek biraz zor. Bir insanın diğerini anlayabilmesi temeli
üzerinde hareket eden psikolojik tedavilerin ancak bazı "teknikler"
aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini savunan bir yaklaşım, her şeyden önce
günümüz gerçeklerine pek uymuyor. Ancak Freud'un, yaşadığı döneme egemen olan
geleneksel tıp anlayışının etkisinde kalmış olmasını doğal karşılamak gerek.
Belki tıptan da öte bir genellemeyle, psikanalitik tedavi yaklaşımını
geleneksel bilimsel metodolojinin bir ürünü olarak değerlendirmek de mümkün.
Geleneksel
bilimsel yöntemler genellikle felsefi varsayımlar üzerine geliştirilirler.
Geliştirilen yöntemle yapılan gözlem sonucu elde edilen veriler araştırılmak
istenen gerçeklere uymuyorsa, o yöntemden vazgeçilir ve bir başkası aranır.
Böyle bir yaklaşımda gözlemi yapan kişi ya da kişilerin algıları, başlangıçta
geliştirilmiş olan varsayımlar tarafından sınırlanmış olur. Bir ya da birkaç
öğeyi, bütününden soyutlayarak ve dıştan gözlemleyerek inceleme biçimindeki bu
bilimsel çalışma türünün başlangıcı on yedinci yüzyıla kadar gider. O dönemde
Batı kültüründe ortaya çıkan ve olguları "özne ile nesne" diye ayırarak
inceleyen bu yaklaşım, günümüzde de bilim dünyasındaki egemenliğini
sürdürmekte. Bir başka deyişle, günümüzde çoğunluğun kullanmakta olduğu
yöntemler genellikle bir özne (gözlemci) ve nesne (gözlemlenen) İkilisini
içerir.
Doğal
olarak aynı durum, yüzyılın başlarında bilimsel bir disiplin olarak ortaya
çıkan psikanaliz için de geçerliydi. Freud, insanın kişilik yapısını oluşturan
dinamik güçleri, kendi kişiliğini inceleyerek tanımlamaya çalışmış ve bu
yoldan edindiği veriler, kendisine tedavi amacıyla başvuran kişileri
anlayabilmesinde ona ışık tutmuştur. Dolayısıyla klasik psikanalitik kişilik
kuramı, önemli ölçüde Freud'un ampirik çalışmalarından kaynaklanmıştır. Buna
karşılık, tedavi yöntemi olarak psikanaliz, belirli ilkelere ve tekniklere
bağlı kalmıştır. Bu ilke ve teknikler, yukarıda sözü edilen özne
(psikanalist)-nesne (analize gelen kişi) ayrımını içerir. Üstelik insanın ancak
psikanaliz denilen "tekniklerin" uygulanmasıyla anlaşılabileceği
görüşündedir.
Varoluşçu
psikiyatrinin kurucularından Binswanger'e göre, geleneksel bilimsel yöntemler
psikiyatride uygulandığında, bu verilerin sağlıklı olarak derlenebilmesini ve
tedaviye gelen kişinin yaşadıklarının anlaşılabilmesini engeller. Bu nedenle
tedaviye gelen kişileri kendi hazır kavramlarımızın ya da beklentilerimizin
çerçevesine sokmamamız gerekir. Binswanger'in sözleri doğrultusunda
değerlendirdiğimizde, klasik psikanalitik tedavilerin yalnızca "bazı durumlar"
için geçerli olmasının nedeni de daha kolay açıklanabilir. Üstelik
psikanalitik tekniklerin, kesin ve kategorik bir biçimde uygulandıklarında,
tedavinin gelişmesini ve etkili olabilmesini engelleyebildikleri de bilinmektedir.
Daha
önce de belirtildiği gibi, psikanalitik kişilik kuramı da psikanalitik tedavi
yöntemleri gibi, kişiliği bölümlere ayırıp insanı kavramlar içine
yerleştirmeye çalışması nedeniyle ilk bakışta eleştirilebilir ve nitekim de
böyle olmuştur. Ancak, acaba Freud kişiliği bölümlere ayırmaya mı çalışmıştır,
yoksa insan evriminin on dokuzuncu yüzyıl sonlarında ve sonrasında geldiği
aşama sonucunda kişiliğin birbirine yabancı bölümlere ayrılmasını ve birbirine
yabancılaşmış bu bölümlerin arasındaki çatışmanın trajedisini mi anlatmaya
çalışmıştır? Varoluşçu psikiyatrinin önde gelen uygulayıcılarından ve
yazarlarından Rollo May'in ortaya attığı bu sorunun gerçekten de üzerinde
durmaya değer. Çünkü insanı zihin-beden dualizmi çerçevesinde değerlendirme
alışkanlığında olan geleneksel tıbbın etkisinde kalmış görünümüne karşın,
Freud'un kişilik kuramı, insan zihninin "dinamik yapısı"nı ilk kez
ortaya koymuş ve o zamandan bu yana, bu konuda daha iyi bir model
geliştirilememiştir. Belki de bundan ötürü, beyin biyolojisine ilişkin çalışmalar
ışığında yeniden incelenip değerlendirilme gereği duyulan tek psikolojik
kişilik kuramı Sigmund Freud'unki olmuştur.
Yüz
yılı aşkın bir süre önce DanimarkalI yazar Kierkegaard'ın o döneme egemen olan
katı mantıkçılığa şiddetle karşı çıkması, varoluşçu düşüncenin bilebildiğimiz
başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Hegel'in gerçekliği soyut kavramlarda aramasını
bir yanılgı olarak nitelendiren Kierkegaard'a göre gerçek, insan kendisini
davranışlarıyla yarattığında ortaya çıkar. Gerçeği yalnızca, düşünerek
varolabileceğine inanılan insanda aramak ve onu ölçülebilir ve denetlenebilir
bir nesne olarak değerlendirmek, günümüzün kolektivist dünyasına oldukça
egemen bir yaklaşım. İnsanı isimsiz birimlere indirgeyen bu eğilime karşılık,
Kierkegaard'dan bu yana güçlenerek gelişen ve İkinci Dünya Savaşı sırasında
Jean-Paul Sartre ve Albert Camus'nün yapıtlarında "varoluşçuluk"
adını alan bir akım, günümüz insanının içinde bulunduğu bu açmaza karşıt bir
seçenek getirir nitelikte. Ayrıca Nietzsche, Dostoyevski, Kafka gibi geçmişten
bazı yazar ve düşünürler de Feuerbach'ın, "Bir düşünür gibi düşünme!
Yaşayan, gerçek bir varlık olarak düşün!" sözlerinde somutlaştırılabilecek
olan bu akımın birer parçası olarak kabul edilirler.
Varoluş
bilimi ontolojidir ve Yunancada varolma anlamına gelen "ontos"
sözcüğünden türetilmiştir. Varoluş (existence) terimi Latincedeki
"ex-sistere" kökünden gelir ve belirmek, ortaya çıkmak anlamına
gelir. Dolayısıyla ister felsefi ister psikiyatrik açıdan olsun, bu yaklaşım,
insanı bir birimler ve mekanizmalar topluluğu olarak açıklamak yerine, öylece
"olmakta olan" bir varlık olarak anlamaya çalışır. Böyle bir tutum,
varoluşçu psikiyatristlerin, davranışların gerisindeki dinamik güçleri ve
mekanizmaları incelemekten vazgeçmeleri anlamına gelmez. Ancak bunu yaparken,
"doğru" görünen şeylerin "gerçek" olmayabileceğini de göz
önünde bulundururlar.
Varoluşçu
düşünürler mantık karşıtı da değildirler. Günümüzde oldukça yaygın olan ve
düşünceden çok davranışlara öncelik tanıyan entelektüalizm karşıtlığının
varoluşçulukla karıştırılmaması gerekir. Varoluşçuluk hem öznelliğin hem de
nesnelliğin altındaki gerçeği araştırır. Yalnızca insanın yaşadıklannı değil,
bunları yaşayan, yani yaşananları yaratmakta olan insanı da inceler. Gerçek,
"yaşanan anda" insanın kendi dünyasında yaşananlardır.
Bir
düşünüş olarak varoluşçuluk, Batı kültüründe yaşanan krizlere bir yanıt olarak
kendiliğinden ortaya çıkmış, edebiyat ve resimde olduğu gibi felsefedeki
düşünce üretenler de, birbirlerinden habersiz benzer görüşlere doğru hareket
etmişlerdir. Örneğin çağdaş varoluşçu düşüncenin babası sayılan Martin
Heidegger, en önemli yapıtı olan Varoluş ve Zaman'ı 1927'de
yayımlamıştır. İspanyol düşünürü Ortega y Gasset ise Heidegger'inkine çok
benzeyen düşüncelerini, onun bu çalışmasından haberdar olmaksızın 1924'te
açıklamıştır.
Varoluşçu
felsefenin psikiyatriyle buluşması İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar.
İsviçreli psikanalistler Medard Boss ve Ludwig Binswanger,
"Daseinanalysis" adıyla geliştirdikleri tedavi yaklaşımıyla
varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılırlar. Bu iki hekim, klasik psikanaliz
uygulamalarında kullanılan tekniklerin, kendilerine başvuran kişilerin
yaşadıkları sorunlara çözüm getirmede giderek yetersiz kaldığını
gözlemlemişler, bunun üzerine psikanaliz ile Heidegger'in ontolojisinin bir sentezini
oluşturma arayışına girişmişlerdi. Heidegger'in Güney Almanya'da, İsviçre
sınırına yakın bir bölgede yaşaması, Boss ve Binswanger'e ona zaman zaman
doğrudan danışabilme imkânını sağlıyordu. Bu ortak çalışma sonucu psikoterapi
alanına, çağdaş insanın kendine özgü sorunlarına ve beklentilerine uygun çok
önemli bir boyut kazandırılmış oldu.
Ancak
bu iki hekimin "Daseinanalysis"i psikiyatri dünyasına sunmaları da,
bir başlangıç noktası olmaktan çok, süregelen oluşumun bir aşaması olsa gerek.
Yeryüzünün başka yerlerinde de bir felsefe ekolüne yakınlaştıklarının farkına
varmadan ya da adını koymaksızın benzer doğrultuda hareket etmiş olan bazı
psikiyatristler yaşamış ve yaşıyor olabilirler. Çünkü varoluşçu psikoterapi,
belirli kişilerin değil, çağın bir gereği ve ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Binswanger,
Boss ve May'in ilk yapıtlarıyla bir psikiyatrisi adayı olarak yurt dışında
eğitim gördüğüm yıllarda karşılaştım, ilk önce Boss'un
Psychoanalysis and Daseinanalysis ve May'in Existence adlı
kitaplarını okudum. Yeterli yaşam ve meslek deneyimim olmadığı için
okuduklarım düşünce düzeyinde kaldı, özümseyemedim. Dinamik psikiyatrideki
eğitimim psikanalitik yönelimliydi. Önce Sandor Rado'nun, daha sonra kısmen de
Karen Horney'in öğrencilerinden etkilendim. Bu bir başlangıç oldu ve uzmanlık
eğitimimi tamamladıktan sonra da psikoterapi alanındaki çalışmalarım uzun bir
süre bu ekollerin etkisinde kaldı.
1970
yılında Uluslararası Psikoterapi Kongresi Milano'da yapıldı ve ben de
oradaydım. O günlerde Batı dünyasında yaşanmakta olan kolektif toplumsal
bunalıma orada, psikiyatri ve psikoterapi alanlarına yansıyış biçimleriyle
tanık oldum. Kongrede varoluşçu psikiyatriyle ilgili bir bölüm yoktu, ama son
gün Medard Boss, İsviçre’den gelerek bir konuşma yaptı. Anlattıklarının önemli
bir bölümünü kavrayamadım. Çeviri yetersizliği sandım, sonra bir AvusturyalI
meslektaşım da izlerken zorlandığını söyledi. Alman felsefe dilini kullanmış.
Yetmişli
yılların başlarında, iyi niyetime ve çabalarıma karşın psikoterapi
uygulamalarımda hoşnutsuzluk yaşamaya başladım. Sanki bilinenler yeterli
değildi, ama eksik olanı tanımlayamıyordum. Gerçi alışılagelmiş tekniklerin
dışına çıkıp bazı doğaçlamalar yaptıkça ve tedavi ortamında arada bir içimden
geldiği gibi davrandıkça daha gerçek bir şeyler yaşanıyormuş gibi geliyordu,
ama yapısallaşmış tekniklerin uygulandığı, tutucu sayılabilecek bir eğitim
görmüş olduğumdan zaman zaman da olsa çizgi dışına çıkmanın tedirginliğini yaşıyordum.
(Daha sonraları, bu zorlanmamın tedavi odasında yaşananları kavramlara
yerleştirmeye çalışmaktan ve hâlâ etkisinde olduğum geleneksel tıbbın koruyucu
yapısına sığınmaktan kaynaklandığını fark edecektim.)
1973
yılındaki kongre Oslo'da yapıldı. Bu kez varoluşçu psikoterapi üzerine bir
oturum vardı ve üstelik en fazla katılımcı toplayan etkinlik oldu. Ortam kısa
bir süre sonra böylesi kongrelerde alışılagelmiş törensel oturumlardan farklı
bir foruma dönüştü. Konuşulanları izlemekte güçlük çekmediğim gibi, bunların
önemli bir bölümünde, zihnimde oluşan bazı soruların karşılığını da
bulabildiğimi fark ettim.
Kendiliğimden
hareket etmeye başladığım ya da hareket etme eğilimi gösterdiğim yönde, farklı
ülkelerden ve kültürlerden başka meslektaşlarımın bulunduğunu gözlemlemek,
üstelik bunun "meşru" bir adının da olduğunu öğrenmek, bana içinde
bulunduğum çerçeveden çıkabilme yürekliliğini sağladı sonradan. Giderek, hızla
değişen bir dünyada böylesi bir dönüşümün çağın bir gereği olduğunu anlamaya
başladım. İlginç olan, varoluşçu psikiyatri konusunda birkaç kitap okumuş
olmama rağmen, çalışmalarımda belirmeye başlayan farklılaşmanın adının bu
olduğunu anlayamamış olmamdı. Düşünce düzeyinde öğrenilenlerle yaşananlar
arasında zaman zaman ortaya çıkan kopuklukları sergileme açısından öğretici
bir deneyimdi bu.
Varoluşçu
psikoterapi bir yöntem değil, tutumdur. Daha önce de belirttiğim gibi,
yeryüzünün çeşitli yerlerinde kendisini varoluşçu olarak nitelendirmediği halde
ya da yaklaşımının böyle adlandırıldığını fark etmeksizin bu tutumu benimsemiş
birçok psikiyatrisi olabilir. Çünkü psikoterapide varoluşçu tutum, kuramsal
bir noktadan hareketle ya da yalnızca eğitimle edinilebilecek bir özellik
değildir. Terapistin kişiliğinde belirli bir birikim sonucu oluşur ya da
oluşmaz. Orta yaşlardan önce ortaya çıkabilmesi oldukça zordur. Zen öğretisinde
dendiği gibi: "Senin içinde büyümedikçe o bilginin sana yararı
olmaz."
Oslo
dönüşü tedavi ortamındaki tutumumun değişmesi birden gerçekleşmedi.
Gerçekleşemezdi. Heidegger, May, Boss, Binswanger ve Van Kaam'ı,
fenomenolojiyle ilgili bulabildiğim kitap ve yazıları okumaya başladım, daha
önce okuduklarımı bu kez farklı bir içgörü ile algılayarak. 1975'te, Paris'le
yapılan psikoterapi kongresinin ardından, vaktiyle eğitimimi görmüş olduğum
New York'a gittim.
Varoluşçu
psikiyatri alanında New York önemli bir merkezdi o günlerde. Gitmeden Rollo
May'e yazıp görüşme talebinde bulunmuştum. Connecticut’a çekilmiş kitap
yazıyormuş, ama bana New York'ta görüşebileceğim kişilerin adlarını ve adreslerini
gönderdi. Böylece varoluşçu psikiyatrinin New York'taki önde gelen isimlerinden
Leslie Farber ile tanışmış oldum.
"1967
yazında Londra'daydım. Tavistoc Kliniği'nde tanıdığım ve benim gibi orayı
ziyaret etmekte olan MeksikalI genç bir psikolog, Freud'un hizmetçisi Paula ile
tanıştığını ve o zamanlar hâlâ hayatta olan Anna Freud Danimarka'da olduğu
için, Freud'un yaşamının son dönemini geçirdiği evi birlikte görebileceğimizi
söyledi. Tabii Anna Freud'un bu ziyaretten hiçbir zaman haberi olmadı. Paula,
genç kızlığından bu yana Freud'larla birlikte yaşamıştı. Sevimli ve çok
konuşkan bir Salzburgluydu. Sonradan bir yabancı dergide ondan söz edildiğini
ve fotoğrafını gördüğümü hatırlıyorum. Paula durmadan Freud'la ilgili anılarını
anlatıyordu. Biri aklımda kalmış. Freud ne zaman Paula’yı canı sıkılmış görse,
kitaplarından birini önce saklar, sonra da bulamadığını söyleyerek kitabı
aramasını istermiş. Tabii Paula kitabı bir türlü bulamaz, ama bu arada sıkıntısını
da unuturmuş.
"Ev,
içinde insanların da yaşadığı bir müze gibiydi. Freud' un günlerinden bu yana
eşyalar değiştirilmemişti. Sahibinden gizli ve izinsiz olarak bir eve girmiş
olmanın maceracı heyecanı birden bir başka yoğun yaşantıya dönüştü, Paula ünlü
’couch'ı gösterdiğinde. Yirminci yüzyıl düşüncesini en çok etkilemiş olan
kavramlar bu divanın üzerine uzanmış kişilerin yaşantılarından
geliştirilmişti. Tarihle karşı karşıyaydım."
Daha
az yoğunlukta olsa da benzer bir duyguyu Leslie Farber'ın West River Drive'daki
ofisinde yaşadım. "Biliyor musunuz?" dedi bir ara, "Bu ofisin
alt katı eskiden Erich Fromm'a aitti. Üzerinde oturduğunuz deri koltuk da ondan
kalma. Gerçi kendisini öyle nitelendirmez, ama bana sorarsanız aslında o da bir
varoluşçu sayılır." iki saate yakın ben sordum, o anlattı. "Tanıdığım
üçüncü Türksünüz," dedi ve sonra arkamda kaldığı için daha önce görmemiş
olduğum bir tabloyu işaret etti: Abidin Dino. Ertegün kardeşlerden biri ve Dino
dostlarıymış. Birkaç yıl sonra mesleki bir nedenle yazışmamız gerekti, ama Dr.
Farber'ı tekrar görmedim, yaşlıydı ve bugün hayatta değil. Onunla geçirdiğim
iki saate çok şey borçluyum.
Dr.
Farber'ı gördüğüm günün akşamı seyahat yönümü değiştirmeye karar verdim. Bir
hafta sonra o yıllarda çok "moda" olan Cari Rogers'ı ziyaret
edecektim. Yazdıklarından çok, altmışlı yıllarda Amerika'nın aydın kesimi
üzerinde yarattığı etki ilgimi çekmişti. Rogers'ın izleyicileri çoğunlukla
psikologlar, eğitimciler, sosyal çalışmacılar ve arayış içinde olan bazı aydınlardı.
Buna karşılık yapıtları psikiyatri alanında etki yaratmamıştı. Ona bir özür
mektubu yazarak gelemeyeceğimi bildirdim ve yönümü Mexico City'ye çevirdim.
Orada Erich Fromm'un kurduğu ve uzunca bir süre çalıştığı Instituto Mexicano de
Psychoanâlisis'i ziyaret edecektim.
Sonradan
karar değiştirmemin benim için ne denli yerinde olduğunu, meslek yaşamım
sırasında karşılaştığım çeşitli olaylarda fark ettim. Fromm Meksika'dan
ayrılmıştı ve İsviçre'de yaşıyordu. Orada tedavi olurken bir yandan da
yazıyordu. Ama çalışma arkadaşları enstitüde Zen ile psikanaliz bileşiminden
oluşan uygulamalarını sürdürüyorlardı. Enstitü bir kent büyüklüğündeki Meksika
Ulusal Üniversitesi'nin duvarlarının hemen dışındaydı ve bu fiziksel dışlanma,
üniversite ve enstitü ilişkilerinde de mevcuttu. Orada gözlemlediklerim
oldukça ilginçti ve Zen’in, varoluşçuluğa Rogers'dan çok daha yakın olduğu izlenimimi
pekiştirdi.
Doğu'nun
yüzyıllar önce cevaplamaya çalıştığı soruların Batı dünyasında ancak çok yakın
bir geçmişte ortaya atılabilmiş olması tabii biraz düşündürücü. Özellikle
uygarlığın ölçü-
sünün
ne olup olmadığı yönünden. Gerçekten de Lao-Tzu ve Zen gibi Doğu düşünceleriyle
varoluşçuluk arasındaki yakınlık, LaoTzu'dan şu alıntılarda görülebileceği gibi
oldukça çarpıcıdır: "Varoluşu tanımlamak sözcüklerin gücünün
ötesindedir." "Kavramlar kullanılsa da hiçbir zaman mutlak
anlamlarım yansıtmazlar." "Yapmanın yolu olmaktır."
"Varoluşunun derinliğini yaşamaya çalış, oradan uzaklaştıkça daha az
öğrenirsin."
Varoluşçuluk
ve Doğu felsefeleri arasındaki ortak yönler benzer sözcüklerin kullanılmasının
da ötesindedir. Her ikisi de ontolojiyle ilgilenirler ve insanın doğaya egemen
olma çabalarının, onu yalnızca doğaya değil, kendine de yabancılaştırdığı
görüşünü vurgularlar. Doğu düşüncesi hiçbir zaman Batı'da yaşanan öznenesne
dualizminin kurbanı olmamıştır. Varoluşçuluğun aşmak istediği şey de işte bu
dualizmdir.
Aslında
varoluşçuluk ve psikanaliz aynı kültürel ortamda doğmuştur. Anksiyete kavramını
Freud'dan önce işleyen tek kişi Kierkegaard olmuştur. Ölüme Dek Süren
Hastalık adlı kitabı, anksiyetenin yanı sıra depresyon, umutsuzluk ve
insanın kendine yabancılaşması konularını da içermiştir. Freud'dan oldukça önce
Nietzsche de, içgüdüsel güçlerin engellenmesini, bireyin iç dünyasını algılayamaması,
güçsüz ve edilgin egonun özerkliğini yitirmesi sonucu oluşan bölünmelerle
açıklamıştır. Rollo May'in Existence adlı kitabında belirttiği gibi,
Kierkegaard, Nietzsche ve Freud birbirlerinden habersiz, benzer sorunları
oldukça benzer biçimlerde tanımlamışlardı. Freud Nietzsche'ye büyük saygı
duyardı, Kierkegaard'ın yazılarından ise habersizdi. Onları birleştiren,
herhalde aynı çağın insanları olmalarıydı.
On
dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında duyguların giderek çalışma tutkusuna ve katı
ahlak kurallarına kanalize edilmesi, kişiliklerin de birbirine yabancılaşmış
bölümlere ayrılmasına neden oldu. Giderek olması gerekeni yaşayan bir dünya
oluştu. Kişiliklerdeki bölünmeler, sanayileşmeyle birlikte, neden-sonuç
yönünden birbirlerini karşılıklı etkileyerek günümüze kadar geldiler. Mantık
da yeni bir tür tekniğe indirgendi. Olması gerekeni yapalım derken, olmakta
olanı yaşayamayan insanlar topluluğu ortaya çıktı. Bütün bunların sonucunda
bilimde de benzer bir bölümleşme oldu. On dokuzuncu yüzyıl, Cassirer'in
deyimiyle "özerk bilimler" çağı oldu. Her bir bilim dalı kendi
yönünde ilerledi. Özellikle insanı konu alanlar, ortak ilkelere bağlı
kalmaksızın geliştiler. Bunun sonucu oluşan kargaşa insanı anlayabilmemizi
daha da zorlaştırdı.
Ancak
insanın kendisini yöneten sistemler ağma isyan etmekle yetinmesi, yaşamakta
olduğu yabancılaşmaya çözüm getiremez. İnsan ve geliştirmiş olduğu sistemler
arasındaki iki yönlü etkileşim nedeniyle, bireye de içinde bulunduğu koşullara
rağmen kendini varetmeye çalışma sorumluluğu düşmektedir. Nitekim Kierkegaard,
Nietzsche ve Freud'un ortak yönlerinden biri de bilgilerini, tek bir olguyu,
yani kendi kişiliklerini inceleyerek geliştirmiş olmalarıdır.
İnsanların
bir dizi görevi yerine getirerek günlerini tükettikleri ya da sistemin
beklentileri doğrultusunda başarılı olma ve kazanma tutkusuyla yaşadıkları bir
dünyada nasıl birey olunabilir? İnsanların hiçbir şeye gerçek anlamda
bağlanamadıklan bir dünyada! "Mutlak bir nesnel gerçeğe ulaşmak tabii ki
olanaksız, üstelik birbirimize o denli bağlıyız ki, böyle bir şey ahlaka da
uygun düşmezdi," diyor Rollo May ve "mutlak gerçek" yerine
"ilgi" sözcüğünü öneriyor. İçsel yaşantılarının farkında olan bir
insanın, dünyayla kurduğu ilişkilerinde içtenliği yaşayabileceğini vurgulayarak.
Kierkegaard
diyor ki, "Gerçeğe öznel açıdan bakış, kişinin öznel olarak ilişkisine
yönelmesini içerir. Bu ilişkide gerçeklik varsa, kişi gerçeği yaşamaktadır,
ilişkide gerçek olmayan bir şeyler olsa bile." Şizofrenik bir varoluş
içinde, gerçek olmayan dünyasıyla gerçek bir ilişki yaşayan kişi, çok sayıda
biçimsel beraberliklerine karşın aslında yalnızca kendisiyle ilişkide olan
birine oranla gerçeğe daha yakındır.
Çağdaş
fizikçi Heisenberg'in '"İdeal bilim, insandan tümden bağımsız olanıdır' görüşü
bir yanılgıdır" sözünde, iki yüzyıldır sürdürülmüş bir geleneğin
geçerliliği sorgulanmaktadır. Varoluşçu olarak nitelendirilmeyen Alfred Adler
bile yüzyılın ilk yarısında, "Tedaviye gelen kişi ile tedavi eden kişi bir
yaşantının yorumunda görüş birliğindeyseler, yapılan yorum yanlış da olsa bu
önemli değildir," diyerek, gerçeğin ilişkideki gerçeklikte aranması
gereğini vurgulamıştır. Bu yaklaşımı öznelcilikle karıştırmamak gerekir.
Kierkegaard'ın yaklaşımı, nesnelliği yitirmeden öznelliğe açılabilmeyi içerir.
Nesnel gerçeğin kendisinden çok, kişinin onunla nasıl ilişki kurduğu önemlidir
ve ilişkiyi görmezden gelen bir varoluş gerçeği olamaz.
Tabii
ki bu görüş, psikolojide de geçerli olan ve bir duruma katılmadığımız oranda
gerçeği daha iyi gözlemleyebileceğimizi savunan geleneksel yaklaşımın tam
karşıtı. Çünkü aslında, katıldığımız oranda daha yansız gözlemleyebiliriz. Bir
başka deyişle, bir durumla ilişkide olmadığımızda gözlemlerimiz kendi
kişiliğimizin yansımalarıyla sınırlanır. Kendi içimizde kilitli kalarak
dışımızdaki nesneleri ve olayları öylece gözlemleriz ve sonuç yargılayıcı
nitelikte olur. Katılmadığımız halde katıldığımızı sandığımız yaşantılarımızın
sayısı o kadar çoktur ki.
Varoluşçu
psikiyatri bir kuram değildir. Daha önce de belirttiğim gibi, psikoterapistin
tedaviye gelen kişiyle ilişkisindeki "tutum"unu tanımlar. Bu
nedenle, varoluşçu terapistin bu tutumunu, belirli bir kuram ya da kuramlardan
oluşan bir temel üzerinde geliştirmesi gerekir. Sağlam bir kuramsal temel olmaksızın,
yalnızca tedavi ortamındaki tutumla varoluşçu terapi uygulanamaz. Nitekim,
varoluşçu psikoterapinin prototipi olan Daseinanalysis'i geliştiren Boss ve
Binswanger psikanalisttiler ve Daseinanalysis, psikanalitik kuram ve uygulama
zemininde varoluşçu bir tutumu tanımlamaktaydı. Bu nedenle, varoluşçu
psikoterapi, spesifik davranış örüntülerinin ve bunların gerisindeki
dinamiklerin öğrenilmesini gerekli bulur. Ama bu bilgilerin ancak, tedavi
ortamında birlikte olduğumuz insanın varoluş yapısı içinde anlaşılabileceği
görüşündedir.
Varoluşu
bilinen kavramlarla açıklamak oldukça güç. Bu nedenle, burada okuyucuya
bilimselliğin dışında bir şeyler anlatılmaya çalışılıyor izlenimi verilmiş
olabilir. Çünkü içinde yaşadığımız kültür, bir olguyu ancak parçalara bölünüp
sayılabildiği zaman gerçeklik olarak kabul etme eğiliminde. Oysa bir insan
hakkında bilgi sahibi olmak, onu tanımak anlamına gelmez. Bu nedenle, varoluşçu
psikoterapist, tedaviye gelen kişi hakkında öğrenmiş olduklarından farklı bir
düzeyde, onunla birlikte o anda yaşananlara odaklaşır. Tabii ki bu, onun
hakkında edinilen bilgilerle ilgilenmeme anlamına gelmez. Ama bir insanı
tanımak, onunla aramızda oluşan "bağı" yaşamaktır. Çözümlenmesi
gereken birtakım verilere indirgediğimizde ya da çevresinden gelen birtakım
etkilerle biçimlenen bir kil parçası gibi değerlendirdiğimizde, insan denen
varlığı da yok etmiş oluruz.
Yüzyılın
ilk yarısında, varoluşçu psikiyatrinin henüz ortaya çıkmadığı günlerde bile
usta psikanalistlerden bazıları insan denen olgunun kavram ve teknikler içine
sokulamayacağını fark etmişlerdi. Ünlü psikanalist Frieda Fromm-Reichmann bunu
bir anısıyla dile getirmiştir. Vaktiyle kendisine tedaviye gelmiş olan biriyle
yıllar sonra karşılaşan Fromm-Reichmann ona, tedavi süresince birlikte
yaşadıklarından belleğinde kalan en canlı anının ne olduğunu sorar ve şu cevabı
alır: "Bir gün bana son saatinizi vermiştiniz. Benden önceki randevunuz
çıktığında hava kararmıştı. Işıkları yakmak için ikimiz de duvardaki elektrik
düğmelerini arıyor, bir türlü bulamıyorduk..."
Yüzyılın
ilk yarısından bir başka usta psikanalist Cari Gustav Jung da,
"Kuramlarını iyi öğren, ama yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onları
bir yana bırak!" derken, yaşayan süreçlerin kavramlar içine sokulmasının
zorluğunu vurgulamıştır. Nitekim Jung ekolünün günümüzdeki temsilcileri, onun
görüşlerini fenomenolojiye uyarlama yönünde çalışmalar yapmaktadırlar.
Varoluşçu
psikiyatri "ben"in algılanabilmesi vc yaşanabilmeşine öncelik tanır.
"Ben"i yaşayabilmek kişinin sorunlarına çözüm sağlamaz, ama çözüm
için bir önkoşuldur. Bunu göz önünde bulundurmayan bir psikoterapinin başarısı
biçimsel düzeyde kalır ve kişinin tedavi sonucu kendisinde keşfettiği
"güçler", aslında ödünleyici nitelikte bazı yeni savunma sistemleri
olmaktan öte bir anlam taşımayabilirler. Bu yeni sistemler kişinin kendisini
daha iyi hissetmesini sağlayabilir, ama yaşadıkları kendi varoluşundan
kaynaklanmaz. İnsanın bir başkası tarafından kabul edilmesinin,
"ben"i yaşayabilmesini sağlayacağı yönündeki görüşler de genel bir
yanılgıdır. Terapistin, kendisine başvuran kişiyi "koşulsuz
kabulü"nün, onun kendisini gerçekleştirebilmesi için yeterli olduğunu
savunan bazı psikoterapi ekolleri ve hatta psikanalitik tedavilerde kişinin
analistine karşı geliştirdiği "olumlu transferans" tepkilerine
verilen önem de bu yanılgının bir parçasını oluşturuyorlar. Üstelik kişide temel
"ihtiyacı"nın sevgi ve kabul olduğu biçiminde bir inanç geliştirilmesi,
onun edilginleşmesine neden olabilir. Çünkü önemli olan, kişinin kendi
"ben"ini algılayışıyla ve kendi varoluş sorumluluğunu yaşayış
biçimiyle, bu kabul edilme gerçeğiyle ne yapacağıdır.
Milan
Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kitabında, "Hayat bir
kere yaşandığı için yargılanamaz," der. Gerçekten de insanın varoluşu,
Nietzsche'nin sözleriyle "iyi ve kötünün ötesinde"dir. Katı
kuralcılık ve yargılayıcı düşünce, "ben"i yaşayamamanın doğrudan bir
sonucudur. Kendi seçimlerinin hiçbir hükmü olmadığına inanmış bir insanın,
benliğini egemen güçlere terk etmiş olmasının anlatımıdır. Bu, kültürde
süregelen değerlerden tümden bağımsız olma anlamına gelmez, ama insan toplumsal
normların getirdiği ölçülere indirgenemez.
Rollo
May, "ben"in yaşanabilir olmasının, "ego”nun işlevini yerine
getirdiği anlamına gelmediği görüşündedir. Bir önceki bölümde de vurgulandığı
gibi ego, kendisinden çok daha güçlü süreçler arasında sıkışıp kalmış, edilgin
ve zayıf bir kişilik bölümüdür. Toplum ve onun temsilcilerinden gelen baskılara
karşı id'den türetilmiş bir öğedir. Kendisinden çok, geliştirmiş olduğu
savunma mekanizmalarından ötürü önem taşır.
Buna
karşılık, "ben"i yaşamak, bilinci, bilinçdışını ve insanın bütününü
içerir. İnsanın içsel yaşantılarını fark edebilmesinden de öte bir yaşantıyı
tanımlar. Ego, kişiliğin dış dünya ile ilişki kuran "bölüm"üdür ve
dış dünyanın bir yansımasıdır. Dolayısıyla ego, özne-nesne ilişkisindeki
öznedir. Buna karşılık "ben" bir özne değildir, kendisini "o
anda varolmakta olan" bir özne olarak algılayabilen bir yaşantıdır. Bu,
dış dünyaya karşı oluşan bir yaşantı değildir. Çünkü "ben",
gerektiğinde dış dünyaya karşı tavır alabilecek bir kapasiteye sahip
olmalıdır, ama bunun yanı sıra, "varolmamaya" karşı çıkabilme
kapasitesini de içermelidir.
Varolmamak
ya da "hiçlik (no-thingness)" varoluşçu psikiyatrinin
ilgilendiği en önemli sorunlardan biridir. Çünkü varolmamak, varolmanın
ayrılmaz bir parçasıdır ve varolmanın anlamını kavrayabilmek, yok olmanın her
an mümkün olabileceğini kavrayabilmiş olmayı içerir. İnsan, doğmuş olduğunu ve
bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu, anlamlı yaşayıp
yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Ancak, birçok insan bu kaygıyı yaşamamak
için kolektif tepkiler ve tutumlar yığını içinde eriyip yok olmayı seçer.
Ölüm, varolmamanın en somut biçimidir, ama günümüz konformizmine kapılıp yok
olmaya karşı gelememe de bunun sık gözlemlenen bir başka biçimi: varolamayarak
yaşamak.
Varolmamaya
karşı gelebilmenin yollarından biri, anksiyetemizi, düşmanca duygularımızı ve
saldırganlığımızı "kabul" edebilmektir. Burada kabul sözcüğü ile
anlatılmak istenen, bu duyguları bastırarak kendi varoluşumuza yabancılaşmak
yerine, onlara katlanmak ve hatta bu duyguların gücünden mümkün olabildiğince
ve yapıcı bir biçimde yararlanabilmektir. Anksiyete, düşmanlık ve saldırganlık
yoğun bir biçimde yaşandığında ve insanın kendisiyle ve çevresiyle
ilişkilerine egemen olduğunda "ben"i yok edebilir. Ama varoluşu
korumak amacıyla, bu duyguların yaşanabileceği durumlardan sürekli kaçınmaya çalışmak,
Nietzsche'nin "iktidarsız insanlar" olarak nitelediği türde cılız ve
gerçekdışı bir "ben"in yaşanmasına neden olur.
Bu
aşamada Otto Rank'tan söz etme gereğini duyuyorum. Rank'ın psikoterapi kuramı
tarihinde oldukça seçkin bir yeri vardır. Ancak yaklaşımı, yüzyılın ilk yarısındaki
psikanalitik çevrelerce bilimsellikten uzak olarak nitelendirilmişti. Üstelik
kullandığı felsefi ve artistik dil, yapıtlarının sistemli düşünme
alışkanlığında olan kişiler tarafından anlaşılabilmesini güçleştirmiştir.
Rank, Adler ve Jung gibi, psikanalizin gelişmeye başladığı ilk günlerde
Freud'un çevresinde oluşan grubun önde gelen bir üyesiydi. Diğerleri gibi bir
tıp doktoru olmayan Rank, gençlik yıllarında ailesinin arzusu doğrultusunda
ticarete yönelmiş, sonradan istediğinin bu olmadığını fark ederek işini bırakmış
ve tek başına yaşamaya başlamıştı. Yokluk içinde geçen bu dönemde kendisini
okumaya vermiş, özellikle Schopenhauer ve Nietzsche'nin çalışmalarından
etkilenmişti. Bu etki yapıtlarında oldukça belirgindir. Kişisel çabalarının
bir ürünü olan ve artist kişiliği üzerine yüzyılın başlarında yazdığı bir
makale Freud'un ilgisini çekmişti. O denli ki Freud onu psikanalizin kültürel
alanlara doğru oluşturduğu uzantıların öncüsü saymış ve üniversite öğrenimi
yapabilmesi için imkân sağlamıştı. Ancak sonraki yıllarda Rank'ın giderek
Freud'unkinden farklı görüşler geliştirmeye başlaması, aralarındaki kişisel ve
bilimsel ilişkilerin bozulmasına ve kopmasına neden oldu. Nitekim daha sonraki
yıllarda Rank, uyguladığı tedavi yaklaşımı için psikanaliz yerine psikoterapi
terimini kullanmaya başlamış ve klasik psikanalizi temelinden eleştirmiştir.
Kendi görüşleri de Freud ve izleyicilerinin ağır eleştirilerine hedef olmuştur.
Sonradan
Amerika'ya göç eden Rank'ın yapıtları zamanında fazla ilgi görmemiş,
seminerlerine katılanların sayısı da her zaman sınırlı kalmıştı. Buna karşılık
görüşleri ikinci Dünya Savaşı sonrasında daha iyi değerlendirilmiş, örneğin
Cari Rogers kendi yaklaşımını geliştirirken ondan önemli ölçüde esinlenmiştir.
İlk basımı 1980'de yapılan Psikanaliz ve Sonrası adlı
kitabımı yazma hazırlığına girişene dek yalnızca Rank'ın görüşlerinden
yapılan bazı derlemeleri okumuş ve bunlardan etkilenmemiştim. Ancak kitabımın
hazırlığı sırasında yapıtlarından ikisini doğrudan okuduğumda Rank'ın önemini
geç de olsa kavramaya başladım. Bunun sonucu zihnimde oluşmaya başlayan bazı
düşünce süreçlerinin, bugünkü mesleki düşünce ve yaklaşımıma önemli bir boyut
katmış olduğuna inanıyorum. Tabii ki Rank'ın yaklaşımı varoluşçu psikiyatri
kapsamında değerlendirilemez. Ama önceleri Freud’un çevresindeyken daha sonra
kendi ekollerini geliştiren kuramcılar arasında, tutumu varoluşçuluğa en yakın
olan kişinin Rank olduğu inancındayım, özellikle "yaşam korkusu" ve
"ölüm korkusu" kavramlarıyla.
Rank'a
göre her insan, bağımlılık ve bağımsızlık ya da boyun eğme ve kendine yön
verme biçiminde yaşanan karşıt eğilimlerin yarattığı çatışma ile dünyaya
gelir. Doğum birbiriyle çatışma durumunda olan bu eğilimlerin prototipidir.
Çünkü insanın, bir başkasına tümden bağımlı ve çaba gerektirmeyen bir
durumdan, ayrı bir varlık olmayı ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu
üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişini simgeler. İnsanın bağımsız olma
çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabasız yaşam biçimine
dönme ya da ayrı bir varlık olmak yerine, kendisini çevresine bırakıverme
eğilimidir. Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Bir başka
deyişle, ayrılık yaşamla, birleşme ölümle eşanlamlıdır.
Dölyatağı
içinde dölüt, çevresiyle sürdürdüğü ortakyaşamın bir parçasıdır. Doğum, bu
beraberliğin ölümü anlamına gelir ve insanın yeni ilişkiler kurabilmek için
önceki beraberliklerini terk ederken yaşadığı anksiyetenin prototipi olmaktan
öte bir anlam taşır: doğmak için ölmek. Başka bir deyişle, insanın bağımsız bir
varlık olarak yaşayabilmesi için bir önceki ortakyaşamının sona ermesi gerekir.
Öte yandan, bağımsızlığa doğru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak
yaşar. Başkalarından farklı davrandığı oranda reddedilme ve sevgiyi yitirme ve
kendisine yön vermede yenilgiyle karşılaşma olasılığı, ona sürekli bir korku
yaşatır. Rank'ın "yaşam korkusu" dediği bu korku, aslında insanın
kendi yaşamını sürdürmekten korkmasıdır.
Yaşam
korkusuna eşlik eden bir diğer duygu, suçluluktur. Çünkü bağımsızlık çabaları
diğer insanların reddedilmesini de zorunlu kılabilir. Örneğin çocuk, gelişim
süreci içerisinde giderek sevdiği ve bağımlı olduğu kişilere karşıt
davranışlar göstermek durumunda kahr. Rank, suçluluk duygularının bağımsız
davranışların kaçınılmaz bir sonucu olduğu görüşündedir. Ancak başkalarının ya
da kendisinin davranışlarını onaylamaması durumunda dâ insanın suçluluk
duygulan yaşayabileceğini kabul eder.
Rank'a
göre, yaşama isteminin atılımcı bir karakteri ve yaratıcı bir potansiyeli vardır.
İnsanı bireyleşmeye doğru yönlendirir. Bu nedenle, ortak yaşama dönüş, ölüm ve
gerileme ya da bireyleşmenin yitirilmesi olarak yorumlanır. Dolayısıyla, çevreyle
bütünleşme isteği de korkulması gereken bir tehdit olarak yaşanır.
Sorumluluğunun başkaları tarafından üstlenilmesinin sağladığı rahat ve
güvenliğe rağmen insan, çevresinin egemenliği altına girmek istemez. Çünkü
korku ve suçluluk duyguları bu durumda da ortaya çıkar. Rank bu duyguyu
"ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır.
Ölüm
korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, yaşam korkusu ise bu çabaların
ketlenmesine neden olur. İnsanın temel çatışması da bu kutuplaşmadan doğar.
Ancak Rank'ın tanımladığı korku yapıcı bir güçtür ve psikanalitik ekollerin
önemle üzerinde durduğu anksiyete duygusundan farklıdır. Rank'a göre insanın
ve bu arada psikoterapinin de ulaşmak istediği amaç, ayrılma ve birleşme
eğilimlerini yapıcı ve yaratıcı bir biçimde bütünleştirebilmektir.
"İstem",
Rank'ın kişiliğin bütünleştirici gücünün karşılığı olarak kullandığı bir
terimdir. Rank bu terimi felsefi anlamından farklı bir biçimde, dünyaya gelmiş
olmanın doğal bir sonucu ve insanın gelişmesi için zorunlu bir öğe olarak
yorumlamıştır. Ona göre insan, içsel dürtülerin birbiriyle ya da çevreden
gelen baskılarla sürekli çatışma durumunda olduğu bir savaş alanı olarak
sınırlanamaz. Varoluşunun özünde, kendisi ve çevresiyle kurmuş olduğu etkin
ilişkisi ya da bir başka deyişle, istemi bulunur. İstem kavramıyla Rank,
insanı bilinçli ve amaçlı seçimler yapabilen ve kendisine yön verebilen bir
varlık olarak tanımlamıştır. Özetle, insanın varoluş nedeni kendi etkinliğidir
ve işte bu sonuç, Rank'ın varoluşçuluğa yaklaştığı noktadır.
Rollo
May'e göre anksiyete, yaklaşmakta olan bir hiçe indirgeme tehdidinin
yaşanmasıdır. O anda sahip olunan bir duygu değil, o andaki oluş biçimidir.
İnsanın tümden özgür olduğunu, dolayısıyla nasıl seçerse kendisini öyle
varedebileceğinin sorumluluğunu fark ettiği anda yaşadığı bir duygudur. Nitekim
Kierkegaard anksiyeteyi, "özgürlüğün baş dönmesi" olarak tanımlamıştır.
Bu katlanılması güç duygudan kurtulmak içindir ki insan çoğu zaman
özgürlüğünden kaçınmayı yeğler. Çünkü, yeni bir varoluş potansiyelini de
içeren her özürlük, beraberinde yok olma tehdidini de getirir. Bu potansiyeli
gerçekleştirmekten kaçınmanın bedeli suçluluktur. Bu, suçluluk duygusu yaşamaktan
farklı bir olgudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur. Varoluşçular bunu
"ontolojik suç" olarak adlandırırlar.
Ontolojik
suç çok boyutludur. Örneğin insanın doğadan kopmuş olmasının suçunu da içerir
ki varoluşçulara göre bu, çoğumuzun farkında olmadığı yoğunlukta bir yük
yaşatır bizlere. Ontolojik suçun bir başka boyutu da, diğer insanları kendi
bakış açımızdan değerlendirerek, onları sınırlı ölçülerde anlayabilmemizi ve
ihtiyaçlarını gereğince fark edemememizi içerir.
Ontolojik
suçun önemli bir özelliği, bu olgunun herkes tarafından yaşanmakta olmasıdır.
Çünkü hepimiz diğer insanların gerçeklerini çarpıtırız ya da kimse
potansiyelinin tümünü gerçekleştiremez. Ancak bu, içinde yaşadığımız kültürün
değer yargılarına uygun davranmadığımızda ya da toplumun bizden beklediklerini
yerine getiremediğimizde yaşanan suçluluktan farklı, varoluşumuzun
gerçeklerinden haberdar olmaktan kaynaklanan bir olgudur. Ayrıca nevrotik
nitelikteki suçluluk duygularından da farklıdır. Çünkü nevrotik anksiyete,
normal ontolojik anksiyeteden kaçınma sonucu yaşanan bir duygudur. Oysa
ontolojik anksiyete, anlamsız bir dünyadaki sınırlı yaşamımıza anlam katıp
katamadığımız konusunda yaşanan bir kaygıdır. Ontolojik suç ise bu
sorumlulukla yüzleşmekten kaçınmamızın bize yaşattığı bir olgudur. Tabii ki
ontolojik suç deyimiyle anlatılmak istenen, bir insanın yaşamına anlam katıp
katmadığını düşünmesi değil, herhangi bir andaki varoluşumuzu algılayabilme ve
bunu yaşantıya dönüştürebilme özgürlüğünü ya da hafifliğini yadsımaktır.
Varoluşçu
psikoterapist, tedaviye gelen kişiyi "onun kendi dünyası içinde"
anlamaya çalışır. Burada anlatılmak istenen, kişinin çevresindeki insanlar
dünyası değil, içinde varolduğu kendine özgü dünyasıdır. Zen Budizm konusundaki
yazılarıyla tanınan Suzuki'nin dile getirdiği gibi, Doğu dillerinde, örneğin
Japoncada, "Bu çiçek çok güzel" dendiğinde verilen mesaj, "Bu
çiçek bana göre çok güzel" anlamını taşır. Kierkegaard, Nietzsche ve varoluşçular
Batı dünyası insanının yaşadığı anksiyete ve umutsuzluğun kökeninde
"kendi dünyalarını kaybetmiş olma" olgusunun bulunduğu
görüşündedirler. Çağdaş insan, insanlar dünyasına yabancılaşmasının yanı sıra,
kendi dünyası içinde de tutsak durumundadır. Bu nedenledir ki kopukluk, ilişkisizlik,
yabancılaşma ve duygusal donukluk yaşayan ya da sorunlarını mantıksal
formüllerle ve entelektüalizasyonla kapatmaya çalışan insanların sayısı
giderek artmakta. Hatta belki çoğumuz böyleyiz.
İnsan,
geçmişi şimdiki zamana getirerek yaşama ya da uzun vadeli geleceğin tasarımları
doğrultusunda davranma kapasitesine sahip bir varlıktır. Bu nedenle, varoluşçu
psikiyatri varoluşun zaman boyutuna büyük önem verir. İnsanı,
"-dır", "-mış", "-di" durumları yerine, "-yor"
ya da "-makta" takısının ifade ettiği gibi, "her an olmakta
olan" bir süreç olarak ele alır. Geleneksel düşünce, insanı öncelikle
mekân boyutuyla ele alarak, orada ya da şurada bulunmakta olan nesneler olarak
algılama eğilimindedir. Üstelik, çoğumuz yaşadığımız ânı, vaktiyle Aristo'nun
tanımlamış olduğu gibi, "daha önce yaşanmış olanlara ve gelecekte
yaşanması tasarlananlara göre" değerlendirme eğilimindeyizdir. Bundan
ötürü, Bergson'un da dediği gibi, kendimizi fark edebildiğimiz, dolayısıyla özgür
olabildiğimiz anların sayısı oldukça azdır.
Bunun
bir nedeni de saatlere tutsak edilmemiz. Çünkü yaşamakta olan insan saatle
ilgilenmez ve bir insanın yaşamında varoluşunun hafifliğini yaşayabildiği
anların süresi ölçülemez. Çağdaş teknolojik yaşamın gereği, çoğumuz günümüzü
önceden programlamak ya da zamanımızı saat hesabıyla satışa çıkarmak
durumundayız. Ama yine de önemli olan, programlanmış da olsa içinde
bulunduğumuz ânı, ne kadar zaman kaldığı ya da geçtiği hesabından özgür olarak
yaşayabilmek. Çünkü saatin farkında olduğumuz an, birlikte olduğumuz kişi,
konu ya da işle aramızdaki bağ da kopmuş olur. Sınava hazırlanan bir öğrenci
zamanla ilgilendiği anda konuyla beraberliğinden kopar ya da bu beraberliği
yaşayamadığında saatle ilgilenmeye başlar. Tedaviye gelen kişi bazen buluşma
sürelerinin sınırlanmış olmasına isyan edebilir. Çoğu zaman bu, yaşam
süremizin sınırlı olmasına karşı zaman zaman yaşadığımız isyanı hatırlatır.
Ama aslında, süremizin sınırlı olduğunu, yaşamadığımız anlarda hatırlarız.
Ankara'da
bir gece. Bir yabancı misyon şefinin ikametgâhındaki bir bar tezgâhı
çevresinde küçük bir grup. Zaman zaman olduğu gibi önceden planlanmadan bir
araya gelinivermiş. Aramıza ilk kez ve geçici olarak katılan biri de var. Ev
sahiplerinin ülkesinden bir görev için Ankara'ya gelmiş bir konuk.
Neler
konuşulduğunu hatırlamıyorum, ama birden güneşin doğduğunu fark edip
şaşırıyoruz. Daha önceki beraberliklerimiz hep gece yarısına doğru sona
ererdi. Bu kez zamanı bize kolumuzdaki saatler değil, doğa bildiriyor. Orta yaş
ve üzerindeki insanların nasıl olup da bütün bir geceyi ayakta geçirebilmiş
olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum.
Gün
ışığında eve dönerken bir Alman atasözünü hatırlıyorum: "Mutlu insan için
saat çalmaz!"
Gerçekten
varolunabildiğinde yaşananların ardından konuşulmadığını biliyorum. Nitekim
tekrar beraber olduğumuzda kimse o geceden söz etmiyor. Bir kişi dışında. Çok
sonradan duydum. Bir geceliğine gelen konuk, ertesi gün, "Ben hiç böyle
insanlar tanımadım," deyip durmuş ev sahiplerine ve sonraki
haberleşmelerinde de sık sık Ankara'ya tekrar gelmek istediğini söylemiş.
Gelseydi düş kırıklığı yaşayacağını düşündüm bunları duyduğumda. O "o
geceki bizi" tanımıştı. Gelseydi, insanların saydamlaştığı ve kendilerini
aşarak birbirlerine ulaşabildiği anların ya da saatlerin ne denli ender
yaşanabildiğim ona anlatabilir miydim acaba?
Varoluşun
zaman boyutunu psikiyatri kapsamında incelemiş olan Minkowski, anksiyete ve
depresyonun, kişinin zamanla olan ilişkisinin bozularak "gelecek" kavramını
yitirmesi sonucu yaşandığını inandırıcı bir biçimde açıklamıştır. Depresif
şizofrenik bir hastasının dünyasını anlama çabalarında Minkovvski, hastasının
zamanla bağının koptuğunu ve her bir günü, geçmişten ve gelecekten bağımsız,
tek başına bir ada gibi yaşadığını, dolayısıyla umudunu ve "süreklilik
duygusu"nu da yitirdiğini gözlemlemişti.
Varoluşçu
psikiyatri, geleceğin, varoluşun zaman boyutuna, şimdiki zaman ve geçmişe
oranla daha egemen olduğu görüşündedir. O anda olmakta olan insan, bir sonraki
andaki geleceğe de doğru hareket etmektedir. Bu, ileriye dönük tasarımlar
doğrultusunda davranmaktan ya da geleceği, yaşanmakta olan zamandan ve
geçmişten kaçmak için kullanmaktan farklı bir olgudur. Varoluşçu psikiyatri
geçmişi yadsımaz, ancak geçmişin de geleceğin ışığında anlaşılabileceği
görüşünü vurgular. Çünkü geçmişin belirleyici nitelikteki olaylarının anlamı da
şimdiki zaman ve gelecek tarafından belirlenir. Geçmişi mekanik bir biçimde
değerlendirmek bir yanılgıdır. Çünkü geçmiş, şimdiki zamandan bağımsız olarak
vaktiyle yaşanmış olan bazı olaylar topluluğunun depolandığı statik bir yer
değildir. Tam karşıtı olarak geçmiş, yaşanmak üzere olan andaki gerçeğimize
göre, "kabul edilmiş geçmişimiz"in içinden o anda seçilivermiş
olaylardır.
Psikoterapi
süreci içinde de zaman zaman gözlemlendiği gibi, tedaviye gelen kişinin
geçmişinden getirdiği olaylar, aslında, onun geçmiş yaşantılarının gerçek bir
yansıması değildir. Getirilenler, çoğu zaman canlı kalmış anılardan yoksun, bir
sıra izlemeyen ve genellikle kuru, tekdüze bilgilerdir. Varoluşçulara göre,
tedaviye getirilen "perişan bir geçmişin üzücü öyküleri" de kişinin
şimdiki zamanla ve gelecekle yüzleşememesinin göstergesidir. Biraz umut ve o
anda yaşanmak üzere olan geleceği yaratma çabası olmaksızın, ya da bir başka
deyişle, anksiyetenin ve diğer can sıkıcı belirtilerin yükünden biraz olsun
özgürleşmeden, geçmişi kendi gerçeği içinde anlayabilmek mümkün olamaz.
Psikoterapide
süregelmiş geleneğe göre, tedaviye gelen kişiyi anlayabilmemiz kullandığımız
teknik sayesinde gerçekleşir. Yani teknik, anlamadan önce gelir. Batı
düşüncesine egemen olan bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak, yapılaştırılmış
psikoterapi yöntemleri geliştirilmiş ve tedaviye gelen kişiler bu yöntemlerin
çerçevesinde değerlendirilerek anlaşılabilmiş farzedilmişlerdir.
Varoluşçu
psikoterapide ise, Rollo May'in deyişiyle, anlama teknikten önce gelir.
Geleneksel yaklaşımlar, anksiyetenin dindirilmesi, tedaviye karşı geliştirilen
direncin kırılması ya da ayrıntılı bir yaşam öyküsü alınması gibi, terapistin
spesifik olarak "yapması" gereken şeyleri vurgularlar. Buna
karşılık, varoluşçular tedavi sürecinin "içeriğine" odaklanırlar.
Dolayısıyla, varoluşçu terapistin tekniği, tedaviye gelen bir kişiden diğerine,
aynı kişinin tedavi süreci içinde bir evreden diğerine değişebilen bir
esneklik gösterir. Ancak bu, her anın, her dönemin kendine özgü yaşantısına
göre, uygun bir geleneksel tekniğin kullanıldığı ve somut öğeler üzerinde
denenen bir esnekliktir. Varoluşçu psikoterapinin, bu bakımdan, kendilerini
"eklektik" olarak adlandıran ve geleneksel tekniklerden bağımsız
çalışan terapistlerin, bazen belirsizliklerle dolu uygulamalarıyla ortak bir
yanı yoktur.
Geleneksel
psikoterapi yaklaşımlarında terapist, tedaviye gelen kişinin beklentilerinin
imgesel bir yansıması olarak sınırlanır. Varoluşçu psikoterapide ise, tedaviye
gelen kişiyle terapist arasında gerçek bir ilişki yaşanır. Terapist, tedaviye
gelen kişiyle geçirdiği saat süresince kendi sorunlarını bir yana bırakarak,
onun o süre içindeki varoluşunu anlamaya ve yaşamaya çalışır. İnsanın varoluş
gerçeği, daima bir şeyle ya da bir insanla olan ilişkisini içerir. Terapist de
tedaviye gelen kişinin ilişki alanının önemli bir parçasını oluşturur ve ancak
"dünyasına katılarak" onu anlayabilir. Tedaviye gelen kişinin de
beklentisi, Frieda Fromm-Reichmann'ın vaktiyle dediği gibi, "açıklama
değil, yaşantı"dır.
Nitekim
fenomenolojistlerin de üzerinde önemle durdukları nokta, "ne"
yaşamakta olduğumuzu fark edebilmektir, yaşananların "neden"lerini
değil. Ne yaşamakta olduğumuzu tümüyle seçebildiğimizde, nedeni de
kendiliğinden ortaya çıkar.
1956
yılında İstanbul'dan bir gazete haberi: "Ekzistansiyalist Kulübüne karşı
alınan tedbir: Bazı yabancı memleketlerde bulunan ekzistansiyalist kulüplerden
bir eşinin de şehrimizde vücuda getirilmek istendiğini yazmıştık. Vali Prof.
Gökay tarafından işe el konulmuş ve gerekli tedbirler alınmıştır. Türk
gençliğinin manevi varlığına zarar getirecek bu taklid önlenmiş
bulunmaktadır."
DÜNYANIN
en eski mesleğinin ne olduğu zaman zaman şaka konusu edilse de aslında
psikoterapi uygulamalarının da insanlık tarihi kadar eski olduğu
sanılmaktadır. Eski çağlarda tedavi görevini üstlenen din adamları, şamanlar ve
diğer ilkel hekim türlerinin uyguladıkları yöntemler, hastalığın gerçek
nedenine yönelik fizyolojik müdahalelerden yoksun olmalarına rağmen, birçok
hastalığın şifa bulmasını sağlayabiliyordu. Tıp tarihi yönünden yapılan
değerlendirmelerde, eski çağlarda kullanılmış ve günümüzde yaşayan bazı ilkel
topluluklar tarafından da kullanılmakta olan bu tür yöntemler, psikoterapi
uygulamalarının ilk örnekleri olarak kabul edilirler.
Martin
Ome'nin belirttiği gibi, diğer tıbbi tedavilerin hasta için "ne"
yapıldığına göre tanımlanmasına karşılık, psikoterapi "kim"
tarafından yapıldığına göre tanımlanır. Bir başka deyişle, ilişkinin tedavideki
rolü ve terapistin görmüş olduğu eğitim, psikoterapinin tanımlanmasındaki temel
belirleyicilerdir. Gerçi psikoterapi süresince oluşan etkileşimlere davranışlar
yönünden bakıldığında, bunları iyi bir öğretmen-öğrenci ilişkisinde ya da iki
eski dostun dertleşmesinde gözlemlenenlerden ayırt etmek kolay olmayabilir.
Ancak neyin psikoterapi olduğunu belirleyen, etkileşimin kendisi değil, bu
etkileşimin kendine özgü içeriği, amacı ve sosyal altyapısıdır.
Üstelik
diğer tıp dallarında "hazır bir bilgi birikimi" uzman hekimin işini
nasıl yapacağı konusunda ona oldukça iyi tanımlanmış bir zemin sağlarken,
psikoterapi için aynı şey söz konusu değildir. Psikoterapi süreçlerinin
etkisi, hazır bilgi birikiminin kimin tarafından nasıl kullanıldığına göre
belirgin farklılıklar gösterir. Dolayısıyla psikoterapi uygulamalarında bilim
ve sanat birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak ortaya çıkar.
Psikolojik
etkenlerin önemi ve hastalıkların oluşumundaki rolü ilk kez antik Yunan
döneminde vurgulanmış olmakla birlikte, aslında tarih boyunca hekimler,
hastaya destek ve güvence vermeyi, hatta bazen dertlerini paylaşıp önerilerde
bulunmayı tıbbi tedavinin destekleyici bir öğesi olarak uygulamışlardır.
Psikoterapinin tıbbın bir uzmanlık alanı durumuna gelmesi, bu geleneksel
uygulamaların ötesinde bir gelişme göstermesiyle mümkün olabilmiştir.
Psikoterapinin bağımsız bir disipline dönüşmesinden hemen önce, on dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa'daki hipnoz uygulamaları spesifik bir tedavi
yöntemi olarak kabul edilme aşamasına çok yaklaşmıştı. Ancak "hipnoz
etkisi altında telkin" yoluyla yapılan bu tedavilerin görünürde ilkel
hekimler ya da şamanlar tarafından uygulanan yöntemlere benzer yönleri olması,
tıp mensupları tarafından yaygın bir biçimde benimsenmelerini uzun süre
engellemiştir. Sonunda psikoterapinin spesifik bir tedavi yöntemi olarak kabul
edilmesi için gerekli zemini oluşturma görevi, yirminci yüzyılın başlarında
Sigmund Freud'a kalmıştır.
Çağdaş
psikoterapi, Freud ve Breuer'in, hipnozu kendilerinden önceki uygulayıcılardan
farklı bir amaçla kullanmalarıyla, yani tedaviye gelen kişiye hipnoz altında
telkinde bulunmak yerine, bilinçaltına bastırılmış anılarının hipnoz altında
çağrışlırılmasını sağlama biçimindeki uygulamalarıyla başlamıştır. Freud'un
zamanında, hatta ondan önce yaşamış başka araştırmacılar da bastırılmış
anıların varlığının ve öneminin farkındaydılar. Ancak Freud'un yaklaşımındaki
özgünlük, spesifik bir mekanizmayı vurgulamış olmasıdır. Ona göre psikolojik
tedavide etkili olan temel öğe telkin değil, bilinçaltına bastırılmış
yaşantıların hatırlanması ve bunların yorumlanmasıdır.
Daha
sonraları Freud, bastırılmış anı ve duyguların bilinç düzeyine ulaşabilmelerini
sağlamak amacıyla, hipnoz yerine serbest çağrışımı kullanmaya başladı. Bu tutum
değişikliğine o zamanlar gösterdiği gerekçe, hipnozun hastaların tümüne uygulanamaması
ve bazı kişilerin transa girmeye karşı direnç göstermeleriydi. Ama büyük bir
olasılıkla asıl neden, Freud'un giderek transferans (tedaviye gelen kişinin
terapistine karşı geliştirdiği duygular) ve kontr-transferans (terapistin
tedaviye gelen kişiye ilişkin duyguları) olgularının tedavi ortamındaki önemini
fark etmeye başlamasıydı. Çünkü Freud aslında insanları transa sokmakta çok
ustaydı, ama hipnoz uygulamaları transferans ve kontr-transferans olgularının
yaşanabilmesine elverişli bir ortam değildi.
Üstelik
Freud, gününün mekanik düşünce ortamına rağmen, ruhsal enerji kavramını
geliştirebilmiş ve bilinçaltına bastırılmış materyal bilince ulaştığında, bu
enerjinin organizmadaki dağılımının daha dengeli bir biçimde
gerçekleşebildiğini göstermeye çalışmıştır. Nevrozun oluşum nedenlerini
çocukluk dönemlerindeki olumsuz yaşantılarla açıklaması ve bu konuda
cinselliğin rolünü abartmış olması dirençle karşılaşmış olmasına rağmen,
sonunda, psikanalizi muskacılık, telkin ve tavsiye gibi uygulamalardan tümden
bağımsız bir tedavi yöntemi olarak kabul ettirebilmeyi başarmıştır.
Psikoterapinin ne olup olmadığını kesin bir çizgiyle belirlemiş olması ise
Freud'un yepyeni bir disiplin yaratmasına yol açmıştır.
Psikoterapinin
tıp dünyasında kabulü oldukça uzun bir zaman almıştır. Günümüzde bile dünyanın
çeşitli yerlerinde, örneğin ülkemizde, diğer uzmanlık dallarında çalışan
hekimlerin önemli bir bölümü ve hatta geleneksel tıp doğrultusunda çalışma
alışkanlığında olan bazı psikiyatristler bile psikoterapinin varlığını
görmezlikten gelme eğilimindeler. Bunun nedeni kısmen düşünce alışkanlığıyla
açıklanabilir. Çünkü kimi, ne olduğunu anlamaya çalışmaksızın böyle bir alanın
varlığını yadsırken, kimi de psikoterapinin ne olduğu konusundaki kişisel tahmin
ve varsayımlarının konunun kendisi olduğu inancını taşımakta. Ancak belki de
asıl neden, psikanaliz ve psikoterapinin yaklaşık son yirmi yıla dek tıbbın
geri kalanından oldukça kopuk bir biçimde varlıklarını sürdürmüş olmaları.
Üstelik,
ülkemizde olduğu gibi, bu alanda sistemli bir eğitim görmüş kişilerin sayısının
çok az olması ve arz-talep dengesindeki açıklık sonucu, gerekli eğitimi
görmemiş ve çoğu tıp dışındaki disiplinlere mensup kişilerin bu boşluğu
kendilerince doldurmaya çalışmaları gibi faktörler de konunun tıp mesleği
içindeki yerini gereğince alamamış olmasına katkıda bulunmuş olabilir. Ülkemiz
söz konusu olduğunda, sorunun tıp öğreniminde ve psikiyatride uzmanlık
eğitimindeki bazı boşluklardan da kaynaklandığı söylenebilir. Meslekten
olmadıkları halde bazı kişilerin dinamik psikiyatri ve psikoterapi konusunda
daha doğru bilgilere sahip olabildiklerini gözlemlemek tabii ki biraz
düşündürücü.
Gelişmiş
ülkelerde bile psikoterapinin tıp bilimi kapsamına kabul edilmesi İkinci Dünya
Savaşı sonrasında mümkün olabilmiştir. Viyana'da yaşadığı yıllarda meslektaşlarının
tutumu o denli iticiydi ki, Freud bir ara psikanalizi tıptan bağımsız bir disiplin
olarak değerlendirmeyi bile düşünmüştü. Gerçekten de 1940'lara gelene dek diğer
tıp dallarında çalışan hekimler, psikanalistlere hasta göndermemişler ve insanlar
genellikle kendi kararlarıyla psikanalitik tedaviye başvurmuşlardır. ABD'de başlangıçta
yalnızca tıp kökenli olanların psikanalist olmak üzere eğitime kabul edilmesi,
psikanalitik düşüncenin psikiyatriye mal olmasını hızlandırmış ve
kolaylaştırmıştır. Ancak bu ülkede bile psikanalitik yaklaşımın psikiyatri
eğitiminin kapsamına girme süreci ancak 1950'lerde başlayabilmiştir.
Genel
tıpla ilişkisinin bu denli yavaş gelişmesine karşılık, psikanalitik düşüncenin
sanat ve insan bilimleri üzerindeki etkisi hızlı ve yoğun olmuştur. Bir yandan
yazarların, ressamların, tarihçilerin, antropologların ve diğer birçok alandan
kişinin insana bakış açısında önemli değişiklikler oluşurken, diğer yandan,
özellikle bilinçdışı mekanizmaların açıklanmasıyla, Batı kültüründe süregelmiş
bazı biçimsel değerlerin geçerliği de soruşturulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla
Freud'un, insanın kendine bakış açısını yeniden yarattığını söylemek herhalde
abartılı olmaz. Çünkü bu etki, süregelen kültüre öylesine mal olmuştur ki,
çoğumuzun bunu doğrudan fark etmesi artık mümkün olmayabilir.
Psikanalitik
görüşe göre, davranışlar birden fazla faktörün birbiriyle etkileşimi sonucu
ortaya çıkar ve kişi, dıştan gözlemlenebilen davranışlarının ardındaki
nedenlerin tam olarak farkında değildir. Rahatsızlık belirtilerinin de
ardında, kişinin farkında olmadığı bazı çatışmalar bulunur. Dolayısıyla asıl
tedavi edilmesi gereken, görünür belirtilerin ardındaki sorunlardır. Bu amaçla
tedavi sırasında, kişinin kendisine ve çevresine uyumunu engelleyen bilinçdışı
çatışmaları bilinç düzeyinde fark edebilmesini sağlayacak bir ortam
oluşturulmasına çalışılır. Tedaviye gelen kişi, bilinçdışı dünyasını daha iyi
tanıdıkça bir yandan kişiliğini geliştirir, diğer yandan da kendisini rahatsız
etmiş olan belirtilerden giderek arınmaya başlar. Tedavi sürecinde kişinin
duygu ve düşüncelerini terapistine dürüstçe anlatması beklenir. Ne denli
ürkütücü, utandırıcı ya da kabul edilmez nitelikte olursa olsun, başka bir
ortamda dile getirilmesi mümkün olmayan bu duygu ve düşüncelerin açıklanmasının
engellenmemesine çalışılır, kişi olarak analistle ilgili olsalar bile. Üstelik
analistle ilgili duyguların yaşanması da özellikle beklenir.
Analistin
rolü, telkin ve tavsiyelerde bulunmak değil, kişinin daha önce farkında
olmadığı duygu, istek ve düşüncelerinin bilince ulaşmaları süreci içinde,
kendisini anlamasına ve geliştirmesine yardımcı olmaktır. Bu amaçla kullanılan
teknikler arasında serbest anlatım, serbest çağrışım, rüyaların yorumlanması,
çeşitli yaşantılara ilişkin duygu ve düşüncelerin soruşturulması, kişinin
yaptıklarıyla yaptıklarına ilişkin bulduğu gerekçeler arasındaki
uyuşmazlıkların kendisine gösterilmesi sayılabilir. Böyle bir süreç, tedaviye
gelen kişinin de çaba göstermesini gerektirir. Zaman zaman acı ve sıkıntı da
yaşanır. Dolayısıyla psikanalitik tedavi, diğer tıbbi tedavilerden çok farklı
olarak bir öğrenme sürecidir ve tedaviye gelen ile tedavi edenin ortaklaşa
katılımını gerektirir.
Bu
alanda çalışanların genel kanısına göre, psikoterapinin diğer tıbbi
tedavilerden farkı, psikolojik güçlüklerin doğasından kaynaklanır. Örneğin
psikanalitik yönelimli terapistlerin çoğu, görünürde yaşanmakta olan
güçlüklerin altında bazı temel kişilik sorunlarının yattığına ve bu sorunların
kişinin tarihçesini inceleme yoluyla anlaşılabileceğine inanırlar. İlk dönemlerinde,
psikanalizin, kişinin geçmişinden kaynaklanan bu güçlüklerin "kesin"
olarak ortadan kaldırılmasını sağlayabilen bir yöntem olduğuna inanılmıştı.
Günümüzde bile sayıları oldukça azalmış uygulayıcıları, çalışmalarını bu kesin
amaca yönelik olarak sürdürme eğilimindeler.
Kesin
bir değişmeyi amaçlamış olması, psikanalizin geçmişte diğer tıp mensupları ve
meslek dışı kişiler tarafından kabul edilmesini kolaylaştırıcı bir etken
olmuştur. Geleneksel düşünce, sorunların çözümlenip ortadan kaldırılması
eğilimindedir. Dolayısıyla değişim de sorunlu bir durumdan sorunsuz bir duruma
geçiş olarak yorumlanır. Böyle bir beklenti doğrultusunda değerlendirildiğinde
psikanalizden alman sonuçların düş kırıklığı yaratmış olması da doğaldır. Çünkü
insan kendisini bir "süreç" olarak gerçekleştirir ve onu
"durumlara" indirgeyerek anlamaya ve değerlendirmeye çalışmak
yanılgılara yol açabilir. Üstelik psikoterapinin amacı, bir durum içine
sıkışmış olan insanın, bulunduğu yerden kurtularak, ileriye doğru hareket eden
bir süreç olarak yaşamını sürdürebilmesine yardımcı olmaktır.
Geleneksel
tıbbın "hastalık" durumundan "iyi olma" durumuna geçiş
olarak değerlendirdiği tedavi anlayışıyla, çağdaş dinamik psikiyatrinin
normallik kavramına bir süreç olarak bakan yaklaşımı arasındaki çelişkiyi de
doğal karşılamak gerekir. Çünkü geleneksel tıp, organlar ve organ
sistemlerindeki bozuklukları anlamaya çalışır. Çağdaş tıp ise zihin-beden
İkilisi diye bir ayrımın yapılamayacağını, henüz gereğince özümseyememiş olsa
bile, en azından düşünce düzeyinde kabul etmiş durumda. Üstelik biyoloji
alanındaki son gelişmeler doğrultusunda oluşan bakış açısı da beyni bir
"organ" değil, sürekli değişim içinde olan bir "süreç" olarak
kabul etme eğiliminde.
Nasıl
oluyor da psikoterapi süreci içinde bir insan diğerini harekete geçirebiliyor
ve üstelik bu süreç sonucunda kişide oluşan değişim kalıcı olabiliyor? William
Lewis'e göre bu sorunun cevabı, insanın birbirine karşıt ama birlikte varolan
iki özelliğinde bulunabilir: kalıcılık ve bu kalıcılığa katılan sürekli değişimler.
Örneğin canlı protoplazma mikroskop altında incelendiğinde akıntılar,
füzyonlar ve bölünmeler gibi sürekli bir hareketlilik gözlenir. Buna karşılık
bir insanın genel fiziksel yapısı ve temel kişilik özelliklerini oluşturan
davranışları yaşam boyu önemli bir değişiklik göstermez. Psikoterapi de geçici
olmayan bir değişim gerçekleştirmeye çalışırken, temelini insanın bu iki karşıt
özelliği üzerine kurar. Dolayısıyla kalıcılık ve değişebilirlik, inatçı bir
direnç ve yeniliğe açıklık, kısırdöngülere takılma ve yaratıcılık gibi
karşıtlıkları göz önünde bulundurmayan bir psikoterapi süreci daima eksik
kalır.
Psikoterapi,
yaşanmakta olan zaman, bugünün sınırlarını kısmen belirleyen yerleşmiş bir
geçmiş ve geleceğe yönelik beklentilerin birlikte ele alındığı bir süreçtir. Ne
var ki azımsanmayacak sayıda psikoterapi ekolü bu boyutlardan birini ya da
diğerini görmezlikten gelme eğiliminde. Örneğin klasik psikanaliz,
deterministik bir yaklaşımla, bugün yaşananların ancak geçmişin ışığında
anlaşılabileceği inancıyla kendisini sınırlarken, Cari Rogers ve Eric Beme
gibi kuramcılar, psikanalizin geçmişe dönük tutumundaki abartıya karşı çıkmakla
yetinmeyerek, insanı geçmişi olmayan bir varlık olarak ele almışlardır.
Geştalt Terapi gibi, geleceğe yönelik gelişmeyi, kullanılmayan potansiyellere
etkinlik kazandırılmasını ve yeni yaşantılar denemeyi vurgulayan ekoller,
aslında terapistlere yardımcı olan en önemli öğeyi, yani kişinin tedavi
ortamına geçmişinden getirdiği olumlu ve yapıcı tutumları görmezden gelirler.
Oysa insanların tedavi için umutla başvurmalarının, tedavi süresince
terapistle işbirliği yapmaya çalışmalarının ve tekrar tekrar gelmelerinin
temelinde geçmişteki olumlu yaşantıları bulunur. İnsanların psikoterapi ile
değişemeyeceği inancında olan kişilerin de göz ardı ettikleri gerçek budur.
Yaşamı boyu onca şeyi yoktan öğrenebilmiş olan insanın, bir "yeniden
öğrenme" süreci olan psikoterapiden bir şeyler kazanabilmesinin
imkânsızlığını savunurken, kendilerinin de geçmişte aştıkları engelleri ve çözümledikleri
sorunları unutmuş görünürler.
Psikoterapi
bir öğrenme süreci olduğundan, tedaviye gelen kişinin terapistle olan
ilişkisinde refleks davranışların ve haberleşme sistemlerinin rolü oldukça
önemlidir. Rus araştırmacıların yıllardır sürdürdüğü çalışmalar sonucu elde
edilen bilgilere göre, refleks davranışlar üç grupta toplanabilir:
"savunma", "spesifik uyum" ve "oryantasyon"
refleksleri. Savunma refleksleri bizi zararlı uyaranlardan korur. Örneğin
gözün kornea tabakası gözkapağı refleksiyle korunur. Spesifik uyum
refleksleri, uyaranları organizmanın kabul edilebileceği sınırlar içinde tutmaya
çalışır. Karanlık bir yerden aydınlığa çıktığımızda gözbebeklerinin refleks
olarak büzülmesi çevremizi görebilmemize yardımcı olur.
Psikoterapi
konusundaki bir tartışma içinde savunma ve uyum reflekslerinden söz edilmesi
ilk bakışta yadırganabilir. Ancak refleksoloji ile psikoterapi arasındaki
yakınlıklara bugüne kadar gereğince eğilinmiş olduğu da söylenemez. Oysa Pavlov'un
bile bir konuşma sırasında, "koşullanma deneylerini" Freud'un
çalışmalarından esinlenerek geliştirdiğini söylediği bilinmektedir. Öte yandan
bir psikoterapi süreci içinde, örneğin tedaviye gelen kişinin, önceki
koşullanmaları sonucu terapistten kızgınlık tepkisi beklediği bir durumda ona
dostça bir destek verilmesinin, savunma ve uyum refleksleri üzerindeki yumuşatıcı
etkisi çoğu terapistin gözlemlediği bir olgudur.
Ancak
psikoterapide asıl önemli olan, oryantasyon refleksleri denilen üçüncü tür
refleks grubudur. Oryantasyon refleksleri, organizmanın içinde ve dışında
ortaya çıkan değişikliklere karşı verilen otomatik tepkilerdir. Örneğin ani bir
gürültü ya da sessizlik dikkat ve uyanıklık düzeyini artırır, hatta kaçışa ya
da savaşmaya hazır olma biçiminde bir alarm yaşanabilir.
"Sözlü
olmayan davranışlar" biçiminde ortaya çıkan oryantasyon refleksleri,
tedavinin ilk anından sona erişine kadar sürekli olarak yaşanan bir olgudur.
Otomatik olarak ortaya çıkan bu tepkiler, örneğin ani bir sessizlik ya da
konuşmanın birden hızlanması ve ses tonunun yükselmesi, terapiste hem o anda yaşanmakta
olanlara ilişkin önemli ipuçları verir, hem de tedavi ilişkisinin
"canlı" bir biçimde sürdürülmesini sağlar. Çünkü bu reflekslerin bir
özelliği de, çevreden sürekli aynı sinyallar geldiğinde canlılıklarını
kaybetmeleridir. Nitekim tedavi süreci yaratıcı dinamizmini yitirdiğinde,
oryantasyon refleksleri ortadan kaybolur ve süreç tekdüze yinelemelerden oluşan
bir duruma dönüşür. Bu durumun yarattığı sıkıcı ortam, tedaviye gelen kişinin
umutsuzluk, terapistin de yetersizlik duyguları yaşamasına neden olur.
Üstesinden gelinememesi kişinin tedaviyi bırakmasına bile neden olabilir.
Bu,
yeterli bir eğitim görmemiş ya da deneyimsiz terapistlerin, getirilen sorun
karşısında hangi yönde hareket edeceklerini bilemeyip donakaldıkları ya da
tedaviye gelen kişinin semptomlarının gerisindeki çatışmaları ona göstermeyi
başaramadıklarında yaşanan bir durumdur. Böylesi bir açmaza girildiğinde, en
azından terapistin bu yaşanmazhk durumunun farkında olduğunu dürüstçe
açıklaması bazen sürecin yeniden canlanmasını sağlayabilir. Eğer terapist
insan davranışlarının gerisindeki dinamik olgular konusunda yeterli bilgiye sahip
değilse, bir süre sonra ilişkide yeniden tıkanıklık baş gösterebilir. Tedavi
ortamında canlılığı ve akıcılığı sağlamak önemli ölçüde terapistin görevidir
ve ne kadar yatkın ve yetenekli olursa olsun, gerekli bilgilerle donanmamış bir
terapistin bunu sağlaması ve sürdürebilmesi oldukça zordur. Bu nedenle
psikoterapi eğitiminde çok önemli olan usta-çırak ilişkisinin, sistemli bir kuramsal
eğitimle desteklenmesinin şart olduğuna inanıyorum.
Tedavi
ilişkisi içinde sözlü olmayan davranışların anlam yönünden önemi, çoğu
psikoterapi ekolü tarafından kabul edilmiş bir olgudur. Buna karşılık tedaviye
gelen kişinin uzandığı divanın gerisinde oturan ve onunla yüz yüze gelmeden bir
ilişki sürdüren klasik psikanalistin, bu önemli gözlem ve tedavi aracından yararlanabilme
imkânları oldukça sınırlı kalır. Ama klasik yöntemin dışına çıkan, hatta sözsüz
mesajlarla psikoterapi uygulayan psikanalistler de olmuştur. Örneğin Frieda
Fromm Reichmann’ın, hiç konuşmayan bir şizofrenik hastasının yanında sakin ve
sessiz bir biçimde saatlerce oturmuş olduğu bilinmektedir.
Oryantasyon
reflekslerinin yanı sıra, psikoterapide ilişki sürecinin ileriye doğru akışını
sağlayan ikinci haberleşme sistemi konuşmadır. Konuşmanın insan yaşamındaki
önemini ortaya koyan en değerli katkılar İsviçre'den Jean Piaget ve arkadaşları
ile Rusya'dan Aleksander Luria ve arkadaşlarından gelmiştir. Rus
araştırmacıların üç ila dört yaşlarındaki çocuklarla yaptıkları deneylerden
birinde çocuk, üzerinde çeşitli renk ve şekilde ışıklar görünüp kaybolan bir
ekranın karşısına oturtuluyor ve kendisine, belirli bir ışık göründüğünde
yanında duran ve bir manometreyle bağlantısı olan pompayı sıkması, aynı ışık
kaybolduğunda da gevşetmesi söyleniyor. Ve çocuk bir türlü başarılı olamıyor.
Buna karşılık ışık göründüğünde "Başla!" diye bağırarak pompayı
sıkması, kaybolduğunda da yüksek sesle "Dur!" diyerek gevşetmesi
söylendikten sonra deney tekrarlandığında, çocuk çok kısa sürede olaya hâkim
olabiliyor.
Biz
yetişkinler de toplama, çıkarma yaparken ya da telefon kadranını çevirirken
kendimizi yüksek sesle sayı sayarken bulabiliyoruz. Ruslar daha da öteye
giderek, bu ve benzeri deneylerden edindikleri izlenimlerden, hareket
yetenekleri bozulan kişilerin tedavisinde yararlanmışlar. Örneğin, tekrarlı
hareketleri yapabilme yeteneğini yitiren Parkinson hastalarının, her bir
hareketin bitiminde içlerinden ya da yüksek sesle kaçıncı harekeli yapmış
olduklarını saymaları istendiğinde, bu yeteneklerini yeniden kazandıkları
gözlemlenmiş.
Bu
konuda Piaget ve arkadaşlarının çocuklar üzerinde yaptıkları gözlemler de çok
aydınlatıcı. Dört ya da beş yaşındaki çocuklar kendi kendilerine yüksek sesle
konuşurlar. Piaget bunların yaklaşık üçte birinin emirler, talimatlar,
tehditler ve yasaklamalardan oluştuğunu saptamış: "Şunu şöyle yaparsan
annen kızar!" gibi. Ruslar ise çocuğun davranışlarını düzenleyen bu tür
konuşmaların yedi-sekiz yaşlarında iç diyaloglara dönüştüğünü gözlemlemişler.
Bu yaşlardaki çocuklar yüksek sesle konuşmazlar, ancak gırtlak kaslarının
elektrografıleri alınarak yapılan incelemelerde çocukların aslında
kendileriyle sessizce konuştukları saptanmış.
Biz
yetişkinler de belirli bir eyleme geçmeden önce, bu eylemin artıları ve
eksileri konusunda bir iç diyaloğu sözcükler kullanarak sürdürürüz. Freud,
yetişkinlerin davranışlarını denetleyici nitelikteki bu iç diyalogları,
kişiliğin süperego bölümü kapsamında değerlendirmiştir. William Lewis'in
belirttiği gibi, psikoterapide de terapistin "tedaviye gelen kişinin
planlarını değiştirme planları" vardır. En azından iç diyaloglarının suçlayıcı,
kısıtlayıcı ya da tehdit edici baskılardan özgürleşebilmesine yardımcı olma
yönünden. Tedavi ilişkisi sırasındaki karşılıklı konuşmalarda terapistten
gelen mesajlar, giderek tedavi edilen kişinin iç diyalogunun bir parçası
haline gelir ve böylece kişi davranışlarını yönlendirmede kendisine rehberlik
edecek yeni ve daha özgür bir dünya görüşü geliştirmeye başlar.
Arı
kovanına yakın bir yere bir tabak bal koyarsanız, bir süre sonra bir arı onu
mutlaka keşfeder, kamını doyurur ve kovanına döner. Aradan uzun bir zaman
geçmeden bir arı filosu belirir ve tabağa üşüşür. İki bin yıl önce bu gözlemi
yapmış olan Aristo, tabağı ilk keşfeden arının kovana giderek ötekilere bir
şekilde önce mesaj verdiğini, sonra da yol gösterdiğini düşünmüştü. 1901
yılında bir Alman araştırmacı, aynı olayı deneysel olarak tekrarlarken ilk
arıyı kovanına kadar izledi, ancak kovandan tekrar tabağa dönerken yakaladı ve
yolundan alıkoydu. Bu durumda yol göstericiden yoksun kalan diğer arıların tabağı
bulamamaları beklenirken öyle olmadı ve arılar en kestirme yoldan bal tabağına
ulaştılar. Olaya şaşıran araştırmacı o zamanlar bunu "manyetik
sezgi" olarak açıklamaya çalıştı. 1918'de Avusturyah biyolog Kari Von
Frisch, bu olgu doğrultusunda, sonradan Nobel Ödülü almasına neden olan bir
dizi deney yaptı ve arıların dans ederek birbirleriyle iletişim kurduklarını
keşfetti. Kari von Frisch'in gözlemlerine göre, ilk arı döndüğünde kovanın
önünde daireler çizerek uçmaya başlar. Bir süre sonra diğer arılar da kovandan
çıkarak onun hareketlerini tekrarlamaya başlar ve bu sırada antenleriyle ilk
arıya dokunurlar. Bu dans sırasında besin maddesinin yerini öğrenen arılar
derhal oraya doğru yola çıkarlar. Besin maddesinin bulunduğu yerin uzaklığı arttıkça,
ilk arının yaptığı dans da farklılaşır ve karmaşıklaşır.
Arıların
kendi aralarında bir dil kullanıp kullanmadıkları yıllarca tartışma konusu
olduktan sonra ve bu sürede dil konusunda öğrenilenlerin ışığında, bu
dansların insandakine benzer bir dil olmadığı, anlık ihtiyaçları giderme
amacına yönelik bir iletişim aracı olduğu anlaşıldı. Ayrıca bu aracın arıların
doğasında kalıtsal olarak varolduğu ve insandaki sözlü dil gibi sonradan
öğrenilmesinin mümkün olmadığı da saptandı. Buna rağmen farklı kolonilere ait
arılar, doğuştan farklı lehçeler kullanırlar. Bu nedenle, örneğin Türkiye'deki
arılar Fransa'daki arıların benzer amaçlı dansını yorumlayamaz.
İnsan
yaşamının ilk aylarındaki iletişim araçları da önemli ölçüde kalıtsaldır ve
önceden programlanmış bir biçimde doğumdan itibaren kullanılır. Hangi ulustan
olursa olsun, başlangıçta bütün bebekler aynı sesleri çıkarırlar. Bu durum
dokuzuncu aydan sonra değişir ve öğrenilmiş dil kullanılmaya başlanır.
Öğrenilmiş dilin yapısı ile o dilin konuşulduğu kültür arasında doğrudan bir
ilişki bulunduğu sanılmakta. Kızılderili lehçeleri üzerinde araştırmalar yapmış
olan B. L. Whorf, bir kavimden edindiği düşünceleri bir başka kavmin lehçesine
çevirmek istediğinde çok zorlanmış, hatta çoğu zaman bunun mümkün olmadığını
görmüş. Örneğin bir kızılderili dilinde isimlerle fiiller arasında hiçbir ayrım
yapılmazken, bir başkasında şimdiki zamandaki olayları geçmiş ya da
gelecektekilerden ayıracak takılar yok. Whorf, bu doğrultudaki çalışmalarından
edindiği ve sonradan bir hayli eleştiriye de konu olan izlenimlerini şöyle
özetlemiş: Dilleri farklı olan gruplar dünyayı da farklı algılar. Dünyaya bakış
biçimindeki bu farklılık, dil yapısının farklı olmasından kaynaklanır. Karşıt
görüşteki araştırmacılara göre ise, dilin yapısını yaşantılarımız
biçimlendirir. İki görüşün de buluştuğu nokta, yaşantı ile dilin iç içe geçmiş
olmaları.
Eddington
Fiziğin Doğası adlı yapıtında, "bir ve bir" "iki"
ettiğinden, bir rakamını incelediğimizde ikiyi de anladığımız için problemi
sonuçlandırılmış farzettiğimizi, ama aradaki "ve"yi de incelememiz
gerektiğini unuttuğumuzu anlatır. Günlük yaşamdaki önemli olaylar kelimelerin
arasındaki sessizlik üzerine inşa edilir. Bir insanla konuşurken onun içten
olup olmadığını bu aralıkta değerlendirir, kararlarımızın çoğunu bu kısa
sessizliklerde oluştururuz. Klasik psikanaliz ekolü, tedaviye gelen kişinin
arada bir sessiz kalmasını tedaviye karşı bir direnç belirtisi olarak yorumlama
eğilimindedir. Oysa tedavi süreci içindeki sessizlik süreleri, kişinin o andaki
içsel yaşantılarını seçebilmesi için çok önemli, hatta gereklidir. Üstelik bu
sessizlik süreleri, konuşmayı bir iletişim aracı olmaktan ne denli saptırdığımızı
görebilmemizi sağlar.
Yaklaşık
son on yıldır gruplarla yaptığım çalışmalarda psikanalitik yönelimli
geleneksel yöntemleri uygulamaktan giderek vazgeçtim ve yerine, yaşanan andaki
varoluşu algılayabilmeye yönelik çalışmalar yaptım. Geleneksel gruplarda olduğu
gibi, üyelerin grup dışındaki yaşantılarını grup ortamında paylaşmalarına bu
gruplarda izin verilmiyor, üyelerin orada ve o andaki varoluşlarını
algılayabilmeleri ve birbirlerine yaşatabilmeleri bekleniyor.
Bu
tür bir çalışmanın, son yirmi yılda Amerika'da yaygınlaşan ve üyelerin
yaşadıkları ya da yaşamış olduklarına inandıkları duyguları
"deklare" ettikleri "burada ve şimdi" gruplarından temelde
farklı olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü "burada ve
şimdi" gruplarında, üyelerin otantik yaşantılarını yansıtabildiklerine
inanmıyorum, ilk yıllarda, özellikle eğitim amaçlı ve kısa süreli bazı grup
denemelerinde istediğim çizgiyi tutturabilmekte bazı güçlüklerim olduysa da,
deneyimim arttıkça, bu tür çalışmalarda yaşamın özüne daha doğrudan
yönelinebildiğine inanır oldum.
Bu
tür grupların başlangıcında, önceden bir yapı sunulmamış olduğu için
genellikle bir sessizlik yaşanır ve bu durum üyelerin çoğunun çeşitli
biçimlerde anksiyete yaşamasına neden olur. Kiminin zihnine yaşanmakta olan
anla hiç ilgisi olmayan düşünceler üşüşür, kimi görevlendirilmişçesine yerdeki
halının desenlerini sayar, kimi dışarıdan gelen ve aslında kendisini hiç
ilgilendirmeyen sesleri dinlemeye koyulur, kimi ise böyle bağlantılar
kuramadığı için kalp çarpıntısı, aşırı heyecan, iç titremesi, vb.
belirtileriyle doğrudan anksiyete yaşar.
Üyelerin
varoluş sorumlulukları kendilerine bırakıldığı için, grup liderinin üyelerin
kendilerini nasıl yaşayacaklarına ilişkin bir beklentisi de yoktur. Gerçek
dünyada da olduğu gibi, kişiye kendisinden başka yol gösterecek kimse yoktur.
Ama insanlar bu sorumluluktan kaçınma ve başka güçler tarafından yönlendirilme
eğiliminde olduklarından, sosyal ayinlerin sağladığı yapılara tutunamadıkları
böylesi durumlarda yaşanan belirsizliğe katlanamazlar. Bazı grup üyeleri ise
grup liderinin yüzünü sürekli izler. Vaktiyle bir tekne gezisi sırasında
yakalandığımız şiddetli fırtına süresince çoğumuzun kaptanın yüzünü izlememiz
gibi.
Böyle
durumlarda yaşanan olgu ayrılık anksiyetesidir. Özgürlüğüyle ne yapacağını
bilemediği için, kendisini fırtınaya yakalanmış bir teknedeki gibi güven verici
bir zeminden yoksun hisseden insanın, gerçek seçimi olmayan bağlantılar kurarak
özgürlüğün ürkütücü hafifliğinden kurtulmaya çalışmasına yol açan bir
anksiyete.
Grubun
ilk beraberliğinin başlangıcındaki bu sessizlik süregelirken bazen bir an gelir
ve üyelerden biri, "Biriniz konuşsanız, artık dayanamıyorum!"
diyerek isyan eder, ama bugüne kadar hiçbir grupta bu imdat çağrısına karşılık
verildiğine tanık olmadım. Ne yapabilirler ki! Aslında kimsenin bir başkasını
yaşatamayacağı gerçeği, "Bir şeyler yapın ve beni yaşatın!"
çağrısının karşısında yaşanan çaresizlikte somutlaşır. Genç meslektaşlarımla
birlikte olduğum kısa süreli ve eğitim amaçlı bir grupta, psikiyatride uzmanlık
eğitimine yeni başlamış bir üyenin isyanını hatırlıyorum. "Ne tuhaf
insanlarsınız hepiniz!" diye söylenmişti. "Bizim Karadeniz'de
insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerine önce bir merhaba der, sonra da
kimsin? neredensin? diye sorarlar." Ama isyanının karşılığı yine sessizlik
oldu.
Genç
üye isyanında kendi "doğrusunu" dile getirmişti. "Gerçeği"
ise yaşadığı bağlantısızlık anksiyetesiydi ve kendi doğrusunun nesnel gerçek
olduğuna inandığı için diğer üyeleri yargılama hakkını da kendine tanımıştı.
Gelenekler bireyin kendini varetme sorumluluğunu hafifletir, ama karşılığı
özgürlükten vazgeçerek ödenir. Bu bir seçimdir. Ama pek çok insan her ikisini
birden istemenin, daha doğrusu, olamayacak bir şeyi beklemekte olmanın
sıkıntılarını yaşar. Bu genç grup üyesiyle yaklaşık bir yıl sonra bir dükkânda
karşılaştığımda bana, bir başka tıp uzmanlığı dalına geçtiğini ve daha mutlu
olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle görünüyordu, çünkü gerçeğiyle doğrusunu
uzlaştırıcı bir seçim yapmıştı ve seçimiyle uyum halinde olmanın huzurunu
yaşıyordu.
Gruptaki
sessizlik sürdükçe bir an gelir üyelerden biri o anda yaşamakta ya da geçen
sessizlik süresinde yaşamış olduklarını hissederek ve hissettirerek dile
getirir. Bu gerçekleştiğinde yaşantı üretme süreci başlamış olur. Çünkü ortaya
çıkan yaşantıya çoğu kez bir başka üyenin ona karşılık veren yaşantısı katılır.
Ama bunun yerine bir üye, yaşadıklarına ilişkin kuru bir monolog söyleyerek
sessizliği "bozarsa", genellikle bir karşılık gelmez ve sessizlik
yine sürer. Otantik yaşantı üretebilme süreci öylece akıp gitmez ve
başladıktan bir süre sonra söner.
Böyle
bir özgürlüğe alışkın olmadığımızdan, üyeler kendilerini ve birbirlerini
hissetmeye çalışarak yaşananlara bir şeyler "katmak" yerine grup
liderine tutunmaya çalışabilirler, ona yaşanmakta olanların anlamına ilişkin
sorular sorarak yaşananları yok edebilirler. Bir başka eğilim de, aydın
kesimin bazı beraberliklerinde gözlemlendiği gibi, belirli bir konu ya da
kavrama tutunup onun çevresinde sonu gelmez düşünsel çağrışımlar yapma
biçiminde görülür. Sözlü davranışların amacından saptırılarak kullanılmasının
en sık görülen şekli de budun
Varolamamanın
yarattığı vakumu, duygudan ve yaratıcılıktan yoksun, içeriği sık sık yinelenen
kompulsif monologlarla doldurma eğilimi yalnızca bazı aydınlara özgü bir olgu
değildir, toplumun diğer kesimlerinde de gözlemlenebilir. Önemli bir maç
sonrasında oyuna ilişkin ve aynı cümlelerin tekrarlandığı sonu gelmez
konuşmalar, bazen maçı izlememiş kişilerin de sanki oradaymışçasına
katılmasıyla sürer gider. Bu, coşkulu bir yaşantının bir sonraki geleceğe
taşınmasından farklı bir olgudur.
İnsan,
varoluşunu gerçekleştirebildiği bir yaşantısı sona erdiğinde bir başka
yaşantıya geçer. Varolabilmek yerine olması gerekenin yaşandığı, dolayısıyla
çevreyle bütünleşmiş bir birliktelik yerine seyirci olarak katılman durumların
ardından insanlar bir başka yaşantıya geçemez ve yaşayamamış olmanın
ağırlığını bir sonraki geleceğe taşırlar. Bu nedenle kendimizi varedemediğimiz
beraberliklerin ardından o beraberlikte olanları irdeler ve yargılarız. Kaza
geçiren insanların sonradan olayı sürekli anlatarak etkisini hafifletmeye
çalışmaları gibi. Hatta bazen toplu bir beraberliğin ardından, katılanlardan
biri, bir diğerini arayarak yaşayamam ış olduğu duyguları ya da varolamamış
olmanın öfkeli isyanını ona aktarmaya çalışabilir. Tabii çoğu kez kişinin
kendini varedememesinin sorumluluğu başkalarına yüklenir. Arkadan konuşma
niteliğindeki bu yargılar ve eleştiriler genellikle açık ya da üstü kapalı bir
biçimde diğer kişi tarafından paylaşılır. Çünkü bir beraberlik alanında
insanlar birlikte bütünleşerek varolurlar ya da kendilerini, dolayısıyla
birbirlerini topluca yok ederler.
Konuşmanın
amacından sapmış bir biçimde kullanılmasının bir nedeni de ayrılık
anksiyetesidir. Bu, özellikle ikili beraberliklerde daha çok yaşanır. Araya
girebilecek sessizliklerin yaratacağı anksiyeteyi yaşamamak için boşluk
doldururcasına yapılan konuşmalar gerçek yaşantımızın ortaya çıkmasını engeller.
Ya da daha doğru bir deyişle, varolamamamızın yarattığı boşluktan kaynaklanan
anksiyete, kompulsif konuşmayla giderilmeye çalışılır. Psikanalitik
terminolojiyle bunu, varolamayan egonun süperegonun uzantısı durumuna gelmesi
olarak açıklayabiliriz. Dolayısıyla gerçek yaşantımızla bütünleşebilen
konuşmalarımızın günlük yaşamımızdaki oranının ne olduğu sorusunun cevabı çok
da iç açıcı olmaz.
Bunun
bir nedeni de, zedelenme ya da bir başkasını zedeleme korkularını yoğun
biçimde yaşamamız. O kadar ki savunmaya yönelik davranışlarımızı önemli ölçüde
bu kaygıların çevresinde oluşturup hem kendimizin diğer insanlara, hem de
onların bize ulaşmasını engellemiş oluyoruz. Tüm dikkatimiz kaçınma
tepkilerimiz üzerine odaklaştığından, çoğu kez korktuğumuzu da
algılayamıyoruz. Zedelenmeyi ya da zedelemeyi yaşamaktansa varolmamayı yeğliyoruz.
Öte yandan yaşamazlık sonucu biriken öfke ve saldırganlığı, açık ya da dolaylı
yoldan, bu durumun sorumlusu olarak gördüğümüz çevremize, bunu yapamadığımızda
da organlarımıza yöneltiyoruz. Ama kendimizi yok etme pahasına kaçındığımız
zedelenme ve zedelemeyi yine de yaşıyoruz. Kendimizi varedebildiğimiz
zamanlarda içimizde öfke sıkışmadığı için yıkıcılık tehdidi azalır, çevre-
mizdckilcr
tararından "hissedilebilme" olasılığı artar. Bu, düşünce düzeyinde
anlaşılabilmeden öte bir yaşantıdır; birlikte olduğumuz kişinin de kendisini
hissettirebilmesine yol açan ve gidebildiğince ileri doğru hareket eden bir
süreci başlatabilir.
Psikoterapide
de kişi ilk görüşmeye gelirken, umudunun yanı sıra, terapist tarafından
anlaşılmayacağı, küçük görüleceği, zedeleneceği ya da kendisinden yapamayacağı
şeyler bekleneceği kaygılarını yaşayabilir. Bu olumsuz beklentilerin gerçekleşmemesinin
sağlanabilmesi tedavi sürecinin temel araçlarından biridir. Grup
çalışmalarında ise üyeler bu olumsuz beklentileri terapist ya da grup
liderinden çok birbirlerine yansıtırlar. Zedelenme ve zedeleme korkularına
karşı, kişisel yaşantıları nesnelleştirme ve kavramlaştırma en sık kullanılan
kaçınma tepkisidir.
Grup
beraberliklerinde bir başka kaçınma yöntemi de oldukça sık kullanılır. Üyeler
birbirlerine ya da gruba ilişkin duygularını doğrudan ilgili kişi ya da
kişiler yerine terapiste ileterek onu bir tampon aracı olarak kullanmaya
çalışabilirler. Özgürlüğün ürkütücü hafifliği sonucu üyelerin başlangıçta grup
liderine tutunmaya çalışmalarına biraz el verilmesinden yanayım, ama bir
yandan da yaptıkları kendilerine gösterilmek şartıyla. Çoğu grupta, üyelerin
yönlendirilme ve yöneltilme talepleri ile grup liderinin üyelere kendi
sorumluluklarını iade etme çabalarının oluşturduğu çekişme, hızı azalarak
sürer.
Bu
satırların yazıldığı günlerden bir süre önce katıldığım bir grup çalışmasının
her aşamasında, üyelerin grup dışı yaşamlarında özgür olamadıklarına ilişkin
yakınmaları ile grup içinde benim tarafımdan yönlendirilme taleplerinin
oluşturduğu çelişki öylesine belirgin bir hale gelmişti ki, üyelerden birine,
"Gelin bizi yönetin ki biz de sizden ve yönetiminizden yakınarak
kendimizden kurtulalım diyorsunuz!" dediğimi hatırlıyorum. Aslında insan
doğasındaki bir paradoks bu, hepimizin yaşadığı.
Yaşayan
süreçler kavramlara sokulmak istendiğinde yok oluyorlar. Bu nedenle insanın,
içinde yaşadığımız dünyanın biçimsel beklentilerinden sıyrılıp varoluşunu
otantik olarak yaşayabildiği anların sayısı çok da fazla olamıyor. Varolabildiğimiz
zamanlarda egonun süperegoyla sürdüregeldiği iç diyalog da susar. Otantik
yaşantı düşünce düzeyinde fark edildiğinde, süperego yeniden devreye girer ve
yaşantı sona erer. Bir insan, "Mutluyum!" dediğinde, bir önceki zaman
dilimindeki yaşantısını ilan etmekle meşgul olduğundan mutluluğu artık
doğrudan yaşamamaktadır. O anda, bir önceki anda mutlu olmuş olduğunu ilan
etmenin mutluluğunu yaşıyor olabilir ki, bu başka bir yaşantıdır. Bu nedenle
okuyucuma otantik yaşantının kavramsal bir tanımını sunamıyorum.
Varoluşçu
psikiyatri alanında yazılı ürün vermiş bazı Amerikalı meslektaşlarımın,
çalışmalarımda bana ışık tutmuş olan seçkin yapıtlarında, seyrek de olsa zaman
zaman mutluluğun tanımına yaklaşan tartışmalara girmelerini yabancıladığımı dile
getirmek istiyorum. Bunu, Amerikan toplumunun yapısallığa ve yönergelere
duyduğu ilgiyle ve 1989 yılında o ülkede ödül alan "Don't Worry! Be
Happy!" şarkısının içeriğinde somutlaşan Amerikan tarzı iyimserlikle
açıklama eğilimindeyim. Trajediyi yadsıma eğiliminde olan bir kültürün
üyelerinin yaşamın özüne ulaşabilme olasılığı da sınırlanır. Ya da gerçek
trajediyi yaşamamak için, üretilmiş acı ve kahırla kendisini afyonlayan bir
başka kültürün üyeleri.
Trajediyi
yadsıyan kültürlerin değerlerinin inandırıcı olamayacağı düşüncesindeyim.
Çünkü trajedi insanın derinliklerinde yaşanan bir olgu. Varoluşunun
sorumluluğunu üst sistemlerin egemenliğine terk etmiş çağdaş insan, kişisel
trajedilerin yaşanamamasının yüzeyselliğinden kaynaklanan kolektif bir trajedinin
parçası olabilir yalnızca. Varoluşçu psikiyatri alanında önemli yapıtlar vermiş
olan Boss, Binswanger, Laing ve Frankl gibi Avrupalı çalışmacıların, yaşamı
trajedisiyle birlikte vc öylece kabul ederek anlamaya çalıştıklarını
düşünüyorum. Tabii Doğu kökenli düşünürlerin bugün Batıhlann yaklaşmaya
çalıştıkları yere yüzyıllar önce ulaşabilmiş oldukları gerçeğini de göz ardı
etmeyerek. Yukarıda sözünü ettiğim Amerikalı yazarlardan biri Avrupalı
varoluşçuları karamsar bulduğunu dile getirirken, bunun Avrupa'nın yaşamış
olduğu savaşlardan kaynaklandığı görüşünü savunuyor. Ama o savaşlar, açtıkları
yaraların yanı sıra bir yaşamışlık birikimini de birlikte getirmiyor mu?
İnsanın
kendi varoluşunu algılayabilmesine giden yol, sanıyorum, öncelikle kişinin
kendisini nasıl varedemediğini yakalayabilmesi ve görebilmesiyle açılmaya
başlıyor. Bence çoğu insanın bir şeyler "yaparak" varolabileceğine
inanmış olması bu yolun açılmasını engelliyor. Çünkü "olmak"
"yapmak"tan önce gelir. Varolamadan yaptıklarımız kendimizden
doğamaz. Varolabildiği anlarda insan, en başından yaptığı seçimler doğrultusunda
kendiliğinden hareket etmeye başlar. Kuşkusuz, bazı kararlarımızı, "Bunu
şu amaçla yapıyorum," diyerek veriyoruz. Ama bunlar genellikle üst
sistemlerin kendimize yansıttığımız beklentileri doğrultusunda verilmiş
kararlar oluyor. Çoğu kez kendimiz için önemli seçimlere doğru hareket ederken,
bir seçim yapmış olduğumuzu ve bu seçimi uygulamakta ya da yaşamakta
olduğumuzu bilinçli olarak fark etmiyoruz, ancak olay bittikten sonra önemli
bir seçim yapmış olduğumuzu idrak edebiliyoruz. Psikoterapide de kişi,
yaşamını yeniden yönlendirecek seçimleri ve eylemleri, çoğu kez önceden karar
almadan ve yaşarken kendini gözlemlemeden öylece gerçekleştiriveriyor.
Grup
beraberliklerinde yol alındıkça sessizlik süreleri artık ürkütücü gelmemeye
başlar. Çünkü giderek bu dönemlerde insanın kendisini ve yaşadıklarını daha
net seçebilmeye başladığının farkına varılır. Bazı gruplardaki sessizlik
sürelerinde "hem birlikte hem yalnız" olabilme özgürlüğünün hafifliği
yaşanır. Böyle zamanlarda kişi, hem kendi yaşadıklarını hem çevresindeki
insanlarla arasındaki "bağı" algılayabilir. Olağanüstü bir duygudur
bu! Alışılagelmiş sosyal beraberliklerimizde ise frekansımızı çevremize karşı
görevlendirilmişçesine ayarladığımızdan, sonuç çoğu kez bir performans
dizisinden öteye gidemez.
Bir
insanın önceden bir sessizlik dönemi yaşamadan da varoluşunu algılayabildiği
anlar ya da süreler olabilir. Ancak yaşantıdan kopuk konuşmaya çok şartlanmış
olduğumuzdan, grup çalışmalarının başlangıcındaki sessizlik dönemlerinin yaşanması
genellikle gereklidir. Bu alışkanlık öylesine yerleşiktir ki, üyeler otantik
varoluşu yaşayabilseler bile bu uzun sürmez, alışılagelmiş konuşma biçimlerine
dönülerek özgürlükten kaçılır. Ama ürkütücü olduğu kadar hafif ve daha gerçek
bir başka oluş biçiminin kısa bir süre için olsa da yaşanmış olması, bu farklı
deneyimin bir süre sonra hatırlanmasına neden olur. Üyeler otantik olmayan bir
durum içinde sürüklenmekte olduklarını fark ettiklerinde, otantik bir varoluşa
dönüş ısmarlanabilecek bir yaşantı olmadığı için, yeni bir sessizlik dönemi
kendiliğinden yaşanmaya başlar.
Yıllar
önce katıldığım kalabalık bir davette, uzağımdaki bir kadın ve bir erkeğe gözüm
takıldı. Yeni tanıştıkları ve birbirlerinden hoşlandıkları davranışlarından
hissedilir gibiydi, özellikle de genç kadın tarafında. Bir ara yanlarından
geçmem gerekti. Genç kadının karşısındaki erkeğe ülkenin toplumsal sorunları
ve çözüm yolları üzerine sıkıcı bir söylev vermekte olduğunu işittim. Oysa
beden diliyle verdiği mesaj bambaşkaydı. Davetin sonuna doğru bir ara kendimi
yine onlara yakın bir konumda buldum. Genç kadının söylevi sürüyordu, erkeğin
yüzü sarkmıştı ve beraberlikleri ölü doğmaya mahkûm bir ilişkiye gebe
görünüyordu. En azından benim izlenimim buydu. Ama çarpıcı olan, genç kadının
sözlü ve sözsüz davranışları arasındaki uçurumdu. Hepimizin çoğu zaman farkına
varmadan yaşadığı, bazen de başkalarında gözlemlediği evrensel bir olgudan
söz ediyorum aslında.
Anlattığım
olay, psikiyatride alışılagelmiş bir yaklaşımla, genç kadının geçmiş
yaşamındaki bazı koşullanmalar sonucu, reddedilme korkularına karşı böyle bir
savunma sistemi geliştirmiş olduğu varsayımıyla açıklanabilir. Ancak
paleopsişik süreçler konusunda yapılan araştırmalardan edinilen izlenimler bu
olguya farklı bir açıdan da bakmamızı gerektirecek nitelikte. Çünkü bu
araştırmalar, sözlü ve sözsüz davranışlar arasındaki kopuklukların yalnızca
bireyin kişisel tarihinden mi, yoksa bunun yanı sıra, insanın evrim süreci
içinde geliştirdiği bazı kolektif davranış özelliklerinin onun doğasına mal
olmasından da mı kaynaklandığı sorusunu da beraberinde getirmekte.
Amerika'da
National Institute of Mental Health'in birimlerinden Laboratory of Brain
Evolution and Behavior'un yıllarca başkanlığını yapmış olan Paul McLean’e göre,
beynin evrimsel yapısı hiyerarşik bir düzendeki üç katmandan oluşur. Ona göre
bu üç katman yapısal ve kimyasal yönden birbirinden oldukça farklıdır. En üstte
beynin korteks tabakası bulunur. Bu bölge insan-öncesi varlıklarda oldukça
gelişmiş, insanda ise daha da karmaşık bir yapıya dönüşmüştür. Daha derin
katmanlar ise memeliler ve sürüngenlerle ortak yapısal özellikler taşır.
Tıp
öğreniminden önceki eğitimi kimya ve biyolojinin yanı sıra jeoloji ve felsefeyi
de içeren Paul McLean, paleopsişik süreçlerin incelenmesine yıllarını
vermiştir. McLean'e göre biz bir değil, üç beyne sahibiz ve her biri dünyayı
kendine göre algılayıp tepki veriyor. Archipallium, paleopallium ve neopallium
adlarını taşıyan bu bölgeler, sürüngen, eski memeli ve yeni memeli beyinleri
olarak da anılırlar. Bu üç beyin, birbiriyle bağlantılı üç ayrı biyolojik
bilgisayardır. Her birinin kendi zekâsı, kendi öznelliği, kendi zaman ve mekân
duyusu, kendi belleği ve kendine özgü işlevleri vardır.
En
derin katman R-komplekstir, beynin en eski kısmıdır ve bu organın Basal Ganglia
denilen bölgesine tekabül eder. Beynin en derininde, Richard Restak'ın
deyimiyle, bodruma atılmış eski bir oyuncak gibidir. Kertenkele ve
sürüngenlerde beyin yapısının büyük bir bölümünü oluşturur. Reptilyen
(sürüngen) beyin ya da R-kompleks, öğrenilmemiş ve programlanmamış davranış
dizilerini sağlar. Selektif boyamayla, R-kompleks ile beynin diğer bölgeleri
arasında belirgin bir farklılık saptanmıştır. McLean'e göre, Globus Pallidus
ve Caudate Nucleus'un koyu bölgeleri R-kompleksin önemli parçalarıdır.
Kertenkelelerin
davranışlarını videoteyple kaydederek inceleyen McLean, yaklaşık yirmi
davranış örüntüsü saptamıştır: yaşam alanı edinme, kızgın sesler çıkarma,
yiyecek arama, istifçilik, selamlaşma ve sosyal gruplaşma gibi. Bu
gözlemlerde, özgeci davranışlar ya da anahk-babalık gibi bazı davranış örüntülerinin
dışında, kertenkelelerin birçok davranışının insanlarınkine çok benzediği fark
edilmiştir. McLean'e göre R-kompleks gibi eski beyin bölgeleri, kendi
programlarını bağımsızca uygulayarak davranışlarımızı etkilemektedirler.
McLean,
gözlemleri sonucu, ritüelizm, otoriteden korku ve otoriteye boyun eğme gibi
bazı davranışların da R-kompleksin ürünü olabileceği izlenimini edinmiştir.
Hatta obsesif-kompulsif belirtilerin ve günlük yaşamımızda zaman zaman gösterdiğimiz
bazı diğer mantıkdışı davranışların da bu bölgeden kaynaklanmasının güçlü bir
olasılık olduğu görüşündedir.
Gerçekten
de bazı araştırmalar bu varsayımı destekler nitelikte. University of
Calıfornia at L.A.'den Lewis Baxter'in obsesif-kompulsif belirtilerden yakman
kişiler üzerinde PET (Positron Emission Tomography) ile yaptığı bir
araştırmadan edindiği sonuçlar gibi. Baxter araştırmasında, bu kişilerin
orbital bölgeleri (pre-frontal korteksin gözlerin tam üzerine rastlayan kısmı)
ile Caudate Nucleus'ta (R-kompleksin bir parçası) aşırı aktivite olduğunu
saptamış. Istemdışı hareketlerle ortaya çıkan Parkinson hastalığında ve
Tourette sendromunda da aynı beyin bölgelerinin etkili olduğu zaten
bilinmektedir. Örneğin Parkinson hastalığında R-kompleksin Substantia Nigra
kısmında normal olarak bulunan nörokimyasal dopamin'de bir eksiklik söz
konusudur, ilginç olan bir başka yön, bu bilgilere sahip olmayan on dokuzuncu
yüzyıl nörologlarının, Parkinson hastalarında gözkapaklarının seyrek kapanması
olgusuna "timsah bakışı" adını vermiş olmaları. Baxter'e göre,
kişinin kendi istemi dışında zihnine üşüşen düşünceler ya da istemdışı
tekrarlanan eylemlerle ortaya çıkan obsesif-kompulsif belirtiler de orbital
bölge ile Caudate Nucleus arasındaki bir etkileşim bozukluğundan
kaynaklanmaktadır.
Kendimizi
mantıklı varlıklar olarak değerlendirme eğilimindeyiz, ama günlük yaşamımızda
yaptığımız mantıkdışı davranışların sayısı da azımsanamaz. Geçmişte bu tür
davranışları bilinçdışı süreçlerle açıklama eğilimi vardı, bugün ise R-kompleksten
kaynaklandığını düşünenler var. R-kompleks ya da sürüngen beyin, atalarımızdan
kalan izlerle doludur ve davranışlara o doğrultuda (ritüelist) bir yön verir.
Yeni ve alışılmamış durumlarla karşılaşıldığında işe yaramaz. Ancak yine de
hepimiz bu kalıtsal süperegonun tutsağı gibiyizdir. Richard Restak'a göre,
liderlerimizi R-kompleksimizle seçtiğimiz gibi ilginç ve eğlendirici
spekülasyonlar bile yapılmakta.
İkinci
katman olan ve memelilerde bulunan limbik beyin, duygu yaşantılarıyla ilgili
sinirsel yapıyı içerir. Limbik sistem R-kompleksin çevresini sarar, bu nedenle
Latincede yüzük ya da halka anlamına gelen limbus'tan esinlenerek
adlandırılmış, limbik sistem terimi de ilk kez 1952'de yine McLean tarafından
kullanılmıştır. Önceleri bu bölgenin koku alma işlevleriyle ilgili olduğu
sanılırdı, sonradan farklı ve çok karmaşık bazı işlevleri üstlendiği
anlaşıldı.
1939
yılında bir maymunun Amygdala'sının (limbik sistemin bir parçası) tahrip
edilmesiyle gerçekleştirilen ilk deneyde, uyarılma, kızgınlık ve korku
belirtileri gözlemlenmişti. O günlerden bu yana yapılan çeşitli deneylerde,
limbik sistemin diğer bölgelerinin uyarılması ya da tahrip edilmesi de duygusal
tepkilerde önemli değişimlere yol açmıştır. Ama bu konudaki en önemli bulgular
epilepsiyle ilgili çalışmalardan edinilmiş, limbik sisteme komşu bölgelerden
kaynaklanan epileptik deşarjların çok canlı duygusal yaşantılara yol açtığı
saptanmıştır.
Beynin
bilgi kapasitesi, en üst ve en gelişmiş katman olan serebral kortekstedir.
Algılama, analiz etme ve organizmanın içinden ve dışından gelen bilgileri
depolama işlevlerini üstlenir. Ne var ki, korteksin bu işlevlerini
sürdürebilmesi için dikkatli bir uyanıklık durumunda olması gerekir. Dikkatli
uyanıklığı da beyin sapında bulunan ve RAS (Reticular Activating System) denilen
bir bölge sağlar. Bu bakımdan korteks RAS'a doğrudan bağımlıdır. Uyurken biri
bizi çağırırsa, RAS'ta bir eksitasyon dalgası başlar, bu dalga önce beynin
işitmeyle ilgili bölgelerini, sonra yukarı doğru hareket ederek motor korteksi
etkiler ve yerimizden kalkmamıza neden olur.
RAS'ı
tahrip edilen kediler, ismi de çağrılsa, iğne de batırılsa uyumaya devam
ederler. Bir kibrit başı büyüklüğündeki kan pıhtısının RAS'ta takılıp kalması,
korteksin sağlam olmasına rağmen, dönüşü olmayan bir komaya neden olur.
Algılama
süreçlerinde üç ayrı grup beyin hücresi birbirini tamamlayıcı üç farklı işlevi
üstlenir: örneğin görme, görülene anlam verme (ya da tanıma) ve görülen ile
işitileni tek bir algılama sürecine dönüştürme. Algılama tabii ki tek başına
bir anlam taşımaz. Bu satırları okurken gerekli olan süreçleri, dikkatli
uyanıklık ve algılama, işlemden geçirme ve sonradan hatırlama olarak
sıralayabiliriz. Ama iş burada da bitmez, okuduklarınızdan hoşlanmayıp sonraki
bölümlere geçmek isteyebilirsiniz. Böylece istemli eylem ortaya çıkar. Eylem
motor kortesi ilgilendirir. Beynin en öndeki bölgesi olan frontal lob'da
bulunan motor korteks bir bilgisayar gibi çalışır. Tabii bir de programcı
gerekir ve bu görevi de prefrontal lob üstlenir. Niyet etme, eyleme karar
verme ve en karmaşık davranışları düzenleme gibi işlevler bu bölgeden
kaynaklanır.
Prefrontal
lobun işlevleri hakkındaki ilk bilgilerimiz 1940 ve 50'lerde edinilmiştir.
Lobotomi adıyla bilinen ve o yıllarda şizofrenik bozuklukların tedavisi
amacıyla uygulanan bu cerrahi işlemde prefrontal lobun lifleri kesildiğinde,
hastalarda inisiyatif kaybı, künt bir sükûnet, çevrenin değişmesini istememe
gibi değişimler gözlemlenmişti. Bu ve diğer bazı olgulardan edinilen bilgilerin
ışığında bugün, prefrontal bölgenin amaca yönelik davranışları yönettiğini
biliyoruz.
Rus
nöropsikolok Aleksander Luria'nın da belirttiği gibi, beyni üç işlevsel birimde
inceleyebiliriz: dikkatli uyanıklık, bilgi işlem ve eylem. Beyinde on beş
milyar sinir hücresi bulunur. Bu hücrelerin tümünün birbiriyle ilişkiye
geçtiğini farzedelim. Bu bizi hiçbir beynin ya da bilgisayarın baş edemeyeceği
bir karmaşıklık düzeyine getirir. Dolayısıyla, organizmanın optimal bir düzeyde
çalışabilmesi için bu üç birim arasında dengeli bir etkileşim gereklidir.
Bilinçli düzeydeki her etkinlik bu üçünün ortaklaşa hareket etmesi sonucu
ortaya çıkar. Bir başka deyişle, beynin bir bölgesinde algılayıp bir başka
bölgesinde harekete geçmiyoruz. Bundan ötürü belirli bir etkinliğin beynin
neresinde lokalize olduğu sorusu da anlamını yitirir. Bunun nedeni, beynin bir
süreç olarak çalışmasıdır.
Kalabalık
bir toplulukta, aslında hiç hoşlanmadığınız, ama iyi ilişkiler sürdürmeniz
gereken biriyle karşılaştığınızı düşünün. Serebral korteksiniz gülümsemenizi
ve nazik bir konuşmayı sürdürmenizi sağlarken, aynı zamanda, limbik sisteminiz
o kişiye ilişkin olumsuz duygulan, hatta bazen kalp atışlarının hızlanması gibi
fiziksel belirtilerle birlikte size yaşatmaya başlayacak, bütün bunlar olurken
R-kompleks de çeşitli beden dili araçlarını harekete geçirerek, örneğin
başınızı fazla sallamanıza ya da ayaklarınızın durumunu sürekli değiştirmenize
neden olabilecek ve ancak dikkatli bir gözlemci, konuşulanlarla bedensel
davranışlar arasındaki uyuşmazlığı fark edebilecektir.
Bu
varsayımları kanıtlamak tabii ki çok güç. Ama yine de Oseaı VVildc'ın şu
sözlerini hatırda tutmakta yarar olabilir: "Öyle çahşnıalaı yapılır ki,
bir kenarda bekler durur ve insan onlan uzun süre anlayamaz; bunun nedeni,
henüz sorulmamış soruların cevaplan olmalarıdır; ne yazık ki bu sorular,
cevaplarından çok sonra ortaya atılırlar."
McLean
ve bazı araştırmacılar, görme, işitme gibi duyu inputlannm yalnızca kortekse
değil, limbik sisteme de aktarıldığını saptamışlardır. Duygular arı
biçimleriyle limbik sistemden, kompulsif ve ritüelistik eylemler R-kompleksten,
soyut düşünce ise korteksten kaynaklanır. Ruhsal bozukluklarda, epilepside ve
uyuşturucu madde zehirlenmelerinde korteks ile limbik sistem arasındaki,
dolayısıyla da düşüncelerle duygular arasındaki göreli uyum bozulur. Korteksle
limbik sistem arasındaki kopukluğun en dramatik örneği, kişinin kendi
kimliğini algılayamaması ile ortaya çıkan depersonalizasyon fenomenidir. Paranoid
psikoz gibi bazı uç durumlarda ise, görülene inanma yerine, inanılanı görme
biçiminde bir karışıklık yaşanır.
Epilepsiyle
ilgili bazı çalışmalar göstermiştir ki, yaşadığımız duyguların dış dünyamızda
yer alan olaylarla ilişkili olması şart değildir. Duygularımızın yoğunluk
derecesi de yaşadıklarımızın otantik olması açısından bir ölçü değildir.
İşte
bu bulgulardan hareket edilerek, limbik sistemin, organizmanın dışından ve
içinden kaynaklanan yaşantıların entegrasyonunu sağlayarak kişisel kimlik
duygusuna katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Wilson, Sociobiology adlı
ve hayli ilgi çekmiş olan kitabında şöyle diyor: "Stres durumlarına
girildiğinde, hipotalamik-limbik sistem insanın bilinçli dünyasını, birbirine
karşıt duyguların eşzamanlı yaşandığı 'ambivalans' durumuna sokar; sevgi
nefretle, saldırganlık korkuyla, dünyaya açılma içe kapanmayla birlikte
yaşanır."
Günümüzde
birçok bilim adamı, 2000’li yıllara girerken bilim dünyasının ilgileneceği en
önemli konunun beyinle ilgili araştırmalar olacağı inancında. Bu görüşe
katılanların arasında fizikçilerin de olması ilginç. Çünkü fizik, katı bilim
olarak nitelendirilen ve dünyayı nesnel bir biçimde ele alan bir disiplin.
Buna karşılık beyinle ilgili araştırmalar, bazen görüş ayrılıklarina konu
olabilen ve daha yumuşak bir disiplin olan biyolojinin konusu. Buna rağmen
giderek ön plana çıkmaları oldukça anlamlı. Çünkü, "Gerçek nedir?",
"Bildiklerimizi nasıl biliyoruz?" gibi önceleri filozoflar
tarafından cevaplandırılmaya çalışılan sorular, şimdi biyolojinin konusu
haline gelmekte. Bu gelişmeler içinde belirmeye başlayan ve
"psikobiyoloji" diye adlandırılan yeni bir alan, insanın, beyni
inceleyerek kendisini anlamaya çalışmasını içeriyor ve yukarıda sözü edilen
soruları cevaplamaya çalışarak felsefenin yerini almayı amaçlıyor.
Geleneksel
felsefe günümüzde eski gücünü kaybetmiş görünüyor. Bugün hayatta olmayan ünlü
fizikçi Richard Feynman, Playboy dergisinin kendisiyle yapmış olduğu bir
görüşmede, "Filozoflar zamanlarının bilimsel gelişmelerini görmezden
gelirlerse, anlamak istedikleri şeyleri anlamaları mümkün olamaz!"
demişti.
Yakın
geçmişte bile geleneksel filozoflar, zihinsel işlevleri incelerken konuyu
yalnızca davranışlar yönünden ele almışlar, beynin kendisine ilgi
göstermemişlerdir. Geçmişteki bu boşluk, günümüzde yeni bir alan olarak ortaya
çıkmaya başlayan "Nörofılozofı" ile başarılı bir biçimde giderilmekte.
Tabii
geçmişteki tek yönlülük felsefeye özgü bir durum değildi ve geleneksel tıp
bilimi de felsefeninkine karşıt bir seçicilikle ilgisini beyne
odaklaştırmıştı. Biyolog Sir Julian Huxley'in, "Beyin tek başına zihin
için bir neden olamaz, ama zihnin oluşumu için gereklidir. Tek başına
soyutlanmış bir beyin, biyolojik bir saçmalık olmaktan öte bir anlam
taşımaz!" biçimindeki isyanı, beynin bir organ mı (şey mi?), yoksa bir
süreç mi olduğu sorusunu bir kez daha hatırlatmakta.
I’sikobiyolojinin
bir disiplin olarak ortaya çıkmasından önce, beyin ve işlevlerini felsefi
düzeyde anlama çabalarının ürünü olan görüşler iki grupta toplanmıştı. Bir
görüşe göre, biz şeyler (nesneler) dünyasında yaşarız ve bu dünyada insanlar ve
ılıgeı nesneler bir günden diğerine çok az değişir. İkinci görüşe goıe, dünya
sıııeçlerden oluşur. Biz bu süreçlerin parçalarını çerçevelere koyarak
algılarız ki bu, geçmişte hiç de popüler olmayan bir görüştü. Ama sonradan,
modem fiziğin önemli ölçüde bir süreç bilimine dönüşmesi ve buna karşılık
beynin bir "şey" durumunda kilitlenmiş olmasının yarattığı çelişki,
birinci görüşü savunanların durumu yeniden gözden geçirmelerine neden oldu.
Tabii, sosyal bilimler gibi, doğası gereği birinci görüşe bağlılığını sürdüren
bazı disiplinler dışında. Beyin-bilgisayar kıyaslamalarından öğrenilenler de
Genel Sistemler Kuramı (General Systems Theory) çerçevesinde
değerlendirilerek, zihin ve beden İkilisi diye bir dualizmin olamayacağı
inandırıcı bir biçimde ortaya kondu. Böylece, filozof Gilbert Ryle'in 1947'de
"kategori hatası" dediği duruma da açıklık getirilmiş oldu.
Bu
konuda Richard Restak'ın bir benzetmesini burada aktarmak açıklayıcı olabilir:
Sekiz yaşında bir çocuk ömründe ilk kez Washington D.C.'ye götürülüyor. İlk gün
Kongre Binasını, ikinci gün Beyaz Saray'ı, üçüncü gün Yüksek Mahkemeyi görüyor,
ardından merakla soruyor: "Bütün bunları gördüm, peki ama devlet
nerede?" Tabii çocuğun sorusu bir kategori hatasından kaynaklanıyor. Her
üç bina da fiziksel olarak belirli alanlarda olabilir, ama devletin kendisi
farklı bir kategori; bu üç kurumun birbiriyle etkileşimini tanımlayan en üst
kategoridir.
Fizikte
geçerli olan Heisenberg ilkesi, beyin araştırmaları için de söz konusudur:
Araştırmada kullanılan yöntemler elde edilen sonuçları etkiler. Gerçeğe ulaşma
umuduna yaklaştığımız her an, ona ulaşmak için yeni ve beklenmedik yolları karşımıza
çıkaracak ve bu böylece sürüp gidecek. Yazgımızın bir parçası olan bu açmaz
vaktiyle filozof Demokritos tarafından şöyle dile getirilmiş: "Lanet olası
akıl, sen tüm verilerini bizden aldığın halde bizi devirmeye çalışıyorsun. Ama
bizim devrilmemiz senin de düşüşün olacak!"
Beyin
tek başına zihin denilen olgudan sorumlu değildir, yalnızca ortaya çıkışı için
gerekli bir organdır. Ama acaba bunun karşıtı da geçerli olamaz mı? Yani beyin
de zihinsel süreçlere muhtaç değil midir? Sensory deprivation
deneylerinden edinilen sonuçlar bu soruya olumlu cevap verebilmek için yeterli
görünüyor. Bu nedenle, uyaran yoksunluğu (sensory deprivation) denilen
olguyu burada bir özetle hatırlatmakta yarar görüyorum.
Kutup
kâşiflerinin, batan gemilerin günlerce denizde kalan tayfalarının ya da
dünyadan soyutlanan savaş tutsaklarının duygularında, algılarında ve
düşüncelerinde çeşitli sapmalar gözlemlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda on
sekiz ay tek başına bir hücreye kapatılmış olan Christopher Bumey, "Bir
süre sonra, değişikliğin ve çeşitliliğin bir çeşni olmaktan öte, yaşamın özü
olduğunu anladım," demişti. Sürekli tekdüzelik de normal kişilik
işlevlerinin bozulmasına yol açabilmektedir. Uzun yol kamyon sürücülerinde
dikkat ve oryantasyon bozuklukları, bazen de halüsinasyonlar gözlemlenmiştir.
Algı
kısıtlanmasının davranışlar üzerindeki önemli etkilerinin uzun süredir
bilinmelerine rağmen, konu ancak 1954'te Kanada'daki McGill Üniversitesi'nde,
Bexton, Heron ve Scott tarafından gerçekleştirilen uyaran yoksunluğu
deneylerinden sonra önem kazanmış ve yaygın bir biçimde incelenmeye başlanmıştır.
Bu ünlü deneyle başlayan süreçten edinilen bilgilerden günümüzde astronot
eğitimine kadar uzanan çeşitli alanlarda yararlanılmaktadır.
McGill
Üniversitesi'nde yapılan ilk deneyde erkek kolej öğrencileri, ücret
karşılığında beş gün süreyle ses geçirmez bir odada soyutlanmışlardı. Gözler,
ışığı geçiren ama şekillerin algılanmasını engelleyen maskelerle örtülmüş,
eldiven ve sargılarla dokunma duyusu azaltılmıştı. U harfi şeklindeki
yastıklar ve hava arıtıcı bir aygıtın tekdüze gürültüsüyle işitme duyusu da
kısıtlanmıştı. Yaklaşık beş günlük bir sürenin sonunda, deneye katılanlarda
güçlü bir uyarılma isteği, algılama sapmaları, şaşkınlık, dikkat toplayamama,
mekân oryantasyonunda bozukluklar ve duygusal dengesizlikler gözlemlenmişti.
Yirmi dokuz öğrenciden yirmi beşi deney sırasında beliren halüsinasyonlardan
söz etmişlerdi. Bu halüsinasyonlar, geometrik biçimlerden, karlı bir alanda
omuzlarında torbalarıyla bir sıra halinde yürüyen sincaplar gibi karmaşık
görüntülere kadar çeşitlilik göstermişti.
Uyaran
yoksunluğu deneyleri, beynin dış dünyaya bağımlı olarak çalıştığını ve dış
dünyadan soyutlandığında, uyarılma ihtiyacını, en azından bir süre için yine
"kendisinin" karşılamaya çalıştığını düşündürmekte. Oysa Aristo'ya
göre, beyin bir Tabula Rasa, yani boş bir alandır. Bu alan üzerine gelen
yaşantılar insanın doğasını çizer. İnsan doğası hakkındaki bilgilerimizin bugün
ulaştığı aşamanın ışığında baktığımızda, iki bin yıl önceki bu görüşün doğru
olmadığını görebiliyoruz. Asıl ilginç olan yön, insana bakış açısı olarak
Aristo'nunkine benzer bir yaklaşımın son otuz yılda psikoloji bilimine egemen
olması ve üstelik, sınırlı sayıda bir grup psikiyatristi de etkisi altına almış
olması.
Davranışçı
psikoloji olarak bilinen bu akımın izleyicileri, yıllarca, istemli
davranışların yalnızca görünüşte böyle olduklarını ve aslında dış uyaranlara
otomatik tepkilerden başka bir anlam taşımadıkları görüşünü savunmuşlardır.
Oysa ki, seçim ve istem gibi süreçlerin olmadığına ya da gerekli olmadığına
inanmak, canlı organizmaları değil makineleri incelemek olur.
Bir
Skinner kutusunu ele alalım. Manivelaya basılınca besin maddesi çıkıyor ve
hayvan, doyana kadar bu eylemi tekrar ediyor. Burada seçim, istek ya da karar
söz konusu değil. Oysa manivelaya basmak çok kısa bir süre alır. Buna karşılık
kutunun içinde dolaşma, koklama ve keşfetme gibi daha uzun süreli davranışlar
değerlendirilmeye tabi tutulmaz. Davranışçıları ilgilendiren şey, hayvanın
manivelaya kaç kez basıp ödülünü alacağıdır. Uyaran-ödüllendirilme dışındaki
davranışlar görmezden gelinir.
Edinburg
Üniversitesi Psikoloji Laboratuvarı'nda gerçekleştirilen bir deneyde, bir anne
altı günlük bebeğine tekrarlı olarak dilini çıkarıyor, bir süre sonra bebek de
dilini çıkarıyor. Aynı olay göz kırpma ve ağız açıp kapama hareketleriyle de
tekrarlanıyor. Tabii bu gözlemler hiç aynaya bakmamış olan bebeğin, annesinin
bu hareketlerinin kendi bedenindeki karşdığını nasıl bulabildiği sorusunu da
beraberinde getiriyor.
Richard
Restak’ın aktardığı bir gözleme göre, Rattus Norvegicus denilen laboratuvar
faresi, kafesinden alınıp masaya konduğunda dolaşmaya ve masanın üzerindeki
bazı objeleri koklamaya başlar. Art arda çekilen fotoğrafların bilgisayar analizi
yapıldığında bu davranışların rastlantısal olmayıp bir düzen izlediği ve
hayvanın önceden tanımadığı alanlara doğru yönelme eğilimi gösterdiği
gözlemlenmiş. Bu gözlemin geçerliğini kanıtlamak amacıyla yapılan bir başka
deneyde, fare Y şeklinde bir alanın sap kısmının başına konduğunda, örneğin
önce sağ tarafa girmiş ve sonuna kadar gitmiş. Buradan alınıp yeniden başlangıç
noktasına getirildiğinde bu kez meraklı bir gezgin gibi sol tarafı keşfe
çıkmış.
Bu
ve benzeri bazı deneylerden edinilen izlenimler, davranışlarımızı uyaran-tepki
modeliyle açıklamaya çalışan ve insanı ödüller ve cezalarla pekiştirilen
koşullandırılmalar dizisinin bir ürünü olarak tanımlayan davranışçı
psikolojinin düşünme biçimine tamamen karşıt düşmekte. Çünkü bu hayvanların seçimlerini
yaparken onlara çekici gelecek bir peynir parçası ya da kaçınma davranışlarına
yol açacak elektrik şokları yok. Bu tür davranışların belki de yalnızca
"yaşamın sürekliliğini koruma" ilkesi yönünden bir anlamı olabilir.
Bir
başka deneyde, farelere besin maddesine ulaşmak için iki seçenek veriliyor.
Biri alışık oldukları ve kestirme bir yol, diğeri ise yeni ve dolambaçlı. Davranışçı
ekolün beklentilerinin tersine, hayvanlar her zaman aşina oldukları yolu
seçmiyor ve ilk kez karşılaştıkları bu yeni yolu da en azından aynı sıklıkta
deniyorlar. Konuya yansız bir biçimde bakmaya çalışırsak, yeniliğin de bir tür
ödül olup olmadığı sorusunun göz ardı edilmemesi gerekir.
Nitekim
bu doğrultuda yapılmış bazı deneyler oldukça düşündürücü. G. B. Kisch ve J.
Antonitis bir fareyi, normalde manivelaya basıldığında hayvanı besinle
ödüllendiren bir Skinner kutusuna koymuşlar, ama bu kez besin maddesi yerine,
manivelaya her basıldığında parlaklığı değişen bir ışıklandırma yerleştirmişler.
Besin maddesi olmamasına rağmen fareler yine de manivelaya basarak ışıklarla
oynama alışkanlığı edinmişler. Rhesus maymunlarıyla yapılan deneylerde de hayvanların
belirli renklere ve parlaklık derecelerine daha çok ilgi duydukları ya da
sinemayı fotoğrafa tercih ettikleri, manivelalara basarak yaptıkları seçimlerde
gözlemlenmiş.
Yapılan
çalışmalar, şekli ona benzediği için adını denizatının Yunancasından alan
"Hippocampus"un, yeni bellek oluşumunu sağlayan beyin bölgesi
olduğunu göstermiştir. Bu bulgular doğrultusunda yapılan çeşitli deneyler
hippocampusun ödül ve ceza faktörlerinden bağımsız olarak bilgi kaydettiğini ve
yenilik arama türündeki davranışların bu bölgenin işlevleriyle yakından
ilintili olduğunu ortaya koymuştur. Hippocampusları tahrip edilen hayvanlar
aşina oldukları alanları tanıyamadıkları gibi daha önce keşfedemedikleri
alanlarla da ilgilenmiyorlar. Bazı nörofizyolojik yöntemlerle hippocampustan
alman tek hücre kayıtları, bu bölgenin bilgi kaydetmesini sağlayan faktörün
ödül değil yenilik olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Son
yirmi beş yıl süresince davranışçı psikoloji, insan davranışlarını fareler
üzerinde yapılan gözlemlerin her zaman doğru olmayan yorumlarıyla açıklama
eğiliminde olmuştur. Bu yorumların geçerli olduğunu varsayarsak, örneğin
alpinistlerin ya da kutup kâşiflerinin yeniye ve bilinmeyene yönelik davranışları
nasıl açıklanabilir? Bir psikoterapi buluşmasında da tedaviye gelen kişi
önceden saptadığı bir gündemle gelmiş olsa bile, bir saatlik beraberlik
süresince ne zaman ne olacağının ya da ne konuşulacağının hiçbir
kestirilebilirliği yoktur.
Skinner'in
günlerinden bu yana davranışçı psikoloji önemli değişimlerden geçerek eskiye
oranla daha inandırıcı olabilmesini sağlayacak bir esneklik kazanmıştır.
Üstelik davranışçı ekolün geçmişteki konumunun, sinir sistemi anatomisi ve fizyolojisi
hakkındaki bilgilerimizin o zamanki düzeyiyle pek de çelişkili olmadığı
gerçeğinin ve bu konudaki sorumluluğun, belirli bir ekolden çok, ilgili tüm
disiplinlere ait olduğunun hatırlanması gerekir. Yine de biyolojideki son
gelişmeler bu yaklaşımın yeniden ve temelden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır.
"Psikoterapi"
başlığı altında biyolojiden söz etmiş olmam bazı okuyucularım tarafından
yadırganmış olabilir. 1988 yılında yapılan bir kongrede "Nörobiyoloji ve
Davranışlar" konulu bir panele konuşmacı olarak katılmamın ardından, bir
genç meslektaşım bana, onca yıl dinamik psikiyatri ve psikoterapi alanında
çalıştıktan sonra bunun bir "yön değiştirme" anlamına mı geldiğini
sormuştu. Ona bu tutumumun öteden beri sürdürdüğüm bir yönümü daha sağlam
temeller üzerine yerleştirme çabasından başka bir anlam taşımadığını ve
aslında biyoloji alanındaki gelişmelere yalnızca kendi sentezime katabileceğim
bir "seçicilikle" yaklaşmaya çalıştığımı anlatmıştım.
Uzmanlık
eğitimime başladıktan bir süre sonra psikiyatriyi bir bütün olarak algılamakta
ve betimsel (descriptive), organik, dinamik ya da analitik psikiyatri gibi
parçalar arasındaki bağlantıları kavramakta güçlük çektiğimi hatırlıyorum. O
zamanlar bu karışıklığın kendimden kaynaklandığına inanmışken son gelişmelerin
ışığında bu olguya yeniden baktığımda kendime haksızlık etmiş olduğumu
düşünüyorum. Örneğin kişi psikoterapiste gidiyor, onunla yaptığı konuşmalarda
sorunlarına ilişkin içgörü kazanıyor, vb. Bu fiziksel olmayan bir tedavidir.
Çünkü doktor hastasına dokunmuyor, bedenini muayene etmiyor, çoğu kez ilaç da
kullanılmıyor. Dolayısıyla şöyle bir izlenim oluşuyor: Psikoterapistler bedeni
değil, zihni tedavi ediyorlar, işte böyle bir yaklaşım sonucu geçmişte
psikiyatrik bozuklukların sınıflandırılmasında hatalı bir yola gidilmiştir ve
bu etki günümüzde de önemli ölçüde sürdürülmektedir.
Üstelik
son zamanlarda, tedavi için başvuran kişinin psikiyatrik sınıflandırmanın
hangi kategorisine ait olduğu neredeyse tedaviye gelen kişinin kendisinden
daha fazla ilgi-konusu olabiliyor ve bu nedenle bazı psikiyatristlerin tutumu,
şu ya da bu durumun hangi yasa maddesinin kapsamına girdiğini bulmaya çalışan
yargıçları ve avukatları çağrıştırabiliyor. Bazı araştırmalarda, örneğin
demografik ve kültürlerarası çalışmalarda ya da kimyasal tedavinin
planlanmasında psikiyatrik sınıflandırmanın yeri tabii ki önemli, ama klinik
çalışmalarda bu denli ön plana alınması yaşayan insanın özüne ulaşma çabalarını
ketleyebilir.
Yakın
zamanlara kadar ruhsal bozukluklar, organik (beyinde doku değişikliğinden
kaynaklanan) ve fonksiyonel (bilinen bir nedene bağlı olmayan) bozukluklar
olarak iki ana bölüme ayrılırdı. Biyolojideki gelişmelerin ışığında
değerlendirildiğinde böyle bir bölümlemenin kabul edilebilir bir yanı olamaz.
Çünkü tüm davranış süreçleri beyin hücrelerinin birbiriyle etkileşiminden kaynaklanır.
Bunu kabul ettiğimizde de önemli ölçüde konuşma ve dinlemeye dayalı olan
psikoterapinin, beyinde nasıl değişiklik oluşturabildiği sorusu ortaya çıkar.
Bu soruya verilebilecek cevap henüz varsayım aşamasında. Bir ışığın yanıp
sönmesi görme korteksinde, ya da parmaklarımızı masaya vurma hareketi
korteksin duyu ve hareket bölgelerinde, elektroansefalografi ile kaydedilebilen
beyin dalgalarına neden oluyor. Sakin bir odada kişi bunları yaşadığını
düşlediğinde de aynı dalgalar kaydediliyor. Yale Çenter for Behavioral Medicine'de
yapılan çalışmalardan alman sonuçlara göre, düşleme beyin üzerinde
"ölçülebilir" bir etki yaratmakta. Bir şeyi yapmayı düşlersek onu
yapmışız gibi bir beyin aktivitesi oluşuyor. Aslında her türlü zihinsel
faaliyet beyinde değişikliğe yol açıyor, ama bunların çoğunu günümüz
teknolojisiyle saptamak mümkün değil. Bu nedenle psikoterapi sürecindeki
sözcükler, imgeler ve diğer yaşantıların da beyin hücrelerinin etkileşiminde
değişikliklere yol açtığı düşünülmekte. Bu konuda daha da spesifik çalışmalar
olmakla birlikte, yapılan çıkarsamalar biraz spckülatif nitelikte olduğundan
burada onlara değinmeyi zamansız buluyorum.
Yaklaşık
kırk yıl önce, dinamik psikiyatrinin en görkemli dönemini yaşadığı bir zamanda,
kendisinden psikoterapi eğitimi aldığım Alfred Messer, bir psikanalist olduğu
halde bir gün bana, "Geleceğin psikiyatrisi biyoloji içerikli bir temel
üzerine oturacak!" demişti. Ben bu sözü hiç unutmadım ve sanırım bana
yakın gelmiş olduğu için benimsedim ve buna inandım. Üstelik o doğrultuda bir
ekleme yaparak eğitim süremi bir yıl uzattım. Yıllar sonra bu temelin
psikiyatriye bakış açıma farklı bir boyut kazandırabilmeme katkıda bulunduğunu
görüyorum. Çok sınırlı bir oranda da olsa burada aktarmaya çalıştığım gelişmelerin
kazandırdığı yeni bakış açısı sayesinde, bugün psikiyatriyi bir bütün olarak
algılamaya "başladığımı" fark etmekteyim. Bütünün içinden seçilen
bir parçaya odaklanılarak geri kalan görmezden gelindiğinde bir alanın özüne
ulaşılmasının mümkün olmayacağına inanıyorum. Çünkü bir figürün olabilmesi
için bir fon gerekli. Ama daha önemlisi psikiyatrinin artık "süreç
bilim" kategorisine aday olması. Bu nedenle çalışmalarını psikoterapi ve
dinamik psikiyatride yoğunlaştırmayı tasarlayan psikiyatrisi adaylarının bu
alt uzmanlık alanını psikiyatrinin bütünüyle birlikte değerlendirmelerini
diliyorum.
Tedaviye
gelen kişi ile terapistin ilk buluşması büyük önem taşır. Çünkü Lawrence
Friedman'm belirttiği gibi, tedavi süreci içinde sonradan ortaya çıkabilecek sorunlar
bu buluşma sırasında oldukça yalın bir biçimde sergilenir. Zaten genel olarak,
beraberliğin ilk döneminde sonraki dönemlere oranla daha fazla kargaşa
yaşanır. Psikanalitik yönelimli terapistlerin çoğu, ilk dönem aşılarak oturmuş
bir ilişki yaşanana dek tedavinin gerçek anlamda başlamadığı kanısındadır. Her
terapistin tedaviye yaklaşımındaki farklılıklar doğal olarak bu tür
değerlendirmelere de yansır. Ben ilişkinin, dolayısıyla tedavi sürecinin ilk
karşılaşma anında, hatta ilk buluşma için yapılan telefon görüşmesinde
başladığı düşüncesindeyim. Çünkü olayı kendim de böyle yaşıyorum. Bu nedenle
başvuru telefonlarına kendim cevap veriyorum. Sekreteri ya da bir yakını
aracılığıyla başvuran kişilerin kendileriyle görüşmedikçe randevu vermemeyi yeğliyorum.
Bu tutumumun nedenlerinden biri, gelme talebinde bulunan kişinin bu ilişki
içindeki sorumluluğunu en başından üstlenmesini beklemem. Ayrıca böyle bir
ilişki içinde başkalarına yer olmadığına inanmış olmamın da payı var. Tabii
aile tedavisi ya da eşlerin tedavisi gibi bazı uygulamalar dışında.
Telefondaki
ilk görüşme sırasında, buluşma tarihinin her iki tarafın kendi koşullarına göre
ayarlanabilmesi, uzunca bir bekleme süresi söz konusu olduğunda bu durumun
nedenlerine ilişkin benim tarafımdan yapılan açıklamalar ve bazen karşı tarafın
itirazı, ofisimin bulunduğu semte aşina olmayanlara yapılan adres tarifleri
gibi konuşmalar "birlikte sorun çözme" öğesi taşıdıkları için
ilişkinin başlamasına katkıda bulunurlar. Aslında bir başkası aracılığıyla
randevu istenmesi zaten ender yaşadığım bir durum. Çoğu insanın sezgi yoluyla
kendisine daha uygun olan psikiyatristi seçebildiğine inanıyorum.
Tedavi
süresince kişinin yakınlarından birinin telefon ederek ya da görüşme talebinde
bulunarak benimle ilişki kurma girişimlerini genellikle karşılıksız
bırakıyorum. Aslında ender karşılaştığım ve çoğu kez tedaviye gelen kişinin
haberi olmadan yapılan bu girişimlerin çeşitli nedenleri olabiliyor. Tedaviye
gelen kişinin süreç ilerledikçe kendi ego sınırlarını daha iyi çizmeye
başlaması yakın beraberliklerin dinamiğine de yansıdığından, bu durum onunla
ortakyaşam (symbiosis) ilişkisi içinde olan eş, anne, baba, vb. konumundaki
diğer kişinin tedirgin olmasına neden olabilir. Eğer tedaviye gelen kişinin
yakın ilişki içinde olduğu biri ona karşı suçluluk duygulan yaşıyorsa, tedavi
ortamında gıyaben yargılandığı sanısına kapılabilir ve terapistin bir de öbür
tarafın hikâyesini dinlemesini isteyebilir.
Geçmişte
bu tür talepleri, tabii tedaviye gelen kişiye de danışarak kabul ettiğim
olurdu. Çünkü ortakyaşamın öteki partneri, tedaviye gelen kişideki değişimler
sonucu ilişki içindeki yerini yitireceği paniğine kapılabilir ve başka türlü
bir beraberlik yaşamamış olduğu için ilişki içindeki yerinden değil, rolünden
olacağını göremeyebilir. Daha ender karşılaşılan bir başka durum da ikinci
kişinin terapisti kendinden yana çekebilme ve hatta onu kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaya çalışma gibi saldırgan amaçlarla görüşme talebinde
bulunmasıdır. Bu tür girişimler bazen ustaca maskelendiğinden, yeterli deneyimi
olmayan bazı psikoterapistler sergilenen oyuna farkına varmadan katılarak
tedaviye gelen kişinin kendilerine karşı geliştirdiği güvenin sarsılmasına
neden olabilirler. Bu gibi kişilerin saldırgan eğilimleri, istekleri
gerçekleşmediği takdirde doğrudan yaşanır ve bazıları terapisti kara
listelerine alırlar.
Kendine
özgü bazı durumlar dışında, geçmişte ikinci kişilerle yaptığım görüşmelerin,
yaşadıkları anksiyeteyi geçici bir süre için hafifletmekten öte bir anlam
taşımadığı izlenimini edindim. Bu nedenle ikinci kişilerin kaygılarının ancak
tedaviye gelen kişiyle olan ilişkileri içinde giderilebileceğine inanıyorum.
Çünkü sorun orada, kendi ilişkileri içinde yaşanmaktadır. Tedaviye gelen kişi
kendini bu ilişki içinde varedebilme çabalarında kararlılık gösterirse, oluşan
yeni dengeler de zamanla benimsenir ve diğer kişinin bu değişimlerden ötürü
yaşadığı anksiyete de giderek hafifler.
Psikiyatride
uzmanlık eğitimime yeni başladığım günlerden birindeydi. Üst katta bağırıp
çağıran kadınların sesini duydum. Ne olduğunu anlamak için odamdan çıktığımda
karşılaştığım bir hemşire, bağıran kişilerin hastanede yatan annelerini ziyarete
gelen kızları olduğunu söyledi. Durumu çoktan düzelmiş olan annelerini
hastaneden çıkarmamak için türlü nedenler ileri sürüyor, üstelik annelerine
iyi bakılmadığı gerekçesiyle her gelişlerinde hastane yönetimini ve doktorları
suçlayarak olay çıkarıyorlarmış. Yaşlı kadının tedavi sorumluluğu bir başka
meslektaşıma aitti ve hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ama onunla nöbetçi olduğum
gecelerde karşılaşıyor, her hastanın olduğu gibi onun da hatırını soruyordum.
Hemşirelerin ve diğer hastaların ona saygı duyduklarının farkındaydım ve
giderek bu duyguyu ben de paylaşmaya başlamıştım. Ama onu her görüşümde neden
uzun süredir hastanede olduğu sorusu da zihnimi kurcalıyordu.
Koridorda
karşılaştığım hemşire farkına varmadan bu merakımı gideren açıklamalar
yapmaktayken, o dönemde birlikte çalıştığım yaşlı Dr. Svecenski her zamanki
sıcak ve babacan tavrıyla karşımda belirdi. Konuşmayı duymuştu ve "Gel,
sana bir şey söylemek istiyorum," diyerek kolumdan tutup benimle yürümeye
başladı. "Bunu hiç unutma," dedi, "psikiyatrik tedavi söz
konusu olduğunda, çoğu kez ailenin yanlış üyesi hastaneye yatar!" Sonraki
yıllarda Svecenski ustanın bu sözlerini çok sık hatırladım.
Bir
psikoterapistin tedavi ilişkisi içinde kendi ego sınırlarını iyi belirlemesi
gerekir. Ancak geleneksel kültürümüzde bunu gerçekleştirmek her zaman kolay
olmaz. Ebeveyn-çocuk ilişkileri süregelen kültürün özerkliğe fazla izin
vermeyen altyapısı üzerinde geliştiğinden, yakın ve sıcak görünümlü bir geleneksel
ilişki örüntüsüyle maskelenmiş ortakyaşam eğilimleri günlük toplumsal yaşam
içinde oldukça yaygın. Pek çok insanın ego sınırı, narsisizmlerini okşayan
sözcükler karşısında çabucak eriyip yok oluverir. Egoların birbirine
geçmesiyle yaşanan ve bastırılmış düşmanca öğeleri içeren bu olgunun kültürümüzdeki
adı "samimiyet" gibi sıcak bir sözcük. Birbirini karşılıklı kullanma
eğilimlerinin etkisinde yaşanan ve çoğu kez bilinçdışı sadist-mazoşist öğeler
de içeren bu olgu, ego sınırlarının kaybolmamasına rağmen bu sınırların
algılanmadığı "birlikte varolabilme" sürecinin otantik içtenliğinden
yoksundur.
Egosunun
sınırlarını iyi belirleyemeyen bir psikoterapist, tedavi amacı dışında
kullanılmaya açık olur ve bu durum tedaviye gelen kişinin, en azından
bilinçdışmda, ona güven duyamamasına neden olur. Ego sınırlarını korumakta
güçlük çektiği için süperegosuna teslim olan bir başkası, bunun sonucunda geliştirdiği
katı tutumuyla tedaviye gelen kişinin egosuna ulaşamaz ve bu kez kendi
süperegosuyla karşı tarafın süperegosu arasında bir ilişki başlar. Böyle bir
durum yargılayıcı tutumlara ve karşılıklı mantık tartışmalarına yol açabilir.
Kendi
egosunu gereğince algılayamayan bir terapistin de tedaviye gelen kişinin
anksiyetesini hafifletici yardımları olabilir. Ancak kendi altyapı sorunlarını
göremediği için karşı tarafmkini de algılayabilmesi kolay olmaz ve bu nedenle
ona egosunu geliştirebilmesi yönünde ciddi bir katkıda bulunamaz. Anksiyeteyi
ya da semptomları hafifletmekle sınırlanmış kısa süreli psikoterapilerde
altyapı sorunlarına girmek amaçlanmamış olduğundan böyle bir durum zaten sorun
yaratmaz. Ancak boşluk, anlamsızlık ya da yabancılaşma gibi varoluş sorunlarını
doğrudan dile getiren kişilerin sayısı da giderek artmakta.
Ego
yapısıyla ilgili bazı sorunlar bir toplumun ortak altyapı özelliği olduğundan,
terapistin içinde yaşadığı ve parçası olduğu kültüre aynı zamanda dışarıdan da
bakabilmesi gerekir. Bununla anlatılmak istenen, ait olduğumuz toplumun bireylerinde
gözlemlediğimiz ve bize olumsuz görünen bazı özelliklere eleştirel bir gözle
bakabilmek ve bunları yargılamak değil. Genellikle narsisizmimizin ürünü olan
böyle bir tutum, aslında "kendi yansımamızı toplumda seyretmekte"
olmamızdan kaynaklanan bir isyanı dile getirmekten öte bir anlam taşımayabilir.
Yadsıma öğesi güçlü bir tepki olduğundan kendimize yabancılaşmayı artırıcı bir
nitelik bile kazanabilir. Oysa burada anlatılmak istenen, düşünce düzeyinde
bir olgu olmadığından gerçekleştirilebilmesi de oldukça zor. Ait olduğu
toplumun bireylerindeki ortak kişilik özellikleri terapistte de varolduğundan,
yaşanan kültürden ve onun dönüşümlerinden kaynaklanan sorunların kendi
kişiliğindeki yansımalarını tanıyabilmesi kolay olmaz. Dolayısıyla karşı
tarafınkileri de. Bunu aşabilmek için terapistin, ait olduğu kültürün
arketiplerinin kendi benliğindeki varlığını, "tanımlardan öte" bir
yaşantı düzeyinde algılayabilmesi gerekir. Bu, kavramlardan ve duygulardan
bağımsız ve amaçlanarak ulaşılması mümkün olmayan bir olgudur.
İlk
buluşma, hem tedaviye gelen kişinin hem de terapistin yaşamında yeni bir
olaydır. Bu, her iki taraf için eski benliklerine yeni bir şey mal etme
durumunun yaşanmasını gerektirir. Rollo May'in belirttiği gibi, her yeni olayla
karşılaştığımızda yaşanan ve yeni bir varoluşa geçerken eskisini yok etmeyi içeren
bu olgu, psikoterapi sürecini yaşayan kişi ve terapist için de söz konusudur.
Yeni bir olayla karşılaşmanın şaşkınlığının ardından dengemizi yeniden
korumaya çalışırız. Duyarsız olmadan olabildiğince az etkilenmeye çalışmak
insanın temel bir savunma özelliğidir. Onun için ilk buluşma her iki taraf
için de kolay olmaz. Sullivan, benlik sisteminin yabancıları düşman olarak
algıladığından söz eder. May de insanın kendisi için yarattığı ortamın onun
kimliğinin bir parçası olduğunu söyler. Bu nedenle insan, yabancılarla
karşılaştığında kendi merkezini korumaya çalışır.
Birçok
psikiyatriste göre, bir toplulukta ilk kez karşılaşan insanlar birbirlerini
tehlikeli varlıklar olarak algıladıklarından bir ürküntü yaşarlar. Bu ürküntüyü
hafifletmek için toplum, kurallarıyla insanlar arasında koruyucu tamponlar
oluşturur. Ne var ki Eric Beme'in de söylediği gibi, aynı tamponlar insanların
birbirlerine ulaşmalarını da engeller. Nezaket kuralları insanların
birbirlerine uzak kalabilmelerini sağlayarak onları "yabancı
anksiyetesi"nden korur. Psikoterapide ise yakınlık amaçlandığından
toplumun sağladığı tamponların kullanılması, özellikle psikanalistler
tarafından, bir savunma davranışı olarak yorumlanır.
İlk
buluşmayı genellikle, "Neden beni görmek istediniz?" sorusuyla açmayı
yeğlerim. Böylesi doğrudan bir soru bile aslında basit bir "merhaba"
tonunu içerebilir. "Nereden başlayacağımı bilemiyorum!" gibi bir
cevap geldiğinde, karşı tarafa el vermeye çalışının, ama bir yandan bu
sorumluluğun yine de ona ait olduğunu hissettirerek. Kültürümüzde süregelen ve
asıl konuya girmeden önce uzun süre çeşitli ilgisiz konuların çevresinde
dolaşıldığı "anal-tutucu" davranış örüntüsünün yaşanmasına fırsat
verilmemesinin de ilk görüşmede her iki taraf için rahatlatıcı bir ortam
oluşturduğuna inanıyorum. Üstelik böyle bir tutum, tedaviye gelen kişinin bu
ilişki içindeki sorumluluk payını daha çabuk kavramasına da katkıda
bulunabilir.
Psikoterapinin
kendine özgü bir süreç olduğu gelen kişi tarafından çok iyi bilinse bile, ilk
buluşmayı yine de geleneksel bir hasta-doktor karşılaşması olarak yaşar. Bu
öğe, kişinin ilk görüşmeyi bir "muayene" olarak algılamasına neden
olur. Dolayısıyla kendini gözlem altında hisseder. Herkesten gizlediği bir
durumdan yakınarak gelmişse bu duygu daha da yoğun yaşanır. Kişinin bu
görüşmeyi, aşina olduğu bir durum olan "muayene" çerçevesinde
algılamaya çalışması belirsizlik duygularını biraz hafıfletse de ilk kez
karşılaştığı bir yabancının karşısında koruyucu sistemlerini yine de tehdit
altında hisseder. Tedavinin ilk döneminde kişiyi en çok meşgul eden sorulardan
biri, terapistin kendisi hakkında ne düşündüğüdür. Bu sorunun cevabını kendi
içinde bulmaya çalışır, ipuçları arar.
Gözlemleniyor
olmak bir insanı diğerinin etki alanına sokar, çünkü her ikisinin de eylem
alanları birbirine geçmiştir. Dolayısıyla gözlemlenenin de gözlemleyen üzerinde
etki ve denetim gücü vardır. Bundan ötürü, gözlemleniyor olmak kişinin
kendisini önemli hissetmesine neden olur. Ama aynı anda karşıt bir duygu da
yaşanır. Çünkü gözlemlenen kişi kendisini ayrı ve farklı hisseder. Bu da
değersizlik duygularının, hatta bazen terapiste yönelik bir kızgınlığın
yaşanmasına yol açabilir. Bu duyguların üstesinden gelme çabası, bazen kişinin
görüşmeye meydan okuyucu bir tavırla başlamasına neden olabilir.
Ülkemizdeki
sağlık sistemi, kırsal kesimdeki kişilerin günlük ruhsal sorunlarına yönelik
hizmetler verebilecek oranda gelişmiş değil. Geçmişte sınırlı bir süre için
toplumun bu kesimine açık bir çalışma sürdürdüğümde, insanların kendilerine
sunulanı özümsemeye ne kadar açık olduklarını gözlemlemiştim. Görüşmelerimiz
sırasında çoğunun, anababaları da dahil, otoriteyi temsil eden kişilerle
doğrudan ve gerçek bir ilişki yaşayamamış oldukları izlenimini edindim.
Genellikle ancak yanlış bir şey yaptıklarında otoriteyle karşılaşmışlardı.
Sınırlı bir deneyim kesin bir genelleme için yeterli veri sağlayamaz. Ama en
azından benim karşılaştığım kırsal kesim insanı için, otorite olarak kabul
ettiği birinin kendisini dikkatle dinlemesi ve anlamaya çalışması gibi alışkın
olmadığı bir durumu yaşamanın, tedavi amacıyla kullanılan diğer araçlar kadar
etkili olabileceğine inanıyorum.
Psikoterapi
sürecinin ilk buluşmasında da, önem verilen birinin ilgi ve dikkati karşısında
kendini anlatıyor olmak, ortaya konulan duyguların kişiye ifade ettiği önem ve
değerin artmasına neden olur. Konuşmasını sürdürürken kişi, bir yandan da
anlamakta olduğu konular hakkında terapistin neler düşündüğüne ilişkin
tahminlerde bulunur. Bu durum kendine yönelik iç soruşturmanın artmasına ve
daha fazla duygunun ortaya konmasına yol açar. Bildiğiniz gibi, bir konuyu
birine açıklarken, düşüncelerimizi o konuyu yalnızken düşündüğümüzden daha
öteye götürür ve geliştiririz.
Çoğu
terapist ilk görüşmede edilgin-gözlemci bir konumda kalmayı yeğler. Geleneksel
psikanalitik psikoterapide, tedaviye gelen kişiye ilişkin gerekli bilgiler
edinilmedikçe katılımcı bir tutuma pek geçilmez. Çünkü klasik psikanalitik
yaklaşım, tedaviye gelen kişiyi geçmişine odaklanarak anlamaya çalışır. Üstelik
böyle bir tutum transferans olgusunun yaşanmasına zemin hazırlama açısından da
önemlidir. Buna karşılık, varoluşçuluk gibi geleneksel olmayan bir yaklaşımı
benimsemiş terapistler, ilk görüşmede katılımcı bir tutum içinde olmakta
sakınca görmezler.
Bir
terapistin hangi yöntemi kullandığı kadar bu yöntemi nasıl uyguladığının önemini
kabul etmekle birlikte farklı dönemlerde her iki yaklaşımı da uygulamış biri
olarak, ilk görüşmede katılımcı bir tutum içinde olmanın yararlarına inanıyorum.
Bir ilişkiyi yapılaşmış bir törenle başlatmanın, çağın gereği yaşamakta
olduğumuz kültüre pek uymadığını ve bir insan hakkında bilgi edinmenin onu
tanımak anlamına gelmediğini düşünüyorum.
İlişki,
kişilerin konumu ne olursa olsun "birlikte" varolabilmeyi tanımlar;
özne-nesne biçiminde yaşanan bir beraberlik ise iki varlığın bir
"durum" içindeki kilitlenmişliğini. Tedaviye gelen kişinin geçmişine
ilişkin önemli bilgiler, paylaşılanları anlamaya çalışırken kendiliğinden
ortaya çıkan ve dolayısıyla süreç içine serpiştirilmişçesine sorulan sorularla
da edinilebilir. Görüşme sırasında birlikte varolmanın gerçekleştirilebildiği
anlarda, gözlemleniyor olmanın tedirginliği ve yabancı anksiyetesi de yaşanmaz.
Tedaviye
gelen kişi, görüşme sırasında anlaşılabildiğini ve tanımlamakta güçlük çektiği
duyguların terapist tarafından netleştirilebildiğini fark ettikçe,
anlattıklarının kendisi için önemini de daha iyi görmeye başlar ve ortaya
koyduğu duygularına saygısı artar. Bu durum terapistin özellikle ilgi
gösterdiği konularda daha da yoğun yaşanır. Kendini ortaya koymasının karşı
taraf üzerindeki etkilerini hissetmek kişinin kendi kimliğini daha yoğun
algılamasına neden olur. Bu, insanın kendi dünyasını bir başkasının bakış
açısına açık tuttuğunda yaşanan bir olgudur.
Bir
ilişki içinde olan insanların birbirlerinden beklentileri olur. Tedaviye gelen
kişi ve terapist de ilişkilerini sürdürebilmek için birbirlerine yönelik
beklentileri arasında bir uyum sağlamak zorundadırlar. Bunu gerçekleştirebilmek
için her iki tarafın da kendi beklentilerini hissettirebilmesi ve karşı tarafınkileri
anlamaya çalışması gerekir. Toplumsal roller doğrultusunda davranıldığında
insanların ihtiyaçlarını hissettirebilmeleri ve karşı tarafınkini
algılayabilmeleri önemli ölçüde sınırlanır.
Oysa
Lavvrence Frieman'ın söylediği gibi, tedavinin başlangıç aşaması bu yönden son
derece kendine özgü bir durumdur ve beraberliğin geleceği açısından, nedense
zaman zaman kaçırılan önemli fırsatları içerir. Dolayısıyla bu beklentilerin
tedavinin en başında ve açık yüreklilikle ortaya konmasında yarar vardır.
Bazen
ilk görüşmenin ikinci yarısında, konuşmaların akışını zorlamayacağı
inancındaysam, karşı tarafa, "Bugün buraya gelirken benden beklentileriniz
neydi?" sorusunu yöneltirim. Böylesi doğrudan bir sorunun başlattığı
sürecin beklentilerin netleşmesine katkıda bulunduğuna inanıyorum. Bu satırları
yazdığım günlerde ilk görüşmemizi yaptığımız Bayan G.'nin yukarıdaki soruya
cevabı, "Sizinle konuşurken sesimi duymak istedim yalnızca. Böylece şu
dağınık hayatımda olup bitenler kafamda biraz netleşir diye düşündüm. Bugün
için başka bir beklentim yoktu," oldu. Doğrudan bir beklenti içermeyen
cevabı, bir düş kırıklığı daha yaşamayı göze alamayacak kadar zedelenmiş
olmaktan ötürü beklentilerini yadsıma çabası mıydı? Yoksa beklentinin
"bugün için" olmaması ihtiyatlı bir umudu mu dile getiriyordu? Bu
soruları onunla paylaşmaya çalıştığımda, bir süre için, beraberliğimizde o ana
kadar yaşanmayan bir bütünleşme oldu.
Tedaviye
gelen kişi bazen bir beklentisini "ilk cümlesiyle" açıkça ortaya
koyar. Bugün tedavi ilişkimizin son evresini sürdürmekte olduğumuz Bayan
E.'nin, neden benimle görüşmek istediği sorusuna cevabı kısaca, "Islah
edilmek istemiyorum!” olmuştu. Çevresiyle ilişkisinin önemli bir yönünü de
yansıtan kendini ortaya koyuş biçimi ve bana yönelik beklentisindeki bu netlik,
onu o anda benimsememe neden olmuştu, ilişkimiz yerleştikten ve onu ıslah
etmek gibi bir niyetimin zaten olamayacağı belli olduktan sonraki
görüşmelerimizden birinde ona, o günkü cevabının bende uyandırmış olduğu
saygıyı açıklama fırsatını bulabildim.
İlk
görüşmede terapist de kendi beklentilerini açıkça hissettirebilmelidir.
Örneğin, "Nereden başlayacağımı bilemiyorum," biçiminde bir giriş,
dolaylı bir yardım çağrısı içerir. "Bir ucundan başlayın, sonra birlikte
toparlamaya çalışırız," biçiminde bir karşılık, destek vaadiyle birlikte,
başlangıç için ortaya bir gündem getirme sorumluluğunun yine de karşı tarafa
ait olduğu mesajını verme konusunda yeterli olabilir. Çok ender de olsa bazen
kişi, "Siz sorun," diyerek sorumluluğu tümden karşı tarafa yüklemeye
çalışabilir. Böylesi edilgin bir tutuma karşılık olarak, kişi için taşıdığı
önem açısından nelerin önceliği olduğuna ancak kendisinin karar verebileceğini
hatırlatırım. Buna rağmen bir giriş yapılmazsa, karşı tarafın kendini ortaya
koymaya başlamasına kadar sürebilecek bir sessizliği kabullenirim.
Deneyimimin
daha sınırlı olduğu günlerde, bu konuda içine düştüğüm tuzakları ve üstükapalı
süren pazarlıklardaki şansımı, dolayısıyla karşı tarafın şansını da azalttığım
durumları, unutulmaması gereken dersler olarak belleğimde korumaya çalışıyorum.
Terapistin birikimi ne denli zengin olursa olsun diğer taraf, kendisi için
yıkıcı da olsa sürdürmekte direndiği senaryosunun yaratıcısıdır ve kendi
oyununda uzmanlaşmıştır. Bu konuda Frieda Fromm-Reichmanın bir sözü bana hep
rehber olmuştur: "Tedaviye gelen kişi, sizden daha zeki ya da daha
zengin bir birikimle donanmış olabilir, ama siz ondan daha yürekli
olmalısınız!"
ilk
görüşmede kişi, konuşmasına soyut kavramlar ve yorumlamalarla başlayabilir.
Bu, yabancı anksiyetesinden kaynaklanan geçici bir durum ya da yaşantılarını
paylaşmayı öğrenememiş olmanın sonucu geliştirilmiş bir savunma sistemi
olabilir. Hangi türde olursa olsun, kişiyi zedelenme olasılığından korumayı
amaçlayan bu durumlar, terapistin onu anlayabilmesini engeller. Böyle
durumlarda kişiye, yaşantılarını ortaya koymak yerine yaşantılarına ilişkin
yorumlar yaptığını ve yaşantılarının yine kendisinde saklı kaldığını, bu
nedenle de ona ulaşamadığımı açıkça dile getiririm. Yumuşak bir tonda yapılan
böyle bir uyarı çoğu kez kişinin konuştuklarına sahip çıkmasına yardımcı olur.
Ama eğer durum katı bir savunma sisteminden kaynaklanmaktaysa, bu engeli aşmak
Herki görüşmelere de sarkacak sürekli bir çabayı gerektirebilir.
Beklentiler
karşılıklı olarak ortaya kondukça tedavi sürecini paylaşan ortakların her biri
diğerinin kendisinden neler beklediğini giderek daha iyi kestirebilmeye ve
beklentilerini karşı tarafın daha kolay kabul edebileceği bir biçimde ortaya
koymaya başlar. Ruesch'e göre, terapist tedaviye gelen kişinin ihtiyaçlarının
en azından bir kısmını karşılamak ve başlangıçta ona, onun tarzına uygun bir
biçimde yaklaşmalıdır. Ne var ki karşılıklı uyum çabalarına rağmen yine de
birinin diğerini algılayış biçimi, diğerinin kendini algılayış biçimine uymaz.
Böyle bir ilişkinin temelindeki güçlü arketipsel öğeler nedeniyle, beraberlik
süresince zaman zaman tümgüçlü yetişkin ile çocuk arasındaki ilişkiyi andıran
bir örüntü yaşanır. Hangi psikoterapi yaklaşımı olursa olsun, bu olguyu tümüyle
ortadan kaldırmak, en azından tedavi sürecinin başlangıcında pek mümkün olmaz.
Geleneksel psikoterapide yaratılan ortam bu durumu özellikle pekiştirici
niteliktedir. Geleneksel yaklaşımda, tedavinin son evresine kadar sürdürülen
bir rol dağılımı söz konusu olduğundan ve bunun sonucu, terapistin insan
özellikleri profesyonel kimliğinin ardında biraz fazla sıkıştığından,
arketipsel öğelerin ilişkiye egemenliği daha sık yaşanır.
Bu
nedenle geleneksel uygulamalarda, tedaviye gelen kişide terapiste yönelik bir
beğeni ve ona yakınlaşma isteği kısa zamanda gelişir. Aynı zamanda da terapist
tarafından reddedileceği, küçümseneceği, ciddiye alınmayacağı ya da yakınlaşma
isteklerine karşılık verileceği korkuları yaşanır. Tedaviye gelen kişi bu
duygularının çoğunu bilinç düzeyinde algılamaz, ama terapiste karşı tutumu
temkinli ve dolaylıdır. Örneğin ledaviyc gelenlerin çoğu, "Sizi
özledim," yerine, "Burayı özledim, demeyi yeğler. Yakınlaşma
isteklerine terapist tarafından karşılık verilme olasılığı, tedaviye gelen
kişiyi bilinçdışmdaki diğer kaygılarından daha çok tedirgin eder.
Psikanalitik
kurama göre bunun temelinde çocukluk döneminin bir kalıntısı olan ensest
korkuları bulunur. Kuramında cinselliği vurgulamayan yaklaşımıyla Otto Rank, bu
olguyu "ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu, ego sınırlarının
bir beraberlik içinde eriyip yok olması ve bireyleşmenin yitirilme olasılığı
karşısında yaşanan korkuyu tanımlar. Öte yandan genelde farklı olgular olarak
değerlendirilen ensest ve ölüm korkularının aynı olguya farklı bakış açılarının
anlatımları olduğu da düşünülebilir. Çünkü aslında her ikisi de doğum
öncesinde insanın annesiyle sürdürmüş olduğu ortakyaşam beraberliğine geri
dönme arzusunun ve korkusunun çelişkisini simgeler.
Yüzyılın
ilk yarısında dinamik psikiyatrinin temeline harç koymuş kuramcıların insan
davranışlarını açıklama çabalarında ulaştıkları sonuçların aslında birbirinden
çok da uzak düşmedikleri söylenebilir. Davranışların dinamiğini açıklarken her
birinin belirli öğeleri ön plana alıp diğerlerini daha az vurgulamasında kendi
kişilik özelliklerinin önemli payı olsa gerek. Hatta yüzyılın başlarında,
psikanalizin öncüsü sayılan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin bile
bilimsel tutumlarını etkilediği söylenebilir. Adler, Freud’a karşıt olma
çabasında, insanın yıkıcı eğilimlerini tümden yadsırken, Freud da Adler'le
uzlaşmış görünmemek için, esneklik getirdiği bazı görüşlerini açıklamamakta
direnmiştir. Rank'ın Freud’a baş kaldırışının bireyleşme kavramını
geliştirmesine yol açtığı söylenir.
Yakın
geçmişte bir Amerikan dergisinde çıkan yazıda, Freud ile Jung'un, bilimsel
görüş ayrılıklarından kaynaklandığı düşünülen kopuşunda rol oynayan gerçek
nedenin bir "kadın meselesi" olduğu iddia ediliyor. Son yıllarda o
döneme ilişkin yazılan ve gazetelerin dedikodu sütunlarını andıran perde arkası
öykülerin sayısı oldukça fazla. Bazıları ticari amaçlı spekülasyonlar
izlenimini verdiğinden ne kadar ciddiye alınabileceklerini bilemiyorum. Yine
de bu ustaların kişilikleri ve birbirleriyle olan ilişkileri hakkındaki
bilgiler, yapmış oldukları olağanüstü katkılarda yer yer fark edilen bazı
eksikliklerin, abartıların ve küçük bağnazlıkların daha iyi anlaşılabilmesine
ve kabul edilebilmesine yardımcı oluyor. Kurumlaşmış imgelerin gerisindeki
"insanı" tanımak, okunanlara ve öğrenilenlere bir sıcaklık katıyor.
İlk
görüşmeden başlayarak terapist, tedaviye gelen kişiyi onun kendisini
gördüğünden farklı bir biçimde algılar. Çünkü ortaya konulan, kişinin kendisi
değil savunma sistemidir ve terapist kendisine sunulan bu persona ile ilişki
kurmaktan kaçınır. Ancak bunu yumuşak bir tavırla gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü
özellikle psikoterapinin başlangıcında, kişinin gerçek kendisi olduğuna
inanmış olduğu personasını tümden reddetmek, onu alışageldiği destek
sisteminden yoksun bırakabileceğinden, kendisini anlaşılmamış ya da reddedilmiş
hissetmesine, hatta tedaviyi terk etmesine neden olabilir. Genelde her iki
taraf da birbirine uyum sağlama çabalarında zorlanır. Tedaviye gelen kişi
alışageldiği ve dolayısıyla kendisi için önemli olan "tarz"ından
özgürlüğü pahasına vazgeçmemekte direnirken, terapist de onun dünyasına bazı
çekinceler koyarak katılır. Szasz'a göre, ilişkinin sorunsuz akıp gitmesini
sağlayan faktörler aynı zamanda tedavinin gelişmesini de sınırlar. Buna
karşılık tedaviye gelen kişi ile terapist arasında hiçbir uyum sağlanamaması,
ilişkinin oluşumunu ve sürdürülebilmesini engeller. Bunu aşabilmek, her zaman
olmasa da önemli ölçüde terapistin becerisine bağlıdır. Psikoterapi, doğası
gereği, ortakların savunma sistemlerinin gerisine çekilmelerine izin vermeyen
bir süreçtir. Birbirlerini terapist ve tedaviye gelen kişi olarak gören iki
kişinin ilişkisinden öte bazı boyutları ve diğer ilişkilerde yaşanamayan
zenginlikleri içerir.
]960'ların
sonlarında bir gün Amsterdam sokaklarında yürürken bir an gözüm kapısı açık
bir pub'ın içerisine takıldı. Bir müzik makinesine dayanmış iki genç, o
yıllarda gözde olan "Ali you need is love!" adlı bir Beatles
melodisini kendilerinden geçmişçesine makineyle birlikte haykırıyorlardı.
Hallerinde öyle bir şey vardı ki onlara bakarken hüzne benzer bir duygu
yaşamıştım. Bir an süren bu yaşantımı sonradan anlamaya çalıştığımda, sevgiye
duyulan ihtiyacı haykıran bu insanların yüzlerindeki maskeleşmiş gülümsemenin
altındaki umutsuzluğu algılamış olduğumu fark etmiş ve önce sevgi, sonra yaşam
yalnız çocukların hakkı diye düşünmüştüm. Çünkü yetişkinler dünyasında sevginin
insanın kendini varedebildiği yerde yaşandığına inanıyorum, kendiliğinden ve çoğu
kez adını koymaya da gerek olmadan.
Durgun
ve karamsar bir anımızda bir yakınımızdan sıcak ilgi görmek içimizi ısıtır,
kendimize ve dünyaya daha olumlu bakmamızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi
varetme sorumluluğu ile yeniden yüzleşmemiz gerekir. Sevgi denilen, adı var
tanımı yok bir olguyu "ithal ederek" yaşamaya çalışmanın, insanın
kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını içeren bir bedeli de
olduğu genellikle görmezden gelinir. Anlaşılabilme ve hissedilebilme, yerini
ilgi görme ve beğeni toplamaya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek
kullanılmaz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kısırdöngünün
içinde bulur.
Yıllar
sonra Ankara'da katılmam gereken bir kutlama yemeğinde sahneye çıkan
şarkıcının acı çekiyormuşçasına söylediği "Bir sevgi istiyorum" adlı
şarkıyı dinlerken, Amsterdamlı gençleri bir kez daha hatırladım. Sonra da,
"Biri sevgi istiyorum diye gerçekten böyle ortaya çıksa sanırım çoğu
insan kaçar!" diye düşündüm. Ama dinleyenlerin çoğu şarkıya aynı coşkuyla
katılmaktaydılar ve melodi kadar sözlerle de özdeşleştikleri belliydi.
Tedaviye
gelen biri bir gün, "İhtiyacım olan tek 'şey' sevgi! Çevremdekiler bunu
bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalmazdı!" sözleriyle isyan ettiğinde,
ona, "Peki ama size göre, verilmesini istediğiniz o 'şey' ne?" diye
sormuştum. Çünkü konuşmasının tonlaması sevgiden bir nesneymişçesine söz eder
gibiydi. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılamak Batı etkisindeki
kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm kitaplarında bundan çok söz
eder. Ama vaktiyle tatilimi geçirdiğim bir güney kasabasında o yaz çok sık
duyduğum ve "Ben sana sevmeyi öğretemedim" sözlerini içeren
şarkıdaki mesaja başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.
Herkesin
istediği ve klişeleşmiş bir sözcük içine sıkıştırılmış bu "şey"in,
aslında her insana göre farklılıklar gösteren bir anlam taşıdığını sanıyorum.
Çocukluk yıllarından alacağı olmayan bir insan düşünemiyorum. Çoğumuz bunun
bıraktığı boşluğun yetişkin yaşamımızda giderilmesini bekliyoruz, özellikle de
yakın ilişkilerimizde. Kimimiz, geçmişten kaynaklandığını bilmeksizin yaşanan
bu boşluktan ötürü yetişkin yaşamımızı paylaştığımız kişileri sorumlu tutar,
hatta onları suçlarız. Oysa bir insanın bir diğerinin yaşamına tek yönlü
katkıda bulunması, yetişkinler arası ilişkilerde zaman ve durumla sınırlanan
ve sürekli yaşanması mümkün olmayan bir olgudur. Bu nedenle, verilemeyeni ve
artık verilmesi mümkün olmayanı beklemekte direndiğimiz oranda yaşamı da durdurmuş
oluyoruz.
Öyle
olur ki, bazen karşımıza çıkan birinin bu boşluğu giderecek güce sahip
olduğuna inanırız. O kişinin savunma sistemi kurtarıcı tavırları içerdiğinden
ya da onun öyle olduğuna kendimiz de inanmak istediğimizden. Ama çoğu kez
yanılsamamızı bir süre sonra fark eder, onun da bizim beklediğimizi
beklediğini kabul etmek zorunda kalırız. Yaşatılma beklentimizi
"şey" olarak algıladığımız oranda beklentimizi yönelttiğimiz insanı
da "şey" olarak görür, dolayısıyla kendimizi de "şey"e
indirgemiş oluruz.. Günümüzde birçok yakın beraberlik "şeylerin
ilişkisi" olarak yaşanmakta. Güvenceye yönelik bir dayanışma temeli
üzerinde sürdürülen bu tür "şirket ilişkileri" genellikle pek uzun
ömürlü-olmuyor ve günümüzün şeyler dünyasındaki seçenek bolluğu nedeniyle yeni
yanılsamalara yöneliniyor.
İnsanları
şeyler olarak görmek, onları kullanma eğilimiyle birlikte yaşanır. Ama
kullanmaya giden kullanılır, bu tür ilişkilerin doğası gereği. İnsanlar
genellikle bu olgunun yalnız ikinci yarısını algılamayı yeğler, kullanılmış
olmaktan ötürü yakınırken kendi amaçlarına dürüstçe bakmaktan kaçınırlar.
Çünkü kendisini "şey"e indirgemiş olma sonucu yaşanan varolamama
suçluluğu ile yüzleşmek insana ağır gelir.
"Geçmişten
taşıyıp getirdiğimiz bu vakumu gidermek ve kendimizi şeyler dünyasına
indirgememek nasıl mümkün olabilir?" sorusunun cevabı, kendimizi durum
olmaktan çıkarıp bir süreç olarak yaşama çabalarını içerir. Tabii üst
sistemlerin bireyi şeye ya da duruma indirgeme yolundaki baskısının da bu olguyu
karmaşıklaştıran bir etken olduğunu göz önünde tutarak. Bu sistemlerin
şartlandırdığı yönde "bir şeyler yaparak" varolmanın
ısmarlanabileceği yanılgısına çok alışmış olduğumuzdan, varolmanın doğal
sonucu olarak da bir şeylerin yapılabileceği düşüncesi ilk bakışta fazla soyut
görünebilir. Çünkü tek seçeneğimizin bir durumdan bir başka duruma dönüşme
olduğuna şartlanmış varlıklarız.
Yaşama
anlam katabilme gücü, yaşamın anlamsızlığını kabul etme yürekliliğiyle
etkinlik kazanır. Ama çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşmektense,
kendisine yabancılaşma pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp
saklanmayı yeğler. Yaşamın anlamsızlığıyla yüzleşmek yerine yaşamın
anlamsızlığını tartışır. En azından üst sistemlerin beklentileri göz önünde
bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirmesinin her zaman
mümkün olamayacağını tabii ki kabul etmek gerekir. Ama sanırım önemli olan,
kendimizi ne zaman yaratıp ne zaman sattığımızın farkında olabilmek.
Bir
psikoterapi uygulaması da şeyler ilişkisi olarak yaşanabilir. Doğal olarak
böyle bir durumda amaç, bir durumdan diğerine dönüşümle sınırlanır. Bu sınırı
aşmamayı özellikle amaçlayan yaklaşımlar bile vardır ve bu tür uygulamalar
çalışmanın tedavi değerini azaltmaz. Önemli olan terapistin amaçlarını iyi
belirlemesi ve ne yaptığının farkında olmasıdır. Ama genelde tedavi ilişkisinin
bir süreç olarak yaşanıp yaşanamaması, belirli bir yaklaşımın öngördüğü
amaçlar ve yönlerden çok terapistin yaşama bakış açısı ve kişisel birikimiyle
doğrudan ilintilidir.
Tedaviye
gelen kişi başlangıçta sevilme ve kabul edilme beklentilerinin edilginliğiyle
beraberliğe katılır. Sonraları giderek, öncelikle kendisini sevmeyi ve kabul
etmeyi öğrenme sorumluluğunu üstlenir. Dünya ile gerçek bağlar kurmanın ancak
bu yoldan sağlanabileceğini anlamaya başlar. Bu amacın tüm psikoterapi ekolleri
için geçerli olduğu söylenebilir. Tedavi sırasında dünya ile oluşturulan yeni
bağlar, özne ile nesneler arasında eskisinden daha farklı köprüler oluşturma
anlamını taşıyabilir ya da kişi bu "bağların kendisini yaşama"
sürecini başlatabilir. Bu temel farklılık terapistin tutumuyla belirlenir.
Klasik
psikanalizi çağdaş psikoterapilerin anası olarak kabul edersek, ondan doğan
çocukları üç kategoride değerlendirebiliriz: baskıcı sayılabilecek analarına
isyan edip kendi yollarını oldukça bağımsız bir biçimde çizen Jung, Adler,
Rank, vb. kuramcılar; ego analistleri gibi analarının göstermiş olduğu yoldan
sapmaksızın kendilerini ondan öte geliştirenler ve ona sadık kalanlar. İkinci
Dünya Savaşı öncesindeki bu görüntü, savaş sonrası ortaya çıkan çok sayıda ve
bir bölümü gayri meşru torunun varlığı ile en azından bir süre için oldukça
geri planda kalmıştır.
Yeni
kuşağın ortak özellikleri arasında, doğdukları çağın gereği biraz aceleci
olmaları ve bundan ötürü yüzeysel kalmaları, özgürlükçü eğilimlerinden ötürü
eski kuşakları tutucu bularak küçümsemeleri ve moda olma hevesine kapılıp
yayılmacılığı derinliğe yeğlemeleri sayılabilir. 1960'larda lorun sayısının
üç yüzü aşlığı söyleniyordu. Bir süre sonra çoğu, köklerini yadsımış olmaktan
kaynaklanan bir balonlaşmanın bedelini ödediler. Kimi endüstrileşerek ya da
tarikat benzeri gruplaşmalara dönüşerek zaten zayıf temellere dayanan bilimsel
kimliklerini tümden yitirdiler, kimi ise öylece geldi geçti ve yok oldu.
Geriye çok azı kaldı ve onların da bir kısmı, artık hayatta olmayan
kurucularının adlarıyla varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Tarihini
yadsıyan bir insanın kendisiyle barışık olabileceğine inanmıyorum. Ne de böyle
bir toplumun kimlik sorunlarını aşabileceğine. Bilim denilen sürecin herhangi
bir aşamasında ortaya çıkan bir düşünce de kendisinden öncekileri yadsıyan bir
tavır içinde olursa, köksüzlüğün bedelini, cılızlığı ve geçiciliği ile ödemek
zorunda kalır. İkinci kuşak psikoterapi ekolleri, köklerine isyan etmiş ama
onun varlığını yadsımamış oldukları için 1960'larda psikoterapi alanında
yaşanan kargaşadan sonra da varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Eski güçleriyle
olmasa bile saygınlıklarıyla ve kendilerini yineleme çabalarıyla. Yaşlı ana
ise yüzyılımızın düşüncesini etkilemiş tarihsel bir değer olmaktan öte sık sık
başvurulması gereken bir bilge gibi bu alanda çalışanlara hâlâ yol
gösterebiliyor.
Klasik
psikanalizin bir tedavi yöntemi olarak günümüz gerçeklerine ne denli uyduğu
tabii ki tartışılabilir, ama "psikanalitik kişilik kuramı"nı
biyolojideki gelişmelerin ışığında yeniden değerlendirme çabaları, yaşlı ananın
kolayca bir kenara itilemeyeceğinin ciddi bir göstergesi olsa gerek. Bir başka
kitabımda ayrıntılı olarak ele alınmış olduğu için, bu aşamada klasik psikanalizi
yalnızca bir hatırlatma yapma çerçevesinde tartışmakla yetinmeyi yeğliyorum.
Psikanalizin
insan davranışlarını değerlendirişine kesin bir determinizm egemendir. Bu
determinizm, yaşamın ilk yıllarındaki yaşantıların yetişkin davranışlarının
temel belirleyicisi olduğu görüşünü içerir. Bu etkiyi gerçekleştiren ve
bilinçaltı adı verilen alana ulaşmak mümkündür. Yaşam süresince bu alana
bastırılarak insanın bilinçli dünyasına gizli kalan materyalin bilinçe ulaşması
ile "şifa" sağlanmış olur. Böyle bir yaklaşım yalnızca klasik
psikanalizin değil, Adler, Fromm, Homey, Jung, Rado, Rank ve Sullivan gibi
diğer analitik ekollerin de tedavi uygulamalarına temel oluşturur.
Klasik
psikanalize en sık yöneltilen eleştiri, transferans denilen olgunun sistematik
analizine odaklanan bir tedavi yöntemi olmasıdır. Diğer psikanalitik ekollerde
de analizine öncelik verilen transferans, yaşamının ilk yıllarında kişi için
önem taşımış olan kişilere ilişkin duyguların bilinçaltında varlıklarını sürdürerek,
sonraları yine bilinçaltı mekanizmalarla, yetişkin yaşamda önem verilen
kişilere (analiste) yöneltilmesini tanımlar.
Klasik
psikanalizin ilk döneminde, yaşamın ilk yıllarının duygusal beklentilerine
gerilemeyi sağlayacak bir ortam yaratılmasına çalışılır. Bu sağlandığında,
analize gelen kişi "transferans nevrozu" denilen olguyu yaşamaya
başlar. Bu olgu, tedaviye gelen kişinin altı yaşından önceki dönemine ilişkin
ve bilinçdışında hâlâ etkin olan yoğun duygusal beklentilerinin, bastırıldıkları
alandan harekete geçerek, bu kez analistin şahsına yönelik olarak yeniden
yaşanmasını içerir. Bu olgu tedaviye gelen kişinin analiste ilişkin ikili bir
yaşantı sürdürmesine neden olur. Bir yandan çocukluk yıllarından getirilmiş
beklentilerini analistine yöneltirken, diğer yandan kişiliğinin çatışmalardan
özgür olan yanıyla, analistle bir ittifak geliştirir. Dolayısıyla bir an
transferans olgusunu tüm çocuksuluğuyla yaşarken, bir başka an kenara
çekilerek bu yaşadıklarını analistiyle birlikte anlamaya ve değerlendirmeye
çalışır. Bu dönemi yaşamak tedaviye gelen kişi için genellikle pek kolay olmaz.
Klasik
psikanaliz, tarihi boyunca bazıları hâlâ süregelen çeşitli yanlış anlamalara
ve eleştirilere konu olmuştur. Yanılgıların belki de en ilkel olanı,
psikanalistin görevinin tedaviye gelen kişinin geçmişindeki "sarsıcı
olayı" ve davranışlarının "nedenleri"ni ortaya koyarak onu
çatışmalarından kurtarmak olduğu inancıdır. Oysa psikanalizin ilk evresinde,
tedaviye gelen kişinin analistine yansıttığı duygularını yoğun bir biçimde
ortaya koyabileceği, "şimdi ve burada" yaşantılarına zemin
hazırlanır. Böylece kişinin geçmişinin, onun şimdiki zamandaki algılarını ve
davranışlarım nasıl etkilediği ortaya konabilir. Bu süreç içinde canlandırılan
anılar, kişinin geçmişi ile şimdiki zamanının oluşturduğu sürekliliği daha iyi
kavramasına katkıda bulunmaktan öte bir anlam taşımaz.
Psikanalitik
tedaviye yönelik eleştirilerden biri, transferans nevrozunun tedaviye gelen
kişiyi gereksiz ve zararlı bir bağımlılığa yönelttiği inancıdır.
Psikanalistlere göre ise, bu olguyu yaşamak, geçmişle şimdiki zaman arasındaki
farkı kavrayabilmek açısından gereklidir. Onlara göre, transferans nevrozunu
yaşamak, tedaviye gelen kişiye, şimdiki yaşamındaki insanları ve özellikle
analisti kendisine karşı belirli davranışlarda bulunmaya nasıl zorladığını
gösterebilme yönünden de büyük önem taşır. Bir başka yanılgı da analistin,
tedaviye gelen kişinin duygularını yansıtabileceği boş bir ekran gibi
davrandığı inancıdır. Tabii ki böyle bir şeyi gerçekleştirebilmek zaten mümkün
değil. Üstelik psikanalist başlangıçta daha çok ortaya getirilen materyalin
anlamını değerlendirme konusunda rehberlik ederken, tedavi ilerledikçe gerçek
bir insan olarak da tepkiler vermeye başlar. Bu tutum değişikliği, özellikle
geçmişle geleceği ayırabilme açısından önem taşır.
İkinci
Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda psikanaliz, başta Amerika olmak üzere dünyanın
birçok yerinde yaygın bir biçimde uygulanır olmuştu, ama giderek denetimden
çıkmışçasına. 1960'lara yaklaşıldığında psikanaliz adı altında sürdürülen bazı
uygulamalar Sigmund Freud'u mezarından kaldırıp isyan ettirecek nitelikteydi.
Hızlı şişmenin bedeli tabii ki ödenecekti ve 60’h yılların sonuna doğru klasik
psikanalizin artık ölüm döşeğinde olduğuna inanılır olmuştu. Ama yaşlı ana
hastalanmasına, üstelik çok da itilip kakılmasına rağmen ölmedi. Tedavi
yönteminin fizyolojik temelli ve iyi belirlenmiş bir kişilik kuramı ile
bağlantılı olması bunun başlıca nedeni olsa gerek. Bir başka neden de Freud'un
kızı Anna'nın da dahil olduğu ve ego analistleri denilen grubun klasik
psikanalizin bazı temel eksikliklerini tamamlayan ustaca çalışmalarıdır.
Ego
analistlerinin bu konudaki en önemli katkısı ego özerkliği kavramını
geliştirmiş olmalarıdır. Böyle bir yaklaşıma göre ego, id ve süperego arasında
sıkışmış konumundan öte, edinmiş olduğu yaşam deneyimleri sonucu kişiden
kişiye değişebilen oranlarda kendi özerkliğini kazanabilmiş bir kişilik öğesidir.
İçgüdüsel dürtülere daha az önem tanıyarak, dış dünyadaki olayları ve
öğrenilmiş davranışları ön plana getiren bu düzenlemeler, psikanalitik kişilik
kuramını psikoloji, sosyoloji, kültürel antropoloji ve biyoloji gibi
alanlardaki gelişmelere paralel ve çağdaş bir duruma getirmiştir. Birçok bilim
alanı Freud'un görüşlerinden önemli ölçülerde etkilendiği gibi, psikanalitik
kişilik kuramı da diğer alanların düşünce ve bulgularından esinlenerek
sürekli yeni boyutlar kazanmakta. Bir kuramın geçerliğini sürdürebilmesi için
yeni düşünceler ve kanıtlarla desteklenmesi ve yeni düzenlemelerle
geliştirilmesi zorunludur. Bu nedenle ego psikolojisi kuramcılarının psikanalize
yaptıkları sürekli katkılar bu alanın canlılığını ve gelişimini günümüzde de
sürdürebilmesini sağlamıştır.
Daha
önce belirttiğim ve sürdürmekte olduğum tartışmada da fark edilmiş olabileceği
gibi, psikanalitik kişilik kuramını ve bir tedavi yöntemi olarak klasik
psikanalizi birbirinden ayrı değerlendirmeyi yeğliyorum, insan gençken ve yeni
bir şeyler öğrenme hevesi duyarken, kendisine sunulanları fazla irdelemeden
kabul etme eğiliminde oluyor. En azından ben ve sanırım benim kuşağım öyleydik.
Buna rağmen eğitimimin başlangıcında psikanalizle ilk tanışmamda, bu yöntemin
uygulanış biçimlerine karşı, nedenini o zamanlar tanımlayamadığım sezgisel bir
direnç yaşamış olduğumu hatırlıyorum.
Bunda
psikanalizin çevresinde o dönemde yaratılan gizemli havanın önemli bir payı
olduğunu sanıyorum. "Sağlıklılar dünyası"na katılabilmek için
aşılması gereken uzun ve kapsamlı bir ayin gibi bakılıyordu olaya. Psikiyatri
çevrelerinde insanlar adeta üç grupta kategorize edilmişlerdi. Analizden
geçmiş olanlar, geçmekte olanlar ve geçmemiş olanlar. Analizden geçmişlere
evrenin bir başka katına çıkmış varlıklar gibi bakılıyordu. Bir kısmının
başkalarına yönelik tavırları gerçekten de öyleydi. Analizde olanın ise her
yaptığı hoşgörülüyordu, alışılmışın dışında zor bir yaşantıdan geçtiği
farzedildiği için.
Sosyal
çevrelerde bile, şu davranışını Oidipus kompleksinden ötürü yaptığını ya da bu
tutumunun babasına yönelik bilinçdışı bir kastrasyon korkusundan
kaynaklandığını anlatan insanlarla karşılaşılıyordu. Psikanalizden
"geçmek" bazı çevrelerde bir statü sembolü durumuna gelmişti. Bu
insanlara çatışmalarından ve nevrozundan arınmış varlıklar gözüyle bakılıyor,
ne var ki bazıları hiç de öyle davranmıyordu. Bu nedenle bazı kurumlarda
psikanalistlerin de zaman zaman kısa süreli tazeleme analizlerinden geçmeleri
biçiminde uygulamalar yapılıyordu. Bu tür uygulamalar çoğu kez aynı kurumda
çalışan psikiyatristlerin birbirlerini analize alması gibi tuhaf durumlara ve
mahremiyet denilen olgunun ortadan kaldırılarak herkesin birbirinin özel
yaşamına girmesine neden oluyordu.
Artık
tarihe karışmış bu olaylara bugün geri dönüp baktığımda psikanalizdeki bu
çöküntü dönemi için iki temel neden düşünebiliyorum. Birincisi, bir tedavi
yöntemi olarak psikanalizin geleneksel tıp çerçevesinde değerlendirilmiş
olması. Böyle bir bakış açısı "şifa” kavramıyla özdeşleştiğinden,
psikanaliz de sağlıksız bir durumdan sağlıklı bir duruma "dönüşme"
olarak algılanmıştır. Yaşayan bir süreç olan insanın psikanalizden geçtiğinde
rektifıye edilmiş bir otomobil gibi değerlendirilemeyeceği görülememiştir.
Freud'un yetişkin insanı yinelenen durumlar olarak değerlendirmiş olması,
psikanalizi de ulaşılacak bir nokta durumuna indirgemiştir.
ikinci
neden ise hızlı şişme olgularının çoğu kez kaçınılamayan yazgısıyla ilgili.
Psikanaliz uygulamaları arttıkça yanlış uygulamaların sayısı da giderek arttı.
Tabii bu durum psikanaliz eğitimine de yansıdı ve psikanalist yetiştirme
konusunda neredeyse bir kitle üretimi başladı. Bu konuda gerekli eğitimi görmeden
uygulama yapan kişilerin de katkısıyla psikanaliz giderek ciddiye alınmamaya
başladı. Bu arada 1960'larda Batı dünyasının geçirdiği sancılı toplumsal
dönüşümler, o dönemin ihtiyaçlarını karşılar görünen ve sayıları mantar gibi
çoğalan psikoterapi türlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Tabii bu
değişimler karşısında psikanalize geri kafalı, tutucu ve modası geçmiş bir
yöntem olarak bakma eğilimi de gelişti. Sinema ve karikatürde sık sık alay
konusu olmaya başladı, Amerikalı şarkıcı Melanie psikanalizi hicveden
"Psychotherapy" adlı bir plak yaptı ve Amerika'nın en çok okunan
dergilerinden biri "Psikanaliz Ölüyor mu?" başlıklı bir kapakla
yayımlandı.
Peki
neden "bugün" psikanalitik düşüncenin, nörobiyoloji alanındaki
araştırmalardan bazı önemli sinema yapıtlarına uzanan geniş bir spektrumda,
eskisi gibi abartılı olmayan ama farklı bir derinlik içeren yansımalarıyla
yeniden karşılaşır olduk?
Daha
önce de belirttiğim gibi, bir tedavi yöntemi olarak klasik psikanalizin çağımız
gerçeklerine artık pek uymadığı görüşüne katılmakla birlikte, ego
analistlerinin de katkılarıyla Freud'un ve önemli ölçüde de Jung'un kişilik
kuramlarının yerini alacak çalışmaların bugüne kadar yapılmamış olduğunu
düşünüyorum. 1950'lerden 70'lere uzanan süre içinde ortaya çıkan ve gücünü
yitiren birçok ekolden Geştalt Therapy ya da Rational-Emotive Therapy gibi
bazıları varlıklarını günümüze kadar sürdürebildiler. Bu tür ekollerin hakkını
vererek yetişmiş kişilerin, kendilerine tedavi amacıyla başvuran kişilere ciddi
bir biçimde ve önemli ölçülerde yardımcı olabildiklerine inanıyorum. Ancak
sağlam bir kişilik kuramı temeli üzerine oturtulmamış uygulamalarda amacın
sınırlı kalabileceği görüşümü de koruyarak.
Kesin
çizgilerle belirlenmiş kişisel görüşlerimin, kapsamlı bir kişilik kuramına
dayanmayan ekollere inanan ve bu doğrultuda başarılı uygulamalar yapan
kişilerce katı vp tutucu
bulunmasını anlayışla karşılarım, ama bağnaz bulunmasını değil. Çünkü daha
önce de belirttiğim gibi, bir tedavi uygulamasının amacının sınırlı
tutulabileceğini kabul ediyorum. Önemli olan, amacın ve sınırlarının
olabildiğince iyi belirlenmiş olmasıdır. Bu nedenle yukarıda belirttiğim
görüşler bir eleştiri niteliği taşımıyor. Üstelik görüşlerim yalnızca
kitaplardan edinilen bilgilere değil, yıllar boyunca gittiğim çeşitli
uluslararası kongrelerde, yenilik arayışları içinde katıldığım çeşitli çalışma
gruplarındaki yaşantılarıma dayanıyor. Oralarda yaşadıklarımın nesnel bir
eleştiri getirebilmek için yeterli olmadığını biliyorum, ancak
"bana" yetmemiş olmasını, taraf olduğumu kabul ederek ve yalnızca
öznel görüşümü paylaşmak amacıyla ortaya koydum.
Tedavi
yaşantılarım sırasında, Freud, Jung, Horney, Adler, Fromm-Reichmann, Rank,
Sullivan, Erikson, vb. psikanalitik çalışmacılardan özümsenmiş bilgilerin, ben
farkında olmasam da bana sürekli yol gösterdiğine inanıyorum. Tedavi ortamındaki
tutumum, geleneksel psikanalitik yaklaşımlardan farklı ve Binswanger, Boss,
May, Farber gibi varoluşçuların tedavi yaklaşımlarını benimseyen bir tarzı
içerebilir ve Kierkegaard, Heidegger, Nietzsche, Buber gibi Batı ve Laotzu gibi
Doğu düşünürlerinin etkisinde olabilir. Ama Freud ve Jung'un dahiyane bulduğum
kişilik kuramları ya da Erikson'un gelişim kuramını bilmeden, tedavilerini
üstlendiğim kişilerin davranışlarının gerisindeki dinamik güçlerin nasıl
işlemekte olduğunu gereğince kavrayabileceğimi sanmıyorum.
BİR
PSİKOTERAPİSTİN sahip olması gereken nitelikler konusunda bugüne kadar
yazılanların biçimsel tanımlardan öteye gidememiş olmasını, psikoterapi
sürecinde yaşanan ilişkinin içerdiği öznellik nedeniyle doğal karşılamak
gerek. Psikoterapi belirli ilkelerden ve tekniklerden oluşan bir tedavi
yöntemidir, ama yöntemin uygulanışında terapistin kullandığı en önemli araç
kendi kişiliğidir. Dolayısıyla psikoterapist kimliği, kuram ve yöntem
bilgisinden oluşan zemin üzerinde geliştirilmiş bir tarz ve tutumdan oluşur.
Terapistin tarzı ve tutumu kendi kişilik özelliklerini önemli ölçüde yansıtır.
Uygulamalarının
ilk yıllarını yaşamakta olan bazı genç psikoterapistler, gerekli temel
bilgiyle donanmış ve "meşru" bir eğitimden geçmiş olmalarına rağmen,
tedavi ettikleri kişileri etkilememe ve öznel olmama konusunda aşın titizlik
gösterirler. Çünkü tarzları henüz oluşmamıştır. Böyle durumlar tedaviye gelen
kişi tarafından ilgisizlik ya da uzaklık olarak yaşanabileceğinden bazı
transferans sorunlarının ortaya çıkmasına ya da tedavi sürecinin uzamasına
neden olabilir, ama ciddi bir hata yapma olasılığını da azaltır. Terapistin
tarz ve tutumu deneyim kazanıldıkça oluşan bir araçtır ve yıllar içinde
kendisinin geçirdiği evrimin sınırları içinde değişim geçirebilir. Bu nedenle
bazı deneyimsiz psikoterapistlerin, başlangıç dönemlerinde kendilerini kuram
ve yöntem ağırlıklı bir uygulamayla sınırlamaları doğal karşılanmalıdır.
Kuram
ve yöntem temeli üzerine oturtulmamış uygulamalar ise terapist konumunu
üstlenen kişinin kendi yansımaları olmaktan ve bir insanın diğerine
sağduyusunu kullanarak yardım etmeye çalışmasından öte bir anlam taşımaz. Ne
var ki psikoterapi adı altında sürdürülen bu tür çalışmalar oldukça yaygındır.
Gelişmiş ülkelerde bile gözlemlenen bu durum biraz da mevcut psikoterapist
sayısının ihtiyacı karşılayamamasından kaynaklanıyor. Yine de bazı insanların
gerekli, hatta zorunlu sayılabilecek bir hazırlığı yapmadan böyle bir
sorumluluğu üstlenmeye çalışmaları, daha çok "kendi nedenleriyle"
açıklanabilir. Sanırım bundan ötürü, kendilerini psikoterapist olarak
niteleyen bazı kişilerin gerekli donanıma sahip olmadan kullandıkları bu sıfat
nedeniyle tedirgin oldukları da gözlemlenebiliyor. Bazıları gerçekten iyi
niyetle çalışan bu kişiler neden başka bir sıfat kullanıp kendilerini sahip
olmadıkları bir mesleki kimliğin yükünden kurtarmıyorlar ki?
1968
yılında Avusturya'nın Baden kasabasında katıldığım bir kongrede, psikodrama
denilen ve "tiyatro yoluyla tedavi" olarak tanımlanabilecek bir
tekniğin geliştiricisi olan Moreno'nun bir kürsüden, "Psikiyatrist
Tanrıdır, çünkü Tanrı olmak durumundadır!" diye haykırdığını hatırlıyorum.
Moreno'yu ilk ve son kez o kongrede gördüm, çünkü gerçekte bir fani olduğu için
bir süre sonra dünyadan ayrıldı. Kürsüdeki varlığı, heybetli görünümü ve gür
sesiyle etkileyici bir gösteriydi. Onu izlerken, Tanrı insan görünümünde
aramızda dolaşmak istese, herhalde Moreno'yu seçerdi diye düşünmüştüm.
Kongre
sırasında Moreno'yu izlerken, onun kendisini Tanrı sanmadığını, hatta tüm
gürültüsünün gerisinde yumuşak ve duyarlı bir insan olduğunu fark ettim.
Teatral bir adamdı ve kongre boyunca Tanrıyı oynadı. Katılanların çoğu ona
Tanrıymış gibi davrandı. O da bunun keyfini çıkardı. Ama bu kendisinin de
farkında olduğu bir oyundu yalnızca. Beni asıl düşündüren, kongreye katılan
bazı kişilerin onu gerçekten bir Tanrı gibi yaşamış olmaları, daha doğrusu bu
ihtiyacı duymuş olmalarıydı.
Bilgisine
ve yaratma gücüne saygı duyduğum halde, oyunculuk tutkusuna dayanamayıp böyle
bir olgunun yaşanmasına zemin hazırladığı için Moreno'yu içimden eleştirdiğimi
hatırlıyorum. O zamanlar yetişkin insanın, yazgısını yaratma yönünden
kendisinin kabul etmek istediğinden öte sorumluluklar taşıdığının bugünkü
kadar farkında değildim. Onun için bu olguya şimdi tanık olsam belki de
eleştirmezdim diye düşünüyorum. Tapınmak isteyenler varsa Tanrıyı oynamayı
seven biri buna karşılık verebilir. Taraflardan biri isimsizliği, diğeri de
ayrıcalığın getirdiği yalnızlığı kabul ettikten sonra.
Teknoloji
çağının yarattığı isimsizler dünyasında, insanların guru'lann peşinden giderek
ve tarikat benzeri gruplara katılarak dayanaktan yoksun olmanın yarattığı
anksiyeteden kurtulmaya çalıştıkları bilinen bir olgu. Ya da Nazi subayı
kılığındaki birkaç tiyatro oyuncusuyla İstanbul'un ana caddelerinden birinde
gerçekleştirilen deneyde insanların sergilediği boyun eğiş. Biyoloji alanındaki
bazı çalışmalar, beynin paleopallium denilen katmanındaki globus pallidus ve
substansia nigra adlı bölgelerin bu tür eğilimlere katkısını açıklar görünüyor.
Nedeni ne olursa olsun, insanın otoriteye boyun eğme ve bir liderin izinden
gitme eğilimi taşıdığını ve bunun yine insan doğasında varolan bireyleşme ve
kendini yaratma eğilimiyle çatışma durumunda olduğunu biliyoruz. Bu çatışmanın
en belirgin yaşandığı ortamlardan biri de psikoterapidir ve bu karşıt
eğilimleri, tedaviye gelen kişi kadar terapist de yaşar.
Tedaviye
gelen kişilerle ilişkisinde Tanrı kimliğine bürünerek onları yargılamaya ve
yönetmeye çalışan ya da tam karşıtı bir tutumla, tedaviye gelen kişinin
taleplerine edilgin bir biçimde boyun eğerek onunla birlikte sürüklenen bir
terapist, tedavi ortamı içinde varolamayacağı için, kendini varedebilme umuduyla
gelen kişinin bu yöndeki çabalarına katkıda bulunamaz. Böyle bir durumda
aradığını bulamayan kişi tedaviyi bırakabilir. Ama bazen mürit edinmenin ya da
olmanın çekici sorumsuzluğu karşılıklı olarak kabul edilir ve birlikte
varolamamanın direnilmesi güç ağırlığı altında sürüklenip gidilir, en azından
bir süre için.
Laotzu
öğretisinde şöyle der: "Kim ki kendini geride tutar, o her zaman ön
plandadır. Kim ki kenarda durur, o her zaman bir yerdedir. Kim ki kendini
göstermeye çalışmaz, o her yerde görünür. Kim ki kendini tanımlamaz, o her
zaman seçkin kalır. Kim ki yaptıklarıyla böbürlenmez, ortaya çıkardıklarının
değeri kalıcı olur."
Bazen
genç bir psikoterapist deneyimsizliğinden kaynaklanan güvensizliği sonucu,
tedavisini üstlendiği kişiye ne kadar çok şey bildiğini kanıtlama çabalarına
girebilir. Eğitim amacıyla videoya alınan tedavi seansı kayıtlarında da birçok
psikoterapist adayının, tedavisini üstlendikleri kişilerden daha yoğun
anksiyete yaşadığı gözlemlenmiştir. Henüz işin başlangıcında olan bir
terapistin bu tür narsisistik kaygılar yaşaması, bu konuda yazılanlara
bakılırsa oldukça sık rastlanan bir olgu. Deneyimsizlikten kaynaklanan bu tür
sahne korkularının başlangıçta güdüleyici bir etkisi de vardır ve çoğu, bir
ustanın denetiminde sürdürülen çıraklık eğitimi sırasında üstesinden
gelinebilecek durumlardır. Tabii adayın kişilik yapısı böyle bir eğitimi
özümseyebilecek nitelikteyse.
Psikoterapist
kimliğinin kendine özgü nitelikleri bazı tuzakları da beraberinde getirir.
Bunlardan biri, böyle bir kimliğin her insan gibi terapistte de varolan
narsisistik eğilimleri pekiştirmeye elverişli bir konumu içermesidir. Bu
tehlike özellikle özne-nesne ilişkilerinin yaşandığı geleneksel psikoterapiler
için geçerlidir. Bu tür tedavilerde kullanılan yöntemin doğası gereği yaşanan
transferans olgusu, simgesel bir tümgüçlü yetişkin ve çocuk ilişkisini içerir.
Bu durum, tedaviye gelen kişinin terapisti, bir süre için de olsa omnipotent
(her şeye gücü yeten) bir varlık olarak algılamasına neden olur. Aslında
transferans yaşantıları sırasında insanüstü bir varlık olarak algılanmak, terapist
üzerinde \1 bir yük oluşturur. Olmadığı bir şey olarak algılanıyo. \ yükü.
İnsan
şık ve p \ elbise giydiğinde kendisini biraz farklı hisseder. Ama rçekten de
farklı olduğuna inanır. Narsisistik eğilimleri terapist,
ortamın pekiştirici etki
si
sonucu tedavi odasım .fiğiyle özdeşleşebilir ve bunun sonucu yaşanan kişilik
en^asyonunun bedeli terapistin kendine yabancılaşmasıyla ödenir. Böyle bir
durum, var olan narsisistik eğilimlerin daha da artmasıyla sonuçlanır ve oluşan
kısırdöngü içinde kilitlenen terapist, meslekdışı yaşamında da şişmiş bir
egonun yalnızlığını yaşar. Uzmanlaşmış psikoterapist tabii ki bir otoritedir, ama
yalnızca psikoterapi konusunda.
Bir
terapist kendisinin omnipotent olduğu sanısını yaşamaya başlayınca kişisel ve
mesleki evrimi de takılıp kalır. Bu alandaki yenilikleri izlese bile bunları
sentezine katamaz ve öğrendikleri düşünce düzeyinde kalır. İleri doğru hareket
eden bir süreç olmaktan çıkıp bir duruma dönüşür. Ne yazık ki narsisizmin
kültürümüzdeki yaşanış biçimi nedeniyle bu olgu başka alanlarda, örneğin sanat
ve politikada da gözlemlenebiliyor. Biri bir şeyler üreterek ya da yaratarak
belirmeye başlıyor, umutlandıran bir çıkışla. Sonra yaptıklarına ve
yarattıklarına başkalarından önce kendisi hayran oluyor ve tabii kilitlenip
kalıyor. Ya tekrarlamalar içinde yavaş yavaş sönüyor ya da adı bir daha duyulmaz
oluyor. Hızlı bir değişim yaşayan kültürümüzde doğal olarak bazı boşluklar var
ve potansiyeli olan biri sahipsiz duran bu alanlardan birini doldurmak
istediğinde pek de güçlük çekmeden sivrilebiliyor. Ama bazen bunu bir kişilik
enflasyonu ve arayıştan vazgeçiş, atıl bırakılan bir potansiyel ve tükenme izleyebiliyor.
Doğadaki
tüm canlılar eksi bir durumdan artı bir duruma geçmek için çabalar, insan da
öyle. Ama insan bir yandan kendini geliştirirken bir yandan da bir şeyler
yitirir yıllar geçtikçe. Bazı alanlarda sistem belirli bir yaşa geleni
bünyesinde tutmak bile istemiyor. Buna karşılık kimine, kişinin ya da yapılan
işin doğasından ötürü böyle bir sınır konulamıyor. Artık hayatta olmayan ünlü
piyanist Arthur Rubinstein'a seksen yaşlarındayken sormuşlar, "Bunca ün ve
servet sahibi olduğunuz halde neden hâlâ bir ülkeden diğerine dolaşıp konserler
veriyorsunuz?" diye. Cevabı, "Çünkü piyano çalmayı seviyorum!"
olmuş.
Psikoterapi
sanat öğesi güçlü bir alan, özellikle özne-nesne dualizminin ötesine
geçildiğinde. Bu nedenle bir iş değil, bir yaşam biçimi. İnsanın
kestirilemezliğini kabul ederek yaşamayı içeren bir biçim. Bir psikoterapistin
odasında ne zaman ne olacağını önceden kestirebilmek mümkün değildir, yaşamın
özünde olduğu gibi. Böyle bir alanda ustalaşıyor olmak, yalnızca iyi bir hazırlık
yapılmış olduğu anlamını taşır. Üzerinde daha rahat hareket edilebilen bir
temel oluşturma hazırlığı. Ama hareket sona ermez, insan zihinsel ya da
fiziksel olarak bir "duruma" dönüşmediği sürece. Çünkü insanın
insanı anlamaya çalışması sonu olmayan bir yolculuk gibidir. Tabii kendini ve
insan türünü kavramlaştırıp paketleyerek rafa kaldırmaya çalışmadıkça. Çırak,
yolunu bulana dek arayışlarını geniş bir alanda sürdürmek zorundadır. Ustalaşma
sürecini yaşayan ise, arayışlarını artık seçmiş olduğu yolda sürdürür. Ama
hiçbir zaman usta oldum diyemez. Başka alanlar için nasıldır bilemem, ama konu
insan olunca bir doruğa ulaşarak aşağı bakabilmek mümkün değil. Çünkü öyle bir
yer zaten yok.
Viktor
Frankl, "logoterapi" denilen bir varoluşçu psikoterapi yaklaşımının
geliştiricisi olarak tanınır. Bir gün Frankl'ı Viyana'daki kliniğinde ziyaret
eden Amerikalı bir doktorun ona yönelttiği, "Doktor, siz bir psikanalist
misiniz?" sorusuyla başlayan konuşma şöyle sürer:
"Aslında
bir psikanalist sayılmam, ama psikoterapist denilebilir."
"Peki
hangi ekoldensiniz?"
"Kendim
bir kuram geliştirdim, adı logoterapi."
"Logoterapinin
anlamını bana bir cümleyle açıklayabilir misiniz? En azından logoterapi ile
psikanaliz arasındaki farkın ne olduğunu?"
"Tabii,
ama önce psikanalizin size göre ne olduğunu bana bir cümleyle açıklar
mısınız?"
"Psikanalizde
kişi bir divana yatırılır ve sonra ondan size, açıklanması kendisi için can
sıkıcı olabilecek bazı şeyleri anlatması beklenir."
"Evet.
Logoterapide de tedaviye gelen kişinin bir koltukta dik oturması ve bazen
kendisi için can sıkıcı olabilecek şeyleri duyması beklenir."
Psikoterapi
ikili bir dans gibidir. Buluşmalar sırasında varolabilme çabalarını yaşamak ve
paylaşmak tedaviye gelen kişinin sorumluluğudur, buna elverişli bir ortamı
yaratmak ise terapistin. Ortam bu ikili ilişki içinde terapistin kendisini
varedebilmesiyle yaratılır. Süreç sırasında zaman zaman tedaviye gelen kişi,
daha seyrek olarak de terapist, farkında olmadan ikili varoluştan kopup kendi
başına dans edebilir. Kopan tedavi edilen olursa, durumu ona göstermek
terapistin görevidir. Durum terapistten kaynaklanırsa bunu kısa sürede fark
etme sorumluluğu kendisine aittir, ama süreç ilerledikçe ve tedaviye gelen
kişinin kendisi de birlikteliğin koptuğu zamanları fark eder oldukça, uyarı
ondan da gelebilir. Ender durumlarda birlikte dans etmek mümkün olmaz ve
ayrılınır. Bu genellikle sürecin en başında ya da başlangıç döneminde olur.
Böyle
bir beraberliğin canlılığını ve dinamizmini sürdürme çabasının terapiste de çok
şey kattığına inanıyorum, özellikle de kendini yaratabilme yönünden. Sosyal
ilişkilerde sık karşılaşılan ve herkesin bir başkası ya da başkaları
tarafından yaşatılmayı beklemesi sonucu ortaya çıkan kolektif yaşamazlık, tedavi
ortamında da zaman zaman belirebilir, ama sürdürülmesi mümkün olmaz. Terapistin
kendini yaratması, tedavi ortamında kişisel dünyasını değil, kendisini
yaşayabilmesi anlamına gelir. Kişisel dünyasını yaşama ayrıcalığı tedaviye
gelen kişiye tanınır. Ancak bu ayrıcalığın da uzman bir dinleyicinin
karşısında tek başına söylenen bir monolog gibi değil, varoluşçuların "dual
mode" dedikleri birliktelik içinde yaşanması beklenir. Birinin karşısında
kendi kendine ağlamak ile birisine ağlamak arasındaki fark çok önemlidir, ve
bu ağlanan kişiye de bir beraberlik yaşatır. Bazı ilişkilerde yaşanan "O
bana bunu verdi," "Ben ona şunu verdim," türündeki hesaplan
içermeyen bir birliktelik.
Psikoterapiyi
yaşam egzersizi türünde bir eğitim olarak düşünürsek böyle bir eğitimin ancak
tedaviye gelen kişinin ve terapistin "birlikte" katılımlarıyla
gerçekleştirilebileceğini de kabul etmek gerekir. Böyle bir eğitime sürekli
katılıyor olmak terapistin de kişiliğini zenginleştirir. Buna karşılık
özne-nesne ayrımıyla yaşanan "single mode" türü beraberlikler,
terapistin kendisini daha iyi bir gözlemci olarak geliştirmesinde etkili
olabilir. Ama edindiği deneyimleri kendi yaşamına katabilme şansı daha zayıf
kalır ve tedavi sırasındaki kolektif yaşamazlık olasılığını artırır. Bir Japon
atasözünde dile getirildiği gibi, "Öğrenilenler yaşanmadıklarında
öğrenilmiş olmazlar!"
Geleneksel
psikoterapiler çerçevesinde sık kullanılan ve başından beri benimsemekte güçlük
çektiğim bir kavram var: empati. "Karşımızdaki insanın yerine kendimizi
koyarak onu anlamaya çalışma" olarak tanımlanabilecek bir sözcük. Ama bir
insanı bu yoldan anlamaya çalıştığımızda, onun gerçeği yerine kendimizinkini
anlamış olmaz mıyız? Çünkü "bu tanımıyla" empati, insanı "kendi
gerçeği içinde" anlamaya çalışmayı içermiyor. Üstelik bazı genç
meslektaşlarımın sürdürdükleri bir tedavi sürecinden söz ederken, "Empati
yaptım!" dediklerine tanık oluyorum. Bir insanın dünyası
"yapılan" bir işlem aracılığıyla nasıl anlaşılabilir ki?
Katarsis
sözcüğünün psikiyatriye mal edilmesi psikanalizin doğuşuyla başlar. Yaşanamamış
olduğu için biriken bazı duyguların boşalma imkânı bulmasını tanımlar. Çağlar
boyunca yapılmış dinsel ayinlerin temel psikolojik öğesidir. Bildiğim kadarıyla,
kavram olarak ilk kez Antik Yunan'da tiyatronun seyirciye sağladığı duygusal
boşalımı tanımlamak amacıyla kulla mlmıştır.
Yüzyılın
başlarında Freud, Fransız psikiyatrisi Charcol'ııun sürdürdüğü hipnoz
deneylerini gözlemlemek için gittiği Paris' ten döndüğünde bir süre Viyana'nın
seçkin hekimlerinden Jo seph Breuer'le çalışmıştı. O dönemde Breuer, çoğu kadın
olan hastalan üzerinde hipnozu ilginç bir biçimde kullanıyordu. Bu insanlar
hipnoz altında sorunlarını baskısızca ve açıkça anlata biliyor, uyandıklarında
da rahatlık duyuyorlardı. Önceleri aynı uygulamaları kendi de sürdüren Freud,
Breuer'den ayrıldıktan sonra giderek hipnozdan vazgeçti ve hastalarını
uyanıkken, düşünce düzenini ve ahlak kurallarını gözetmeksizin özgürce konuşmaya
yöneltti. Bu yöntemle insanlar içsel engellerini yenebiliyor, unutulmuş anılarına
inebiliyor ve giderek sorunlarını çıplak bir biçimde tartışabilir hale
geliyorlardı. Sonunda bu yeni yönteme "serbest çağrışım", tedaviye
gelen kişilerin bu yöntem aracılığıyla içsel dünyalarına inerek kendilerini
daha iyi tanımaları ve daha sağlıklı bir uyum düzeyine erişebilmelerine imkân
sağlayan ilkelere de "psikanaliz" adı verildi.
70'li
yıllarda Ankara'da bir tiyatroda sahnelenen bir oyunun sonunda oyuncular
seyircileri selamlamak üzere tekrar sahneye çıktıklarında, o günlerde
klişeleşmiş bazı politik sloganları haykırmaya başladılar. Böylece kendi
katarsislerini gerçekleştirdiler ve biz seyircileri de tıkayıp evlerimize
yolladılar. Bu gösteriden sonra bir süre tiyatroya gitmedim. Sofokles' ten bu
yana katarsis hakkını öncelikle seyirciye tanıyan geleneksel tiyatro ilkeleri
hâlâ geçerli olduğuna göre, bu oyuncuların kendilerinin değil seyircilerin
bağırmasını ya da örneğin benim bağırmamı sağlayacakları bir ortam
oluşturmaları gerektiğini ve benim hakkımı benden aldıklarını düşündüğüm için.
Önce seyirciyi coşturup kendileri sonra katılabilirlerdi. Coşturamazlarsa da
amaçlarını gerçekleştirememiş olmanın sıkıntısını kendileri yaşarlardı.
Bazen
bir dostunuz gelir, yaşantılarıyla ilgili kesintisiz bir monoloğu, sizin
kendisini anlayıp anlamadığınıza pek de aldırmaksızın söyler, boşalır ve gider.
Aslında sizinle değil kendi kendine konuşmaktadır. Onun için sizin varlığınız,
kendi içinde kilitlenmiş olmaktan ötürü yaşadığı sıkışıklığın gerilimini
"boşaltabileceği bir şey" olmaktan öte bir anlam taşımaz. Alana
aşina olmayan bazı kişiler arasında psikoterapinin de saunaya gidercesine
kullanılan bir gerilim giderme ve ferahlama aracı olduğu sanısı oldukça
yaygın. İnsanlar zaman zaman birbirlerine sıkıntı boşaltmanın dostluk ve
ilişki olduğuna inanma eğiliminde oldukları için psikoterapiyi de böyle bir
çerçeve içinde değerlendirmeleri doğal karşılanabilir. Ancak bu yanılgının
oluşmasında alanın sorumluluk payı olup olmadığının da araştırılmasında yarar
olabilir.
Freud'un
histeri patolojisine ilgi duyduğunu bilen Breuer, birlikte çalıştıkları dönemde
bir gün ona, 1880'in Aralık ayından 1822 Haziranı'na kadar tedavi amacıyla
izlemiş olduğu bir kadından söz etti. Anna O. adıyla anılan bu kadına ait
bulgular psikanaliz tarihçesine geçmiş ve bu kuramın gelişmesine önemli bir
katkıda bulunmuştur.
Anna
O. gerçekte, sonradan sosyal hizmet alanının gelişmesindeki öncülüğüyle ün
yapmış olan Bertha Pappenheim'dı. O zamanlar yirmi bir yaşında olan genç kadın,
babasının ölümünün ardından çeşitli histeri belirtileri geliştirdiği için Breuer'e
başvurmuştu. Bu belirtiler kol ve bacaklarda felç, dokunma duyusunun kaybı,
kaslarda kasılma, görme ve konuşma güçlükleri, yemek yiyememe ve öksürük
nöbetlerinden oluşuyordu.
Anna
babasına çok düşkündü ve son günlerinde yatağının yanından ayrılmamış, ölümüne
dek ona bakmıştı. Tedavi sırasında Breuer'i ve Anna'yı şaşırtan bir durum
ortaya çıkmıştı. Anna ne zaman babasına duyduğu sevgi ve yakınlıktan söz etse
ya da histeri belirtilerinin hangi koşullar altında ortaya çıktığını anlatsa,
bu belirtiler ortadan kayboluyordu. Bu nedenle Anna bu sürece, "konuşma
kürü" ya da "baca temizliği" adını takmıştı.
Bu
anıların çoğu öyle bastırılmıştı ki, ancak hipnoz altında
çağrıştırılabiliyordu. Örneğin Anna bir gün, babasının başında beklerken bir
yılanın babasına doğru ilerleyerek onu sokmaya hazırlandığını ve duruma engel
olmak için harekete geçmek istediğinde iskemlenin arkasına sarkıtmış olduğu
kolunu kımıldatamadığını düşlemişti. Anna bastırmış olduğu için hatırlayamadığı
bu anıyı hipnoz altında çağrıştırabildikten sonra o güne kadar felçli olan
kolunu rahatça hareket ettirebilmeye başlamıştı.
Tedavi
süresince Breuer, bu ilginç kadına ilgi duymaya ve ona daha fazla zaman
ayırmaya başlamıştı. O denli ki Breuer' in eşi bu duruma bozulmaya ve Anna’yı
kıskanmaya başlamıştı. Breuer, Anna ile ilişkisinin cinsel bir içeriği
olabileceğini fark ettiğinde tedaviye birden son vermiş, ne var ki birkaç saat
sonra çok kötü durumda olduğu haberini alması nedeniyle Anna'nın evine gitmek
zorunda kalmıştı. Oysa Anna tedaviden çok yararlanmış ve belirtilerin çoğu
ortadan kalkmıştı. Breuer gittiğinde Anna yataktaydı ve histerik doğum
sancıları içindeydi. Tedavi süresince cinsel konulara hiç değinilmemişti ve
aslında Anna'nın yalancı gebeliği, Breuer’in tedavi amacıyla ona göstermiş
olduğu ilgiye karşı geliştirmiş olduğu cinsel duyguların simgesel bir
anlatımıydı. Bunu fark edemeyen Breuer, Anna’yı ancak hipnotize ederek
yatıştırabildi ve panik içinde evi terk etti. Sonra da "ikinci bir
halayına çıkmak" üzere eşiyle birlikte apar topar Venedik’e gitti.
Breuer
Viyana'dan ayrıldıktan sonra Anna'nın durumu daha da kötüleşmiş ve hastaneye
kaldırılması gerekmişti. Bu olaydan ötürü katarsis yöntemiyle tedavinin
yararları da kuşkuyla karşılanmıştı. Anna Freud bu öyküden yapıcı bir biçimde
yararlanabilmiş ve tedavi süresince ortaya çıkan bu tür duygu ve düşleri
bilimsel bir kurama temel oluşturma amacıyla kullanabilmiştir. Eğer Freud
katarsis yöntemi sırasında ortaya çıkan cinsel içerikli duygulardan korkmuş
olsaydı psikanalizi de geliştiremezdi diyen bazı araştırmacılar, Breuer'in,
çalışmalarını bu doğrultuda sürdürmemekle psikoterapi alanına yapabileceği
katkıları gerçekleştirememiş olduğundan söz ederler.
Freud
ile Breuer'i kıyaslar görünen bu ifade, genç Freud ile ona göre ileri bir yaşta
olan Breuer'in aynı zaman kesiti içinde doğmamış olmalarını göz ardı eder
nitelikte. Üstelik bir de baca konusu var. Anna O.'nun bacasını temizleyeyim
derken kendi bacası dolan Breuer'in "bir insan olarak
yaşadıklarının" psikanaliz kuramının oluşumuna yaptığı önemli katkı
nedense hep unutulur. Yaşananlardan hareket edilerek geliştirilen ilke, kuram
ve yöntemleri yaşananlardan soyutlayarak uygulama eğiliminde olması nedeniyle,
geleneksel bilimsel düşünce zaman zaman yaşamın kendisinden kopuk kalmıştır.
Bunun bir yönü de tüm dikkatin gözlemlenen nesne ya da olgu üzerine odaklanarak
gözlemcinin yaşantılarının göz ardı edilmesidir.
Psikanalitik
terminolojide psikanalistin, tedavi ettiği kişiye yönelik öznel yaşantılarına
kontr-transferans denir. Kontrtransferans genelde pozitif ya da negatif olmak
üzere iki türlü yaşanabilir. Bir tedavi ilişkisi negatif kontr-transferansla
başlayabilir ve analist tedaviye başladığı kişiye yönelik olumsuz duygularını makul
bir süre içinde nötrleştiremezse, onu bir başka meslektaşına göndermesi
gerekir. Ancak konuya ilişkin yazıları gözden geçirdiğinizde, duyguların
bastırılmasından farklı bir olguyu tanımladığı farzedilen nötrleştirme
sürecinin nasıl işlediğine ilişkin bir bilgiyle karşılaşmanız mümkün olmaz. Tedavi
süresinin büyük bir bölümünde kendi kişiliğinden farklı bir biçimde algılanması
sonucunda analistin yaşadığı duygusal yüklenmenin nasıl çözümleneceği de
açıklanamaz.
En
azından psikanalizin geçirdiği çöküntü döneminde, bazı psikanalistlerin tedavi
ortamında sürdürdükleri tümgüçlü yetişkin "persona"larıyla
özdeşleşmeleri, Jung'un "gölge" adını verdiği hayvansı, ama canlı ve
yaratıcı yönlerine yabancılaşmalarina neden olmuştu. Çünkü psikanalitik tedavi kuramında,
psikanalistin kendi katartik ihtiyaçlarının nasıl giderilebileceği konusunda
açıklanmamış bir boşluk vardı. Belki de bu nedenle psikanalistler zaman zaman
kendi bacalarını temizletmek için diğer psikanalistlere başvurma gereğini
duymuşlardı. Bunun sonucunda gerçeklerden çok doğrularla ilgilenen psikanalist
ya da psikoterapistlerin sayısı artmış, psikanalitik tedavi ortamı da yaşanan
bir yer olmaktan çok yaşamın tartışıldığı ve davranışların nedenlerinin
araştırıldığı düşünce düzeyinde bir ilişkiye indirgenmişti. Bu durum, daha önce
de belirtildiği gibi, 1960' larda dünyada ve dolayısıyla psikoterapi alanında
yaşanan dönüşümler karşısında psikanalizin çağdışı bir görünüm kazanmasına
neden olmuştu.
Psikiyatri
ve özellikle psikoterapi, konunun geleneksel tıp sınırlarının ötesinde bazı
boyutlar içerdiğini fark eden meslekdışı kişilerin de ilgisini çeken bir alan.
Hatta bazen bu alanda çalışanların, uygulamaları sırasında kendilerini nasıl
yaşadıkları da merak konusu olabiliyor. Yaklaşık yirmi yıl önce bir yabancı
dergide, American Psychoanalytic Association'ın kongresine katılan bir
gazetecinin izlenimlerini okumuştum. Yazısının bir yerinde, kongrenin sosyal
programındaki eğlencelere katılan psikanalistlerin diğer insanlardan hiç de
farklı davranmadıklarından söz ediyordu. Okuduğumda, "Ne bekliyordu
ki?" diye düşünmüştüm. Nitekim gazeteci bu izlenimini orada bulunan ünlü
bir psikanaliste yönelttiğinde, "Sanırım bizim diğerlerinden tek
farkımız, onlara oranla biraz daha fazla şeyi fark ediyor olmamızdır,"
cevabını almış.
Tabii
psikanalizin çevresinde yaratılan gizemli hava o yıllarda hâlâ sürmekte
olduğundan, gazetecinin bugün bize safça görünebilecek sorusunu yadırgamamak
gerek. O zamanlar normallik ölçütü toplum normlarına başarılı bir uyum
sağlama, psikanalistler de bu ölçütü gerçekleştirdiği farzedilen varlıklar
olarak kabul ediliyordu.
Psikoterapi
ve psikoterapistin arketipsel bir çerçeve içinde algılanması, alanın ve
uygulayıcılarının yanlış yorumlanmasına yol açabilen bir başka neden. Bunlar
bilge adam, şeytan, sihirbaz gibi arketipler olabiliyor. Tabii kişinin
kendisi, psikoterapist kimliğini bu çerçevelerde algılamakta olduğunu fark etmiyor,
ama siz nasıl algılandığınızı görebiliyorsunuz. Bu insanlar çoğu kez bazı
kişileri ve olguları da arketipsel imgelere yerleştirme eğiliminde oluyorlar.
ilginç
olan yön, bu tür algılamaların aydın kesimde daha yaygın olması. Arketipsel
algılamalara, cılız bir ego ve şişmiş bir süperegodan oluşan kişilerde daha sık
rastlandığı göz önünde bulundurulduğunda, bu izlenimi şaşırtıcı bulmamak gerekir.
Çünkü aydın kimliğini bir savunma sistemi olarak kullanan ve kendine
yabancılaşmış biri ile düşünceleri yaşantılarıyla bütünleşebilen gerçek aydın
arasında tabii ki çok önemli bir fark var. Son yıllarda çok kullanılır olan
"entel" sözcüğü de sanıyorum bu önemli nüansı vurgulamak amacıyla
ortaya çıkmıştı, ama kısa sürede yozlaştı ve bazı insanların birbirini yargılama
ve küçümseme aracı olarak kullanılır oldu.
Çıraklık
günlerimde deneyimli psikanalist ve psikoterapistlerin tedavi ilişkileri
sırasındaki öznel yaşantılarını merak etmiş, ama karıştırdığım kitap ve
dergilerde bu konuda yazılmış materyal bulamamıştım. Örneklerin çoğu,
psikiyatristlerin tedavi ettikleri kişiyle birlikte belirli bir "durumun"
üstesinden gelme çabalarını içeren diyaloglarla sınırlanmıştı ve öznel yaşantılarına
ilişkin ayrıntılara değinilmiyordu. Üstelik bir psikoterapistin, tedavi ettiği
kişilerle beraberken yaşadıklarından olabildiğince haberdar olması yöntemin
temel koşullarından biri olduğu halde.
Psikanaliz
ve psikoterapinin o günlerdeki konumundan ötürü, terapistin tedavi odasındaki
öznel yaşantılarının tabu bir konu olması doğal karşılanabilirdi. Ancak
1960'larda başlayan gelişmeler sonucu ortaya çıkan ve terapist kimliğinin daha
saydam bir biçimde yaşandığı uygulamalardan sonra da bu konuda pek bir şey
yazılmadı. Yakın geçmişte dünyadan ayrılan ünlü Ingiliz psikiyatrisi Ronald
Laing bile, öznellik kokan ve yürekli girişimler sayılabilecek yapıtlarında
kendi yaşantılarını ancak dolaylı bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Sanırım
bunun başlıca nedeni, süreç türü yaşantıları tanım ve kavramlarla dile
getirmenin zorluğu, belki de imkânsızlığı. En iyi yazılmış otobiyografilerde
bile, yaşanmış olanlar gereğince aktarılamıyor ve okunurken bir şeyler eksik
kalmış gibi bir duygu yaşanıyor. Bu nedenle, aslında istekli olmama rağmen, bu
konuda neyi ve nasıl yazabileceğimi ben de bilemedim.
Bir
psikoterapistin entelektüel donanımının nasıl olması gerektiği konusunda liste
çıkaran araştırmacılar bile olmuştur. Bence bir terapistin dünya olaylarına
açık bir algılama ve yeterli bir sentez yeteneğinin olması, entelektüel
birikiminin hacminden ya da içeriğinden daha önemlidir. Başka bir deyişle, terapistin
kendi alanı dışındaki konulara da hâkim bir bilge kimliğine sahip olmasının
gerekli olmadığını düşünüyorum.
Bir
psikoterapist toplumun çeşitli kesimlerinden gelen insanların dünyalarını
paylaşır. Dolayısıyla odası toplumun minyatür bir kulisi gibidir. Terapist
tedaviye gelen kişilerin yaşantılarını paylaşırken, farkına varmaksızın ve
istemi dışında kendisinin de içinde yaşadığı sistem hakkında önemli bilgiler
edinir. Bu ona, doğrudan ulaşması mümkün olmayan dünyaları koltuğunda
otururken tanıma imkânını sağlar. Kendi seçimi dışında edindiği bu bilgileri
sentezine kalabilen bir terapistin dünyaya bakış açısı genişler ve birikimi
zenginleşir. Bu yönü geliştikçe, kişisel yaşantılarını ve tedaviye gelen
kişilerin dünyalarını toplumsal olgulardan soyutlamadan anlamayı öğrenir.
İnsanlara ve olaylara daha az önyargılı bakabilme ve öylece kabul edebilme
eğilimi oluşmaya başlar.
Tabii
her şeyin bir bedeli var. Bir terapistin insan olarak zenginleşmesine ve belki
de olgunlaşmasına katkıda bulunan bu bilgi akımı, zaman içinde bir "aşırı
bilgi yüklemesi" olgusunu da beraberinde getirebilir. Böyle durumlara
maruz kalan çoğu insan konuşma yoluyla yükünü hafifletmeye çalışabilir. Oysa
edindiği bilgilerin çoğunu yaşamının sonuna dek kendine saklamak durumunda
olan psikoterapist için bu yol da kapalıdır.
İnsanların
her zaman mitoslara ihtiyacı olmuştur. Yıllarca, içinde yaşadığı sistemin
çıplak gerçeklerine ilişkin bilgi bombardımanına sürekli açık olmak,
terapistin mitos yaratma ihtiyacını ketleyebilir. Mitoslarını tümden yitirmek
ise bir terapistin trajedisi olabilir. Onun için terapist, yaşadığı evrene
yabancılaşmasıyla sonlanabilecek tehlikeli bir gidişe kapılmama konusunda
dikkatli olmak zorundadır.
Bireyleşmeyi
ve sıradanlığı birlikte sürdürebilmek tabii ki kolay değil. Bunu gerçekleştiremeyen
ve bireyleşme çabalarında sıradanlığı tümden yadsıyan kişilere marjinal
deniliyor. Marjinal bir kimlikte kişinin meydan okuyuşu öylesine ön plana
fırlar ki, toplumun sunduğu kalıplarla bağ kurması mümkün olamaz. Marjinal bir
kişilik sanatla bağdaşabilir, ama bilimle uğraşan kişinin arayışları belli bir
temelde hareket etme durumunda olduğundan böyle bir meydan okuyuşla
bağdaşamaz. Bazı kalıplara düşünce düzeyinde karşı çıkmak ise bir yaşam biçimi
olan marjinallikten farklı bir olgudur. Bir döneminde marjinalliğe yakın bir
yaşam sürdürmüş olan Ingiliz psikiyatrisi Ronald Laing,
The Politics of Experience kitabında bu yaşam biçimine övgü yağdırmıştı.
Laing,
psikanalitik temelli bir eğitim görmüş ve her şeye rağmen bu formasyonuna bağlı
kalmıştı. Belki bu bağ onun gerçek anlamda marjinal bir kimlik edinebilmesini
engellemiştir. Ama iyi bir eğitim temelinden yola çıkmış olması, kendine özgü
tarzıyla psikiyatriyi zenginleştiren ve bazen bu alana yönelik uyarılar içeren
katkılarda bulunabilmesini sağlamıştır. Bu katkılarını alışılagelmiş çizgilerin
dışında sürdürmüş olması ve kendi kişiliğini ortaya çıkararak psikiyatrideki
genel tutucu eğilime karşı çıkması, bazı çevrelerin bir ara onu alaya almasına
neden olmuştu. Ama bugün aynı çevreler, o dönemde psikiyatrinin ihtiyaç
duyduğu taze kanı sağlamış olan ve yakın geçmişte genç yaşta dünyadan ayrılan
bu yürekli bilim adamından alıntıları kendi çalışmalarına katabiliyorlar.
1968’de yayımlanışından birkaç yıl sonra ilk okuduğumda ben de
The Politics of Experience adlı kitabı yadırgayanlardan biriydim. Ama bugün
Laing'i ve yapıtlarını saygıyla anıyorum.
Bir
psikoterapist zaman içerisinde seçici bir bellek geliştirir ve tedavisini
üstlendiği kişilere ilişkin bilgileri ya da onlardan dinlediklerini, aradan
yıllar geçse bile bazen kolayca çağrıştırabilir. Bu olgu fark edildiğinde,
tedaviye gelen kişilerin hayretine ya da görünmez bir teyp olup olmadığının
sorulmasına bile neden olabilir. Oysa insanın çağrıştırma kapasitesinin
sınırları olduğundan, böyle bir seçicilik terapistin belleğini bazı başka
konularda sınırlayabilir. Bu seçiciliğin nedeni, terapistin tedavi odasında
duyduklarını ve gözlemlediklerini anlama çabasında, olağan sosyal ilişkilerde
birbirimizi dinlemeye alışkın olduğumuzdan farklı bir tutum içinde olmasından
kaynaklanır. Bu, Heidegger'in "otantik dinleme" dediği olgudur.
Bu
olgu terapistin iyi bir dedektif olmasını da gerektirir. Tedaviye gelen
kişinin sözlü ve sözsüz davranışlarını izlerken araya ayrıntı gibi sıkıştırılan
bazı bilgileri atlamaması, konuşulanlar kadar sözsüz davranışlara da dikkat
etmesi ve bunlar arasında uyuşmazlık olup olmadığını görmeye çalışması
gerekir. Bunun yanı sıra edinilen bilgiler arasında anlamlı bağlantılar olup
olmadığını da anlamaya çalışması ve fark ettiği boşlukları soru sorarak
gidermesi gerekir. Ancak bütün bu değerlendirmeler sırasında, terapistin
tedaviye gelen kişiyi "kendi dünyası içinde" anlamaya çalışması çok
önemlidir.
Bazı
psikoterapistler, dinlediklerini kuramsal açıdan değerlendirme eğiliminde
olduklarından, birlikte oldukları kişiyi anlayabilme kapasiteleri sınırlanır.
Oysa kuramların işlevi, bir çerçeve değil hareket zemini oluşturmaktır. Bir
insanı kuramsal bir çereve içinde değerlendirmek onu anlamış olduğumuzu farzetmemizi
kolaylaştırır, ama insan an be an anlamaya çalışmamız gereken ucu açık bir
süreçtir ve anladığımızı farzederek bu ucu kapatıp onu bir duruma
indirgeyemeyiz. Önemli olan anlamış olmak değil, bıkmaksızın "anlamaya
çahşmak"tır. Bu çabasında terapist edilgin bir konumda değildir ve
dikkatli bir satranç oyuncusu gibi taşlarını oynayarak, nerede neyi söyleyeceğini
ya da hangi soruyu soracağını iyi kestirebilmek zorundadır. Tedavi süreci bir
satranç oyunundan çok daha hızlı aktığından terapist de yaratıcı ve kıvrak
davranmak durumundadır. Terapistin yaratıcılığı bazen, yüzyılın ilk yarısında
yasamış ünlü bir psikiyatristin anılarından alınan aşağıdaki örnekteki gibi,
bir durumun üstesinden çok kısa sürede gelinmesini sağlayabilir.
Dönemin
ünlü bir sopranosu bir operada başrolü oynamak üzere kente gelir, ancak
temsilden birkaç gün önce bir sabah sesini tümden yitirir. Misafir bulunduğu
eve çağrılan kulak-burun-boğaz uzmanları sopranonun ses tellerinde organik bir
bozukluk olmadığını tespit ederler. Bunun üzerine eve çağrılan psikiyatrisi,
hiç sesi çıkmayan soprano ile yazışarak bilgi edinmeye çalışır. Bu bilgiler
arasında primadonnanın kente son zamanlarda birlikte yaşadığı genç
sevgilisiyle geldiğini, sesinin kısılmasından önceki geceyi birlikte
geçirdiklerini ve bu beraberlik sırasında genç kadının ömründe ilk kez
fallatio'yu (ağız yoluyla seks) denemiş olduğunu öğrenir. Sopranodan izin isteyerek
oradan ayrılan psikiyatrisi ev halkına mutfağın yolunu sorar ve bir süre sonra
tekrar odaya döner, merakla kendisini izleyen genç kadının karşısına geçer ve
birden cebinden bir sosis çıkararak kararlı bir tavırla sopranodan bunu ağzına
koymasını ister. Gözleri dehşetle yerinden fırlayan genç kadından güzel bir
soprano ses yükselir: "No!..”
Birkaç
akşam sonra ünlü primadonnanın başrolü oynadığı operanın perdesi önceden
tasarlanmış olduğu zamanda açılır.
Bu
olay, Batı dünyasında tutucu ve yargılayıcı "Victorian" değerlerin
hâlâ geçerli olduğu yıllara ait. Alışılmışın dışında bir cinselliği genç
sevgilisinin talebi üzerine deneyen kadının yaşadığı şok ve suçluluk,
bilinçdışı bir mekanizma ile konversiyon histerisine dönüşüyor. Genç soprano en
değerli organından kendini yoksun bırakarak suçluluğunun bedelini ödemeye çalışırken,
olaya katılan anatomik bölge de böyle bir eylemi tekrarlamamak için kendini
korumaya almış oluyor. Ancak kadının yaşadığı şokun sonucu ortaya çıkan durumu,
ona bir karşı-şok yaşatarak ortadan kaldıran psikiyatristin yaratıcı düşlem
gücü de gerçekten olağanın üzerinde.
Bir
psikoterapistin eğitimi öncelikle bir usta-çırak ilişkisini içerir. Eğitim
sırasında psikoterapist adayı, bu amaçla seçilmiş belirli kişilerin tedavisini
üstlenir ve onlarla geçirdiği saatlerin raporunu ya da teyp bandını ustasına
getirir ya da uygulamaları, ustası tarafından tek yönlü gözlemlenebilen bir
pencereden doğrudan izlenir. Tedavi edilen kişiler bütün bu düzenlemelerden
haberdardır ve gerekli açıklamalar yapılarak önceden izinleri alınır. Aday ve
ustası her buluşmayı birlikte değerlendirirler. Usta, adaya yanlışlarını
gösterir. Tedavinin stratejisi yönünden önerilerde bulunur, zaman zaman da
ona, tedavi ettiği kişiye ya da süreç içinde yaşanmış belirli bir duruma
ilişkin yaşantılarını sorarak kendisine ilişkin içgörü kazanmasına katkıda
bulunmaya çalışır. Söz konusu olan klasik psikanaliz ise, adayın kendisinin de
psikanalitik tedaviden geçmesi gerekir. Bütün bunların yanı sıra, adayın
sistemli bir kuramsal eğitim programına katılması da beklenir.
Yukarıda
ana hatları sunulan programlar, gelişmiş ülkelerde yıllardan beri
sürdürülmekte olan geleneksel türde bir eğilimi tanımlamakta. Son yıllarda
yaygınlaşmaya başlayan başka tür bir uygulama ise, geleneksel psikoterapi
eğitiminin yerini alma yolunda. Bu tür eğitimde genellikle video kullanılıyor ve
kamera, tedaviye gelen kişinin değil terapist adayının üzerine odaklanıyor
Video handı üzerinde yapılan tartışmalar da, adayın tedavisini üstlendiği
kişiyle birlikteyken an be an yaşadıkları çevresinde, özellikle kendisini
nerelerde yaşayamamış olduğu vurgulanarak sürdürülüyor. Dolayısıyla bu tür bir
eğitim, adayın bir yandan kendisini bir ekranda izlerken ustasıyla birlikte
sürdürdüğü kişisel psikoterapisini içermiş oluyor. Aday için oldukça zor bir
eğitim süreci, ama bir insanın kendisini saydamlaştırma çabalarında bulunmaz
bir imkân. Sözlü bir diyalogla sürdürülen olağan psikoterapilerde, tedaviye
gelen kişinin zaman zaman kaçak oynamasına elverişli durumlar olabilir, ama
bir insanın videoda tespit edilmiş görüntüsü karşısında savunmalarını kullanabilme
şansı oldukça azdır. Ancak yine de eğitim amacıyla psikanaliz sürecini yaşamak
zorunda olmaktan daha az hırpalayıcı bir yol.
Batı
dünyasında 60'11 yıllarda yapılmış bazı araştırmalar, tıp doktorları arasında
intihar olgusunun diğer meslek gruplarına oranla daha yüksek olduğunu
göstermekte. İlginç olan yön, psikiyatristlerin bu listenin başında olmaları.
Bu konuda 1964'te British Medical Journal'da çıkan ve somut verilere
dayanmayan bir yorumda bunun nedeni, psikiyatristlerin çalışmaları sırasında
yaşadıkları kişisel zorlanmalardan çok, bazı psikiyatristlerin kişisel
sorunlarına çözüm aramak amacıyla bu alanı seçmiş olmalarıyla açıklanmak
istenmiş.
Ancak
konuya ilişkin sistemli bir çalışma yapmış olan Walter Freeman'ın 1967 yılında American
Journal of Psychiatry'de. yayımlanan yazısında vurguladığı husus oldukça
farklı. Freeman, genç psikiyatristlerin mesleklerinde ilerleyebilmeleri için
klasik psikanaliz sürecinden geçmelerinin gerekli olduğu konusunda ısrar
edilmesinin tehlikeli bazı sonuçlar yaratabildiğinden ve bu olgu ile yüksek
intihar oranı arasında yakın ilişki olduğundan söz ediyor. Psikanaliz sürecini
yaşamanın gerekli olduğunu savunan görüşler artık azınlıkta kaldılar, ama psikoterapist
olarak yetişecek adayların seçiminde özen gösterilmesinin gerekliliği
çoğunluğun paylaştığı bir görüş.
Eğitim
amacıyla psikanalizden geçme koşulu sonucu bazı adayların zorlanmasında ya da
dağılmasında, psikanalizin özellikle 1950 ve 60'larda endüstrileşme eğilimi
göstermesinin önemli bir payı olsa gerek. O yıllarda psikanalist yetiştirmenin
de kitle üretimine dönüşme eğilimi göstermesinin, ehliyet ve titizlik
gerektiren bu yöntemin uygulamalarına olumsuz bir biçimde yansıdığı bilinen
bir olgu. Vaktiyle Freud ve onun çevresindeki seçkin ve sorumluluğunun
bilincinde olan bilim adamlarının çalışmalarından farklı ve insanları birtakım
klişelere yerleştirerek sürdürülen uygulamalar, bazen yarar yerine hasara
neden olabilir. Özellikle insan davranışlarındaki cinsel öğeleri vurgulayan
bir kuramın uygulaması söz konusu olduğunda. Bu dönemin psikanalistleri
arasında "terribles simplificateurs" denilen klişecilerin
sayısı hiç de az değildi. Freud'un, kendisi henüz hayattayken başlayan bu tür
gelişmelerin farkında olduğu ve bunu hiç de hoş karşılamadığı söylenir.
Bir
gün Freud ağzında puro ile bir toplantıya gelir. Çevredekilerin anlamlı bir
şekilde purosuna bakarak gülüştüklerini fark ettiğinde, zihinlerinden geçeni
derhal kavrar ve onlara dönüp, "Beyler, bu puro bir purodur! Yalnızca bir
puro!" der.
Psikoterapist
adaylarının seçiminde kullanılabilecek ölçütleri tanımlamak aslında hiç de
kolay değil. Ciddi kişilik sorunları dışında, bir adayda gözlemlenen abartılı
savunma davranışlarını olumsuz bir ölçüt olarak kabul etmek çok katı bir değerlendirme
olur. Çünkü 25-35 yaş grubunda bir insanın yetişkin yaşam biçiminin ana
çizgileri belirlenene dek geçici iniş ve çıkışları olabilir. Üstelik dinamik
psikiyatri gibi bir alanda alınan uzmanlık eğitimi, iyi değerlendirilip
özümsendiğinde adayın kişilik gelişimine çok önemli katkılar sağlayabilir.
Ancak ııarsisistik-obsesif kişilik özellikleri yerleşik ve belirgin olan adayların
böyle bir eğitim sürecinden bir şeyler kazanına şansının çok düşük olacağı
inancındayım.
Obsesif
özellikleri ön planda olan bir aday sürekli kendi süperegosunun kategorilerinde
sıkışıp kalacağı, narsisistik kişiliği belirgin bir diğeri ise kendi içinde
kilitli kaldığı ve yalnızca görkemiyle ilişkide olduğu için, eğitimlerinin
kendilerine kazandırmaya çalıştığı yaşantılara ve bilgilere ulaşamazlar. Kişisel
yaşamlarındaki insanlarla olduğu gibi, tedavi ettikleri kişileri de kendi
gerçekleri içinde algılayamaz ve onlara kendi beklentilerini yansıtırlar.
Bazen bu tür kişilik özellikleri olan biri, omnipotansını yaşama ya da görkemini
gerçekleştirebilme beklentisiyle psikoterapi alanını seçmek isteyebilir. Ancak
böyle bir alanda çalışmak, ne eğitiminde ne de uygulamasında, kolaya kaçılarak
sürdürülemez. Kişisel tutkular doğrultusunda kullanılabilecek bir araç da
olamaz. Çünkü amaç, öncelikle, psikoterapiye gelen kişinin tedavisidir.
II
VAROLMAK
YA DA OLAMAMAK
"Otobüs
durağının önünden geçerken bir kadına gözüm ilişti. Aslında beni ilgilendiren
hiçbir yanı yoktu. Ona bakıp, 'Neden yaşıyor ki bu kadın? Dünyada oluşu ne
kadar anlamsız, ne kadar saçma!' diye düşündüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Kendimi
yansıtıyor olabilirim, ama yalnız kendiminkini değil, herkesin hayatını
anlamsız buluyorum."
Bir
genç kadının tedavi odasındaki bu isyanı bazılarımıza yabancı gelmeyebilir.
İnsan, dünyadaki her şeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini fark
ettiğinde, dünyanın kendisine anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin
mümkün olmadığını anlamaya başlıyor. O zaman da, yaşamına anlam katma
ihtiyacında olan insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği
sorusuyla baş başa kalıyor. Çoğu insanın zaman zaman yaşadığı boşluk
duygusundan farklı, oldukça sürekli bir yaşantı bu. Varoluş bunalımı denilen bu
durumu Viktor Frankl alışılagelmiş nevroz tanımının dışında değerlendiriyor.
Salvatore Maddi, bu olgunun "yaşamın anlamını arama çabasında kapsamlı
bir yenilgiye uğramaktan" kaynaklandığını yazıyor. Yani insanın birlikte
olduğu ya da yapmayı tasarlayabileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna,
yararına, önemine ve gerçekliğine inanmama duygusunu sürekli yaşıyor olması.
Yaşamının
doğaüstü bir örüntü izlediğine ve bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna
inanan insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz. Ama nesnel
gerçekliğin sorgulandığı teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların
sayısı giderek ıı/ıılıııakla. Kozmik inanç sistemlerinin dünyamızın yaşamakla
oldup.li hızlı dönüşümlere uyum sağlayacak yenilenme süreçlerinden geçememiş
olmalarının da bunda payı olsa gerek. Belki de bunun için astroloji ve
reenkamasyon gibi inançlara bağlanan ya da tarikat benzeri topluluklara
katılarak boşluğa düşmekten kurtulmaya çalışan insanların sayısı giderek
artıyor.
Çağdaş
düşünürlerin çoğu, konuyu ucu açık bir biçimde tartışma eğiliminde, kimi ise tanımlar
getirmeye çalışmış. Örneğin yirminci yüzyılda yaşanan bunalımın tanımlamasında
öncülük yapmış düşünürlerden Sartre, konuya ilişkin görüşünü, "Doğmuş
olmamız gibi ölecek olmamız da anlamsız!" diyerek bırakmış ve etik
konusunda bir öneri getirmemiştir. Buna karşılık Camus, başlangıçtaki
nihilistik tutumundan giderek uzaklaşmış ve yüreklilik, onurlu bir baş kaldın,
kardeşçe dayanışma, sevgi gibi öneriler geliştirmiştir. Bir başka düşünür Kari
Jasper ise, "Bir insanın ne olduğu, kendine mal edebildiği nedeni ile
belirlenir," diyerek, insanın kendini bir nedene adamasını, yaşama anlam
katabilme yolu olarak öneriyor. Filozof-tarihçi Will Durant, yaşama anlam
verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin sınırlarının ötesine
götürebilmesi ve kendisinden daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini
sağlaması gerektiğini söylüyor.
Milan
Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kitabında, yaşamın bir
rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama insanların bu rastlantıları nasıl
yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olgusunun da bunun kadar önemli olduğunu
kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendilerini
kendi dünyaları içinde algılayarak, olmayı ya da olmamayı sonuçlarının
getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar. Önceki bölümlerde tanımlamaya
çalıştığım bir ayrımı, yani olmak ile yapmak arasındaki farkı kendi
yaşamımızda kavrayabildiğimiz oranda Kundera'nın yarattığı kişileri daha iyi
anlayabileceğimizi sanıyorum. Ancak bu farkı anlamaya çalışırken, olamamak (no-thingness)
ile hiçlik duygusu (nothingness) arasındaki ayrımı da göz önünde
bulundurmak gerekiyor. Çünkü "hiçlik duygusu" çoğu zaman nihilizmin
dolaylı yoldan dile getirilişini tanımlar ve varolamamanın otantik yalnızlığı
ile üretilmiş hiçlik duygusundan çok farklı bir olgudur.
İnsanın
varoluşunu algılayabilmesi, Martin Buber'in tanımlamış olduğu
"ben-sen" ilişkisi içinde gerçekleştirilebilir. Aslında
psikoterapinin temelinde de benzer bir öğe mevcut. Tabii Frankl'ın deyimiyle,
psikoterapi psikoloji mühendisliğine ve teknolojiye indirgenmediğinde. Çünkü
psikoterapi sürecinde "ben", ancak bir "sen" ile ilişki
içinde anlatım bulsa da, "ben" ve "sen" bu diyaloğa kendi
sınırlarının ötesinde bir anlam katmadıkça beraberlik içinde varolabilmeleri
de mümkün olamaz. İnsan ancak bir başka "insana ya da anlama doğru"
kendini aşabilir. Sevgi de bir diğer insana onun kendi dünyası içinde ulaşabilmeyi
içerir.
Geçmiş
zamanın tarıma yönelik toplumlarının bireyleri, yaşamın anlamına ilişkin
sorular sormazlardı. Yaşamın somut sorunlarıyla uğraşır ve geleneklerin
kısıtlayıcı, ama koruyucu normlarını yazgıları olarak benimserlerdi. Üstelik
endüstrileşmiş toplum insanının doğadan ve yaşam zincirinden kopmuş olma
sonucu yaşadığı boşluğu tanımazlardı. Anlamsızlıkla yüzleşmek, refah ve bunun
getirdiği zaman fazlası ile oldukça ilintilidir. Zaman, beraberinde getirdiği
özgürlükten ötürü birçok insan için sorun yaratır. Endüstrileşmiş toplumlarda
çalışmak da yaşama anlam katma konusunda yeterli olamaz. Çünkü orada, ne doğa
ile ilişkiyi de içeren bir çabanın, ne de kişisel yaratıcılığa yönelik
zanaatın yeri var. Artık giderek artan sayıda insan, dev bürokratik sistemlere
hizmet vermekten öte bir anlamı olmayan ve bireysel yaratıcılığın kabul
edilmediği ya da denetlendiği işler yapma durumunda.
Frankl,
anlamsızlık olgusunu iki ayrı evrede değerlendiriyor: varoluş vakumu (existential
vacuum) ve varoluş nevrozu. Varoluş vakumu can sıkıntısı, durgunluk ve
boşluk duygusu olarak yaşanır. Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir hiçimde
bakar, yönünü bulamaz ve yaptığı her şeyin amacını soruşturur. Özgür olduğu
zamanlarda ne yapmak istediğini bilemez. Frankl'a göre, sezgilerine
yabancılaşmış ve geleneklerini yitirmiş olmak çağdaş insanın temel açmazıdır.
Ne sezgileri -yapmak zorunda olduğu şeyler konusundane de gelenekler -yapması
gerekenler konusundaona yol gösteriyor. Kendisi de ne istediğini bilemiyor. O
zaman ya başkalarının yaptığını yapıyor, ya da başkalarının isteklerine boyun
eğmeyi seçiyor.
Terörizmin
dünyada yaygın olduğu günlerde bir grup Güney Molukalı, Hollanda'da bir yolcu
trenini ele geçirerek yolcuları tutsak almışlardı. Ajans bültenleri bu olaya
ilişkin haberi, "Tedhişçilerin treni bilinmeyen bir yöne götürecekleri
sanılıyor!" cümlesiyle bitiriyordu. Uçaklar için kullanılan bir klişenin
farkında olmaksızın tren için de tekrarlandığını tahmin etmekle birlikte,
haber bültenini her dinleyişimde, "Bir tren nasıl bilinmeyen bir yöne
götürülür? Ray nereye giderse oraya gitmek zorunda!" diye söylendiğimi
hatırlıyorum.
Bir
gün tedavi saatinin sonunda, birlikte olduğum kişiye, o gün evine her
zamankinden farklı bir yoldan gitmeyi denemek isteyip istemediğini sordum.
Denemeye hevesli göründü. Benim ofisimden evine dönebilmesi için üç seçeneği
olduğunu biliyordum. Ertesi hafta öğrendim ki gidememiş. Binanın önünde uzun
bir kararsızlık geçirdikten sonra değişik bir yolu deneyecek cesareti
olmadığını fark etmiş ve arabasına binip her zamanki güzergâhını izlemiş.
Bu
uç bir örnek olabilir. Ama aslında pek çok insan kendisini, ray nereye giderse
oraya gitmek zorunda olan bir tren gibi yaşıyor ve çoğu zaman da bunun farkına
varmıyor.
Frankl'a
göre, belirgin bir vakum oluştuğunda semptomlar bu boşluğu doldurmaya ve
varoluş nevrozu belirmeye başlar. Frankl buna "noogenic neurosis"
de diyor. Noos Yunancada zihin anlamına gelen bir sözcük, ama Frankl bunu,
davranışlar ya da semptomlar gibi gözlemlenebilir olguların ötesinde, varoluşun
spiritüel bir boyutunu tanımlamak amacıyla kullanmış. Noojenik nevroz herhangi
bir klinik nevroz görünümünde ortaya çıkabilir. Alkolizm, depresyon,
obsesyonelizm, cinsel davranışlarda enflasyon ya da sorumsuz ve yıkıcı
davranışlar bunlar arasında sayılabilir.
Beyoğlu'ndaki
bir meyhanedeki duvar yazdarından biri gözüme çarpıyor. "Hayat boştur ama
içine sıçınca dolar!"
Düşünürlerin
satırlarla, sayfalarla anlatmaya çalıştığı olguları halkın nasıl olup da
böylesi yalın bir biçimde özetleyebildiğine bir kez daha şaşıyorum.
Frankl'ın
noojenik nevroz dediği olguyu, önceleri bireysel terapilerden çok grup
terapilerinde fark etmeye başladım. Zihnimde olgunlaşabilmesi ise yaklaşık on
yıl sürdü. Bugün tedavi için başvuran kişilerle ilk beraberliklerimde
semptomların anlamını kavramaya çalışıyorum ve bazen bunları tedaviye gelen
kişiyle de paylaşıyorum. Ama olabildiğince kısa bir sürede, aslında vakumun art
ürünleri olmaktan öte bir anlam taşımayan bu semptomların gerisine, vakumun
kendisine ulaşmaya çalışıyorum. Örneğin cinsel davranışlarında ketlenen biri
ile cinselliği konuşarak bir yere varılabileceğine inanmıyorum. Semptomların
ötesine geçilebildiğinde, tedaviye gelen kişinin kendisini daha iyi anlaşılmış
hissettiğini fark ediyorum. Üstelik özne-nesne ilişkisinin ötesinde bir bağın
yaşanabilmesine de daha kolay ulaşılabiliyor. Tedaviye gelen çoğu kişinin bu
hızlı geçişe az bir dirençten sonra kolayca katılması da sanırım bunun bir
kanıtı.
İsteklerini
ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk, insanların kendilerini güçsüz
hissetmelerine neden oluyor. Bunun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön
verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmaz
oluyorlar. Birçok insan ise karşı cinsle olan ilişkilerinde ya da evliliklerinde
bu vakumun giderilmesini umuyor, hatta bekliyor. Bulamadığında da birlikte
olduğu kişiyi suçluyor, ona yönelik bir öfke yaşıyor ya da bunalıma
girebiliyor.
Yaklaşık
on beş yıl önceydi. Tedaviye gelen Bayan N.’nin eşi benden randevu istedi ve
bir gün buluştuk. "Biliyorsunuz, eşim bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir
çocuk gibi. Bu nedenle evdeki sorunların yüzde 80’i ondan kaynaklanıyor.
Herhalde siz de farkındasınız," diyerek söze başladı. Sözünü kesercesine
ona, "Eşiniz de evdeki sorunların çoğunun sizden kaynaklandığını söylüyor,
işin tuhafı o da yüzde 80 oranını kullandı. 80 artı 80 eşittir 160 olduğuna
göre artan 60'a ilişkin değerlendirmeniz nedir?" dedim. Şaşırdı, sonra
gülmeye başladı ve görüşmemiz daha gerçekçi bir zeminde sürdü.
ilginç
olan yön, her iki tarafın da çoğu zaman sorumluluğun yüzde 20'sini kabul edip
yüzde 80'ini karşı tarafa yüklemek istemesi. Ama neden hep seksen rakamının
seçilmiş olduğunu bilemiyorum.
Anlamsızlık
ve boşluk duygularına genellikle eşlik eden bir başka duygu da yalnızlık ya da
yalnız kalma korkusu. İnsanın çocukluk döneminde bir anne ve babaya ya da
onların yerini alabilecek kişilere olan ihtiyacı, yalnızca güvenliği ve bakımı
için değil, benliğini algılayabilmesi ve kendisini yaşama hazırlayabilmesi
için de gerekli. Yetişkin insan da kendisini diğer insanlarla olan ilişkileri
içinde algılayabilir. Dolayısıyla yalnız olmaktan hoşlanmamasının temelinde
benlik algılanmasını yitirme korkusu bulunur.
Ünlü
Ingiliz tiyatro oyuncusu Dame Edith Evans, yaşlılık yıllarında Londra'da
Picadilly Circus civarındaki bir apartman dairesinde tek başına yaşamıştı. O
günlerde kendisiyle görüşmeye gelen bir gazetecinin, tek başına yaşamanın
kendisi için zor olup olmadığı sorusuna cevabı, "Tek başına olmak ve yalnızlık
birbirinden farklı şeyler (There is a difference between loneliness and
aloness)" olmuş.
Dilimizde
her iki durum için de "yalnız" sözcüğünün kullanılmakta olmasının
bir anlamı var mıdır bilemem, ama birçok insanın bu ikisinin ayrımını yapamamış
olmanın sıkıntısını yaşadığını düşünüyorum. Bu «olgunun temelinde insanın
kendi geçmişinden taşıyıp getirdiği boşluğun yanı sıra toplumsal ve kültürel
şartlanmaların da payı var. Yalnız kalmamak için başkalarıyla beraber olma
gereği, birçok insanın gerçekten seçmedikleri insanlarla birlikte olmalarına
neden olurken, insan Andre Gide'in sözlerini hatırlıyor: "Kendilerini tek
başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar."
"Yaşamda
birinci görevimiz mümkün olduğu kadar yapay olmaktır, ikinci görevimizi ise
henüz kimse keşfedemedi" (Oscar Wilde, 1891).
Yalnız
kalmamak için ilişkisizliklerin yaşandığı kalabalıklarda kendini afyonlayan
insan, doğal olarak kendine yabancılaşır ve günümüzde pek yaygın olan pazar
ekonomisinin tutsağı olur. Böyle bir yaşamda insan beğenilmek, önemsenmek,
fark edilmek ya da sevilmek için kendisini pazarlama durumundadır. Bu amaçla
frekansını başkalarına göre ayarlayarak kendini ortadan siler.
Ancak
bu pazarlama sırasında tuhaf bir olgu yaşanır. Kişi, çevresinin beklentisi
olarak gördüğü bir kimliği kendisine ısmarlarken, farkına varmaksızın
kendisinin kendine yönelik beklentilerini de gerçekleştirmeye çalışır. Bu
beklentilerin içeriği önemli ölçüde kişinin çocukluk yaşantıları tarafından
belirlenir. Çocukken istemeyerek de olsa anne ve babasından gelen talepler
doğrultusunda geliştirdiği davranışları ya da yalnızlığına karşı aile içinde
yer edinebilmek için geliştirdiği yapmaca kimliğini, yetişkin yaşamdaki çevresi
tarafından da kabul edilebilmesi için gerekli olduğuna inanarak sürdürür.
Tabii ki bu olgu, kişinin içinde yaşadığı toplum grubuna o dönemde egemen olan
değerlerden de önemli ölçüde etkilenir.
Batı
etkisindeki kent kültüründe, sosyal beraberlikler için talep ediliyor olmak
büyük önem taşır. Başkaları tarafından aranan bir insan için yalnız kalma
tehlikesi azalır, üstelik saygınlığı da artar. Öyleyse neden bu popüler
insanların çoğu iç dünyalarındaki yalnızlıktan yakınıyorlar?
Pazarlamacı
ilişkiler sisteminde, insan amacına ulaştıkça daha çok boşluğa düşer. Çünkü
önemli olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl
doldurulduğudur. Kendimizi satışa çıkardığımız oranda yaşadığımız öfke ve
düşmanlık, ne denli bilincimizin dışına itersek itelim yine de davranışlarımızı
yönlendirir. Anlaşılabilme umudumuzu yitirdikçe daha çok beğeni toplamak için
çabalarız. Sevilebilmek umuduyla bize ait olmayan bir görüntüyle sunulan
benliğimiz bu kez sevmeyi unutur. Derinlere itmeye çalıştığımız öfke ve
düşmanlığı, sevilmeden sevmemekte direnerek maskelemeye çalışırız.
Havaalanında
bekliyorum. Karşı koltukta orta yaşlı bir çift oturuyor. Birbirleriyle
konuşmuyor, çevredeki insanlara bakıyorlar. Sonra bir başka orta yaşlı çift
onları fark ediyor ve yaklaşıyorlar. Karşılaştıklarına sevinmiş görünüyorlar.
Yalnızca üç boş oturma yeri var ve dördü de ayakta. Buna canlarının sıkıldığı
belli ama kimse oturmayı kabul etmiyor. Nereye gittiklerini birbirlerine
soruyorlar. Cevaplar verilince konuşma bitiyor. Dördü de çevreye bakınıyor.
Gözleri buluştuğunda birbirlerine gülümsüyorlar. Gergin bir gülümseme. Tekrar
etrafa bakınıyorlar. Birbirlerine baktıklarında yine gülümsüyorlar, içlerinden
biri ortak bir dostlarından söz ederek konuşmayı başlatıyor. Birkaç cümleden
sonra tekrar suskunluk. Yine bakınma ve gergin gülümseme. Biri uçakların
zamanında kalkmadığından söz ediyor, bir diğeri bu şikâyete katılıyor. Tekrar
suskunluk ve bakınma...
Kendi
içinde kilitlenmiş dört kişiden oluşan bir alanda yaşanan yaşamazhk...
Yaşamazlıklarının farkında değiller gibi. Farkında olsalar ve farkında
oldukları yaşamazhğı kabul ederek, birbirleriyle yaşamazhğı yaşamakta
olduklarını paylaşma yürekliliğini gösterebilseler, tıkanıklık belki de
yaşanmayacak. Çünkü çoğu kez sorun, canımızın sıkılması değil, canımızın sıkılmasına
canımızın sıkılmasıdır.
Yalnızlık,
karamsarlık ya da bıkkınlık gibi duyguları yaşanması iyi olmayan durumlar
olarak değerlendirdiğimizden, genellikle bu duyguların bir an önce üstesinden
gelmeye çalışıyoruz ya da onları yadsıma eğiliminde oluyoruz. Vaktiyle bir konuşmamda,
"Depresyonunuzun da keyfini çıkarabilirsiniz!" demem dinleyiciler
tarafından yadırganmıştı. Bazı dinleyicilerin sonradan bana aktardıklarından,
bu cümlenin üzerinde çok durulmuş olduğunu öğrendim. Oradaki çoğunluk belki de
saçmaladığımı düşünmüştür. Ama en azından birkaçı ne demek istediğimi
anlamaya çalıştı ve aylar sonra bile bana bu cümleye ilişkin sorular soruldu.
Olumsuz
olarak nitelendirme eğiliminde olduğumuz duygular da varoluşumuzun bir
parçası. Eğer bazen nedenini bilemediğimiz depresif bir yaşantıya giriyorsak
bu, o zaman kesitinde organizmamızın kendiliğinden yaptığı bir seçimdir. Belki
de organizmamızın bir ihtiyacı. Yaşanmasına izin verdiğimizde bir süre sonra
tükenir ve bir başka yaşantıya geçilir. Bastırmaya ya da işler yolunda
gidiyormuşçasına davranmaya çalıştığımızda durum karmaşıklaşır, hatta bazen psikosomatik
tepkilere yol açabilir. Tabii burada anlatılmak istenen, sürekliliği olan
depresif bir bozukluk ya da bazı insanların kendi varoluş sorumluluklarından
kaçmak için ürettikleri kahır ve üzüntü değil.
Weisskopf-Joelson'un
vurguladığı gibi, Batı'nın yaşama bakış biçiminin etkisindeki çağdaş
psikiyatri de mutsuzluğu uyumsuzluk belirtisi olarak yorumlama eğiliminde.
Böyle bir anlayış, hiç kimsenin kaçınması mümkün olmayan mutsuzluk
yaşantılarına, bir de mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olmanın yükünü ekler. Bir
dönemin Amerika'sında mutsuz olmak neredeyse utanılacak bir şeydi ve
Hollywood'da çekilen filmlerde mutlu bir son zorunlu bir kural gibiydi. Savaş
sonrası Avrupa' sından bazı esneklikler edindiler zamanla.
Acıdan
sürekli kaçınma, yaşamdan da kaçma ile sonuçlanır. Narkotize olma amacıyla
kullanılan üretilmiş acıdan farklı olan gerçek acının kişi için bir anlamı
vardır. Anlamı olan acı daha kolay kabul edilir. Anlam inanmayı içerir.
İnançlarımız dünyaile aramızdaki bağları oluşturur. Bu bağlarda kopma olduğunda
acı çekilir ve mutsuzluk yaşanır. Mekanik bir dünyada ise kendi içinde kilitli
ve bağsız, dolayısıyla gerçek trajedileri yalnızca sinema ve tiyatroda
"seyreden" yavan insanlar yaşar.
Bir
yemekli davette masanın çevresinde oturuyoruz. Hoş ve nitelikli insanlardan
oluşan bir grup, ancak oldukça heterojen. Üstelik bazıları birbirleriyle ilk
kez karşılaşıyorlar. Bu nedenle başlangıçta konuşmalar oldukça kopuk. Ama sonra
biri, yabancı bir sözcüğün dilimizdeki karşılığının ne kadar yetersiz olduğunu
anlatmaya başlıyor. Masanın bir bölümü canlanıyor. Artık peşine takılacak bir
konu bulunabilmiş olduğu için yabancı anksiyetesi yaşanmayacak. Sürekli aynı
konunun çevresinde dolaşılıyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Giderek coşan
süperegolar tarafından görevlendirilen egolar, hoşça vakit geçirmek amacıyla
tasarlanan beraberliği bir dilbilim seminerine dönüştürme eğilimindeler.
Süperegolar zekâ ve bilgi pazarlıyorlar, oldukça üst düzeyde. Bu sürüklenmeye
katılıp yok edilmeme izin vermek istemiyorum. Konuşmaları başka yöne çevirmek
için yaptığım bazı girişimler cılız kalıyor, başaramıyorum. Masada kendime
yandaşlar arıyorum gözlerimle ve buluyorum da... Sonra bir şeyler olmaya
başlıyor ve masada oturanlar sanki iki gruba ayrılıyor. Gece farklı bitiyor,
birbirine ulaşabilenler ve ulaşamayanlar ile.
Aslında
çok sayıda insan başkalarıyla değil kendi süpere golarıyla ilişkidedir. Bu
nedenle tedaviye gelen kişilere bazen odada üç kişi olduğumuzu söylerim. Ben, o
ve o. Ya da benim egom, onun egosu ve onun süperegosu (benim süperegoınun
ortalıkta olmadığı varsayımı ve umuduyla). Baskıcı bir ortamda yetişmiş ya da
çocukluk yıllarının duygusal ihtiyaçları karşılanamamış insanın süperegosu
aşırı gelişmiştir. Çünkü egosunu gereğince geliştirebilecek bir ortamdan
yoksun büyümüştür. Yoksun bırakılmış bir egonun diğer egolarla ilişki kuracak
gücü olamaz. Ego-ego ilişkisini zaten öğrenememiş olduğundan kendi süperegosu
ile bir köle-sahip ilişkisi sürdürmek zorunda kalır. Böyle bir kişilik
dinamiğinde köle ego, sahip süperegonun uzantısı konumunda varolabilir. Onun
katı yargılarını ve yüksek beklentilerini yerine getirmekle sürekli
uğraştığından, başka insanların ve onların gerçeklerinin pek farkında değildir.
Böyle
insanların diğerleriyle ilişkisi süperego-süperego ilişkisi biçiminde
sürdürülür. İçinde yaşadığımız kültür, her yönden, abartılı süperegolar üretimi
için elverişli bir ortam. Geleneksel yönden bakıldığında, "yetersizliğini
maskeleme çabasında baskıcı-biçimci bir otorite" ya da
"yetersizliğini açık yaşayan bir otorite" ortamında büyüdüğü için
daha özerk bir ego oluşturamamış bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum. Çağdaşlaşma
yönünden bakıldığında başarı, görkem, vb. beklentileriyle bireylerini baskı
altında tutan ve son zamanlarda bir de "köşeyi dönememeyi aptallık
sayan" türde normlarıyla pazarlamacı bir sistem. Dolayısıyla ortalıkta
süperegoları tarafından şişirilmiş narsisistik egolar ya da yüksek oranlarda
seyreden bir egolar enflasyonu dolanıyor.
Böyle
bir ortamda insanlar süperegoları tarafından ısmarlanmış monologları dile
getirirler. Ego sürekli "sahibinin sesini" yansıtır. Diyalog ise
kilitlenmiş kişiliğin kendi içinde, süperego ile ego arasında sürer. Süperego
egoyu gözlemler, denetler, yargılar, suçlar, bazen de onaylar. Tedavi süreci
içinde de terapistin görevi, kişinin kendi süperegosuna olan tutsaklığından
özgürleşmesinde ona yardımcı olmaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay değildir ve
sistemli bir çaba gerektirir.
Bu
süreç içinde en önemli husus, terapistin kendi süperegosuyla diyaloglar içinde
kilitlenmemiş olmasıdır. Yoksa tedavisini üstlendiği kişiyle süperegolararası
bir ilişki sürdürmesi kaçınılmaz bir durum olarak yaşanır ve tedaviye gelen
kişinin ürkek egosu terapistin egosuyla buluşamayacağından yine yalnız bırakılmış
olur, süperegosuna boyun eğmeyi sürdürmekten başka seçeneği kalmaz.
"Tedaviye gelen kişiyle mantık tartışmasına girmeyin" sözü eğitimim
sırasında bende iz bırakan mesajlardan biriydi. Ne kadar başarabildiğimi
bilmiyorum, ama yalnız tedavi ortamında değil, yaşamın kendisinde de içine
düşmemeye çalıştığım bir tuzak bu.
Süperegolararası
diyaloglarda, birbirini anlama çabalarının yerini süperegoların "sidik
yarışı" almıştır. Ama bu karşılıklı şişinme genellikle üstükapalı olarak
sürdürülür. "Adam yerine konma ya da konmama" konusunda aşırı bir
narsisistik kaygı, bazen alınganlığa varan boyutlarda yaşanır. Diyalogların
içeriği toplumun bir kesiminden diğerine değişse de genellikle mantıklı
düşünce egemenliğindedir. Bazen bilgelik, bazen entelektüel birikim, bazen de
çıplak güç gösterisi sergilenir. Bazen de bunun tersi olur ve süperego bir
başka süperegonun performansına karşı büyük bir hayranlık geliştirir. Bu durum
çoğu kez "esaslı adam" deyimiyle dile getirilir. Ne var ki körükörüne
yaşanan bu beğeninin altında bilinçdışı düşmanca eğilimler bulunur. Bir başka
insanı aşırı bir biçimde yücelterek ona bağnazca bağlanmak, çoğu kez insanın
kendi süperegosunun narsisistik beklentilerinin o kişideki yansımasının bir
anlatımıdır. Dolayısıyla insanın kendine yönelik bilinçdışı saldırgan
eğilimleri, hayranlık duyulan kişiye de yansır. Süperegosunun egemenliği
altında olan insanın zaten eşiti yoktur. Tapındıkları ile küçümsedikleri
arasında narsisizminin yalnızlığını yaşamaya mahkûmdur.
Yargılamak
süperegonun temel özelliğidir. İnsanları ve dünyayı seyreder,
değerlendirmelerini yaparken genellikle eleştirir. Bastırılmış öfke ve
düşmanlık, bilinçli düzeyde, başkalarında kolay kusur bulma biçiminde yaşanır.
Özgürlük söylevleri verebilir ama kendine ve yakın çevresine bu hakkı tanımaz.
Onları ayrı varlıklar gibi değil kendi uzantıları olarak yaşar. Hata yapmaktan
ve eleştiriye uğramaktan korktuğu için, egemenliği altına aldığı kişiye
yaşamın akışına katılma izni vermez ve sürekli "freni çekik"
dolaşmasına neden olur.
Süperego
egonun yaşadıklarını algılayabilmesine ve paylaşabilmesine de izin vermez. Ucu
açık süreçler yaşamaya tahammülü olmadığından, olayları derhal yorumlayıp
ucunu kapatma eğilimi gösterir. Bu nedenle soyut kavramların tartışılmasından
çok hoşlanır. Ona göre ilişki, düşünce ve bilgi alışverişidir. Olayları
gereğince anlamaya çalışmadan getirdiği açıklamalar ve yorumlar, gerçeğe
uymayan sonuçlara ulaşmasına neden olur. Yanılgısı kanıtlarla kendisine
gösterilmeye çalışıldığında bile düşüncesini değiştirmez ve ulaştığı sonuçları
ısrarla savunur. Çünkü esneklik, zayıflık ve yenilgi belirtisidir. İnsanları
ve olayları yaşanan süreçler olarak değil, bir an önce tanımlanıp paketlenerek
rafa kaldırılması gereken şeyler olarak yaşar. Bu onun görevidir.
Yıllar
önce ofisime obsesif-kompulsif semptomlar içinde sıkışmış bir durumda başvuran
orta yaşlı bir yüksek bürokratı hatırlıyorum. Katı, kategorik ve kusursuzluğa
yönelik savunma sistemi sayesinde kamu hizmetlerinde başarılı ve saygın bir konumu
vardı. Tedavi süreci içinde böyle durumlar için alışılagelmişin ötesinde
uyumlu bir beraberlik sürdürdük. Uzun sayılmayacak bir süre içinde savunma
sistemleri giderek esnedi. Sonunda kendisini çok sıkan semptomlardan da
kurtuldu. Beraberliğimizi sona erdirmeye hazırlanırken artık seyrek buluşmaktaydık.
Bu arada devlet kademesinde daha üst bir göreve atanmış ve önemli bir kurumun
başkanı olmuştu. Son buluşmalarımızdan birinde odaya çocuk gibi gülerek girdi.
"Bir bilseniz neler yapıyorum," dedi. "Benim için kaktüs çiçek
açtı diyorlarmış." Sonra bana, yardımcılarına dosyaları gönderirken içlerine
çıplak kadın resimleri koyduğunu, bir keresinde çalışma arkadaşlarından
birinin ceketine fark ettirmeden kâğıttan bir kuyruk taktığını ve kimsenin bunu
kimin yaptığını bulamadığını anlattı.
Bir
ay sonra veda görüşmesi için geldiğinde bana, "Geçen gelişimde size
anlattıklarım yalnızca birkaç hafta sürdü. Yaşamamış olduğum çocukluğu bir
süre yaşadım sanki. Sanırım buna ihtiyacım vardı. Şimdi kendimi de sizi de
daha farklı algılıyorum," dedi. Sonra bana ilk geldiği gün aramızda geçen
bir konuşmayı hatırlatarak, "Bana o zaman yönelttiğiniz sorunun anlamını
şimdi kavrayabiliyorum," dedi.
ilk
karşılaşmamızda doğal olarak, kendisini rahatsız eden semptomlardan söz ederek
konuşmaya başlamıştı. Ancak aradan yaklaşık beş dakika geçtikten sonra
konuşmasını kesip bana, "Doktor bey, size derin bir hürmet
duyuyorum," dedi. Bu cümlenin, kendisine ihtiyaç duyulan bir otorite
figürüne karşı geliştirilen bilinçdışı öfkeyi denetim altında tutabilme çabasının
anlatımı olduğunu fark etmiştim. Ama konuşmasının arasında bu cümleyi o kadar
sık tekrarladı ki, süperegosuna karşı ilk kontratak denemesine giriştim ve ona,
"Sizinle biraz önce tanıştık. Yeterince tanımadan bana nasıl hürmet duyabilirsiniz?"
diye sordum. Tedirgin oldu ve bu kez daha yüksek bir sesle, "Doktor bey,
size derin bir hürmet duyuyorum," dedi. Tabii sorumu tekrarlamadım.
Süperegosunun
kabuğunu geçip egosuna yönelme amacıyla yaptığım bu ilk girişimimi unutmamış.
Bana ilk geldiği gün, kendisinin de farkında olmadığı öfkesini saçan gözlerinde
şimdi çocuksu arı bir bakış vardı. Birkaç yıl sonra kalabalık bir düğünde
karşılaştık. Bir ara yanıma geldi ve her şeyin iyi gittiği mesajını verip
ayrıldı.
Süperegonun
baskısı altında sıkışmış ego, gerçekten de çoğu kez ürkek, korunmasız, yumuşak
ve çocuksu bir varlıktır. Şişmiş süperegosu tarafından korunmakta olmasının
bedelini ona boyun eğip özerkliğinden vazgeçerek öder. Çünkü başka çaresi
yoktur. Çocuk, egosunu, anne ve babasının egosunun desteğiyle yine kendi
geliştirir ve güçlendirir. Kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul
edilmeyen çocuk, ilerki yaşamında kendi gerçeğini algılamakta güçlük çeker ve
dünya içindeki yerini "gerçeğine göre" değil, süperegosunun
"doğrularına göre" seçer. Egonun kendi gerçeğini fark edip yaşamayı
öğrenebilmesi için bir başka ego ile işbirliğine ihtiyacı vardır ve
psikoterapistin görevi bu işbirliğini sağlayacak bir ortamı yaratabilmektir.
Tabii gelen kişi, tutsaklığın çekici sorumsuzluğundan, özgürlüğün ürkütücü
sorumluluğuna doğru hareket etmeye gerçekten niyetliyse.
Varoluşçu
psikiyatri doğrultusunda sürdürülen bir tartışmada ego ve süperego gibi
psikanalitik kavramların bu denli vurgulanması bazı okuyucular tarafından
yadırganmış olabilir. Ancak amacım, daha önce tanımlamış olduğum varoluş
vakumunun, hipertrofik bir süperego tarafından insanın kendi seçimi dışında ne
oranlarda işgal edilebildiğini ve bunun sonucu insanın kendisinin olmayan bir
yaşamı farkında olmaksızın nasıl sürdürebildiğini sergilemek. Süperegolarının
doymak bilmez talepleri sonucu bazı insanlar toplum normlarına göre üstün sayılan
biçimsel başarılara ulaşabiliyorlar. Ama çoğu, insandan çok "kurum"
olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Kimi ise başka bir seçeneği olduğunu fark
edemeyecek derecede tutsak olduğundan öylece sürüklenip gidiyor, varolamamanın
insanı uyuşturan ağırlığıyla.
Bunları,
kendimizi nasıl varedemediğimizi tanımlamak amacıyla anlattım. Yargılayıcı
süperegoları yargılayarak bir "çözüm” aramak için değil. Üstelik
çoğunluğun böyle yaşadığı bir dünyada. Üst sistemlerin beklentilerinin de böyle
olduğu bir dünyada. Mülkiyet tutkusunun belki de insanın genetik yönergesine
mal edilmiş olduğunu düşündürebilen bir dünyada. Ama vakum, istendiği kadar
para, mülk, mücevher, ün, uyuşturucu madde, moda, politika, bilgi istifleme,
zayıflama diyetleri, entelektüel gösteri, hile ve düzenbazlık, astroloji,
antik objeler, kumar, tarikat, üçkâğıtçılık, kulüp üyeliği, alkol, estetik
cerrahi, iktidar, her gece bar-restoran, prestij, kaba kuvvet ya da kompulsif
cinsellikle doldurulsun, yine boşlukla yüzleşilir. Buna katlanılamadığı için,
bunlardan hangisi seçilmişse onun daha çoğu istenir.
Tabii
ki saydıklarımın bir bölümü, çoğu insanın kimliğini geliştirme ve zenginleştirme
amacıyla edindiği tutumlar ya da nesneler. Ama dikkatle bakıldığında bazı
insanların bunları, yaşadıkları boşluk ve anlamsızlığı giderebilmek amacıyla,
yani gerçek seçimleri olmayan seçimler olarak yaşadıkları görülebilir. Belki
de kendi gerçeklerini fark edip o doğrultuda seçim yapamamaya karşı yapılan
seçimlerin yaşanmasıdır bu.
Örneğin
insanlar daha çekici olabilmek amacıyla ya da kusurlu buldukları bir beden
bölgesinin daha düzgün bir görünüm kazanması için bir estetik cerraha
başvurabilirler. Böyle bir durum, olağan koşullarda, çağdaş insanın kendisini
daha iyi hissedebilmek amacıyla günümüzde giderek gelişen tıbbi beceri ve
tekniklerden yararlanmasını tanımlar. Ancak estetik cerrahi bazen bu tanımın
dışında bazı beklentileri de içerebilir ve cerrahlar "bazı
durumlarda" ameliyata karar vermeden önce bir psikiyatristin görüşünü
almayı gerekli görürler. Varoluş vakumunu bedeninde değişiklik yaparak
giderebileceği sanısında olan bazı insanların, böyle bir ameliyattan sonra
boşluğa düşerek bunalım yaşayabildikleri bilindiği için.
Uygar
ve gelişmiş insanın politik bir görüşü ve inancı olması, onun kimliğinin
önemli bir boyutunu oluşturur. Ancak öyle dönemler yaşanır ki, toplumların
bireyleri kolektif bir varoluş vakumu ile yüzleşme durumunda kalabilirler.
Böyle dönemlerde bazı insanlar kişisel vakumlarını belirli bir politik inançla
gidermeye çalışırlar. Bu, insanın kendi ego bütünlüğüne bir inanç katmasından
çok farklı, bir geçişme (fusiori) olgusudur.
Bazen
toplum öyle dönüşümler geçirir ki, politik inanç sistemleri de toplumun ya da
bazen dünyanın genel gidişi içinde değişikliklere uğrar. Politik inancını
önemli bir kimlik boyutu olarak yaşayan insanlar genellikle bu dönüşümlere uyum
sağlamada güçlük çekmezler. Buna karşılık, bir politik inanca sarılmayı
varoluş vakumuyla yüzleşme olasılığına karşı bir çözüm olarak kullanan
insanların psikolojik dengesi böyle durumlarda kolayca bozulabilir. Ya değişen
dünya koşullarına uyarlanamama sonucu klişeleşmiş inançlarına esneklik
getirmemekte bağnazca ve inatla direnirler, ya da bazen inançlarından beklenmedik
bir dönüş yaparak, o günlerde geçerli görünen, hatta öncekinin karşıtı
sayılabilecek bir görüşün savunucusu oluverirler.
Uzak
geçmişte umumi helaların duvarlarında cinsel-saldırgan nitelikli yazılar
olurdu. Sonraları, özellikle 1970'lerde bu yazıların giderek politik-saldırgan
bir içerik kazanmaya başladığını gözlemledim. Sonunda cinsel içerikli yazılara
hiç rastlanmaz oldu. Sonraki yıllarda adı WC'ye dönüşen bu mekânları,
katlanılması güç görünümleri ve kokuları nedeniyle şehirlerarası yolculuklar
dışında kullanmaz oldum. Gerçi bu arada çoğunun duvarı fayansla kaplandı, ama
başkalarından duyduğuma göre sonuç, Freud'un libido teorisini kanıtlar
nitelikte göründü. Eğer dolaylı olarak edindiğim veriler gerçeği yansıtıyorsa,
1980 yılında ülkemizin depolitize edilmesinin ardından duvarlardaki politik
yazılar da kaybolmuş ve ender olarak karşılaşılanlar yine cinsel içerikli
imiş.
Günümüzde
giderek esneklik gösteren cinsel davranış normlarıyla birlikte kompulsif
cinsellik de varoluş vakumunu doldurabilmek amacıyla daha çok insan tarafından
yaşanır oldu. Cinselliğin yaşamımızda ayrıcalıklı ve farklı bir yeri var. Bize
egemen olabilen, hatta bazen bizden öte bir yaşantı. Yalom'un dediği gibi,
cinsel eyleme geçmekte direnmeyi, ertelemeyi ya da kendimizi bırakıvermeyi
seçebiliriz. Ama cinselliğimizi nasıl yaşayacağımızı "seçemeyiz" ya
da cinselliğimizi "yaratanlayız"
Enflasyonisl
cinsellik, boşluk ve yalnızlık yaşayan insanlar için güçlü ama geçici bir çözüm
aracı. Örneğin bazı erkeklere "vaktiyle çıkmış oldukları yere kısa bir
süre için geri dönme" nin güvenli rahatlığını yaşatsa bile, bir süre sonra
yeniden boşluğa düşüldüğü için tekrar tekrar denenen bir çözüm. Uyuşturucu ve
kumar tutkusu gibi.
Kompülsif
cinselliğin geçici bir çözüm olmasının nedeni, gerçek bir beraberliğin
bütünlüğünden yoksun olması ve bir ilişkinin karikatürü olmaktan öte bir anlam
taşımaması. Çünkü böyle bir ilişkide taraflar birbirlerini kendilerine doyum
sağlayacak birer araç gibi algılar ve birlikte oldukları kişinin yalnızca
bazı bölümleriyle ilişki kurarlar. Birlikte oldukları kişileri fazla tanımak da
istemezler. Çünkü böylece varoluşlarının önemli bir bölümü yine kendilerinde
saklı kalır, kendilerinin ve karşı tarafın yalnızca baştan çıkarmayı ve cinsel
eylemi içeren kısımlarını yaşarlar. Enflasyonist cinselliğin konuşma diline
yansıyışında kullanılan s..mek, düzmek, becermek, atlamak, geçirmek ya da
yatağa atma gibi sözcükler, saldırganlık ve kullanma öğelerini içerir. Üstelik
paylaşılan bir yaşantıyı değil, bir nesne üzerinde yapılan bir
"işlemi" tanımlamasına kullanılırlar.
TRT,
Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk katılımını "Seninle Bir Dakika"
adlı ve bana hoş gelen bir şarkıyla gerçekleştirmişti. Ancak şarkıyı ilk
dinlediğimde, aslında melodisiyle uyumlu gelen sözlerinin içinden bir cümleye
takılmıştım, kültürle ilgili bir olguyu yansıttığı için sanırım: "Sevmek
bir ömür boyu, sevişmek bir dakika!"
Sonra
da düşünmüştüm. Sevmek ve sevişmek birbirinden böylesine bağımsızlaştığında,
sevişme süresi gerçekten de bir dakikayı aşamayabilir diye.
Daha
önce de belirttiğim gibi, insanlar kendilerini varedemedikleri yaşantılarının
ardından konuşma eğilimi gösterirler. "Ben-sen" ilişkisinin bütünlüğü
içinde yaşanan bir cinselliğin ardından konuşma gereği duyulmaz ve başka
yaşantılara geçilir. Buna karşılık enflasyonist cinsel yaşantıları, bir haber
nileliğinde başkalarına anlatma eğilimi oldukça yaygındır. Üstelik bazen
kolektif bir bilgi alışverişi biçiminde yapılır, varolamamışlığın anksiyetesini
yansıttığı bilinmeksizin. Genç kuşak arasında buna "geyik muhabbeti"
deniyormuş.
1960'larda
New York’un kuzeyindeki Catskill dağlarında kendine özgü bir otel işletmeye
açılmıştı. Amacı, yalnız genç kadın ve erkeklerin birbirleriyle
karşılaşabilmeleri için bir alan sağlamak olan bu proje kısa sürede
başarısızlıkla sonuçlandı ve olay Time dergisinde
konu edildi. Çünkü tasarı geliştirilirken, böyle bir otele gelenlerin çoğunu
zaten ilişki kurma ve sürdürme güçlüğü çeken kişilerin oluşturacağı nedense
düşünülmemiş.
Pek
çok insan dünyayla gerçek bağlar içinde varolmayı "öğrenebileceği"
bir ortamda yetişmemiş olmanın getirdiği yalnızlığı yaşamak zorundadır.
Genellikle bastırılmış bir kızgınlık, bazen de umutsuzluğun eşlik ettiği bir
yaşantıdır bu. Diğer insanları incitme isteklerini ve onlar tarafından
incitilme korkularını içerir. Bu eğilimler aslında bir paranın iki yüzü gibi,
aynı yaşantının farklı anlatımlarıdır.
İnsan
duygusal dünyasında anlaşılabilme ve paylaşılabilme umudunu yitirdiğinde
sevginin ve sıcaklığın eşlik etmediği bir cinselliği seçebilir. Çünkü oradaki
düş kırıklığı, insanı duygusal dünyasında yaşadığı zedelenmelerden daha az
acıtır, riski de sorumluluk payı da daha azdır. Üstelik hasar verme vc hasar
görme istekleri konusunda daha dolaylı yollardan doyum sağlanır. Orgazm
olamayan bir kadın, hem kendini hem karşısındakini engellemiş olur, erken
boşalan bir erkek de öyle. Ender dıınamlarda yatak, gerçek bir savaş alanına da
dönüşebilir. Hangi biçimde ve oranda olursa olsun, cinsellik dışı yaşamdaki
yaşamazlıklara cinsellikte çözüm aramaya çalışmak, kolaya kaçmak isterken zora
yöneltir insanı. Aynı zamanda derinliğin yerini çoğulculuk alır.
Bu
satırları yazdığım günlerde beşinci katında ofisimin bulunduğu binanın
asansörü bozuldu ve uzun süre onarılamadı. Tedaviye gelen kişilerin merdiveni
tırmanma hızıyla yaşamlarını sürdürme biçimleri arasındaki benzerlik konusunda
da zaman zaman konuşuldu bazılarıyla. Özellikle birinin koşar adımlarla çıkışını
o daha alt katlardayken duydum ve soluk alamaz bir halde karşımda
belirdiğinde, "Aceleniz neydi? Benim zaten burada sizi bekliyor olduğumu
biliyorsunuz," diye takıldım. Gülmeye başladık ve varoluşumuzun zaman
boyutunu nasıl yaşadığımızı paylaşma fırsatını veren bu olayı anlamaya çalıştık
birlikte.
Geçen
yaz bir arabalı vapurla Marmara'yı geçmem gerekmişti. Güvertedeki koltuklar
numarasızdı ve gemiye alınır alınmaz telaşla oraya koşan yolcular arasında
koltuk kapmak için zaman zaman hakaret niteliğinde ağır tartışmalar yapıldı.
Bir süre sonra kargaşa yatışıp herkes durulunca, anlaşıldı ki aslında
güvertede insan sayısından fazla koltuk mevcut. Boş kalan koltuklar sonradan
paket ve çanta konularak değerlendirildi.
Varoluş
vakumu çoğu zaman varoluşun zaman boyutunda yaşanan bir anksiyeteyi de içerir.
Varoluşun zaman boyutu açısından "olmak", içinde bulunulan andan bir
sonraki ana hareket etmekte olmayı, yani "olmakta olmayı" tanımlar.
Olmak yerine yapmaya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma
kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır. Geleceği güvence altına alma
kaygısının etkisi altındaki insan, içinde bulunduğu zamanı yaşayamadığını
göremez. Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma
gerçeği yatar.
İçinde
bulunulan zamanın yaşanamamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli
geleceği ısmarlamaya çalışarak yaşamını tüketir.
Televizyonda
Shogun dizisinin gösterildiği günlerdeydi. Diziye konu olan öykünün bir
aşamasında, olayın kahramanı ile bir Japon prenses, bir yolculuk sırasında
aralarında doğan yakınlık sonucu bir gece birlikte olurlar. Konumlarından
ötürü yasak aşk sayılabilecek bu beraberliğin öncesinde aralarında geçen bir
konuşma sırasında, Japon prenses yaşamın ertelenemeyeceğini şiirsel bir
biçimde dile getirirken bir ara, "Yarın yok!" der. Nitekim birlikte
oldukları gecenin ertesinde uğradıkları bir saldırı sırasında atılan bir
patlayıcı madde Japon prensesin yaşamını yitirmesine neden olur.
Dizideki
olayların gelişimi içindeki zamanlaması nedeniyle Japon prensesin bu sözü beni
çok etkilemiş, hatta biraz sarsmıştı diyebilirim. Sonraki günlerde, dizinin o
bölümünü izlemiş olan bazı insanların da yaşamı sorgulayıcı bir şaşkınlık yaşadıklarını
görmek ve paylaşmak oldukça düşündürücü oldu. Tedaviye gelenler, yakınlarım,
dostlarım ve öğrencilerim arasından azımsanmayacak sayıda kişi bana,
"Yarın yok!" sözleriyle ne anlatılmak istendiğini sordu ya da ne
anladığını paylaşmak istedi. Doğu felsefelerinin yaşama bakış açısını yansıtan
bu sözlerin, "yaşamı depolamaya" şartlanmış bir toplumda sınırlı
ölçüde de olsa bir yankı uyandırmış olması, sanırım biraz da hoşuma gitti.
Ancak
merdivenleri hızla tırmanan kişi ile "Yarın yok!" mesajı arasında çok
önemli bir fark var, hatta aslında birbirlerinin tam karşıtı yaklaşımları
yansıtıyorlar. Çünkü merdivenleri tırmanmakta olan kişinin "yarın"ı,
bir sonraki basamağa doğru hareket edişi sırasındaki gerçeğini yaşamayı içerir,
varılacak son noktaya "ışınlanmayı" değil. Çünkü varılacak her bir
noktaya ulaştığımızda, varılması gereken bir başka noktayla karşılaşırız.
Sonunda I'echner'in "Yaşamın amacı ölümdür!" sözünde somutlaşan bir
yaşam sürdürmüş ya da belki tüketmiş oluruz. Ve tedavi odasındaki genç kadın
sorar: "Bu insan neden yaşıyor ki? Yaşıyor olmasının anlamı ne?"
Tabii
ki geleceğe yönelik tasarılar geliştireceğiz. Bu tasarıları gerçekleştirmek
için bazı hazırlıklar yapacağız ya da çaba göstereceğiz. Ama bunları yapmak,
içinde bulunduğumuz andaki gerçeğimizi algılamamızı ve yaşamamızı engellemeli mi?
Daha iyi yaşamak için yaşama ilişkin veri toplayan ve depolayan insanlar,
erteledikleri yaşamın geri gelmemek üzere akıp gittiğini neden görmezden
geliyorlar? Üstelik kendi geçmişlerinden alacaklı olmanın giderek artan
yüküyle yaşamak zorunda kalarak.
On
yıl önce bir seminere katılmak üzere Ankara'dan İstanbul'a geldiğimde, eski
bir dostum bir akşam beni evine davet etmişti. Benden başka yaklaşık on kişi
daha çağrılmıştı. Sıcak ve sevimli insanlardı. Yaklaşan yılbaşı gecesini
birlikte geçirmeyi tasarladıkları için sık sık o akşam neler yapacaklarından
söz ediyor ve kendilerini bekleyen hoş bir akşamı şimdiden yaşarcasına
keyifleniyorlardı. Yılbaşında İstanbul'da, dolayısıyla onlarla birlikte
olmayacağım halde, keyifli yaşantıları beni de içine almıştı. Düşüncesiyle bu
kadar neşelendiklerine göre, kim bilir ne kadar hoş bir gece geçirecekler diye
düşünmüştüm içimden.
Seminerden
sonra kar fırtınası nedeniyle uçak seferleri yapılamayınca yılbaşı gecesi için
Ankara'ya dönmem mümkün olmadı. Misafir kaldığım yer ile sözünü ettiğim
yılbaşı partisinin yapılacağı evin aynı cadde üzerinde olmasının sağladığı imkândan
yararlanarak sonradan benim de çağrıldığım bu olaya sınırlı bir süre için
katılmak istedim.
Kapıdan
içeri girdiğimde çok geniş bir mekânla karşılaştım. Sanki orada kimse yokmuş
gibi bir duygu yaşadığımı hatırlıyorum. insanlar bu mekânın içinde
dağılmışlardı ve birbirlerinden kopuk ve donuk kaidelerdi. Belki de bu nedenle
o mekân bana sınırsızmış gibi göründü. Çoğu konuşmuyordu, konuşanlar da
mırıldanırcasına. ilişkisizlik, boşluk ve bıkkınlık. Antonioni'nin
La Notte filminin içindeymişim gibi. Birkaç akşam önceki insanlar şimdi
başka kişilerdi. Böyle bir dünyada nasıl varolabileceğimi bilemediğim için
makul bir sürenin sonunda oradan ayrıldım. Misafir olduğum eve doğru yürürken,
insanın kestirilemezliğine ve yaşamın ısmarlanamayacağına daha da çok inanmış
olarak.
İnsanlar
zaman zaman kendilerini başkalarından soyutlanmış bir biçimde yaşarlar ya da
kişiliklerinin bazı bölümlerine yabancılaşmış bir yaşam sürdürürler. Ancak
insan, bu tür kopukluklardan daha derinlerde ve varoluşunun temelinden kaynaklanan
bir soyutlanmışlık da yaşar. İnsanın diğer insanlarla doyurucu ilişkiler
sürdürmesine, kendisini iyi tanımasına ve kişiliğini bir bütün olarak
algılamasına rağmen süregelen bir soyutlanma. "Varoluş soyutlanması"
denen bu olgu, kişi ile başka varlıklar arasındaki kapatılması mümkün olmayan
bir kopukluğu tanımlar. Sanki insanın kendisinden başka kimse, hatta dünya da
yokmuşçasına yaşanan bir duyguyu. Bazı yazarlar varoluş soyutlanmasının, bir
insanın ölmek üzereyken yaşadığı mutlak yalnızlıkla özdeş olabileceğinden söz
ederler.
İnsan
yalnızca kendisini değil, kendisi için bir dünya da oluşturur. Kendisi ve
çevresi için anlam taşıyan bir dünya. Ancak bu dünyayı aslında kendisinin
yaratmış olduğunu görmezden gelir. Kişinin günlük yaşamını sürdürdüğü bu
dünyadaki insanlar, objeler ve kurumlar, birbirleriyle ve kendisiyle sık ve
tekrarlı bir ilişki içinde olduklarından, kişinin kendisini ait hissettiği ve
günlük yaşamını sürdürdüğü, ona yakın vc aşina olan bir yaşam alanı
oluştururlar. Ancak bu alanın altında örtülü kalan büyük bir boşluk sessizce
varlığını sürdürür vc yalnızca kâbuslarda ya da bazı anlık yaşantılarda
kendini hissettiril. İnsanın kendisinden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin,
hiçbir dünyanın olmadığı bir yaşantıdır bu. İnsanın aşina olma duygusunu
yitirdiği bir yaşantı. Heidegger'in tanımladığı gibi, böyle bir yaşantıda
insan "mal edilmiş olduğu dünya"dan geri alınır ve çevresindeki her
şeyin anlamı kaybolur. Dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliği ile
yüzleşmekte olmanın anksiyetesi yaşanır. Bu anksiyetenin bir içeriği de
yoktur. İnsanlar kendilerini "Maya"nın, yani "görünümler
dünyası"nın olaylarına katarak bu hiçlikle yüzleşmekten kaçınmaya
çalışırlar. Böylesine yoğun bir yabancılaşma insanlar ve objeler dünyasıyla da
sınırlanmaz. İnsan yaşamına dayanak ve düzen sağlayan toplumsal roller,
değerler, yol gösterici bilgiler, kurallar ve inançlar da anlamlarını
yitirirler. Varoluşun merkezinde hiçbir şey yoktur.
Bebek,
dünyayla karşılaştığında ağlayarak dünyaya ilişki çağrısında bulunur, ama
kendisini bir ilişki "içinde" değil, nesneler dünyasında yapayalnız
bulur. Çünkü o, anababasımn öznel dünyasını zenginleştiren bir nesnedir. Daha
ilk anda kime benzediğine ilişkin narsisistik bir yarış başlar; "sahip
olunan" bu yeni nesne gazete ilanıyla dostlara bildirilir. Hepimiz dünyaya
böyle geliriz, getirdiklerimizi de böyle karşılarız. Ve varoluş soyutlanmasını
yaşamanın ürküntüsüyle diğer nesnelerin dünyasına dalarız, yaşamımızın
anlamıyla yüzleşmekten kaçınırcasına telaşlı bir biçimde ve kendimize giderek
yabancılaşarak. Bize öğretilenler doğrultusunda ve aceleyle doldurduğumuz
boşluklarla bir gün yüzleşmek zorunda kaldığımızda, varoluş vakumunun
anlamsızlığını yaşarız. Ya da bu vakuma üşüşen semptomların neden bizi tutsak
aldığını anlayamamanın şaşkınlığını. Ve yaşam böylece sürer...
On
beş yıl önceydi. Bir toplantıya katılmak üzere Ankara' dan İstanbul'a gelmiştim.
Bazı nedenlerle dönüşümü ertelemem gerekti. Yaz aylarından biriydi ve
tanıdığım kişilerin çoğu şehir dışında ya da şehir merkezinin uzağındaydı. Bir
ara, uzun zamandır görmediğim bir dostumu aramak geldi içimden. Ancak telefon
etmeye yöneldiğimde, daha önceki gelişlerimde onu neden aramamış olduğumu
kendime sormaya başladım. Geçmişte paylaşılmış bazı sıcak yaşantılar vardı, ama
yıllar içinde dünyalarımız farklılaşmıştı. Kendime yönelik sorgulama giderek
netleşmeye başladı. Gerçekten onu mu görmek istiyordum? Yoksa bu beklenmedik
zaman boşluğunu doldurmak mıydı amacım? Eğer İkincisiyse, ne ona ne de kendime
bir şey katmamış olacaktım. Telefon etmeyi erteledim, yaklaşık bir gün. Ama
gerçek amacımın ne olduğunu bir türlü seçemedim. Sonunda aradım...
Bu
yaşantı, daha sonraki yıllarda dikkatimi "ihtiyaç objesi" ve
"ilişki objesi" ayrımı üzerinde yoğunlaştırmama neden olmuştu. Bu
açıdan baktığınızda, beraberliklerin günümüzdeki yaşanış biçimi oldukça
düşündürücü. İlginç olan yön, birçok insanın, diğer insanların kendisiyle olan
ilişkilerini ihtiyaç objesi temelinde sürdürdüğüne inanmış olması, üstelik
bundan yakınması. Eğer bir insan çevresindekilerin kendisine ihtiyaç objesi
olarak yaklaştıklarına inanıyorsa, kendisinin onları ilişki objesi olarak yaşayabilmesi
nasıl mümkün olabilir?
Martin
Buber'in dediği gibi, ilişki içinde varolma isteği kalıtsal olarak insanın
doğasında mevcuttur. Her insan anasının rahminde iken evrenle ilişki içindedir,
ama doğduktan bir süre sonra unutmak zorunda kahr. Oysa başlangıçta bebek,
çevresiyle "ilişki" kurma dürtüsünü açıkça yaşar. "Ben"i
bilmez, çünkü ilişkiden başka bir varoluşu tanımaz. Buber bunu,
"Başlangıçta ilişki vardır (In the beginning is the relation)"
cümlesiyle dile getirir. Ona göre insan, ayrı bir bütün olarak varolmaz: İnsan
"arada" varolan bir yaratıktır, ama bu aradalığı iki biçimde yaşayabilir:
"ben-sen" ya da "ben-şey"
"Ben-şey"
ilişkisi bir "kişi" ile bir "araç" arasında yaşanır,
dolayısıyla işlevsel bir ilişkidir. Paylaşmadan yoksun bir öznenesne
ilişkisidir. "Ben-sen" ilişkisi ise bir insanın diğerini olduğu gibi
yaşayabilmesini tanımlar. Bu, bir insanın diğerini anlamak ya da ona ulaşmak
için çaba göstermesinden farklı bir olgudur. Çünkü böyle bir yaşantıda tek
başına bir "ben" yoktur, "ben-sen" tek bir yaşantıdır.
Bu
iki ilişki içindeki "ben"ler birbirlerinden farklıdır. Çünkü
"ben", bulunduğu alanda mevcut "sen"ler ve
"şey"ler arasından seçimler yaparak ilişkiyi belirlemez.
"Ben-sen" ilişkisindeki "ben" beraber olduğu
"sen"le olan ilişkisi içinde belirir ve biçimlenir.
"Ben-şey" ilişkisindeki "ben" ise, kendisini önemli ölçüde
kendine saklar, "şey"i çeşitli açılardan inceler, sınıflandırır,
yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar verir. Buna karşılık
insan, "sen" ile birlikte olduğunda varlığının tümüyle ilişkiye
katılır, kendine alıkoyduğu bir yönü kalmaz.
Eğer
bir insan diğerinin varlığına tümüyle katılmaz, ondan bir çıkar sağlama
beklentisiyle ilişkiye kendisinden bir şeyler katmaz, ya da nesnel bir gözlemci
tutumuyla, kendi davranışlarının diğer kişi üzerinde nasıl bir izlenim
bıraktığını anlamaya çalışırsa, "ben-sen" ilişkisi
"ben-şey" ilişkisine dönüşür. Ortakyaşam türü özne-nesne ilişkileri,
karşılıklı "ben-şey" beraberliği çerçevesinde sürdürülür. Fromm'un
da belirttiği gibi, bir artistin, yarattıkları ile yaşadığı bağ da geçicidir.
İnsan ilişkisi içermeyen böyle bir bağ, varoluşunun anlamı sorununa ancak kısmi
bir cevap oluşturabilir.
Buna
karşılık, "ben-sen" ilişkisi içindeki "ben", bu ilişkiyi
yaşarken biçimlenir, diğerini birtakım çerçevelere sokmaksızın gerçekten
dinler. Buber, "gerçek" dinleme ile "öylece" dinleme
arasındaki farkı önemle vurgular ve bu farkın tedavi ilişkisindeki yeri de çok
büyüktür. "Ben-sen" diyalogunda insan tüm varlığıyla diğerine
yönelir. Böyle bir yaşantı, bazı pop-psikoterapilerde çok sık kullanılan encounter
kavramından tümüyle farklı bir olgudur.
"Bir
insan diğerine her zaman böylesi bir yoğunlukla yönelebilir mi?" sorusuna
Buber'in cevabı pek olumlu değil. Bu olgunun ender yaşanabildiğim ve
ilişkilerimizi genellikle "benşey" modelinde sürdürdüğümüzü o da
kabul ediyor. Öyleyse bu konuyu neden mi tartıştım? Sanırım, neyi nasıl
yaşayamadığımızı görebilmemizin bazen bize beklenmedik kapılar açabileceğine
inandığım için. Belki de, varedemediğimiz bir yaşamdan ötürü sürekli
başkalarını sorumlu tutarak, kendimize daha da yabancılaşmamıza neden olan bir
gidişi nasıl sürdürdüğümüzü biraz olsun gözler önüne serebilmek amacıyla.
Anlamsız bir dünyaya biz bir şeyler katmadığımızda, onun da bize verecek bir
şeyi olmadığına inandığım için.
"En
büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını bilmektir" (Dostoyevski, 1876).
Narsisizm
Çağında Kim Ne Yapmakta?
Narkisos,
kusursuz bir fiziksel güzelliğe sahip bir genç. Bu nedenle su perileri ona büyük
ilgi duyar, ama hiçbiri karşılık alamaz. Narkisos'a tutkun olan Eko adlı bir
su perisi bir gün ona yaklaşmayı dener ve sert bir biçimde reddedilir. Eko
kederinden ve utancından eriyip yok olur, ama geride Narkisos'un sözlerini
yankılayan kendi sesini bırakır. Bunun üzerine intikam alınmasını isteyen su
perilerinin bu talebine uyan tanrılar, Narkisos'un da karşılıksız bir aşk
yaşayarak cezalandırılmasına karar verirler.
Bir
gün dağdaki berrak bir su birikintisine bakan Narkisos, kendisinin sudaki yansımasını
görür ve suda yaşayan çok güzel bir varlıkla karşı karşıya olduğu sanısıyla
yansımasına anında âşık olur. Ama ne bu görüntüden ayrılabilir, ne de sarılmak
istediğinde kaybolan bu yansımadan bir karşılık alabilir. Sonunda suya düşüp
ölür. Su perileri Narkisos'u gömmek için geldiklerinde onun da yok olup
gittiğini ve yerine bir çiçek bırakmış olduğunu görürler. Sonradan
"nergis" diye anılacak bir çiçek.
Narkisos
(Narcissus) sözcüğü psikiyatride ilk kez Haveloc Ellis tarafından
kullanılmıştır. Gerçekten de narsisizm olgusunda görülen birçok özellik bu
öyküde bulunabilir. Numberg bunları şöyle sıralar: kendini beğenmişlik,
ben-merkezcilik, başkalarının duygularına kayıtsızlık, kendi bedenini
algılamada belirsizlik, kendisinin ve diğer varlıkların sınırlarını belirleme
güçlüğü, diğer varlıklarla sürekli bir bağ yaşayamama ve psikolojik dokunun
olmayışı.
Freud,
"Narsizm Üzerine" başlıklı makalesinde bu olguyu, libido dediği yaşam
içgüdüsünün dış dünyaya yöneltileceği yerde, ben'in kendisinde korunmasıyla
açıklar. Aynı makalede narsisistik kişilerin nasıl objeler seçtiklerini ve bu
objelerle nasıl ilişki kurduklarını da anlatır. Ona göre narsisistik kişiler
aşağıdaki ölçütlere göre insan seçer ve severler:
2)
Kendi
geçmişlerini yansıtan kişiler,
3)
Olmak
istedikleri gibi kişiler,
4)
Bir
zamanlar kendilerinden bir parça olan kişiler.
Freud
birincil ve ikincil diye iki tür narsisizm tanımlamıştır. Birincil narsisizmde
libido yaşamın başından itibaren benin içinde sıkışmıştır. Bunun sonucu ben
şişer ve kişi kendisinin önemli, kusursuz ve güçlü bir varlık olduğuna inanır.
İkincil narsisizm, dış dünya ile ilişkilerde ağır düş kırıklığı yaşanması
sonucu libidonun egoya geri çekilmesini tanımlar.
Homey
de Numberg gibi, narsisizmi egonun sentetik bir işlevi olarak kabul eder. Ona
göre narsisistik kişi, sahip olmadığı ya da sandığı derecede sahip olmadığı
değerler ve niteliklerden ötürü sevilmeyi ve beğenilmeyi bekler. Buna karşılık,
bir insanın sahip olduğu olumlu bir nitelikten ötürü kendisine değer verilmesinden
hoşlanması narsisistik bir tutum değildir. Narsisizm olgusunda gözlemlenen
benlik enflasyonu çocukluk döneminin bozuk ilişkilerinden kaynaklanır ve
özellikle, çocuğun yaşadığı "korku ve kırgınlıklar" sonucu çevresine
yabancılaşmasıyla oluşur. Anababanın zorlamaları sonucu "gerçek
ben"ini yitirmeye başlar ve bunun sonucunda, kendine yetme kapasitesini
ve "duygusal dünyasında" girişimci olma yeteneğini geliştiremez. Bu
nedenle narsisistik kişinin insanlarla duygusal bağları cılızdır ve sevmeyi
başaramamanın acısını yaşar.
Homey'e
göre narsisizm, bu yaşantılarla baş edebilmek için geliştirilen çabalar sonucu
oluşur. Kişi, olağanüstü bir varlık olduğuna inanmaya başlayarak, kendisine
acı veren hiçlik duygusundan kaçınmaya çalışır. Önce başkalarına sonra da
kendisine yabancılaşması giderek arttıkça, bu inancının gerçeği yansıttığına
olan inancı da artar. Kendine olan saygısı azaldıkça, kendine atfettiği bu
sahte önemi de giderek "gerçek ben"mişçesine yaşamaya başlar.
Narsisistik
kişi insanlarla sevgi bağı kuramaz, sevgiyi bulamadıkça da hayranlık kazanma
çabaları artar. Homey narsisistik enflasyonun üç sonucundan sösz eder: 1)
Kişinin çalıştığı iş ya da konuyla da bir bağı olmadığı için üretkenliğinin
giderek azalması; 2) hiçbir çaba göstermediği halde dünyadan çok şey beklemesi;
3) sürekli yaşanan öfke ve düşmanlık sonucu insan ilişkilerinin giderek
bozulması. Şişmiş benlik imgesine uygun davranışları çevresinde bulamadığı
için, narsisistik kişi kendisini sürekli küçük düşmüş hisseder. Bu duygu
egonun daha çok şişmesine neden olur. Dolayısıyla Homey, insanın kendisini
sevmesi ve onaylaması ile kişiliğin şişmesi olgularını kesinbir çizgi ile
birbirinden ayırır. Narsisizm insanın kendisini sevmesini değil, kendine
yabancılaşmasını tanımlar. Bir başka deyişle, insanın kendine ilişkin bu tür
yanılgılara saplanıp kalması kendisini kaybetmiş olmasından kaynaklanır.
Winnicott,
196O'ta yayımlanan makalesinde "gerçek ben" diye adlandırdığı bir
olguyu tanımlar. Ona göre gerçek ben, çocuğun gelişimi sırasında kendiliğinden
oluşan biyolojik bir doğallığı ve isteği içerir. Gerçek ben, başlangıçta dış
uyaranlardan bağımsız bir olgudur ve Winnicott'un tartışmasında, daha çok
"sahte ben" kavramına açıklık getirebilme yönünden anlam taşır. Sahte
ben, obje ilişkilerinin oluşmaya başladığı yaşamın ilk aylarında annenin
yeterli olmamasından kaynaklanan bir olgudur. Bu dönemde anne çocuğun duygusal
tepkilerini sürekli karşılıksız bırakır, onun yerine kendi tepkilerine çocuğun
karşılık vermesini bekler ve aldığı tepkilerin çocuğun kendi tepkileri
olmadığını, yalnızca kendi tepkilerine aldığı bir karşılık olduğunu göremez.
Bir başka deyişle sahte ben, annenin çocuğun duygusal ihtiyaçlarını fark
edememesi sonucu oluşur.
Winnicott'a
göre sahte ben, önemli bir bölümü örtülü kalmış gerçek beni koruyabilmek için
geliştirilir. Çünkü sahte ben, gerçek benin yitirilmesi sonucunda tümden yok
olmuş hissetme tehlikesine karşı insanı korur. Bu, tedavi ilişkisi yönünden de
fark edilmesi gereken önemli bir olgudur. Çünkü eğer terapist, üstü örtülü
kalmış gerçek benin varlığını fark edip oraya ulaşmak yerine sahte ben ile
ilişkiye geçerse tedavi sürecinin hareket etmesi de beklenemez. Gerçek ben,
terapi süreci içinde belirmeye başladığında, bazen aşırı bir bağımlılık talebi
de ortaya çıkabilir ve terapist bu gibi durumlarla baş edebilecek donanımda
olmalıdır. Yıllarca süren bazı psikanaliz ya da psikoterapilerin bir türlü sona
erdirilemeyişi, sahte benle ilişki temelinde sürdürülmüş olmalarından kaynaklanır.
Heinz
Kohut'un konuya ilişkin çalışmaları da Winnicott ile bazı ortak noktaları
içermekte. Kohut'a göre, gelişmekte olan bebek bir başka insanın varlığının
kısmen farkındadır, ancak bu varlığı, kendi içinde fark ettiği biçimiyle,
kendisinin bir parçası olarak algılar. Kohut, bebeğin kendi dışında ama
kendisinin uzantıları olarak algıladığı bu kişileri "ben objeleri"
olarak adlandırır. Ona göre bu kişiler, kendi dünyaları olan özerk varlıklar
değil, benin kendine mal ettiği ve kendi ihtiyaçları açısından algıladığı
"şey"lerdir.
Normal
gelişim süreci içinde çocuğun beni, kendi ihtiyaçlarını kendisinin giderme
çabalarıyla oluşur ve çocuk diğer insanların kendisinden ayrı ve özerk
varlıklar olduğunu giderek daha iyi ayırt etmeye başlar. Ancak bu sürecin
gelişebilmesi için annenin, bebeğinin kendisine yönelik bir beğeni geliştirebilmesine
ortam sağlayacak tepkiler verebilmesi gerekir (mirmring). Böyle bir
ortam ise, annenin tepkilerinin çocuğun duygusal ihtiyaçlarına uygun olması
ile sağlanabilir. Üstelik bu ortam çocuğun daha sonraki yıllarda anababasını
yüceltme ihtiyacının karşılanabilmesi yönünden de gereklidir. Bu sağlanamadığında,
gelişim ilkel bir düzeyde kalarak savunma amaçlı bir öfke yaşanmasına ve
cinselliğin çarpıtılmasına yol açabilir.
Narsisizim
konusuna eğilmiş bir başka çalışmacı olan Otto Kemberg'e göre ise narsisistik
karakter kendisini şöyle dile getirir: "Beni seveceğini düşlediğim ideal
kişi tarafından sevilebilecek biri olmamaktan ötürü reddedilmekten korkmamam gerek.
Bu ideal kişi ve bu kişiye ilişkin ideal imgem ve ben, hep birlikte tek bir
varlığız ve beni sevmesini istediğim ideal kişiden daha üstünüz. Dolayısıyla
bu başka kişiye artık ihtiyacım olamaz."
Christopher
Lasch ise Narsisizm Kültürü adlı kitabında, Batı kültüründe ve özellikle
Amerika'da giderek yaygınlaşan narsisizm olgusunu tartışmakta. Ona göre,
Amerikan kültürüne uzun yıllar egemen olan yarışmacı bireycilik artık ölmekte.
Üstelik çökerken bireycilik mantığını da aşırı bir uca sürükleyerek her şeye
karşı açılmış bir savaşa dönüştürmüş durumda. Bunun sonucunda, insanlar
mutluluğu bulmak isterken, kendileriyle narsisistik bir biçimde ilgilenmenin
çıkmazında kayboluyorlar.
Lasch'e
göre, süregelen kültürün insanları bağımsızlıklarını ve beceri duygularını
yitirmiş dürümdalar. Narsisizm ise yaşamakta oldukları bağımlılığın psikolojik
boyutunu oluşturmakta. Örneğin narsisistik kişinin kendine saygı duyabilmesi
tümden başkalarına bağlıdır. Kendisine hayran bir seyircisi olmadan yaşayamaz.
Aile bağlarından ya da toplum normlarının baskısından özgürleşmiş görünse de
kendi ayakları üzerinde duramaz ve bireyselleşmesinin keyfini yaşayamaz.
Üstelik bunlar kendine olan güvensizliğini daha çok artırır. "En büyük
ben"inin başkalarının ilgisindeki yansımasını görmeye çalışarak, ya da
ün, güç ve karizma sahibi kişilerle birlikte olarak güvensizliğinin üstesinden
gelmeye çalışabilir. Dünyayı kendi istekleri doğrultusunda
biçimlendirebileceği boş bir alan gibi görür. Narsisistik kişi için dünya
yalnızca bir aynadır.
Lasch
kitabında narsisizmin Amerikan toplumunda gözlemlenen diğer yansıma
biçimlerinden de söz ediyor. Narsisizm dünyamızda gerçekten artan oranlarda mı
yaşanmakta? Yoksa geleneksel değerlerle giydirilip üstü örtülü yaşanmış olan
narsisistik eğilimler, çağın getirdiği dönüşümler sonucu çıplak bir biçimde
yaşanır hale mi geldiler?
Özümsenmiş
bir yaşam felsefesi olma niteliği kazanamamış, dolayısıyla biçimsel
kalıplarıyla bireyleri yönlendirme işleviyle sınırlanmış inanç ve
geleneklerin, toplumların hızlı dönüşümlerine karşı dirençsiz kalacakları
düşüncesindeyim. Toplumsal inançlar ve gelenekler, ortaklaşa kabul edilen ve
paylaşılan bir "tarih"le bütünleşmediklerinde yönerge olma
niteliğini çok az aşabilirler. Bazı toplumların tarih boyunca yaşamış oldukları
ağır sarsıntılara, işgallere, göçlere ve dağılmalara rağmen nasıl güçlü bir
kimlikle ayakta kalabilmiş olduklarını anlamaya çalıştığımda ise Jung'un
"kolektif bilinçdışı" kavramıyla karşılaştığımı fark ediyorum.
Jung'a
göre insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla
bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağlantılıdır. Bu bağlantı yalnızca
kişisel geçmişini değil, kendi türünün geçmişini, hatta insanlığın evrimini de
içerir. Kişisel bilinçdışının içeriği, daha önce bilinçte varolmuş
yaşantılardan oluşur. Kolektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresinde,
bilincinde yaşanmamıştır. Kolektif bilinçdışı Jung'un "arketip" adını
verdiği imgelerden oluşur. Bu imgeler insana atalarından aktarılırlar. Yalnız
insanlık tarihinin değil, insan öncesi evrimin de ürünüdürler. Arketipler,
insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer eğilimler
göstermesinin kaynağını oluşturur.
içine
doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde de vardır, insan
dış dünyasında bu içsel imgelerinin karşılığı olan objelerle karşılaştıkça, bu
imgeler de bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin bebek dünyaya geldiğinde,
kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini algılar ve onunla
ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eylemlerindeki seçiciliği kolektif
bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolay algılamamızın ve
onlara karşı hazır tepkiler verebilmemizin nedeni, kolektif bilinçdışımızda
varolan eğilimlerimizdir.
Arketipler,
bir insanın geçmiş yaşantılarının ürünü olan bellek imgeleri gibi canlı
görüntüler değildir. Örneğin anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir.
Bir benzetme yapmak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif filmleri
çağrıştırabilirler. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz
imgeler, canlı ya da cansız varlıklarda, bizim için anlam taşıyan bir biçimde
somutlaşırlar.
Arketipler
evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı temel arketip imgelerine
sahiptir. Bir bebek dünyanın hangi yöresinde doğarsa doğsun, anne arketipini
de birlikte dünyaya getirir. Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra
bireysel farklılıklar ortaya koyar. Çünkü çocukla ilişki, bir toplumdan
diğerine ya da bir aileden diğerine, hatta aynı aile içinde bir çocuktan
diğerine farklılıklar gösterir.
Bir
toplumun ya da kültürün de kendine özgü arketipleri bulunur. Bu arketipler o
toplumun geçmişinin ürünüdürler. Bir toplumun üyeleri kendi tarihlerinden
kaynaklanan arketiplerin karşılığını dış dünyalarında buldukları oranda, o
toplumun kendisini tarih içindeki yeriyle algıladığına ve biçimselliğe dayandırılmayan
bir kimliğe sahip olmanın bütünlüğünü yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bir
başka kıtaya göç ederek oradakileri yerlerinden edip uluslaşmış, sömürgeci
ulusların egemenliğinde uzun süre yaşamış ya da ilkel bir yapıdan uluslaşmaya
doğru hızlı bir geçişe zorlanmış toplumların kolektif bilinçdışının sınırlı ve
cılız olmasını doğal karşılamak gerektiğini düşünüyorum.
Tarihinin
doğası gereği çok sayıda ulusun birbiriyle karışımından oluşan toplumlarda,
ortak arketiplerin geliştirilmesi çok uzun zaman alabilir, özellikle
tarihlerini bütünleştiremediklerinde. Arketip kargaşası yaşamak durumunda kalan
böyle bir toplum, dünyadaki hızlı dönüşümler karşısında kolayca bir kimlik
bunalımına girebilir. Böyle bir dönem geçirmekte olan toplumların bireyleri de
genellikle derinlikten yoksun ve biçimsel değerlere bağnazca sarılarak ayakta
kalmaya çalışırlar.
Geçmişin
imparatorlukları bile vaktiyle etki alanları altında olan toplumlara bir bedel
ödeme durumundalar. Özellikle aynı zamanda kültür merkezleri de olan
başkentlerinin toplumsal yapısında. Paris ve Londra gibi kentlerin
toplumsal-kültürel yapıları, vaktiyle imparatorlukların beldesi olan ülkelerden
göç etmiş insanları dokularına mal etme sonucu bazı değişimlere uğramış
durumda. Osmanlı imparatorluğunun eski başkenti de geçmişte biraz ilgisiz
kalmış olduğu bir beldesine aynı bedeli ödemekle meşgul.
Biçimsel
inanç ve değerlere bağnazca sarılmak kısa vadeli bir ilaç işlevini görse de
aslında temeldeki kimlik bunalımına çözüm getiremez. Hatta bunalımın daha da
karmaşıklaşmasına ve uzamasına neden olabilir. Arketipleri ile bütünleşmiş,
dolayısıyla özümsenmiş bir yaşam felsefesine sahip toplumlar, dünyadaki hızlı
dönüşümlere kendilerini oldukça kolay uyarlayabilirler. Biçimsel değerlere
tutunmaya çalışan toplumlar için bu böyle olmaz. Derinlikten yoksunluğun doğal
bir sonucu olarak yaşanan kolektif narsisizm böyle toplumların yazgısı haline
gelir. Kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan yöneticiler,
kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan bireyleri yönetirler.
Kolektif
narsisizm yaşayan toplum bireylerinde gözlemlenen kolektif ego enflasyonu bazı
kavramların çarpıtılmasına da neden olabilir. Toplum tüm katmanlarında gerçek
benlerine yabancılaşmış olduğu için, sahte benleri ile varolma çabasını sürdürmekte
olan bireyler, kişisel sınıf atlama çabalarını toplumun çağ atlaması ile
karıştırabilirler. Böyle bir kavram kargaşası sonucu edinilen görüntü de doğal
olarak çağdaşlığın bir karikatürü olur. Sonuçta özümsenmiş bir yaşam
felsefesine sahip insanların sayısı da giderek azalacağından, insan
ilişkilerinde estetiği tanımlayan ve "görgü" denilen olguya tanık
olabilmek, müzelerde saklanması gerekecek kadar ender bir yaşantı durumuna
gelebilir.
Yıllar
önce görev yaptığım üniversite birimindeki sekreterden, bir başka fakülteden
genç bir öğretim üyesinin zaman zaman gelerek benimle görüşmek istediğini,
ancak gelişlerinin benim orada olmadığım saatlere rastladığını ve bu yüzden,
"Hiç yerinde oturmaz mı?" diyerek söylendiğini duymuştum. Sonra bir
gün merdivenlerde gözlerini dikmişçesine bana bakan biriyle karşılaştım. O
imiş. Ters bir tonda bana, "Sizi bir türlü yerinizde bulamıyorum. Bu
beşinci gelişim," dedi. Ben de dönüp, böyle durumlarda genellikle
takındığım mesafeli tavırla, "iki kişinin ne zaman bir araya
gelebileceğine taraflardan yalnızca biri karar verirse, o iki kişinin bir araya
gelmesi mümkün olmayabilir," dedim.
Duraksadı.
Sonra bana, yapmış olduğum bir araştırmanın kopyasını ödünç alabilmek için
ricaya (!) geldiğini söyledi. Bende çok az sayıda kalmış olduğu için geri
getirmesi koşuluyla verdim, getirmeyeceğini bilerek. Yıllar sonra adını bir
ara gazetelerde görür oldum. Politikaya atılmış.
Bu
olay sırasında yaşadıklarım, toplumda narsisizmin ne oranda ve hangi tarzda
yaşandığına ilişkin gözlemlerimin başlangıcını oluşturdu. Genç öğretim üyesine
verdiğim cevabın içeriğindeki mesaj sonradan beni çok düşündürmüştü. Giderek
kendimde gözlemlediğim bazı davranışlar da dahil olmak üzere, çevremi bu
bağlamda anlamaya çalıştım. Aradan geçen yirmi yıl içinde gözlemlediğim
kadarıyla, toplumumuzdaki narsisizmin büyüme hızının, narsisizmimizi okşayacak
oranlarda seyretmiş olduğu izlenimi taşıdığımı tereddüt etmeden söyleyebilirim.
İlişkiler
konusunda Buber'in yapmış olduğu "ben-sen" ve "ben-şey"
ayrımı doğrultusunda, narsisizmi "ben-ben" ya da "ben-benim
şeyim" ilişkisi olarak tanımlayabilirim. Gerçekten de narsisistik kişinin
en önemli özelliği görünürde yoğun bir ilişkiler ağı içinde olsa bile,
kendisiyle başlayan ve biten bir dünyada yaşamasıdır. Bu dünyada, kendisiyle
ilişki içinde mutlak bir yalnızlık yaşar. Çoğu kez bu durumun farkında
olmaması ve dış dünya ile ilişkiler yaşamadığına inanması, narsisistik kişinin
kendisi dışındaki dünyaları algılama güçlüğünden kaynaklanır. Kendi gerçeği
dışında, yalnızca kendi gerçeğinin başkalarındaki yansımalarını görebilen
narsisistik kişi, başka insanların kendisininkinden farklı gerçekleri
olabileceğini göremez.
Telefondaki
kişiye uzunca bir süre için randevu veremeyecek durumda olduğumu, nedenleriyle
birlikte açıkladığımda, "Benim için sakıncası yok," dedi. "Öğle
ya da akşam saatinde de gelebilirim." Zamanla ilgili sorunumu bir kez daha
ortaya koydum, o da öğle ya da akşam saatinde de gelebileceğini bir kez daha
tekrarladı. Onun üzerine güldüm ve "iyi ama, bir de ben varım,"
dedim. Biraz duraksadıktan sonra o da güldü ve "Haklısınız," dedi,
soruna yalnızca kendi gerçeği yönünden bakmış olduğunu fark ederek. Sonra benim
gerçeğime de uygun bir plan üzerinde anlaştık.
Narsisistik
kişi, insanlarla ve diğer objelerle olan ilişkilerini "ben-benim
şeyim" zemini üzerinde sürdürür. Benlik sınırı iyi belirlenmemiş
olduğundan diğer insanları kendi benliğinin yansımaları gibi algılayabilir. Bu
yansıtıcılar, onun ihtiyaçlarını ve beklentilerini gidermekle doğal olarak
"yükümlü" farzedilirler. Çünkü kendi ihtiyaçlarından ve kendine
yönelik beklentilerinden ayırt edilemezler. Dolayısıyla narsisistik kişi, diğer
insanların ve dünyalarının "kendisine ait şeyler" olmadığını da
göremez.
"Bencillik
insanın islediği gibi yaşaması değil, başkalarının kendisinin islediği gibi
yaşamasını beklemesidir" (Oscar Wilde, 1891).
Narsisistik
kişi çocuklarını da kendi yansımaları olarak görme eğilimindedir. Çocuğunu
nefret ettiği gerçek beninin yansıması gibi görüp ona saldırabilir; sahte
beninin kusursuzluk ve görkem beklentilerini ona yansıtabilir; kendisine ısmarlayıp
da gerçekleştirememiş olduğu bir yaşamı onun şahsında yaşamaya ya da
gerçekleştirmeye çalışabilir. Böylece geleceğin narsisistik kişisini de
ısmarlamış olur.
Narsisistik
kişinin yaşamakta olduğu "benim şeyim" olgusu bazen çocuklara
dolaylı bir biçimde yansıtılabilir. Kişi, narsisistik beklentilerini önce
kendi anababasının "çarpıtılmış" imgelerine yansıtır, sonra da
"benim annem" ya da "benim babam" olarak
adlandırabileceğim bu çarpıtılmış anababa imgelerini "benim
çocuğuma" yansıtır. Böyle bir durumda çifte yansıtıcı kullanılmış olur.
Burada çarpıtılmış anababa imgesiyle kastettiğim, gerçekte olduğundan farklı
ve olmadığı halde öyle olduğuna inanmak istenerek, "şişirilmiş ve
süslenmiş" ana ya da baba figürleridir. Böyle bir olgu, çoğu kez bu
figürlere yönelik bilinçdışı düşmanlık duygularını içerir.
Klinik
çalışmalarımın ilk yıllarından beri bazı anababaların kendi anababalarına
yönelik beklentilerini çocuklarına, yani üçüncü kuşağa yansıttıklarını
gözlemlemekteydim. Birçok kişinin kendi anababasının adım çocuklarına vererek bunu
somutlaştırdığının da farkındaydım. Ama kültürümüzde yaygın olan "göbek
adı" olgusunun bu bağlamdaki önemini fark ettiğimden bu yana geçen sürede
edindiğim veriler, kuşak atlayarak çocuklara yansıtılan narsisistik
beklentilerin düşünebileceğimden de yaygın olduğu izlenimini geliştirmeme neden
oldu.
Tabii
burada konu edilen olgu, anne ya da babası ile paylaşılmış sıcak yaşantıların
anısını sürdürebilmek için çocuğuna onun adını veren anababaları kapsamıyor.
Onları bilmem zaten mümkün değil. Burada aktardığım çıkarsamalar, klinik çalışmalarım
sırasında narsisistik yansımalara maruz kaldıkları izlenimini edindiğim
kişilere yönelttiğim sorulardan edindiğim verilerle sınırlı.
Genellikle
babalar annelerinin adını kızlarına, daha seyrek olarak da anneler babalarının
adını oğullarına veriyorlar. Bazen de baba kendi babasının adını oğluna
aktarabiliyor. Annelerin kendi annelerinin adlarını kızlarına verdiğine pek
rastlamadım. Babaanne-baba-kız ve büyükbaba-anne-oğul geçişleri bazen ensest
öğeler de içerebiliyor. Daha doğrudan yansımalara, azımsanmayacak sayıda ailede
gözlemlenen "baba-kız ve anneoğul" biçimindeki parsellemelerde
rastlanabiliyor.
Yıllar
önce izlemiş olduğum Bayan L., kızının kişiliğinde kendi yansımasını
yaşamaktaydı. Tabii ki bu yansıma onun cinsel yaşamını da kapsadığından, o
zamanlar on sekiz yaşında olan kızının bir ara flört ettiği on dokuz yaşındaki
bir delikanlı da yansıma alanına katılmıştı. Delikanlı Bayan L.'nin gençlik
düşlerindeki "on sekizinci yüzyıl şövalyesi" imgesine uyan, içine
kapanık bir çocuktu. Onun için kızını sürekli bu çocuğa doğru itiyordu. Kızı
ise "aptal" bulduğu delikanlıya karşı küçümseyici bir tutum
içindeydi. Bayan L. delikanlıya karşı kendi adına cinsel içerikli bir duygu
yaşamadığının farkındaydı, ama aynı zamanda kızının yaşamasını istediği
duyguları da yaşadığından, delikanlıyı her gördüğünde kızı "yerine"
o heyecanlanıyordu. Sonraki yıllarda bu yansıtmalarının bedelini, kızından
uzak yaşayarak ödemek zorunda kaldı. Annesinden bunalan genç kız bir başka ülkeye
yerleşmeyi ve annesinin narsisistik beklentilerine hiç de uymayan biriyle
evlenmeyi seçti.
Kültürümüzde
isimlerin çoğunun anlamı var. Bu isimleri genellikle ana-babalar verdiğinden,
verilen isimlerin anlamının anne ya da babanın kendi dünyalarına ait bir
şeyleri yansıtıyor olması da çok doğal. Ancak eğer bu isimler anne ya da
babanın narsisistik beklentilerini yansıtıyorsa, bazen çocuğun yaşamının
kendisine verilen ismin taşıdığı anlama göre programlanması bile söz konusu
olabiliyor. Böyle bir olgu çoğu kez bilinçdışı mekanizmalardan
kaynaklandığından, ne anababa ne de çocuk bu olgunun yaşandığını fark edemiyor.
Anne
ya da babanın çocuklarının varlığından ötürü gurur duymaları, zaman zaman
onların dünyalarındaki mutlulukları, başarıları ya da sorunları kendi çevreleri
ile paylaşmak istemeleri doğal bir olgu. Ancak tedavi odasında dinlediklerime
göre, özellikle kadınlan bir araya getiren sosyal olaylarda bazı anneler,
çevrelerini bunaltırcasına sürekli çocuklarından söz ediyorlarmış. Çok ender
de olsa buna benzer olaylara tanık oldum ve her defasında nedense, son
gezilerinde çektikleri fotoğrafların görüntülerini misafirlerinin istemi
dışında sergileyen ve misafirleriyle birliktelik yaşayacakları yerde anılarını
yaşayan ev sahiplerini hatırladım. Sanırım her iki durumda da "ben-benim
şeyim" ilişkisi türünde narsisistik bir kilitlenme söz konusu olduğu
için.
Rumelihisarı
tepelerinde Jose Feliciano'yu dinliyoruz. Ay ışığı, Boğaz’dan geçen tanker ve
şilepler, biraz eski ama bizim kuşağımıza nostalji yaşatan bir müzik. Son
dakikada gitmeye karar verdiğimiz için biletlerimiz numarasız ve tepelerdeki çimen
çalılık arasında oturmuşuz. Tepeler insan dolu, ileride bir yerlerden gelen
çocuk sesleri dikkatimizin arada bir oraya yönelmesine neden oluyor. Çocukların
sesi giderek yükseliyor. Bir konsere Luna Park'a gidercesine gelmek bir yana,
anne ve baba çocuklarını sakinleştirmeye niyetli değil. Bizden çok uzaktalar
ve dikkatimizi oraya yöneltmezsek bu sesleri duymayabiliriz. Nitekim öyle
oluyor. Ama olayın daha yakınındaki onca insanın duruma neden boyun
eğdiklerini düşünüyorum.
Narsisistik
kişi, iyi belirlenmemiş benlik sınırlarını bir başkasının sınırlarına çarpana
dek yayabilir. Narsisizme genellikle eşlik eden infantil omnipotence
nedeniyle. Infantil omnipotence, benlik sınırlan henüz oluşmamış küçük
çocuğun, sınırlarının nerede sona erdiği konusunda anababası tarafından
uyarılana dek, dilediğince davranma eğilimini tanımlar. Gelişen ve gücünün
arttığını fark eden çocuğun, bu gücü ve iktidarı sınırlarını zorlamasına
kullanmak istemesi, gelişim süreci içinde doğal olarak yaşanan bir aşamadır. Ne
var ki, güçlü narsisistik eğilimler etkisinde yaşayan kişiler de biçimsel
olarak otorite konumuna geldiklerinde ya da ün, saygınlık, güç ve varlık sahibi
olduklarında, çocukluk döneminde aşamamış oldukları infantil omnipotence
eğilimlerini açık seçik sergileme imkânını bulurlar. İşlerinde, eşleriyle ve
çocuklarıyla ilişkilerinde, sosyal ortamlarda ya da halka yönelik
etkinliklerinde, örneğin televizyonda göründüklerinde benlik sınırlarını
olabildiğince yayma eğilimi gösterirler.
Konserdeki
anne baba türünde insanlarla başka yerlerde de karşılaştım. Halka açık
alanlarda ya da misafir bulundukları yerlerde çocukları çevreyi rahatsız
edercesine bir sınırsızlık yaşarken onlara müdahale etmeyen, hatta bazen
keyifle izleyen insanlarla siz de karşılaşmışsınızdır. "Ben-benim
şeyim" ilişkilerinin ötesindeki dünyayı algılayamayan insanlar.
Sokakta
yürürken dikkat ediniz. Ne kadar çok insanın ayakları bir yöne giderken,
başları bir başka yöne çevrili. Birine çarpana dek. insanların ortaklaşa
kullandıkları alanlarda benin sınırlarını olabildiğince yayan kişiler.
Kendileri dışındaki objeleri ve olayları "benim şeyim" olarak
yaşayarak, bir de "sen'ler olduğunu göremeyen insanlarla her yerde
karşılaşıyoruz.
Sıcak
bir yaz gününde pencereler açıkken mikrofonla karpuz satan adamın sesi çalışma
odanızın içerisinde, tedaviye gelen kişilerin anlattıklarını duymakta güçlük
çekiyorsunuz. Biliyorum "ekmek parası" denecek, ama çalışan başka
insanlar da var. Kabak ya da domates satanların sesleri arasında tedavi uygulamalarını
sürdüren psikiyatristler dünyanın başka yerlerinde de var mıdır? diye
soruyorum birine. İnsanların ego sınırlarını bu denli yayabildikleri bir başka
yer!
"Ben-ben"
ya da "ben-benim şeyim" ilişkisi sürdüren kişiler kendi içlerine
kilitlenmişçesine yaşarlar. Bu nedenle konuşmaları da kendilerine dönük bir
monolog niteliğindedir. Bir başka deyişle, aslında kendi kendileriyle
konuşurlar. Soru sorduklarında cevabını da kendi içlerinden verdiklerinden,
gerçekte sizin cevabınızla pek ilgilenmezler. Ama başka türlüsünü bilemediklerinden
neyi yaşayamamış olduklarını da göremezler. Bazı konferans ya da panel
tartışmalarının ardından dinleyicilerin konuşmacılara soru yöneltmeleri
beklenir. Birkaç kişi konuya ilişkin soru sorar ve bu arada biri, bazen de
birileri kalkıp soru sormak yerine konuyla ilgisi olmayan uzun tiradlar çekerler.
Çoğu kez kendilerinden başka kimsenin anlamadığı bir içerikte ve kendi
söylediklerine kendileri hayran olurcasma. Üstelik oturum başkanlığını
üstlenen kişiler için de bu monologları sona erdirmek pek kolay olmaz.
Bazen
birine kendinizle ilgili bir şeyler anlatmak istediğinizde, karşınızdaki kişi
anlatılanların içeriğinde kendi yansımasını yakalar ve birden sözü sizden
kaparak kendisiyle ilgili bir şeyler anlatmaya başlar. Bazen de sizinle ilgili
bir sorunu dinleyerek anlamaya çalışacağı yerde, "Sıkma canım," ya
da "Üzülme, geçer," gibi sözlerle konuyu bitirmeye çalışır. Bu
aslında, "Sus, seni dinleyemem!" mesajının dolaylı yoldan dile
getirilişidir. Günlük streslerin yükü altında olduğumuzda ya da sıkıntılı bir
dönem geçiriyorsak narsisistik bir gerileme yaşar ve böyle davranışları geçici
bir dönem ya da bir an için gösterebiliriz. Ancak narsisistik kişi "ben
ile ben"in arasına girilmesine pek alışkın olmadığından, onun bu tür
davranışları süreklidir.
Narsisistik
kişi için "görkem" çok önemlidir, şişmiş egosunu yansıtabileceği
objeler arar ve bulur. Ancak onların bütününü değil, kendi görkem
beklentilerine uygun yönlerini seçerek algılar. Bir süre o kişiye
"tapınır". Ama sonradan o kişinin kendi imgesine uymayan yönlerini
fark ettiğinde düş kırıklığı yaşar ve üstelik, bazen ona yönelik küçümseyici
bir öfke bile geliştirebilir. Özden çok biçimle ilgilendiğinden, ağırlıklı bir
söz, zekice bir espri ya da iyi pazarlanmış karizmatik bir hava onu kolayca
etkileyebilir ve o kişiye "acele" bir hayranlık geliştirmesine neden
olabilir.
Bazı
narsisistik kişiler estetiğe önem verirler. Bu onların hem canlı hem de cansız
objelerle olan ilişkilerinde etkili olur. Ancak bu genellikle yaşamazhk
yansıtan bir estetiktir, yaşamı değil biçimi içerir. Objeler birlikte yaşamak
için değil, sahibinin görkemini yansıtmak amacıyla "sergilenirler".
Baktığınızda kişinin objelerine yönelik yansımasını fark edebilirsiniz, ama
kendinizi bu ilişkinin dışında bırakılmış hissedersiniz. Narsisistik kişi,
dostlarına armağan ettiği objelere de kendini yansıttığından, verdiği
armağanın nasıl değerlendirildiğini izleyerek "kendi şeyi" ile
ilişkisini sürdürür.
Yıllar
önce, benimle tedavi ilişkisini sürdürmekte olan Bayan
Z., masanın üzerindeki tek çiçeklik boş bir vazoya işaret ederek, "Ben
de tek çiçek severim," dedi ve aramızda o doğrultuda kısa bir sohbet
oldu, başka konulara geçmeden önce. Birkaç hafta sonraki bir buluşmamıza
elinde tek bir karanfille geldi. O günlerde çiçekçiler bütün çiçeklerin yanma
kuşkonmaz denilen bitkiden mutlaka koyarlardı. Ben de aldığım ya da verilen
çiçekleri, o zamanlar nedense hoşlanmadığım bu bitkiden ayırarak vazoya koyma
âdetini edinmiştim.
Bu
kez de öyle yaptım. Bunun üzerine Bayan Z. kuşkonmazları neden vazoya
koymadığımı sordu. Hoşlanmadığımı söyleyince yüzünü buruşturup, "Çok
zevksizsiniz," dedi. Şaşırdım, sonra kendimi toparlayarak, "iyi ama,
bu çiçekler artık benim. Onları dilediğimce yerleştirebilmem gerekmez mi?"
dedim. Aslında bu davranış Bayan Z.'nin insan ilişkilerini öylesine yalın bir
biçimde yansıtıyordu ki, çok sonraki beraberliklerimizde de zaman zaman konu
edildi. Bayan Z. ile yıllar sonra, yakın
geçmişte birkaç kez görüşmemiz gerekti. Artık böyle şeyler yapmadığını
biliyorum. Yoksa ona yeni kitabımda karanfil hikâyesinden söz edeceğimi
söyleyemezdim.
Narsisistik
kişi, kendi ürettiklerine herkesten önce kendisi hayran olan kişidir. Bu
hayranlığın başkalarınca paylaşılmadığı durumlarda yaşadığı "narsisistik
darbe" egosunun daha çok şişmesiyle sonuçlanır. Narsisistik darbe, zaten
varolan ve savunmaya yönelik saldırgan eğilimlerin denetimden çıkmasına neden
olabilir. Narsisistik şişme aslında alttaki gerçek beni korumaya yönelik
olduğundan, böyle bir darbeye maruz kalmanın yaşattığı korku, doğal olarak
saldırganlığa dönüşür.
Narsisistik
kişinin yaratıcı ve üretken bir potansiyeli de olsa ürettiklerinin ve
yarattıklarının diğer insanlarca paylaşılabilmesi sınırlanır. Ürünleri ve
yapıtları evrensel ve toplumsal arketipleri içermediğinden, çoğu kez diğer
narsisistik kişilerin yansımalarında değer kazanır ve bunun ötesinde bir
dünyaya ulaşması pek mümkün olmaz. Üstün bulduğu yeteneklerinin anlaşılamamış
olduğu inancıyla, ürettiklerine ilgisiz kalan insanları küçümser.
Kolektif
narsisizm doğal olarak kurumsal etkinliklere de yansır. Ünlü bir sanatçımız bir
başka ülkenin başkentinde, ülkemizi tanıtma amaçlı bir etkinlik çerçevesinde
bir konser veriyor. Konsere o kentte yaşayan vatandaşlar, soydaşlar ve onların
tanıdığı sınırlı sayıda bazı yabancılar katılıyor. Çünkü ülkenin nasıl ve
kimlere tanıtılmak istendiğine ilişkin bir tasarı geliştirilmemiş. Yani
"ben"in "sen"i yok. O zaman da "ben-benim şeyim"
olgusu içinde kilitli böyle bir etkinliğin "tanıtma" olarak
nitelendirilmesini kabul etmek kolay olmuyor.
Aynı
nedenle, bir dönem akademik çevrelerde pek yaygın olan ve konuşmacı olarak
yaşlıların katıldığı, dinleyicilerin çoğunluğunu da yine yaşlıların
oluşturduğu "gençlik" konulu panel ve konferansların yararları
konusunda ikna olmuş olduğumu söyleyemem.
Yıllar
önce, birlikte tedavi ilişkisi sürdürdüğümüz genç bir öğretim üyesi, bana bir
açık oturum düzenlemeyi tasarladığını söyleyerek katılıp katılamayacağımı
sordu. Toplantının amacı, arabesk denilen olguyu tartışmak ve de anladığım
kadarıyla yermekti. Katılamayacağımı söyledim, ama ona, "Bu tür müziği
dinlemeyen ve sevmeyen bir grup aydın, yine bu müziği dinlemeyen ve sevmeyen
bir başka grup aydına bir şeyler anlatacaksınız," diyerek, böyle bir
tartışmanın kime ne mesaj vermeyi amaçladığını anlayamadığımı söyledim.
"Bunu hiç böyle düşünmemiştim," diyerek bu kez Şoförler Derneği'ne
başvurdu ve arabesk meraklısı iki kişiden oturuma katılmaları için söz aldı.
Olayın hazırlığı bu yönde gelişmeye başlayınca ben de dinleyici olarak
katılmaya karar verdim. Ama Ankara'yı felce uğratan bir kar yağışı nedeniyle
toplantı gerçekleştirilemedi, sonra da yeniden düzenlenmedi.
Narsisistik
kişi gerçek anlamda vermeyi bilemediği gibi, dünyayı kendisine hizmet vermekle
yükümlü bir alan gibi algılar. Bu nedenle ilişkileri süreklilik ve tutarhk
göstermez. Belirli bir dönemde kimlere ihtiyacı varsa onlarla birlikte olur,
bir sonraki dönemin gereğine göre de başkalarıyla. Toplumsal, kültürel ve
politik olaylara ilişkin görüşler ortaya koyabilir, ama kendi dışındaki
olgulara katkıda bulunamaz. Katkıda bulunur göründüğü zamanlarda da
saygınlığını artırmak ya da çıkarlarını kollamak gibi narsisistik
beklentilerle hareket eder. Çoğunluğun kendileriyle başlayıp kendileriyle
biten dünyalarda yaşadığı bir toplumda politik olgunlaşma süreçleri de yavaş
gelişir. Kimsenin kimseyi fark etmediği ve ortak görüş geliştirme yetisinden
yoksun bireylerin çoğunlukta olduğu toplumlarda, politik olguların narsisistik
çıkarlar doğrultusunda kullanılma olasılığı da artar.
insanlar,
narsisistik olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılamaz. Narsisistik .eğilimler
hepimizde bulunur. Önemli olan, bunun ne oranda ve nasıl yaşandığıdır. Hepimiz
ortaklaşa bir çağı paylaşmaktayız ve onun etkilerini birlikte yaşıyoruz. Toplumlar
bireyler için katlanılması güç dönemlerden geçebilir ve kendimizi yaratabilmek
için gösterdiğimiz çabalar, dönemin kendine özgü süreçlerinden etkilenir ve bu
süreçlerle sınırlanabilir. Tarihin akışı içindeki ilerlemeler kadar,
gerilemelerin de insanlık evriminin doğasının bir parçası olduğuna inanıyor ve
karamsar olmamaya çalışıyorum. Ama bir yandan da T. S. Eliot'a katılmadan
edemiyorum: "Bu dünyaya verilen zararların yarısı, kendini önemli
hissetmek isteyen insanlar tarafından verilir" (1949).
Fritz
Perls'e göre insan, çoğu kez başkalarına yansıttığı olumsuz duyguları da dahil,
tüm duygularının sorumluluğunu üstlenmelidir. Örneğin başkalarına yönelik
eleştirici tutumlarımızı kabul etme sorumluluğunu üstlenmediğimiz için, bu duygularımızı
başkalarına yansıtır, onların eleştirici olduklarına inanırız. İnsanlar
arasında ayrım yaptığımızı, bazılarını beğenip bazılarına önem vermediğimizi
kabul etmediğimiz için, bu yargıları sanki onlardan bize yöneltilmişçesine
algılar ve sürekli reddedilme korkuları yaşarız. Dolayısıyla en önemli sorumluluklarımızdan
biri, yansıtmalarımızın sorumluluğunu üstlenip, kendimizi yansıttığımız
duygular olarak yaşayabilmemizdir.
Kendimizin
değilmiş gibi yaşadığımız duygulan kendimize mal ettikçe insanın yaşantıları
daha da zenginleşir. İnsan kendisini kendi dünyası içinde algılar. Bunu
yapamadığı oranda da Heidegger'in varoluş suçluluğu dediği olguyu yaşar.
Hepimiz otantik olma potansiyelimizi yaşantıya dönüştüremediğimiz oranda
suçluyuz. Otto Rank, "içimizde kalan ve kullanılmamış yaşamdan ötürü"
kendimize karşı bir suçluluk yaşadığımızdan söz eder.
Paul
Tillich, Olma Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsanın varoluşu
ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de. İnsan varoluşundan sorumludur ve
kendisiyle ne yapmış olduğu ona sorulduğunda cevap vermekle yükümlüdür. Bu
soruyu ona yönelten kendi yargıcıdır, yani kendisi. Böyle bir durumda anksiyete
yaşanır: göreli bir deyimle, suçluluk anksiyetesi; daha kesin bir deyimle,
kendini aşağılama ve lanetleme anksiyetesi."
Aslında
varoluşunun merkezini algılayabildiğinde insan kendisini de algılar. Ama oraya
giden yol varoluş suçluluğunun yaşanabilmesinden geçer. Rollo May bu nedenle,
varoluş suçluluğunu olumlu ve yapıcı bir güç olarak değerlendirir: "Bir
şeyin ne olduğu ile ne olmasını istediğimiz arasındaki farkın algılanması."
Tedaviye
gelen kişiler Karen Horney'e, ne yapmak istediklerini bilemediklerinden
yakınarak ondan yardım istediklerinde, "Bu soruyu hiç 'kendinize' sormayı
düşündünüz mü?" diye cevap verirmiş.
ÇİNLİLERİN
dünya görüşüne göre, varoluş iki karşıt kutuptan oluşur: aydınlık ve karanlık,
pozitif ve negatif ya da "yang" ve "ying". Metafizik
bağlamda bu kontrast, yaşam ve ölüm olarak belirir. Bu nedenledir ki eski Çin
belgelerinde, insana vadedilen mutluluğun "yaşamının başına taç olacak bir
ölüm" olduğu yazılıdır. însanı tehdit eden en büyük mutsuzluk ise,
zamanından önce gelebilecek bir ölümdür. Tamamlanacağı yerde yaşamı parçalayan
bir ölüm. Aydınlığa eşlik eden karanlık, yani ölümün karanlığı, yaşamın tam
karşıtıdır. Ama varlığı yaşamın aydınlık yanını biçimlendirir. Bundan ötürüdür
ki Çin'de eski zaman bilgeleri, bir insanın mutluluğundan, onun ölümünden önce
söz etmezlermiş. Yaşamın anlamı biraz da yaşamın dışındaki karanlıktan
kaynaklandığı için.
Müritlerinden
biri bir gün Konfüçyus'a ölülerin bilinci olup olmadığını sormuş.
"Ölülerin bilinci olduğunu söylesem, oğullar ve torunların ölüyü gömmek
için yaşayan akrabalarını ihmal edeceklerinden korkarım. Ölülerin bilinci
olmadığını söylesem, bu kez de ölüleri gömmeyeceklerinden. Onun için ölene
kadar bekleyin ve görün!" olmuş cevabı.
Antik
Yunan-Roma döneminin bir felsefe ekolü olan Stoacılığa göre, ölüm, yaşamın en
önemli olayıdır. İyi yaşamayı öğrenmek, iyi ölmeyi öğrenmektir; ya da iyi
ölmeyi öğrenmek, iyi yaşamayı öğrenmektir. Heidegger'in 1926'da ölüm konusunda
ortaya koyduğu görüşlerinde dile getirdiği gibi, biyolojik anlamda yaşam ve
ölüm oldukça kesin bir sınırla ayrıldıkları halde, psikolojik yönden
birbirlerine geçişirler. Çünkü ölüm fiziksel olarak insanı yok ettiği halde,
ölümün düşüncesi insanı kurtarır. Seneca der ki, "Yalnızca yaşamdan
vazgeçmeye istekli ve hazır olan, yaşamın gerçek tadını alır." Roma
İmparatorluğu' nun seçkin devlet adamı ve düşünürü Seneca'nın yüreklice sürdürdüğü
parlak yaşamı, kendisini çekemeyen İmparator Neron' un onu "intihara"
mahkûm etmesiyle İ.S. 65'te son bulmuştu. Ölümüne korkusuzca giden Seneca, son
anına kadar felsefeden söz etmişti.
Birçok
düşünür ve yazar yapıtlarında ölüm ve yaşamdan birlikte söz etmiştir. Bunlardan
bazılarını sizlere aktarmak istiyorum:
"Yaşam
ve Ölüm, Dünya denen çift kişilik yataktaki kedi ve köpektir" (Christopher
Fry, 1950).
"Yaşam
için gösterilen neden, ölüm için de geçerli bir nedendir" (AlbertCamus,
1942).
"Yaşamımız
başkalarının ölümünden yapılmıştır" (Leonardo da Vinci).
"Yaşam
büyük bir sürpriz. Ölüm neden daha büyük bir sürpriz olmasın ki!"
(Vladimir Nabokov, 1962)
"Yaşam,
ölümü tanıyabilmek için verilen izindir" (Djuno Barnes, 1937).
"Yaşam
tüm insanları eşit tutar, ölüm seçkin olanı ortaya çıkarır" (George
Bernard Shaw, 1903).
İnsanın
son giysisinin cebi olmaz (İtalyan atasözü).
Heidegger,
insanın iki farklı biçimde varolduğu görüşündedir: 1) varoluşun
"dalgınlık" durumu; 2) varoluşun "farkındalık" durumu.
İnsan
varoluşunu "dalgınlık" durumunda yaşarken, şeyler dünyasıyla birlikte
olur ve kendisini yaşamın günlük olaylarına bırakır. Böyle zamanlarda insanın
düzeyi alçalır, rasgele konuşmalarla vakit geçirir ve "ötekiler"in
dünyasında kaybolur. Günlük yaşama teslim olan böyle bir insan, şeylerin
yalnızca "nasıl" olduklarıyla ilgilenir.
Varoluşun
dalgınlığını yaşayan kişi, günlük bir yaşam sürdürür. Heidegger bunu
"otantik olmayan" varoluş olarak nitelendirir. Böyle bir varoluştaki
insan, yaşamına sahip çıkabileceğinin ve onu yönlendirebileceğinin farkında
değildir. İçinde yuvarlanıp durduğu ve seçimlerini yapamadan sürüklendiği bir
dünyada yaşar.
Varoluşun
farkındalık durumunu yaşayan insan ise, şeylerin nasıl olduğuyla değil,
"olmakta olması"yla ilgilenir. Heidegger'in deyimiyle
"otantik" yaşayan böyle bir insan, kendini varetmiş ve varetmekte
olduğunun farkındadır, sınırlarını ve imkânlarını olabildiğince genişletmeye
çalışır, mutlak özgürlükle ve hiçe indirgenme riskiyle yüzleşir. Bunlarla
yüzleşmenin anksiyetesini de yaşar, ama ancak böyle bir varoluş içinde kendini
değiştirme gücünü bulur.
Heidegger'e
göre, yaşamı otantik bir biçimde sürdürebilmek ölümün kaçınılmazlığı sayesinde
gerçekleştirilir. "Ölümsüz bir yaşamı, sınırlı bir yaşamı sürdürdüğümüz
yoğunlukta yaşayabilir, ona böyle sahip çıkabilir miydik?" sorusuna George
Orwell, Shooting an Elephant adlı yapıtında şöyle cevap veriyor:
"İnsan tabii ki yaşamak ister, ama ölümden korktuğu için hayatta
kalır." Freud da Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdığı bir makalede,
savaş sırasında ölümün, yaşamın içine nasıl girdiğinden söz ederken şöyle der:
"Yaşam yeniden ilginç bir hale geldi. Sanki tüm içeriğiyle kendini ortaya
çıkardı."
Bugün
öğleden sonra tedavi odasında birlikte olduğum genç kadın, bir ara bana,
haftada yarım gün gönüllü olarak gittiği bir hastanede yaşlı ya da ölmek üzere
olan insanlara ilişkin yaşantılarını anlatıyordu. Kendisi de bir ay önce,
başlangıçta onu çok ürküten bir durumdan ötürü bir ameliyat geçirmişti.
"Yaşamı bir haftasonu gibi düşünüyorum," dedi. "Yaşlılık pazar
akşamının son saatleri. Sonra pazartesi."
Antik
Yunan filozoflarından Epikür, "Benim olduğum yerde ölüm yok; ölümün
olduğu yerde ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor,"
diyerek ölüm olgusunu mantığa indirgemek istemiş. Ama ölüm korkusunu bilinç
düzeyinde bir mantıkla bir yana itivermek, aslında bilinçaltında yaşanan bir
anksiyeteyi yadsıma çabalarının dile getirilişi olamaz mı? Bacchilides (İÖ 5),
"Bir ölümlü için ölümlerin en zoru, gelecekte onu bekleyen kendi
ölümüdür," diyor. Bir İngiliz atasözü de şöyle der: "Ölüm, insanı ya
çok erken ya da çok geç bulur."
Sürekli
birlikte yaşadığımız ama varlığını yadsımak istediğimiz ölüm anksiyetesi pek
çok filozof ve yazarın ilgi konusu olmuştur. Jacques Choron, konuya ilişkin
başlıca felsefi görüşlerin bir değerlendirmesini yaparak ölüm korkularını üç
grupta toplamıştır: 1) ölümden sonra neler olacağı, 2) ölüm "olayı",
3) varolma durumunun sona ermesi. Bunlardan ilk ikisi daha çok ölüme ilişkin
korkuları yansıttığından, gerçek ölüm anksiyetesini vaktiyle Kierkegaard'ın
"olmamak" adını verdiği durum olarak kabul etmemiz gerekir.
Heidegger'in "daha öte bir imkânın imkânsızlığı" dediği durum.
Ölümden
korku ile ölüm anksiyetesi arasındaki kesin ayrımı ilk kez Kierkegaard
yapmıştır. Ona göre, "bir şey"den korkmakla "yok"tan
korkmak birbirinden farklı olgulardır. Kierkegaard "yok"u,
"insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç" olarak tanımlamış.
Rollo May de Kierkegaard'ın ayrımına katılarak insanın, bilinçdışında, ölüm
anksiyetesini korkuya dönüştürmeye çalıştığından söz eder. Çünkü
"yok"tan korkmayı "bir şeyler"den korkmaya
dönüştürdüğümüzde, kendimizi "bir şeylerden korumak için bazı
mekanizmalar da geliştirebiliriz. Ama "yok"un karşısında insan
tamamen çaresizdir.
Ölüm
anksiyetesi hepimizin benliğinin derinliklerinde, bilinçli dünyamıza ulaşmadan
yaşanır. Çok ender zamanlarda, daha önce sözünü etmiş olduğum
"soyutlanma" yaşantısı biçiminde, bir an için varlığımıza egemen
olabilir. Ama aslında böyle anların dışında da dolaylı olarak varlığımıza
egemendir ve bizi anlamlı yaşayıp yaşamadığımız konusunda içten içe
kaygılandırır. Bu kaygı, otantik bir yaşam sürdüremediğimizde yüzleşmek
durumunda kalacağımız "yok"tan uzaklaşabilmek için "üretilen
şeyler"den korkma biçiminde yaşanır. Bir başka deyişle, kendini varedememe
sonucu oluşan vakumu doldurmak için üşüşen kaygılar ve korkular yaşanır.
Bu
kaygı ve korkuların her türünü burada tartışmayı amaçlamıyorum. Konu ölüm
olduğuna göre tartışmamı, ölüm anksiyetesine karşı kendimizi varedemediğimizde
yaşanan korkulardan yalnızca biri olan "ölümden korku" ile
sınırlamak istiyorum. Bu tartışma sırasında "ölümden korku" ve
"ölüm korkusunu eşanlamlı olarak kullanacağım.
Genç
insanın yaşama bakışı, orta yaşlı ya da yaşlanmış insanınkinden farklıdır. Genç
insan zamanı sınırsızmışçasına algılar. Gençlikten orta yaşa geçiş ise zamanı
algılayışımızdaki farklılıkla belirlenir. İnsan kendi yaşamını, ne kadar
yaşamış olduğuna göre değil de, ne kadar zamanının kaldığına göre değerlendirdiğinde
gençlikten orta yaşa geçmiş olur. Cicero, "Felsefe yapmak ölüme
hazırlıktır," diyor. Ama bunlar yaşam döngüsündeki aşamaların kendine
özgü yaşantıları ve burada tartışacağımız ölüm korkusundan farklı olgular.
Çünkü genç ya da yaşlı, her insanın varoluşunun temelinde aynı ölüm anksiyetesi
yaşanır. Buna karşılık ölüm korkularının belirleyicisi, insanın kendisini ne
oranda varedebildiğiyle ilintilidir.
Bay
A., bir yüksek bürokrat, obsesif düşüncelerinin işgaline uğramış ve yaşam alanı
iyice daralmış bir durumda bana başvurmuştu. Beraberliğimiz sırasında zaman
zaman bana, en önemli kaygılarından birinin "diri gömülmek" olduğunu
anlatmıştı. Anlayışsız bulduğu eşiyle bu korkusu arasında kurduğu bağdan
ötürü, "Bu kadın cenazemi bekletmez, beni hemen gömer" düşüncesiyle
o günlerde yoğun bir kaygı yaşamaktaydı.
Ege
bölgesinde acımasız bir yaşamın sürdürüldüğü bir çiftlikte büyümüştü. Büyüğün
küçüğü ezdiği bir ortamda ailenin en küçüğü olmanın mutlak yalnızlığını ve
çaresizliğini yaşamış, üs telik üvey annesi tarafından karanlık yüklüklere
kapatılmıştı. Sonraki yaşamında, biçimsel yönden üstün performansı sayesinde
devlet sisteminde seçkin sayılabilecek bir konuma gelmişti.
İlerlemiş
yaşından ötürü altyapı sorunlarına girmek için artık biraz geçti. Ama elimden
geldiğince, yaşamamış olduğu çocukluğu benimle birlikte olduğu saatlerde
yaşayabilmesi için ortam sağlamaya çalıştım, ilaç tedavisinin de yardımıyla ilk
geldiği günlere oranla kaygıları azaldı. Gerçi biraz zaman aldı, ama benim
şahsımda ilk kez bir insanla, korkmadan ve yoğun bir öfke yükü taşımadan bir
bağ yaşayabilmiş olduğunu sanıyorum.
Üstelik
ona bir sözüm var. Öldüğünde yaşıyor olursam ve zamanında haberim olursa,
cenazesinin en azından bir gün bekletilmesini sağlayacağıma ilişkin. Tabii
yalnızca anısına saygılı olmak amacıyla. Ailesinin bunu bir müdahale olarak nitelendirmeyeceğini
biliyorum.
"Mezar,
insanın kendisine ait hoş bir mekân," diyor Andrew Marvell, "ama
orada kucaklayacak kimse yok." Bay A.'nın korktuğu şey, yani bir mezarda
uyanmak ve oradan kimseye ulaşamamak, aslında bir ayrılık anksiyetesinin sembolik
bir senaryo içinde dile getirilişiydi. Kendi içinde yalnızlığıyla kilitlenmiş,
insanlarla arasında bir bağ yaşayamayan, ama onlara bağımlı bir insanın
yaşadıkları. Bağımlılıktan kaynaklanan düşmanca eğilimler, bundan ötürü
duyulan suçluluk duygusu ve cezalandırılma beklentisi. En büyük ceza ise,
mutlak yalnızlık, yani hiçlik.
Alışılmış
bir mekândan ve insanlar dünyasından alıkonulmak ya da dölyatağının
karanlığına dönüş, bir başka bölümde sözünü ettiğim soyutlanma olgusunun
içeriğini oluşturur. İnsan dünyayla birlikte varolabilir ve dünyasından
soyutlanmış insan hiçliğe indirgenir. Dünyasıyla bir "bağ" yaşamakla
olan insan "olmakta olan" bir varlıktır. Dölyatağındaki varoluşundaki
gibi başkalarına "bağımlı" yaşayan insan ise, olmakta olmayı gerçekleştirememenin
öfkesini ve boşluğunu yaşar. Bir başka deyişle insan, varoluşunu
gerçekleştiremediği oranda çevresiyle bağını da yaşayamaz, bunu yaşayamamaktan
ötürü onlara bağımlı bir yaşam sürdürmekte olmanın öfke ve düşmanlığını, bazen
onlara bazen de kendine yöneltir.
Dolayısıyla
ölüm korkuları ile yaşamazlık arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Yaşamazlıkla öfke ve düşmanlık arasında da. Bertrand Russell, "Korku batıl
inancın temel kaynağıdır, zulmün de temel kaynaklarından biridir," diyor.
Yaşamaktan korkan insan, yaşamı taşınmaz bir mal gibi depolama eğilimindedir
ve geleceğini de sürekli ipotek altında tutmaya çalışır. Yaşamazlık ve ölüm
zaten her an onunla birliktedir.
Newsweek
m yedi ya da sekiz yıl önceki sayılarından birinde fobilere ilişkin bir
makale okumuştum. Orada bir Pan American pilotu diyor ki: "Uçakla bir
yerden bir başka yere gitmek, yaşam denen yolculuğu simgeler. Uçak korkusunun
temelinde de yaşamın kendisinden korkmak yatar. ”
Erica
Jong ülkemizde de çok okunmuş bir kitap yazmıştı: Uçuş
Korkusu (Fear of Flying). Jong bu kitabında, ikinci eşiyle sürdürdüğü
huzurlu beraberlikten bir süre için koparak, cinsel ağırlıklı ve coşkulu bir
serüven yaşama isteğinden söz eder. Bu isteğini gerçekleştirme planı ve
olasılığının kendisinde yarattığı ürküntüye de "uçuş korkusu" adını
verir. Gerçekten de Jong, her uçağa binişinde katlanılması güç bir korku
yaşamaktaydı. Hatta kitabında, "Türbülans halindeki bir uçakta kimsenin
ateist olabileceğine inanmıyorum," der.
Uçak
yolculuğu ya da serüven yaşamak... Her ikisinde de güvenlik sağlayan bir
beraberlikten (bu bir eş ya da toprak ana olabilir) kendi seçimi ile kopma ya
da ayrılma söz konusu. Jong, büyük umutlarla giriştiği bu serüvenin kendisinde
yarattığı düş kırıklığını dile getirir kitabının sonunda. Oysa yaşadığı türde
bir olayda düş kırıklığı kaçınılmaz bir sonuçtur. Özgür olmak ile bir şeylerden
özgürleşmeye çalışmanın farkını görememiş olduğu için.
Önceki
bölümlerden hatırlayabileceğiniz gibi, Otto Rank her insanın bağımlıhk-özgürlük
ve boyun eğme-kendine yön verme eğilimlerinin yarattığı çatışmayla dünyaya
geldiğinden söz eder. Çünkü doğum olayı, çaba gerektirmeyen bir durumdan kendi
eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişi simgeler.
Sorumluluğumuzu üstlenme doğrultusunda gösterdiğimiz çabalar yaşamın özüdür,
ama kimi bu çabayı göstereceği yerde, vaktiyle dölyatağı ile birlikte olduğu
türde beraberlikleri yaşamında da sürdürmeyi seçer. Böyle bir seçim o
beraberliğin ya da beraberliklerin içinde yok olma anlamına gelir ve ölümü
simgeler.
Neden
insan özgürlüğünden bu denli korkar ve yaşamazlığı seçer?
Bağımsızlığa
doğru atılan adımlar diğer insanlardan farklı davranmayı da gerektirdiğinden,
reddedilme ya da sevgiyi ve onayı yitirme olasılığı da artar. Bu durum ise
insanı bir seçime zorlar. Bir yanda kabul ve onay, daha da önemlisi güvenlik
içeren beraberlikler var. Ama bunu yaşayabilmek için, bireyleşme sürecinden
vazgeçmek ya da onu çok sınırlı tutmak zorundasınız. Bireyleşmeyi seçerseniz,
bu kez de bir yolda tek başınıza, içinden çıkmış olduğunuz gruba ve normlarına
zaman zaman karşı çıkarak ilerlemek zorundasınız. Biraz yalnızlık ve yenilgiye
uğrama olasılığının korkusuyla. Tabii herkesin bir seçimi var. Kimi,
beraberlikler içinde dibe çöküp varolamamanın ağırlığını, kimi ise özgürlüğü
içinde varolmanın ürkütücü hafifliğini yeğliyor. Bir şeylerden koparsak
güvenliğimizi yitireceğimiz korkusu bizi yaşamaktan alıkoyar ve hafifliği
dayanılmaz kılar. Aslında bu, insanın kendi yaşamını sürdürmekten korkmasıdır.
Bireyleşme
çabalan, yani insanların ortaklaşa paylaştıkları şeylerden zaman zaman farklı
bir tavır geliştirmeleri, insanın çevresine yönelik bir suçluluk yaşamasına da
neden olur. Bireyleşme aşırı oranlara götürüldüğünde, insan ait olduğu gruba yabancılaşabilir.
Buna karşılık beraberlikleri yok olma amacıyla kullanmak yeğlendiğinde
"ölüm ilişkileri" yaşanır. Her iki yaşantıya da eşlik eden duygu,
korkudur.
Bu
karşıt eğilimleri, ya biri ya da diğeri biçiminde uç durumlara yönelmeden,
uzlaştırıcı bir biçimde gerçekleştirmek mümkün olabilir mi? Hem bir şeylerle ve
binleriyle, hem de özgür olunabilecek bir denge kurulabilir mi?
Hindu
felsefesiyle ilgili bir kitabı karıştırırken, sayfaların içinden bir cümle
birden gözüme çarptı: "Bir yaşantıyı doruk noktasında sona erdirmeyi
bilmek gerekir." Ama çoğumuz bir yaşantıyı sona erdirmekle ondan kopmayı
birbirine karıştırıyoruz. Güvence kaygısıyla! Oysa bir beraberlikte doruk
noktasına gelindikten sonra, o yaşantıyı sonlandırıp yeniden birlikte olmak
üzere ayrılığı göze alamazsak, belirli bir andan sonra bu beraberlikteki haz
eğrisi giderek inmeye başlar. Doğa yasaları bile bunu böyle düzenlemiştir.
Örneğin cinsel beraberlikte yaşanan haz orgazmla doruk noktasına ulaştığında
cinsel beraberlik de sona erer. Gerçi cinsel beraberliğin ardından, bunu yaşamış
ve doruğa ulaşmış olmanın gururu paylaşılır, ama bu artık başka bir yaşantıdır,
cinsellik değil.
Neden
bazı insanlar beraberliklerde yok olmayı yeğlerken, bazıları aşırı bireyleşerek
ait oldukları kültürle özdeşleşmelerini yitirirler? Aslında ikisi de bir
şeylere karşı oluşturulmuş tepkilerdir. Aşırı bireyleşmiş kişi gerçekte,
içindeki güçlü yok olma eğilimlerini yadsımaya çalışmaktadır. Beraberlikler
içinde yok olmaktan çok korktuğu için aşırı bireyleşmiştir. Nitekim bir
beraberliğe girdiğinde benliğinin sınırları kolayca dağılır.
Ölüm
ilişkileri sürdüren insanlar ise yaşamın getirdiği belirsizliklerden
korktukları için kısırdöngü örüntüsü izleyen beraberlikler içinde yok olmayı
yeğliyorlar. Bir kadın ve bir erkek, bir ilişki içinde kilitleniyor ve
birbirlerini yok ettikleri bir beraberliği kendi seçimleriyle yıllarca
sürdürüyorlar. Geleneksel bir grupta yaşayan kişinin bireyleşme istekleri
olamıyor, çünkü bir başka seçeneğinin olduğunun zaten farkında değil. Ama
çağdaş normların geçerli olduğu gruplarda ölüm ilişkileri insanın tek seçeneği
mi?
1968
yılı sonbaharında bir rastlantı sonucu kendimi Prag olaylarının içinde
bulmuştum, işgalden kısa bir zaman sonra bir akşam Vanceslas Meydanı'nda
kalabalık bir grup Çek, alçak sesle ağıt olduğunu sandığım bir şey
söylüyorlardı. Aralarına karıştık. Sonra birden beliren Rus askeri araçları
kalabalığın çevresini sardı ve içlerindeki askerler namlularını üzerimize
çevirdiler. Mutlak bir sessizlik. Çekler nefretle ve meydan okurcasına Rus
askerlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Her an bir şeyler olabilirmiş gibi
ürkütücü bir gerginlik.
Korkan
tarafın Ruslar olduğunu sanıyorum, ama Çeklerin korkmadıklarını hissettiğimi
çok iyi hatırlıyorum. Özgürlükleri kendi kişilikleri tarafından değil, askeri
bir güç tarafından kısıtlanmış olduğu için. Yok edilmeye karşı içgüdüsel bir
varolma direnci. Üretilen korkulara değil, her insanı güdüleyen temeldeki ölüm
anksiyetesine karşı otantik bir varoluşu yaşamaktaydılar.
Ne
kadar sürdü bilemiyorum. Sonra birkaç kişinin sessizce kalabalıktan ayrılıp
araçların arasından geçip çıktığını ve Rusların buna müdahale etmediğini fark
ettiğimizde biz de aynı şeyi yaptık. Çek olmadığım için korkmuştum.
Rus
araçları tarafından kuşatılmış ve sessizce beklerken, bir an için beni o
ürkütücü yaşantıdan çıkaran bir olaya tanık olmuştum. Onca gerilimin ortasında,
birbirinden uzakta duran bir erkek ve bir kızın birbirlerine bakarak
gülümsemelerini yıllar sonra bir gece Ankara'da hatırladım. 12 Eylül
sonrasında, gece yarısına birkaç dakika kala koşuşan insanlar. Ve bu kez
Çankaya Meydanı'nda yüksek sesle tartışan bir kadın ve bir erkek. Bir aşk
kavgası sürdürülüyor, sokağa çıkma yasağı umurlarında değil.
Yaşam
ve yaşamazlık çoğu kez ne kadar iç içe!
Jean-Paul
Sartre, "Sorumlu olmak, bir olayın ya da bir şeyin tek yaratıcısı
olmaktır," diyor. İnsanın sorumluluğunun farkında olması, kendisini,
yolunu, duygularını, yaşamında karşılaşacağı zorlukları, bazen de acılarını
kendisinin yaratabilmesidir. Filozoflar, "benim ölümüm" ile
"ölüm ya da başkasının ölümü" arasında kesin bir ayrım yaparlar.
Benim ölümümle birlikte, yarattığım dünyam da yok olduğu için.
Dünya
ancak insanın onu oluşturduğu biçimiyle bir anlam taşır. Kendisine yarattığı bu
dünyada, insan kendi yaşamından sorumludur. Yalnızca eylemleri için değil,
eyleme dönüştürmedikleri için de. Dolayısıyla yalnızca yaptıklarımızın değil,
görmezden geldiklerimizin de sorumluluğu bize aittir. Kendimizin yarattığı bir
dünyanın kendimizden başka bir temeli olmadığı için yaşanabilecek
"temelsizlik anksiyetesi" sürekli kaçındığımız bir duygudur. Özerk
davranma, yalnız kalma ya da kararlar verme gibi durumlardan kaçınarak bu
duyguyla yüzleşmemeye çalışırız. Kendimizden daha büyük bir kurum, güç, otorite
ve mitos arar ya da yaratırız. Ya da Heidegger ve Sartre'm vurguladıkları gibi,
daha güçlü bir savunma mekanizması sayesinde, dünyamızı sanki bizim
yaratımızdan bağımsızmışçasına yaratırız.
insanın
yaşamına anlam katma sorumluluğunu üstlenebilmesi ile iç özgürlüğünün
içiçeliği varoluşçular dışındaki bazı düşünür ve yazarlar tarafından da
vurgulanmıştır:
"Ben
yalnızca özgür olmak istiyorum. Kelebekler ise özgürdür" (Charles
Dickens, 1853).
"Özgürlük
kendine yetmenin en büyük meyvesidir" (Epikür, 1Ö 3. yüzyıl).
"Özgürlük
ile özgürlük ve kolayı birbirine karıştırdık" (Adlai Stevenson, 1960).
"Özgürlük
başkasının bize verebileceği bir şey değildir, özgürlüğü biz alır ve
istediğimiz kadar özgür olabiliriz" (James Baldwin, 1961).
"Sorumluluk
kendimize olan sorumluluğumuzdur, insanın kendine yönelik en büyük sorumsuzluk
biçimi, diğer insanlara ve olaylara ilişkin sorumlulukları, önüne çıkıverdikçe
ve kayıtsızca kabul etmesidir" (John Page, 1961).
Ek
YARATICI
"süreçler” insanın alışılagelmiş duygularını, düşüncelerini, ilişkilerini
ve eylemlerini aşma çabalarını tanımlar. Ayrıca bu çabaların diğer insanların
da hoşlanıp paylaşabileceği ürünler ortaya çıkarması koşulunu da içerirler.
Sınırlı
tepkiler verebilen insan-altı varlıklarla, karmaşık bir haberleşme sistemi
geliştirebilmiş insan arasında temel farklılığın çok büyük olmasına rağmen,
insanın da çevresiyle ilişkilerinde bir sınırlılık söz konusudur. Bu sınırlar
kendi kişilik özellikleri ve içinde yaşadığı kültürün yapısı tarafından
belirlenir.
Psikanalitik
kişilik kuramına göre, idden kaynaklanan ihtiyaçlar ve istekler, önce iyi
belirlenmemiş imgeler biçiminde oluşur. Bunlara "birincil süreçler"
denir. İdin tanıdığı tek gerçek olan birincil süreçler, ihtiyaç ve isteklerin
yarattığı gerilimin bir an önce giderilmesi eğilimindedir. Ne var ki yalnızca
belirsiz imgelerden oluşan bu enerji birikimi dış dünya ile doğrudan ilişki
durumunda olmadığından, ihtiyaç ve isteklerin giderilmesi için yeterli olamaz.
Birincil süreçlerde dile getirilen bu ihtiyaçların ve isteklerin dış dünyadaki
karşılığını bulmakla yükümlü olan egodur. İkincil süreçlerle çalışan ego,
ihtiyaç ya da isteklere uygun obje ve durumlar bulunana kadar gerilimi erteleme
görevini üstlenir.
*
Bu bölümde, Silvano Arieti'nin "Creativity and Its Cultivation: Relation
10 Psychopathology and Mental Health" başlıklı yazısından ve Emst Kris'in
bu konuda klasikleşmiş olan Psychoanalytic Explorations in Art adlı
yapıtından önemli ölçüde yararlanılmıştır.
Dolayısıyla,
insanın davranışları da psikanalizin ikincil süreçler olarak adlandırdığı ve
çoğumuzca Aristo mantığı olarak bilinen düşünce biçimlerini izler. Emst Kris'in
açıkladığı gibi, yaratıcılık insanın kendisini, gerçekçiliği simgeleyen bu
ikincil süreçlerden özgürleştirebilmesine imkân verir. Ancak yaratıcılığın
ortaya çıkışı, özgürlük ve özgünlüğün yanı sıra bazı kısıtlamaları da içerir.
Yaratıcılık ikincil süreçlerden farklı yöntemler kullanır, ama ikincil
süreçlerle çelişki durumunda olmamalıdır. Yoksa sonuç yaratıcılık değil,
garabet olur.
Yaratıcılığın,
insanın yaşantılarını, onun hoşuna gidecek biçimlerde genişletebilme ve
zenginleştirebilme işlevini de gerçekleştirebilmesi gerekir. Böylece bir
yandan yeni boyutlar keşfederek ve katarak evreni genişletirken, bir yandan da
insanın bu yeni boyutları kendi içinde yaşayarak zenginleşmesini sağlar.
Yaratıcılığın
bir başka yönü de, insanın kolay bulunamayan ya da kolay ulaşılamayan yeni
objeler, yaşantılar ve varoluş biçimleri arayışını ve isteğini karşılamasıdır.
Özellikle estetik yaratıcılık, yeni objeler bulma doğrultusunda hiçbir zaman
tamamlanamayan bir arayışın bilinçli ya da bilinçdışı çabalarını içerir.
Yaratıcılığın
ruhsal bozukluklarla ilişkisi ilk kez İtalyan psikiyatrisi Cesare Lombroso'nun
1864 yılında yazdığı "Delilik ve Deha" adlı makalede incelenmiştir.
Bu makalede Goethe, Compte, Rousseau, Nevvton ve birçok diğer kâşif ve
yaratıcının delilik nöbetleri geçirdiği iddia ediliyordu. Gerçekten de dâhi
olarak nitelendirilmiş bazı insanların zaman zaman psikotik dönemler
geçirdiklerine ilişkin kanıtlar ya da söylentiler bulunmakla birlikte, adı
geçenlerin çoğuna atfedilen davranışların bazı kişilik özellikleri olmaktan öte
bir anlam taşımadıkları sonradan anlaşılmıştır.
Üstelik
Lombroso bu insanların yalnızca olumsuz yanlarıyla uğraşmış, onların yapıcı ve
yaratıcı yanlarıyla ilgilenmediği gibi, normaldışı davranışlar ile yaratıcı
süreçler arasındaki ilişkiyi de araştırmamıştır. Lombroso'nun görüşleri
başlangıçta büyük ilgi toplamıştı, ama sonra kendi öğrencileri bile onu ciddiye
almaz olmuşlardı. Yine de psikopatoloji ve yaratıcılık arasında ilişki kurma
yönündeki ilk kapsamlı çaba olması dolayısıyla, Lombroso'nun çalışmalarının
tarihsel bir önem taşıdığını kabul etmek gerekir. Nitekim Lombroso'nun ardından
psikanalizin ortaya çıkışına dek yaratıcılık konusunu ciddi bir biçimde ele
alan olmamıştır.
Freud,
yaratıcılığın insanın içsel çatışmalarından kaynaklandığı görüşündeydi. Ona
göre, yaratma dürtüsü bu çatışmalara bir çözüm bulma çabasıdır. Freud,
çocukluk yaşantılarının yaratılan ürünün içeriğini önemli ölçüde etkilediği
görüşündeydi. Örneğin Leonardo da Vinci'nin ünlü tablosunda, hem Meryem Ana
hem de Azize Anna bebek İsa ile birlikte görünürler ki bu, İtalyan resim
sanatında kutsal ailenin görüntülenme geleneğine uymaz. Freud'a göre bu resim,
Leonardo'nun çocukluk yaşantılarını dile getirme ihtiyacının bilinçdışı
anlatımını yansıtmaktadır. Gerçekten de Leonardo da Vinci iki anne tarafından
büyütülmüştü. Bir köylü kadın olan kendi annesi ve evinde yaşadığı babasının
meşru eşi olan kadın.
Aslında
insan günlük yaşamında kurduğu düşlerde ya da rüyalarında sanat yapıtları
üretir. Ancak bu düşlerimizden genellikle utanırız, hatta bazı rüyalarımızın
içeriğinden bile. Dolayısıyla rüyalarda asıl içerik estetik bir dönüşüme uğrar
ve ortaya kişisel yapıtımız çıkar. Şiir sanatında da benzer bir süreç
kullanılır. Yazar, kişisel düşlerini bazı bilinçdışı süreçler aracılığıyla
değiştirerek ya da maskeleyerek benmerkezci karakterini yumuşatır ve bu
düşleri bize estetik zevk verebilecek bir biçimde sunar.
Freud'a
göre, çocuk üç yaşından itibaren cinselliğe yönelik bir merak geliştirir ve bu
ilgi zaman içinde üç farklı biçime dönüşebilir: 1) Eğitim ve dinsel inançlar
aracılığıyla bilinçaltına bastırılır; 2) tümden bastırılamaz ve entelektüel
gelişmenin yeterli olduğu durumlarda bir kısmı düşünce süreçlerine dönüşür;
3)
kişiyi yaratıcılığa yönelten bir meraka dönüşür ki Freud bunu, ender görülen
ve en güzel dönüşüm biçimi olarak nitelendirmiştir.
Yukarıdaki
örneklerde de görüleceği gibi Freud, konuya ilişkin açıklamalarını,
yaratıcılıkta güdülenme faktörünün önemini vurgulamakla sınırlamıştır.
Yaratıcılığın kendisini araştırmaya ve açıklamaya yönelmemiştir. Bu görevi
kendisinden sonra gelen Kris'in önemli ölçüde yerine getirmiş olduğu söylenebilir.
Kris yazılarında, birincil süreçlerin, bilinç öncesi bazı mekanizmalar yoluyla
yaratıcı süreçlere dönüştüğünden söz eder.
Jung,
insanın yaşantılarından alıntıların psikolojik anlamanın sınırlarını
aşmadığını söyleyerek, estetiği arketiplerin bilinçdışı animasyonu olarak
tanımlamıştır. Bir başka deyişle yaratıcılık, yaşantıları ya da olağan düşünce
biçimlerini değil, çok daha ilkel ve birincil bazı süreçleri içerir.
Yıllar
önce bir tedavi süreci içinde izlemiş olduğum Bay E., ilişkimizin öncesinde ve
başlangıç döneminde yazdığı yayımlanmamış bazı tiyatro oyunlarını okumam için
bana da getirmişti. Oyunların tümünde aynı tema vardı: Baba (otorite) figürüne
baş kaldıran ya da onu deviren, daha genç ve mağdur kahraman. Yani kendi
çatışmalarının doğrudan yansımaları. Yazarlık denemelerinin, o dönemde
yaşamakta olduğu ezikliği aşma düşlerinin içeriğiyle de ilgili olduğunu
sanıyorum. Kendisine tiyatro yazarlığı ısmarlayıp kısa yoldan ün sağlama
umudu.
Ünlü
biri olma düşlerine artık gerek duymadığı bir aşama sonucu, kendisinin kabul
ettiği ve benimsediği bir yaşam biçimini sürdürmeye başladıktan bir süre sonra
gerçekten bir oyun yazdı ve baba-oğul çatışması öğelerini taşımayan bu oyun belirli
bir çerçevede sergilendi. Ünlü bir yazar olamadı ama istediğini
gerçekleştirdi. Bildiğim kadarıyla da tekrar yazmadı, yazsaydı sanırım haberim
olurdu.
Nasıl
bir gerekçeden kaynaklandığını bilemediğim bir kanı var bazı insanlarda.
Özellikle her konuda söyleyecek şeyi olan bazı aydınlarda. Psikolojik tedavinin
yaratıcılığı körelttiğine inanıyorlar. Böyle bir olguya ilişkin ne bir yazıyla
karşılaştım, ne de kendi çalışmalarım sırasında buna tanık oldum. Eğer böyle
durumlar gerçekten gözlemlenmişse, bir dönem psikanalizin karikatürü türünde
sürdürülmüş olan uygulamalardan kaynaklanmış olabilir, ya da Lombroso'nun
günlerinden kalma bir önyargı.
Jung'un
kolektif bilinçdışı kavramından hareket ederek yaratıcılığı, narsisistik ve
evrensel olarak değerlendirme eğilimindeyim. Örneğin Tennessee Williams'ın
oyunlarının, güçlü arketipsel öğeler içermesine rağmen sürekli aynı narsisistik
yansıma çerçevesinde sunulmasının, bu güçlü yazarın son oyunlarının beklenilen
ilgiyi görmemesine, hatta okuyan ya da izleyenlerde düş kırıklığı yaratmasına
neden olduğunu düşünüyorum.
Yaratıcı
yapıtların, evrensel arketiplerin kişisel anlatımları oldukları oranda evrensel
olarak kabul göreceklerine inanıyorum. Bu nedenle, yapıtları ülke sınırlarını
aşamadığı için çeşitli gerekçeler bulan yaratıcıların bu yakınmalarına
yakınlık duyamıyorum. Narsisistik yansımaların egemenliğinde sıkışmış ya da
yaratıcı kişinin ait olduğu toplum grubunun bazı arketipsel öğeleriyle
sınırlanan yapıtlar, narsisistik özdeşleşme yoluyla izleyici ya da okuyucuya
ulaşabiliyor bir dönem için. Ama orada ve o dönemde kalıyorlar, sonra da iz
bırakmadan duyulmaz oluyorlar.
Silvano
Arieti, yaratıcı süreçlerin oluşumuna ilişkin görüşlerini açıklarken bir de
üçüncül süreçlerden söz eder. Ona göre yaratıcılık, birincil süreçlerin ikincil
süreçlere uygun bir biçimde dile getirilmesini sağlayan üçüncül bazı süreçleri
de içerir. Rüyaların ikincil süreçlere uyarlanması sürecinde olduğu gibi. Bazı
tür yaratıcılıkta, primer süreçlerdeki netleşmemiş yaşantıların, ikincil
süreçlere dönüşüp kavramlaşmaksam, yaratıcı bir sürece dönüşebilmesi için
ayrıca bir "eşleştirme" sürecine de gerek vardır.
Eşleştirme,
şizofrenik kişilerde olduğu gibi arkaik ya da normaldışı mekanizmalarla da
işleyebilir. Bu tür eşleştirme süreçlerinden biri olan somutlaştırmaya ömek
olarak Arieti, tedavisini üstlenmiş olduğu bir kadından söz eder. Yaptığı
doğum sonrası şizofrenik bir psikoz geçirmekte olan bu kadın, iltihaplandığı
için kızarmış olan parmağına arada bir bakıp, "Ben bu parmağım," diyormuş.
Klasikleşmiş bir diğer örnek de Bleuler'in izlemiş olduğu ve kendisinin
"İsviçre" olduğuna inanan şizofrenik kişi. Herkesin birbiriyle
çatışıp durduğu huzursuz bir aile ortamından, psikoz yaşantısının kendine özgü
dünyasına geçerek özgürleşebilen bu adamın bütün arzusu biraz huzur bulabilmekti
ve bu nedenle kendisinin İsviçre olduğuna inanmayı seçmişti. O sıralar Avrupa
kızgın bir savaş alanına dönüşmüştü, İsviçre dışında.
Arieti,
yaratıcılıkta kullanılan eşleştirme süreçlerinden "homonymy"ye (sözcüklerin
benzerlikleri) örnek olarak Shakespeare'in "Othello"sunu verir:
Othello
siyahi bir adamdır. Shakespeare bu oyunu oluştururken bir Italyan öyküsünden
esinlenmiş. Giovanni Batista Giraldi Cintio tarafından yazılmış bu öyküdeki
olaylar gerçekten yaşanmış, ama Othello'da simgeleşen kişi aslında beyaz bir
adammış. 1508 yılında Kıbrıs'ta teğmen olarak bulunan adamın soyadı Moro imiş.
Moro
Italyancada siyahi anlamına geliyor, Arieti'nin yorumuna göre Shakespeare,
bazı zihinsel bağlantı süreçleri sonucu öykünün kahramanının soyadını cildinin
rengiyle karıştırarak primer süreçlerini artistik bir çarpıtmaya tabi tutmuş
ve bunu daha da iyi vurgulamak için Othello'nun karşısına sarışın ilahe
Desdemona'yı koymuştur.
Arieti'ye
göre, yaratıcı insanlar tarihin belirli dönemlerinde ve belirli coğrafi
alanlarda daha çok ortaya çıkmışlardır. Klasik Yunan ve İtalyan Rönesansı gibi.
Yüksek uygarlık düzeyine erişmiş toplumların bile kültürel ürünleri aralıklı
dönemlerle ortaya çıkmış ve bu dönemler kısa sürmüştür. Kroeber'e göre bu
durum, diğer zamanlardaki toplumsal ve kültürel faktörlerin, daha fazla
yaratıcı ve dâhinin ortaya çıkışını engellemesinden kaynaklanır. İngiltere'de
1450-1550 arasında hiçbir dâhi görülmediği halde, 1550-1650 arasında edebiyat,
müzik, felsefe ve politikada çok sayıda dâhi ortaya çıkmıştır. Aynı durum Almanya'da
1550-1650 ve 1700-1800 yılları arasında gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla
insanın çocukluktan ergenliğe uzanan yaşantılarının yanı sıra, sosyo-historik
faktörlerin de yaratıcılığın ortaya çıkışında önemli rol oynadığı
sanılmaktadır. Yapılan araştırmalar, çocukluk ve ergenlik dönemlerindeki
yaratıcı eğilimlerin desteklenmesi gerektiğini gösteriyor. Bunlar bazen çok
derki yaşlarda meyve verebiliyorlar.
Yaratıcılığın
ortaya çıkabilmesine zemin hazırlayan faktörlerden biri, kişinin tek başına
kalabilme imkânına sahip olması. Önceki bölümlerden birinde belirtildiği gibi,
deneysel olarak yaratılan uyaran yoksunluğu durumlarında beynin kendisi uyaran
kaynağı olur ve primer süreçlere ilişkin belirtiler ortaya çıkar. Oysa
günümüzde sürdürülen eğitim programlarında kolektif çalışma vurgulanıyor.
Çünkü sistemin talebi öyle. "Shakespeare Macbeth'i, Beethoven Dokuzuncu
Senfoniyi ya da Michelangelo Musa heykelini kolektif çalışma ile yaratabilir
miydi?" diye soruyor Arieti haklı olarak.
Sistemin
bir başka beklentisi de aralıksız çalışma. Oysa yaratıcı insanların
çalışmalarına uzun aralar verip düşünme ve hissetmeleri için zamana ihtiyaçları
olabiliyor. Yaratıcılıkta önemli bir payı olan hayal gücüne de çocuğun eğitimi
sırasında onaylanmayan bir eğilim olarak bakılmakta. Büyükler de bu yönlerini
utandıkları için köreltiyorlar.
Bu
konuda çalışma yapanların ortak görüşü, nevrotik çatışmaların yaratıcılık için
önkoşul olduğu biçimindeki kanının yanlış olduğu yönünde. Çatışma her insanın
zaten kendi içinde sürekli yaşadığı bir olgu. Üstelik geçmişte insanı etkisi
altına almış bazı çatışmalara çözüm getirilemediğinde, insanın kendini tekrar
etme olasılığı artar, dolayısıyla evrenselliğe ulaşabilme gücü de sınırlanır.
İnsanın
kendisini yaratabilmesinde olduğu gibi.
Kaynakça
Alexander, E, Psychoanalysis
and Psychotherapy: Developments in Theory, Technique and Training, New
York: Norton, 1956.
American Psychiatric
Association, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders
(DSM-HI-R), Washington D.C.: American Psychiatric Association, 1987.
Arieti,
S. The Will to Be Human, New York: Quadrangle Books, 1972.
-- "Creativity and Its Cultivation:
Relation to Psychopathology and Mental Health", American Handbook of
Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt VI, Basic Books, 1975.
Arieti, S. ve G. Chrzanowski
(der.), New Dimensions in Psychiatry: A World View, cilt II, New York:
John Wiley & Sons, 1977.
Berne, E., Transactional
Analysis in Psychotherapy, New York: Grove Press, 1961.
Binswanger,
L., Being-in-the-World, New York: Basic Books, 1963.
Boss, M. Psychoanalysis and
Daseinanalysis, New York: Basic Books, 1963.
Boss, M. ve G. Condrau,
"Existential Psychoanalysis", Psychoanalytic Techniques: A
Handbook for the Practicing Psychoanalyst içinde, der. B. Wolma, New York:
Basic Books, 1967.
Buber,
M., / and Thou, New York: Charles Scribner, 1970.
-- Between
Man and Man, New York: Macmillan, 1965.
-- The
Knowledge of Man, New York: Harper & Row,
1965.
Bugenthal, J., The Search
for Authenticity, New York: Holt, Rinehart & Winston, 1965.
Camus, A., The Myth of
Sisyphus and Other Essays, New York: Alfred A. Knopf, 1955.
-- The
Fail and Exile in the Kingdom, New York:
Modem Library, 1965.
-- A
Happy Death, New York: Alfred A. Knopf,
1972.
Chomsky, N., Language and
Mind, N&w York: Harcourt Brace Jovanovich, 1972.
-- Reflections
on Language, New York: Pantheon Books,
1975.
Choron,
J., Death and Western Thought, New York: Colliers Books, 1963.
-- Modern
Man and Mortality, New York: Macmillan, 1964.
Churchland, P. S., Neurophilosophy
(Toward a Unified Science of the Mind/Brain), Cambridge Mass.: The MIT
Press, 1988.
Cooper,
A. M., "Narcissism", American Handbook of Psychiatry içinde,
der.
S.
Arieti, cilt VII, New York: Basic Books, 1975.
-- "The Masochistic-Narcissistic
Character", Bulletin of the Association for Psychoanalytic Medicine,
17, 1978.
Durant, W., On the Meaning
of Life, New York: Ray Long and Richard R. Smith, 1932.
Edel, A., "Psychiatry and
Philosophy", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S.
Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.
Erikson,
E., Childhood and Society, New York: W. W. Norton, 1963.
Farber,
L., The Ways of the Will, New York: Basic Books, 1966.
Fenichel, O., The
Psychoanalytic Theory of Psychoneuroses, New York: Norton, 1945.
Foy, J. L., "The
Existential School", American Handbook of Psychiatry içinde, der.
S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.
Frankl, V., Man's Search for
Meaning: An Introduction to Logotherapy, New York: Pocket Books, 1963.
-- The
Doctor and the Soul, New York: Alfred A. Knopf,
1965.
-- The
Will to Meaning, Cleveland, O.: New American
Library, 1969.
-- "Encounter: The Concept and Its
Vulgarization", Journal of the Academy of Psychoanalysis, 1, 1973.
Freeman, W., "Psychiatrists
Who Kili Themselves", American Journal of Psychiatry, 124, 1967.
Freud, A., Ben ve Savunma
Mekanizmaları, çev. Yeşim Erim, İstanbul: Metis, 2004.
Freud, S., Leonardo da
Vinci: A Study in Psychosexuality, New York: Random House, 1947.
-- "The Dynamics of
Transference", Standard Edition, cilt XII, Londra: Hogarth Press,
1955.
-- "Beyond the Pleasure
Principle", Standard Edition, cilt XVIII, Londra: Hogarth Press,
1955.
-- "Thoughts for the Times on War
and Death", Standard Edition, cilt XIV, Londra: Hogarth Press,
1957.
-- "Inhibitions, Symptoms and
Anxiety", Standard Edition, cilt XX, Londra: Hogarth Press, 1959.
-- "The Psychopathology of Everyday
Life", Standard Edition, cilt VI, Londra: Hogarth Press, 1960.
-- The Interpretations of Dreams,
New York: Basic Books, Inc., Publishcrs, 1960; Türkçesi: Düşlerin Yorumu,
İstanbul: Payel, 1996.
-- "Ben ve İd", Haz
İlkesinin Ötesinde ve Ben ve İd içinde, çev. Ali Babaoğlu, İstanbul: Metis,
2001.
Freud, S. ve J. Breuer,
"Studies in Hysteria", Standard Edition, cilt II, Londra:
Hogarth Press, 1955; Türkçesi: Histeri Üzerine Çalışmalar, İstanbul:
Payel, 2001.
Freidman, L., "Elements of
the Therapeutic Situation: The Psychology of a Beginning Encounter", American
Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt V, Ne w York: Basic
Books, 1975.
Fromm, E., Escape from
Freedom, New York: Holt, Rinehart & Winston, 1941; Türkçesi: Özgürlükten
Kaçış, İstanbul: Payel, 1996.
-- Man far Himself,
New York: Rinehart, 1947.
-- The Art of Loving,
New York: Bantam Books, 1956; Türkçesi: Sevme Sanatı, İstanbul: Payel,
1995.
Fromm, E., D. Suzuki ve R.
Demartino, Zen Buddhism and Psychoanalysis, New York: Harper & Row,
1960.
Fromm-Reichmann, F., Principles
of Intensive Psychotherapy, Chicago: University of Chicago Press, 1950.
Fung-Yu-Lan, A Short History
of Chinese Philosophy, der. D. Bodde, New York: The Macmillan Company,
1948.
Geçtan, E., "Yaşam
Korkusu: Varoluşçu Psikiyatri Açısından Bir Değerlendirme", Bilsak
Bülteni, İstanbul, Ocak 1987/11.
-- Psikanaliz ve Sonrası,
İstanbul: Metis, 2004.
-- İnsan Olmak,
İstanbul: Metis, 2003.
-- Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı
Davranışlar, İstanbul: Metis, 2003.
Gendlin, E., "ATheory of
Personality Change", Personality Change içinde, der. P. Worchel, D.
Byme, New York: Wiley, 1964.
Heidegger, M.,
Existence and Being, Chicago: Henry Regnery, 1949.
-- An Introduction to Metaphysics of
Philosophy, Philadelphia: University of
Pennsylvania Press, 1965.
Jaspers, K., The Nature of
Psychotherapy, Chicago: University of Chicago Press, 1965.
Jong, E., Fear ofFlying,
Frogmore, St. Albans, Herts: Panther Books Ltd., 1976.
Jung, C. G., Memories
Dreams, Reflections, New York: Pantheon Books, 1961.
-- Collected Works: The Practice of
Psychotherapy, cilt XVI, New York: Jason
Aranson, 1975.
Kierkegaard,
S., EitherlOr, 2 cilt, New York: Doubleday-Anchor, 1959.
-- Fear and Trembling and the Sickness
unto Death, New York: Doubleday-Anchor
1953.
-- The Concept of Dread, Princeton, N.J.: Princeton University Press,
1957.
Koestenbaum, P., Is There an
Answer to Death, New York: Prentice Hail, 1976.
Koestler, A., The
Heel of Achilles, Londra: Hutchinson & Co., 1974.
Kohut, H., The Search for
the Self: Selected Writings of Heinz Kohııt: 19501978, 2 cilt, New York:
International Universities Press, 1978.
-- Kendiliğin Çözümlenmesi,
çev. C. Atbaşoğlu, B. Büyükkal, C. İşcan, İstanbul: Metis, 1998.
Kris, E., Psychoanalytic
Explorations in Art, New York: International Universities Press, 1944.
Kroeber, A., L., Confıgurations
of Culture Growth, Berkeley: University of Califomia Press, 1944.
Laing, R. D., The Divided
Self, Chicago: Quadrangle Books, 1960; Türkçesi: Bölünmüş Benlik,
İstanbul: Kabalcı, 1993.
Lasch, C., The Culture of
Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations, New York:
Norton, 1978.
Lewis, W. C., "Elements of
Influence in Psychotherapies", American Handbook of Psychiatry
içinde, der. S. Arieti, cilt V, New York: Basic Books, 1975.
Luria, A., The Working
Brain: An Introduction to Neuropsychology, New York ve Londra: Penguin
Press, 1973.
-- Cognitive Development: İts Cultural
and Social Foundations, der. M. Cole, Cambridge
Mass.: Harvard University Press, 1976.
Maddi,
S., "The Existential Neurosis", Journal ofAbnormal Psychology,
72,
1957.
Maslow, A., The Further
Reaches of Human Nature, New York: Viking, 1971.
May,
R., Man s Searchfor Himself, New York: W.W. Norton, 1953.
-- Art
of Counseling, Nashville, Ten.: Abington
Press, Apex Books, 1967.
-- Love
and Will, New York: Norton, 1969.
-- (der.), Existental Psychology,
New York: Random House, 1969.
May,
R., E. Angel ve H. Ellenberger (der.), Existence, N.Y.: Basic Books,
1958.
Mazlish, B. "Psychiatry
and History", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S.
Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.
Menninger, K., Theory of
Psychoanalytic Technique, New York: Basic Books, 1958.
-- The Vital Balance: The Life Process in
Mental Health and Disease, New York: Viking, 1963.
Merleau-Ponty, M., Phenomenology
of Perception, Londra: Routledge & Kegan Paul, 1962.
-- The
Structure of Behavior, Boston: Beacon Press, 1963.
Montaigne, M., The Complete
Essays of Montaigne, Stanford: Stanford University Press, 1965.
Mora, G., "Recent
Psychiatric Developments (since 1939)", American Handbook of Psychiatry
içinde, der. S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.
Musto, D. V., "Therapeutic
Intervention and Social Forces: Historical Perspectives", American
Handbook of Psychiatry içinde.
Nemiah, J. C., "Classical
Psychoanalysis", American Handbook of Psychiatry içinde.
Nietzsche,
F., The Gay Science, New York: Random House, Vintage, 1974.
Numberg, H. G., Narcissistic
Personality Disorder, Weekly Psychiatry Update Series, 3 (1979): Lesson,
17.
Offenkrantz, W. ve A. Tobin,
"Psychoanalytic Psychotherapy", American Handbook of Psychiatry
içinde, der. S. Arieti, cilt V, New York: Basic Books, 1975.
Peris,
F., Geştalt Therapy Verbatim, New York: Bantam Books, 1969.
-- The Geştalt Therapy Approach and
Eye-Witness to Therapy, Palo Alto, Calif.:
Science and Behavior Books, 1973.
Philips, J. L., Jr., The
Origins oflntelect: Piaget's Theory, San Francisco: W. H. Freeman &
Co., 1975.
Piaget, J., Play, Dreams and
Imitation in Childhood, New York: Norton, 1965.
Pribram, K. H., Languages of
the Brain, Englewood Cliffs, N. J.: Prentice Hail, 1971.
-- "The Isocortex", American
Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt VI, New York: Basic
Books, 1975.
Rado, S.,
"Hedonic Control, Action Self, and the Depressive Spell", Psychoanalysis
of Behavior: Collected Papers, New York: Grune & Stratton,
1958.
Rank, O., Will Therapy and
Truth and Reality, New York: Alfred A. Knopf, 1954.
Restak, R. M., The Brain:
The Last Frontier, New York: Wamer Books, 1979.
Sartre, J. P., The Age of
Reason, New York: 1952; Falcon's Wing Press, 1958.
Sullivan,
H. S., The Psychiatric lnterview, New York: Norton, 1954.
Szasz, T., The Ethics of
Psychoanalysis: The Theory and Method ofAutonomous Psychotherapy, New York:
Delta, 1965.
Tillich, P„ The Courage to
Be, New Haven ve New York: Yale University Press, 1952.
Tripp, R. T., The
International Thesaurus ofQuotations, New York: Harper & Row,
Publishers,1970.
Van Kaam, A., Existential
Foundations of Psychology, New York: Image Books, 1969.
Weisskopf-Joelson, E., Logotherapy
and Existential Analysis, Açta Psychotherapeutica, cilt I, 1958.
Wilhelm, R., Lectures on the
"I Ching" (Constancy and Change), Princeton, N. J.: Princeton
University Press, 1979.
Wilson, E. O., Sociobiology:
The New Synthesis, Cambridge Mass.: Harvard University Press, 1975.
Winnicott, D. W., The
Maturational Processes and the Facilitating Environment: Studies in the Theory
of Emotional Development, New York: International Universities Press,
1965.
Yalom, I. D., Existential
Psychotherapy, New York: Basic Books, İne., Publishers, 1980.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar