Print Friendly and PDF

Engin Geçtan....Varoluş ve Psikiyatri

Bunlarada Bakarsınız

 


Önsöz

BU KİTAPTA bir "süreç" olarak insanı anlatmak istedim ve bu amaçla, ona "varoluşçu psikiyatri" açısından yaklaşmayı dene­dim. İnsanın dünya içindeki varoluşu çeşitli yönlerden tartışıla­bilir. Alanım psikiyatri olduğu için düşüncelerimi bu çerçevede sınırlamayı yeğledim.

Önceki yazdıklarımı okumuş olanlar, bu kitabın içeriğini geçmişte ortaya koyduğum bazı görüşlerden yer yer farklı, hat­ta onlarla çelişkili bulabilirler. İnsanın bir "durum" olmaktan çok, bir "süreç" olduğu kabul edildiğinde, bu değişimin anla­yışla karşılanacağını umuyorum.

1986 kışında katıldığım bir kültür-sanat etkinliğinde arkam­da oturan birkaç genç, gösteri başlamadan önce kitaplardan ko­nuşuyorlardı. Bir ara benim yazdıklarımdan da söz etmeye baş­ladılar. Böylesi bir veriyle her zaman karşılaşamayacağım için dikkatle dinlemeye başladım. Önce olumlu şeyler söylediler. Sonra biri, insan Olmak kitabını henüz okumadığından söz ede­rek, okumuş olanlardan birinin görüşünü sordu. "O kitap delili­ğe methiye!" diye cevap verdi diğeri. Kitabı ben öyle algılama­dığım için şaşırdım ve biraz düşündüm. Ama böyle bir yoru­mun, kitabın içeriğiyle mi, yoksa içinde yaşadığımız kültürle mi ilişkili olduğuna karar verebilecek kişi tabii ki ben olamazdım.

Bu kez yazdıklarımın, süregelen kültürde insanın kendine ve çevresine bakış açısı yönünden farklılıklar içerdiğini ben de kabul ediyorum. Amacımın karşıtlık olmadığının anlaşılabile­ceğini umuyorum. Çünkü bu kitapta anlattıklarım, yıllar içinde kendiliğinden gelinmiş bir "evre"nin ürünü. Üstelik bu evre, tek başıma olmadığım bir yer. Yazdıklarımı okurken, benzer bir sü­reci benden önce yaşamış ve benim gelebildiğim yerden kıyas­lanamayacak kadar öteye taşımış insanların yapıtlarından alıntı­larla karşılaşacaksınız. Böyle bir kitabı yazmamın temel nedeni, ilgi duyduğum bir konuyu ve birlikte yaşadığım bir alanı tanıt­maya çalışmak. Ama bunun yanı sıra, biraz da, ait olduğum kül­türe farklı bir açıdan bakmayı "denemek" istediğimi sanıyorum.

Dünyadaki varoluşçu psikiyatrisi sayısı kadar varoluşçu psikiyatri yaklaşımı olduğunu söyleyen Viktor Frankl'ın bu gö­rüşüne katılıyorum. Bu nedenle, birazdan okuyacaklarınızın be­lirli bir düşünce ve uygulama tarzını, kişisel yorumum doğrul­tusunda yansıttığını açıklama gereğini duyuyorum. Kimileri geleneksel bilimsel yöntemleri hiçe saydığımı düşünebilir, kimi ise tam karşıtı yönleri seçerek yazılanları tutucu bulabilir. İnsan denen olguya benimkinden farklı yaklaşanların yazdıklarını da izlemeye çalışıyorum ve onlardan çok şey öğreniyorum. Ama kısmi bir entelektüel yalnızlığın ürünü sayılabilecek olan bu ki­taba inandıklarımı koydum. Ülkedeki meslek ortamımın genel gidişinden biraz farklı bir doğrultuda hareket etmiş olmamdan kaynaklanan böylesi bir yalnızlık, diğer yalnızlıklardan farklı bir yaşantı. İsteyene, sistemin sunduğu bazı hazır kalıpların çe­kiciliğine direnebilme gücünü veren ve dünyanın başka yerle­rinde benzer bir seçimi yapmış başka insanlarla paylaşılabilen bir yalnızlık.

Kitabı yazarken, yer yer doğrudan meslek ortamıma yönel­meme rağmen, genelde meslek dışı okuyucumu ön planda tut­maya çalıştım. Yalnızca Birinci Bölüm'ün girişindeki "Psikiyat­ri" başlıklı tartışma, bu amacın dışında kalmış olabilir. Ama "hazır çözüm" arayışında olan okuyucuma düş kırıklığı yaşata­cağımı önceden belirtmek isterim.

Bir bölümü dışında bu kitap 1989 yılının son aylarında ya­zıldı, ama zihinsel hazırlığı ve oluşumu üç yıl sürdü. Yazdıkla­rımı kişisel görüşlerimle sınırlamak istemediğim için, bu süre içinde daha önce okumuş olduğum birçok kitabı kısmen ya da tümüyle yeniden gözden geçirdim, okumamış olduğum bazı ki­tap ve makaleleri okudum. Elimdeki materyel ve üniversite ki­taplığı yeterli değildi, ama bu konuda birçok kişi çeşitli biçim­lerde bana yardımcı oldu. Yurt dışından kitap ya da fotokopi gönderen, getiren, kolay bulunmayan eski basım bazı kitapları kendi kitaplığından ödünç veren bazı yabancı meslektaşlarım, dostlarım ve öğrencilerimin yanı sıra, iki ayrı türde bilgisayar virüsünün eşzamanlı olarak programlara karışması sonucu çı­kan bazı sorunların çözümlenmesinde bana yardımcı olan genç meslektaşıma da burada şükranlarımı sunmak istiyorum.

Kitap, biraz alıntı bilgiyi, çok sayıda yılı kapsayan klinik ya­şantıların izlerini ve bazı anıları içeriyor. Ayrıca, yazarken tüm meslek yaşamımı gözden geçirmemi de gerektirdi. Bu sırada meslek yaşamımın başlangıç dönemi de zaman zaman gözümde canlandı. O dönemdeki oluşumuma katkıda bulunan birçok in­sandan özellikle üçünü sık sık hatırladım. Bu nedenle, dinamik psikiyatri ve psikoterapi alanında sunduğu deneyim ve bilgilerin yanı sıra, bir tarz edinmemde de bana örnek olmuş olan Alfred Messer'i, meslektaş ilişkisi ve profesyonellik yönünden bana çok şey kattığına inandığım Nahum Katz'ı ve bilimsel merak de­nen olguyu şahsında yaşadığım ve biraz da paylaşabildiğim Lauretta Bender'i burada saygıyla anmak istiyorum.

Meslek yaşamım boyunca çok sayıda insanın iç dünyaları­nı paylaştım. Bu seçkin ve yürekli insanlar sayesinde dünyayı daha az yargılamayı öğrendim. Sanırım en büyük teşekkürü on­lara borçluyum. Onlar olmasaydı bu satırlar da olamazdı.

Ocak 1990

PSİKİYATRİ, PSİKANALİZ,
PSİKOTERAPİ VESAİRE

Psikiyatri

Çocukluğumun geçtiği yerde bir vapur iskelesi vardı. Kaç yaşlarımdaydım bilemiyorum, ama bir dönem oraya ne zaman götürülsem bir kadının vapur bekleyenlerin arasında tek başına dolaşarak yüksek sesle konuştuğunu görürdüm. Söylediklerin­den pek bir şey anlamadığım halde etkilenirdim. Uzun boyluy­du, çekik yeşil gözlerindeki sert ve donuk bakış diğer insanla­rın gözleriyle hiç buluşmazdı. Alnına dökülen kumral kâkülü ile güzel sayılabilecek bir kadındı. Adının L. olduğunu söylemiş­lerdi, eskiden öğretmenmiş. O konuşurken iskelede bekleyenle­rin çoğu o orada değilmiş gibi davranır, kimi ise ara sıra on­dan yana bakıp anlamlı bir biçimde gülümserdi. Bazı insanla­ra "deli" dendiğini duymuştum, ama bu benim için çok iyi be­lirlenmemiş bir kavramdı.

iskeleye her gidişimde gözlerimi ayırmadan bu kadını izler­dim. Ona karşı saygıya benzer bir duygu yaşamış olduğumu bugün seçebiliyorum. Belki farklılığından, belki de özgürlüğün­den ötürü. Çocukluğumun arı dünyasında onu yargılamamış ya da etiketlememiş olduğumu biliyorum. O günlerde, bu olağan­dışı varlığa yönelik merakımda oldukça özgürdüm, görünür fe­nomenin gerisindeki dünyayı anlamak istercesine. Yargılamayı daha sonra, yargılandıkça öğrenecektim. Toplumsal bir varlık olma süreci içinde bilmeden üzerini örtmüş olduğum o arı ilgi­yi ve yargısız merakı, seçtiğim alanın yardımıyla yeniden yaşa­yabilme isteği belirene kadar sürmek üzere.

Logoterapi denilen psikoterapi ekolünün kurucusu Viktor Frankl, bir konuşması sırasında dinleyicilerine iki ayrı paragraf okumuş. Bunlardan birinin filozof Martin Heidegger'den, diğe­rinin ise şizofrenik bir kişinin konuşmalarından alıntı olduğunu açıklamış, ancak hangi paragrafın kime ait olduğunu belirtme­miş. Ardından yapılan ankette çoğunluk, Heidegger'e ait sözle­rin şizofrenik kişinin konuşmalarından alıntı olduğu tahminin­de bulunmuş.

Heidegger'in yazılarında kullandığı Alman felsefe dilinin kolay anlaşılır olmadığı, yapıtlarını okuyanların paylaştığı bir izlenim. Alman felsefe dili olarak etiketlendirilip zor anlaşılır diye nitelendirilen olgu, aslında, yaşananları kavramlara hak­kıyla yerleştirmek istediğimizde kullandığımız dilin ne denli yetersiz kaldığının bir kanıtı da olabilir. Şizofrenik ya da bir başka biçimde varolmaya çalışan bir insanı bazı hazır kavram­lara yerleştirerek anlamaya çalıştığımızda, o insanın kendine özgü gerçeğine ulaşmamız da mümkün olmayabilir. Vapur iske­lesinde dolaşan ve şizofrenik diye etiketlenebilecek bir kadının kategorik yönden nasıl bir tedavi programına alınması gerekti­ğine karar verip uygulamak! Ya da şizofrenik kişilerin kendine özgü mantığı ve algılama biçimine ilişkin bilgilerimizin yardı­mıyla, görünür fenomenin gerisindeki özgün dünyanın anlamı­nı kavramaya ve o dünyaya ulaşmaya çalışmak! Psikiyatri bun­ların hangisi? Ya da yalnızca biri mi?

1988 yılında, gelişmiş bir ülkenin saygın bir sağlık kuruma­mın iki seçkin üyesiyle psikiyatrinin spesifik bir konusunu içe­ren bir panel tartışmasını paylaşmam gerekmişti. Paneli düzen­leyenler, bu iki hekimin konuya biyokimyasal yönden yaklaşa­caklarını belirtmiş, benim de olayın psikodinamiğini ele alma­mı istemişlerdi. Öneriyi kabul etmeden önce diğer kişilerin ko­nuşmalarının özetlerini görmek istedim. Amacım, onların bilgi­leriyle bütünleşebilecek bir konuşma planı hazırlayabilmekti. Düzenleyicilerin ilgisizliği sonucu bu talebim yerine getirilme­diği gibi, yabancı konuklardan da benzer bir talep gelmedi. So­nunda, istekli olmadan katılmak durumunda kaldığım bu pane­lin akışı içinde bazı kaygılarımın nasıl gerçeğe dönüştüklerini üzülerek izlemem gerekti.

Gelişmiş ülkelerdeki araştırmacılardan bazılarının meslek yönünden kişisel felsefeleri olamıyor. Bütünün parçası olarak çok değerli katkılarda bulundukları halde, spesifik ilgi alanla­rına öylesine odaklaşıyorlar ki bütünü, hatta bütünün içindeki yerlerini göremez hale geliyorlar. Gelen konuklara göre insan biyokimya idi, yalnızca biyokimya. Panele konu olan psikiyat­rik bozukluğun aynı zamanda bir "human experience" (insani deneyim) olduğunu reddedercesine. Dolayısıyla, onların sun­dukları bilgilerle benimkiler aslında birbirini tamamlayıcı ol­dukları halde, konukların tek yanlı tutumu sonucu, panel iki farklı yaklaşımın karşıtlığı görüntüsünde gerçekleştirildi ve ki­şisel değerlendirmeme göre, amacına ulaşamadı. Dinleyicilere anlattıklarımız içerik olarak doyurucu olmuş olabilir, ama bi­zim onlara sunduğumuz aynı zamanda parçalanmış bir psiki­yatriydi. Üstelik beden-zihin dualizmi biçimindeki bir düşünce­nin çoktan terk edildiği bir aşamada.

2 Nisan 1979 tarihli Time dergisinde "Psikiyatrinin Depres­yonu" başlıklı bir makale yayımlanmıştı. Bu yazıda psikiyatri ile kastedilen yalnızca psikanalitik psikiyatriydi, ama yirminci yüzyıl psikiyatrisinin geneliyle şizofrenik bir varoluş sürdür­müş olduğu bile söylenebilir. Birbirinden kopuk bir parçalar topluluğundan oluşan ve her bir parçanın temsilcilerinin diğer­lerini anlamaya çalışmak için çaba göstermedikleri bir alan.

Time dergisindeki yazı, psikiyatrinin bir alt uzmanlık alanı­nı, onun bütünüymüşçesine değerlendiriyordu. Ancak, psikiyatristlerin bile alanlarını gereğince tanıyamadığı ve çoğunun dik­katlerini bütünün içinden bazı parçalara odaklaştırmış olduğu göz önünde bulundurulduğunda, amacı haber sağlama vc yay­ma olan bir dergide çıkan böyle bir yazıyı eleştirmemek gere­kir. Bu yazının yayımlandığı tarihte, biyoloji alanında oluşagelen gelişmeler süreci içinde, bu parçalanmışlığı sona erdirme umudunu taşıyan bazı belirtiler de çoktan ortaya çıkmaya baş­lamışlardı. Ama o zamanlar çok azımız bunun farkındaydık ve bugün bile birçok psikiyatrisi kendi alanına tek yönlü bakma eğilimini sürdürmekte. Gerçi parçaların birbirine geçişerek bir bütüne dönüşebilmesi için aşılması gereken yol herhalde çok uzun. Ama fiziğin katı bilimden süreç bilime dönüşümünün bi­yolojideki yansımalarının, psikiyatriden de öte, sosyoloji ve felsefe gibi alanları bile etkisi altına almaya başlaması, çok da uzak olmayan bir gelecekte bu konularda bilinen her şeyin ye­niden gözden geçirilmesini gerektirecek nitelikte.

Avrupa, ortaçağ karanlığından kurtulduktan sonra, on do­kuzuncu yüzyılın gelişiyle anatomi, fizyoloji, nöroloji, kimya gibi alanlarda bilimsel gelişmeler başlamış ve bu gelişmeler so­nucu, ruhsal bozuklukların beyin işlevlerindeki bozukluklardan kaynaklanabileceği görüşü Antik Yunan'dan sonra bir kez daha belirmeye başlamıştı. Böylece, ruhsal yapı ve davranışı organik nedenlerle açıklayan görüşlerin egemen olduğu bir dönem baş­lamış oldu.

Bu dönemin biçimlenmesine en önemli katkı, Alman hekim Emil Kraepelin'den gelmiştir. 1883 yılında yayımlanan kitabın­da Kraepelin, beyin patolojisinin ruhsal bozuklukların oluşu­mundaki rolünden söz etmekle kalmamış, her bozukluğun bir­birinden farklı belirtiler gösterdiğini ve her birinin önceden be­lirlenebilir bir seyir izlediğini açıklayarak, ilk sistematik psiki­yatrik sınıflandırmayı gerçekleştirmiştir.

Kraepelin'le başlayan dönem sınıflandırmaya ve tanımla­maya ağırlık verdiğinden, "betimsel (descriptive) dönem" ola­rak anılır. Bu dönemde bazı hastalıkların beyin patolojisiyle il­gisi kesinlikle ortaya konmuş, ruhsal bozukluklar halk arasında olmasa da tıp adamları tarafından bedensel hastalıklar gibi ka­bul edilmeye başlanmış ve anatomi, fizyoloji, biyokimya gibi alanlardan yararlanılarak beyin işlevlerini daha iyi anlayabilme amacıyla araştırmalar yapılmıştır. Ne var ki, bütün bu gelişme­lere rağmen yine de bahaların yarısından çoğunda organik bir patoloji saptanamıyor ve bunlar bir nedene bağlanamıyordu. Bu boşluğu kimi o günün laboratuvar tekniklerinin yetersiz ol­masıyla açıklıyor, kimi ise niteliği henüz belirlenememiş gene­tik sapmalara bağlıyordu. Ancak bu varsayımların geçerliği ka­nıtlanmış değildi ve ortada açıklanamayan bir boşluk kalmıştı.

Yirminci yüzyılın başlarında Sigmund Freud ve onun geliş­tirdiği psikanaliz, yalnızca bu boşluğu önemli ölçüde doldur­makla kalmamış, insanın kendine bakış açısını temelinden de­ğiştiren bir devrimi de gerçekleştirmiştir. Davranışları, insanın biyolojik kökenli güdüleri ile toplumun kendisine yönelik bek­lentileri arasındaki çatışmanın yarattığı dinamik güçlerle açık­layan psikanalitik kişilik kuramı, aynı zamanda insanın kişisel tarihçesi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan bir gelişim kuramı ile de desteklenmiştir.

Psikanalitik düşünce sanat, edebiyat, antropoloji gibi alan­lar üzerinde çok güçlü bir etki yarattığı halde, tıp biliminin ya­pısına özümsenememiş ve genelde bu alandan kopuk kalmıştır. Psikanaliz ancak 1944'te, Sandor Rado'nun Columbia Üniversitesi'nde kurduğu Psychoanalytic Institute ile ilk kez bir üniver­sitenin bünyesine katılmıştır. Dinamik psikiyatrideki eğitimimi bu enstitü üyelerinden aldığım yıllarda, enstitünün binası bile Columbia Üniversitesi'nin hastanesinden ayrı bir fiziksel ko­numda idi, sanırım hâlâ da öyle. Aslında psikanalistlerin de kendilerini tıbbın geri kalanından kopuk olarak algıladıkları söylenebilir. Freud'un kendisi bile bir ara psikanalizi tıptan ta­mamen bağımsız bir alan olarak tanımlamayı düşünmüştü.

Bu kopukluğun giderek psikiyatride bir dağınıklığa neden olması, psikanalizin Amerika'da hızla yayılmasıyla doğrudan ilintili olsa gerek. Yaşamının son döneminde Freud, tıp doktoru olmayanların da psikanaliz uygulamaları yapabileceklerine iliş­kin fetva verirken, spesifik olarak psikologları kastetmemişti. Ama gelişmeler o doğrultuda oldu. Amerika'daki psikiyatrisiler, psikanaliz ve psikoterapiye yönelen talebi, bir süre sonra sayılarının yetersiz kalması nedeniyle karşılayamaz duruma geldiler. Psikoloji bağımsız bir disiplin olarak hızla gelişmek­teydi ve bünyesinde klinik psikoloji denilen ayrı bir uzmanlık alanı oluşmuştu. O dönemde psikiyatri kliniklerinde çalışan kli­nik psikologların işlevleri, test uygulamaları yaparak, hastalara tanı koymada psikiyatristlere yardımcı olmakla sınırlanmıştı.

Başlangıçta klinik psikologları tedavi uygulamalarına psikiyatristler teşvik ettiler, sayısal yetersizlikleri nedeniyle. Bunu psikiyatrik sosyal çalışmacılar ve psikiyatrik hemşireler izledi. Ekip çalışması türünde uygulamalar giderek arttı. Ancak bu arada psikiyatristlerin hem grup içinde temsil edilme oranı düş­tü, hem de nitelik yönünden önemleri azaldı. Bütün bu gelişme­lerin temelini oluşturan psikanalizin aslında biyolojik kökenli bir kuram olduğu sanki unutuldu. Tıp dışından katılan alanların da katkısıyla, her şeyi birey-çevre etkileşiminin ürünü olarak açıklamaya çalışan, sulandırılmış ve "çevreci" bir psikiyatri oluştu.

Böylece, özellikle 1945-65 döneminde, psikiyatri giderek psiko ve sosyogenetik düşüncelere doğru çekildi ve tıptan uzaklaşarak "demedikalize" oldu. Anti-psikiyatri denilen bir düşünce grubu bile oluştu. Anti-psikiyatrinin savunduğu görüş­ler demedikalizasyonu pekiştirici nitelikteydi, ama uyarıcı bir tepki de oluşturmaktaydılar. Ruhsal bozuklukların varlığını yadsıma eğiliminde olan anti-psikiyatri, psikiyatristleri de ken­dilerinin ait oldukları toplumsal grupların değerlerini hastaları­na empoze etmekle suçluyordu ve bu suçlamalar tümden temel­siz değildi.

1960'ların ortalarında ABD'de, bir bölümü tıp dışı disiplin­lerden kaynaklanan yeni psikoterapi ekolleri mantar gibi çoğal­mış ve sayıları 300'ü aşmıştı. Bilimsel dayanaktan yoksun sayı­labilecek bu ekollerin hiçbiri aslında Uluslararası Psikoterapi Kongresi gibi bilimsel toplantılarda ciddiye alınmıyordu ve programlara bile kalamıyorlardı. Ama o yıllarda kolektif bir bunalım geçiren ve zaten yeniliklere meraklı olan Amerikan toplumu bireyleri tarafından sürekli deneniyordu. Sonradan ço­ğunun adı duyulmaz oldu.

1980'lere yaklaşırken psikiyatri içerisinde, özellikle psiko­terapi alanında gözlemlenen bu dağınıklığa karşı bazı tepkiler oluşmaya başladı. Daha çok tıp kökenli olanlar tarafından uy­gulanan ve psikanalitik yönelimli olan medikal psikoterapiler ile tıp dışı alanlardan gelenler tarafından uygulanan ve pop-psikoterapiler de denilen yaklaşımlar arasında bir ayrım yapma eğilimi belirdi. Bireylerde olduğu gibi disiplinlerde de bir da­ğılma dönemini bazen bir silkinme ve toparlanma dönemi izler. Nitekim toparlanma eğilimi giderek psikiyatrinin psikoterapi dışındaki boyutlarında da görülmeye başladı.

1945'te İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle uluslarara­sı politik dengelerde oluşan önemli değişimler, alanın gelişi­miyle doğrudan ilgili görünmeseler bile, psikiyatri tarihinin ba­zı yönlerini etkileyici bir rol oynamışlardır. Antik dünyada tıp dili, Roma İmparatorluğu da dahil olmak üzere, Yunancaydı. Daha sonra Arapça oldu. Sonunda uzun bir süre için tüm Batı dünyasının tıp dili Latince olduysa da on sekizinci yüzyıldan sonra tekelini iyice yitirdi ve ülkelerin çoğu tıp alanında kendi dillerini kullanmaya başladılar. O zamanlar Fransızca çok yay­gındı, ama kullanımı Avrupa'nın elit kesimi ve diplomasi ile sı­nırlanmıştı, bilim dünyasının dili değildi. 1880'den sonra bir ara Almanca tıp dili olarak Doğu, Kuzey ve Orta Avrupa'da yaygınlaştıysa da uluslararası iletişimde kullanılan dil durumuna gele­medi. Sonunda İngilizce bilim dili olarak yerleşti. Günümüzde, eşzamanlı çevirilerin yapılmadığı toplantılarda çalışma dili ola­rak İngilizce kullanılır oldu.

Böyle bir sonuç, 1945 sonrasında ABD'nin politik, ekono­mik ve bilimsel yönden üstlendiği rolle çok yakından ilişkilidir. Ama bazı sayısal faktörlerin de bu olguya katkısı olmuştur. Ör­neğin, 1980 yılı verilerine göre, bu tarihte yaşamakta olan psikiyatristlerin yaklaşık 1/3'ü ABD'de çalışmakta ve dünyada psi­kiyatrik araştırmalar için ayrılan paranın 2/3'ü yine bu ülkede kullanılmaktaydı. Ancak bu etkileyici oranları değerlendirir­ken, Amerikan pluralizminden kaynaklanan ve birbiriyle eşit olmayan gelişmeler karmaşasını da göz önünde bulundurmak gerek. 1955'te on ay süre ile Amerika'da kalan Norveçli psiki­yatrisi Langfeldt şöyle yazmış: "İnsan Amerika'da yeterince ka­lınca oradaki psikiyatrinin durumu hakkında umutsuzluğa kapı­lıyor. Özellikle de olağan deskriptif tanıyı ve progrozu hiçe say­dıklarını gördükçe." Gerçekten de o yıllarda Amerikan psiki­yatrisinde, semptom yerine savunma mekanizmalarının konu­şulduğu, tanı ve sınıflandırmanın bir yana konduğu bir dönem yaşanmaktaydı.

Amerika'da yaşanan bu dağınıklık sırasında, soğuk savaş nedeniyle Amerikan psikiyatrisinin varlığını reddeden Ruslar, refleksolojinin sınırları içinde kilitlenip kalmışlardı. Avrupa psikiyatrisi ise Freud ve yakın çevresini oluşturanlardan sonra­ki dönemde, dinamik psikiyatriye kendi yapısına uygun önem­li bir katkıda bulunamamıştı. İki İsviçreli psikanalistin, sonra­dan varoluşçu psikiyatri adını alacak yaklaşımın temelini Heidegger'le yaptıkları çalışmalar sonucu oluşturmalarının, psiko­terapi alanına kattığı taze kan bu genellemenin dışında değer­lendirilebilir. Buna karşılık, 1950 sonrası Avrupa psikiyatrisin­de psikofarmakoloji alanında ciddi çalışmalar yapılmakta ve edinilen sonuçlar, ruhsal bozuklukların kimyasal yoldan tedavi­sinde Atlantik'in her iki yakasında da kullanılmaktaydı. Aslında Amerika'da bile psikiyatrinin biyolojik yönlerine ilgi azalma­mıştı ve bu ülkede 1954'te "Society for Biological Psychiatry" adlı bir demek kurulmuştu.

İlk Dünya Psikiyatri Kongresi 1950'de Paris'te yapılmış ve bu toplantıların altı yılda bir tekrarlanması kararlaştırılmıştı. Bu kongreler 1961'de Dünya Psikiyatri Demeği'nin kurulmasına yol açtı. 1977'de derneğin 60 ülkede 76 şubesi vardı ve toplam iiye sayısı 60 bin idi. Giderek, coğrafi bölgelere ve alt uzmanlık alanlarına göre kongreler ve sempozyumlar da düzenlenmeye başlandı. Birleşmiş Milletler'e bağlı bir örgüt olan Dünya Sağ­lık Teşkilatı'nda kurulan Ruh Sağlığı Bölümü, araştırma ve uy­gulamalarda eşgüdüm sağlanması konusunda önemli bir rol oy­namaya başladı, ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerinin sürdürülen programlara daha etkin bir biçimde katılabilmelerine de katkıda bulundu. Bütün bu gelişmeler sonucunda, Kraepelin'den bu ya­na ilk kez dünyanın çeşitli yerlerindeki psikiyatristlerin ortak bir kavramsal dile kavuşmaları konusunda bir umut belirdi.

Psikiyatrik sınıflandırmanın evrenselleştirilmesi konusun­daki ciddi çabalar önce Dünya Sağlık Örgütü'nden geldi ve gü­nümüzde uygulanan biçimiyle ICD-9 başlıklı standardizasyon bu konuya gerçekten önderlik etti. Amerikan Psychiatric Association, Dünya Sağlık Teşkilatı'nın bu girişimleri üzerine, önce­leri kendi ülkesine dönük sürdürdüğü çalışmalarını evrenselleş­tirme çabalarına girişti ve bugünkü biçimiyle DSM-3R olarak bilinen sınıflandırma da dünyanın birçok yerinde yaygın bir bi­çimde uygulanır oldu.

Biraz tarih duyusu olan biri, psikiyatrinin bir süre daha şu ya da bu yana çekilebileceğini görebiliyor. Çünkü son yıllarda ruhsal bozuklukların tanımlanmasında evrensel kavramların kullanılmasından öte bir amacı olmaması gereken bu gelişme­leri, katı bir remedikalizasyon modeli içine yerleştirme eğilimi belirmeye başladı. Neo-Kraepelinizm de denilen bu eğilim, as­lında Amerikan psikiyatrisinin geçmişteki sulandırılmış duru­muna karşı geliştirilmiş bir tepki görüntüsünde. Kendisini baş­ka türlü yenileyemeyen bazı psikiyatristlerin bu olguya fanatik bir biçimde tutunarak öncü ve yenilikçi bir kimlik edinmeye ça­lışmaları da, psikiyatrinin temelinde oluşagelen dönüşümler karşısında pek uzun ömürlü olmayabilir.

Üstelik Neo-Kraepelinizm'i biyolojizm denilen ve tanımı pek de net olmayan bir kavramla özdeşleştirme eğilimleri de gözlemlenmekte. Bunda doğal olarak abartılı bir remedikali­zasyon modelini destekleyen dev ilaç endüstrilerinin de etkisi olabilir. Çünkü bu eğilimde olanların biyolojizm ile tanımla­mak istedikleri olgu daha çok psikofarmakolojiye yönelik. Ruhsal bozuklukların kimyasal yoldan tedavisini tanımlayan psikofarmakoloji ise, tıbbın farmakoloji dalının konusu, dolayı­sıyla psikiyatri mozayiğinin yalnızca bir parçası.

Oysa günümüzde psikiyatrinin hareket etmeye başladığı doğrultunun temel belirleyicileri, tıp bilimlerinden çok, biyolo­ji ve hatta onun da ötesinde fizik kökenli. Dolayısıyla psikiyat­ri remedikalize edilirken, onu kendisine dar gelecek bir giysi­nin içine sokma yanılgısına düşmemek gerekir. Tıbbın diğer dalları organlar ve organ sistemlerinin bozukluklarıyla ilgilenir. Oysa fiziğin süreç bilimine dönüştüğü bir dönemin anlayışıyla değerlendirdiğimizde, beyin bir organ değil, bir süreçtir. Bu ne­denle onu diğer organ sistemleriyle aynı potaya koyarak değer­lendirenleyiz. Neden felsefe çerçevesinde nörofılozofı diye bir alan oluşmakta da, karaciğer felsefesi diye bir alan oluşmuyor?

Eğitimimin bir bölümünü aldığım New York'taki Bellevue Medical Center'da iç hastalıkları bölümünden bir intern (dip­loma öncesi yılındaki tıp doktoru) ile bazı hastaları ziyaret edi­yorduk. Intern'in benimle birlikte oluşunun nedeni, serviste ya­tan ve iç hastalıkları yönünden de bazı rahatsızlıkları olan has­talar hakkında bana bilgi vermekti. Sıra, bir ayı aşkın bir süre­dir hastanede yatmakta olan şişman bir siyah hastaya gelmişti. Adını hâlâ hatırlıyorum, doğal olarak: Napoleone Bonaparte. intern hastadan yana hiç bakmaksızın, yatağın ucundaki dos­yadan laboratuvar bulgularını değerlendirerek bana hasta hak­kında bilgi verdi ve yine sırtı hastaya dönük olarak bir başka yatağa doğru yürümeye başladı. Birden durdum ve ona bu has­taya en son ne zaman dokunduğunu sordum. Dürüstçe, hasta­neye yattığı günden bu yana ona hiç dokunmamış olduğunu söylediğinde, hoş olmayan bir tepki verdiğimi hatırlıyorum.

Sonradan intern'in de, daha önce fark etmemiş olduğu bir olgu ile birden yüzleşmiş olmanın üzüntüsünü içtenlikle yaşadı­ğını fark ettim. Sürekli, "O kadar haklısınız ki!" diyordu. Çalış­mamıza ara verip birlikte kahve içmeye gittik ve bu konuyu hiç konuşmadık. Onun kadar olmasa bile, olaydan ben de etkilen­miştim. Onun davranışını ben de göstermiş olabilirdim. Çağdaş tıbbın bazen ne denli mekanik olabileceğini ilk kez fark ediyor­dum ve bu, olayın benim için de düşündürücü bir yanıydı. Son­raki meslek yaşamımda ne kadar etkili oldu bilemem, ama ben bu olayı çok canlı bir anı olarak bugüne kadar taşıdım.

Yüzyılın ilk yarısında hekim-hasta ilişkisinin sıcak bir pay­laşmayı da içermiş olduğunu sanıyorum. Yaşadığımız narsisizm çağında ise, karşılıklı benimsemeyi de içeren hekim-hasta iliş­kisine kolay rastlanmaz oldu. Gelişmiş ülkelerde sistem, birey­lerin yaşamına ve sağlığına ülkemizdekine oranla daha çok de­ğer veriyor; sağlık personeli görev sorumluluğu ve disiplini yö­nünden genellikle üstün nitelikli. Ancak ilişkilerin TV'de göste­rilen hastane dizilerindeki gibi yaşandığını sanmıyorum.

Hekimle hasta arasına şimdi araçlar, laboratuvarlar ve diğer teknoloji ürünleri girdi. Yaşam temposunun hızı ve hekim başı­na düşen hasta sayısının artması ilişkiye zaman bırakmıyor. An­cak belki de en önemlisi, insanların narsisistik dünyaları içinde giderek artan oranlarda kilitlenmeleri ve sistemin yarışmaya yönelik beklentileri içinde sürüklenip gitmeleri. Tabii bu konu­da, niyet iyi de olsa, hiçbir meslek grubunun bir ayrıcalığı ola­maz, hekimlerin de.

Bunu aşabilmek için bazı gelişmiş ülkeler, toplum hekimli­ği çerçevesinde, eski aile doktoru modelini yeniden canlandır­ma çabasındalar. Ancak bu nostaljik olgunun ısmarlanarak ya­şanabilmesi çok zor. Nitekim 1985 yılında Salzburg'da, bu ko­nuyu da içeren bir toplantıda edindiğim izlenim bu görüşümü doğrular nitelikteydi. Örneğin ABD modelinde uygulayıcıların ilgisi, sağlık hizmetleri üstlenilen bireylerin kendine özgü ger­çeklerinden çok, programın biçimine yönelikti.

Tıbbın bütünü içinde psikiyatrinin bu yönden kendine özgü bir konumu var. Çünkü psikiyatride, tedavi edenin kişilik özel­likleri ve insan olarak birikimi, diğer tıp dallarından çok daha önemli bir tedavi aracı. Onun için, günün modası ne olursa ol­sun ve insan, insan olarak bugünkü özelliklerini sürdürdükçe bu faktörün göz ardı edilmesi mümkün olmayacak. Doğu felsefele­rinin uzun zaman önce ulaştığı bilgeliği teknoloji çağının gör­mezden gelmesi, kendi tarihinin ve evriminin birikiminden yok­sun bırakılan insana derin bir mutsuzluk yaşatabilir yalnızca.

Varoluşçuların being there deyimiyle açıkladıkları gibi, in­san ancak binleriyle ya da bir şeylerle, yani dünyasıyla "birlik­te varolarak" kendisini algılayabilen ve yaşamına anlam verebi­len bir varlık. Onun için tedavi süreçleri de "tedavi eden ve edi­len ikilisi"nin yaşantılarını içermek durumunda. Tabii ilişkiye dayalı bu tür uygulamaların, biyolojideki gelişmelerin oluştura­cağı bir zemin üzerinde yeniden değerlendirilerek, farklı bir saygınlık edinmeleri yolunda çaba gösterilmesi koşuluyla.

Bu özelliklerinin yanı sıra, psikobiyolojideki gelişmeler doğrultusunda bir süreç bilimi olmaya da aday görünen psiki­yatriyi abartık bir remedikalizasyon modeline sıkıştırmaya ça­lışmak, geçmişte öğrenilenlere ve öğrenmeye hazırlandığımız bilgilere miyop gözlerle bakmak olmuyor mu? Psikiyatrinin fizyoloji, biyokimya, genetik ve biyoloji gibi alanlardan fazla kopuk bir dönem geçirmiş olması sonucu yaşanan kargaşanın üstesinden gelmek, onu organ bozukluklarıyla ilgilenen bir ku­lübün üyeliğiyle sınırlayarak gerçekleştirilebilir mi? Önümüz­deki yıllar bu sorulara açık cevaplar getirecek gibi.

Varoluşçu Psikiyatri*

PSİKİYATRİDE varoluşçuluk, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıl­larda Batı Avrupa'da belirmeye başlayan ve giderek Amerika kıtasında da yaygınlaşan bir yaklaşımdır. Psikanaliz ve psika­nalitik kökenli psikoterapi temelinde, Heidegger'in Ontoloji de­nilen düşünce ekolünden esinlenerek geliştirilmiş bir tedavi tu­tumunu tanımlar. Bu nedenle, aralarındaki ilişkiye rağmen, va­roluşçu felsefe ile karıştırılmaması gerekir.

Frankl'ın dile getirdiği gibi, dünyadaki varoluşçu psikiyat­risi sayısı kadar varoluşçu psikiyatri yaklaşımı olduğu söylene­bilir. Ancak genelinde bir değerlendirme yapıldığında, Avrupa­lI varoluşçu psikiyatristler ile Amerika'daki meslektaşlarının bir bölümü arasında, kültürlerinden ve tarihlerinden kaynaklanan bazı anlayış farklılıkları olduğu düşüncesindeyim. Özellikle de Amerikan kültüründe sık gözlemlenen "popülarize etme" eğili­mi yönünden.

Bu konuda tutucu sayılabilecek bir tavır içinde olmamın nedeni, varoluşçu psikiyatrinin doğası gereği popülarize edile­meyeceğine ve denendiğinde de başka bir şeye dönüşeceğine inanıyor olmam. Bu nedenle, Amerikan literatüründe bu konu­da yazılmış çok önemli yapıtlar dışında, biraz sulandırılmış bir biçimde sunulan bazı kitap ve makalelerin varoluşçu psikiyat­riyi gereğince yansıtmadığı inancındayım. 1960'11 yıllarda

* Bu bölümde varoluşçu psikiyatrideki bazı temel kavram vc tanımları açıklarken, May, Angel ve Ellenberger'in editörlüğünü yaptığı .... ad­lı kitabın başında Rollo May tarafından yazılmış olan "Sunuş" bölümünden ve Martin Heidegger'in Varoluş ve Zaman adlı yapıtından yararlanılmıştır. Amerika'da moda olan ve kendilerini "hümanistik psikoloji" olarak adlandıran akımlan varoluşçulukla aynı kefeye koyma eğiliminde olan bazı yüzeysel değerlendirmeler ise, kategori hatası olmaktan öte bir bilgisizlikle açıklanabilir.

Psikiyatrideki konumu açısından değerlendirildiğinde, va­roluşçuluk bağımsız bir tedavi "ekolü" değildir. İnsanı anlama çabasında, geleneksel psikolojik tedavilerin alışılagelmiş gele­neksel yöntemlerinden temelden farklı bir "tutum"dur. Bağım­sız bir psikolojik tedavi ekolü olarak nitelendirilmemesinin ne­deni sistematik bir kişilik kuramını içermemesidir. Bu nedenle, varoluşçu tutumu benimseyen psikiyatristlerin çoğu, çalışmala­rında psikanalitik kökenli kuramlardan yararlanırlar.

Varoluşçu psikiyatri üzerine ayrıntılı bir tartışmaya girme­den önce, kıyaslama zemini hazırlayabilmek ve konuya aşina olmayan okuyucumu biraz olsun aydınlatabilmek amacıyla, psikanalizi kuram ve yöntem açısından kısaca hatırlatma gere­ğini duyuyorum.

Öncelikle, olası bir kavram karışıklığına karşı önlem ola­rak, terminoloji yönünden bazı açıklamalar yapmanın yararlı olacağı düşüncesindeyim. îlerki tartışmalarımızda, Freud'un geliştirmiş olduğu özgün kişilik kuramı ve tedavi yönteminden "klasik psikanaliz" diye söz edilecektir. Freud'dan sonra, klasik psikanalizin eksik kalmış yönlerini tamamlayan ve bu kurama, ihtiyacı olan esnekliği kazandıran çalışma grubu, başlangıçta kendilerini adlandırdıkları gibi "ego analistleri" olarak anıla­caktır. Tedavi uygulamalarında klasik psikanalitik yöntemin ru­hunu korudukları halde, bunu daha az yoğun ve sınırlı bir bi­çimde uygulayan yaklaşımlardan "psikanalitik psikoterapiler" diye söz edilecektir. Klasik psikanalizin türevleri olan ama on­dan temel bazı farklılıklar gösteren ekoller ve yaklaşımlar ise kurucularının adlarıyla anılacaktır: Jung, Adler, Homey, Sullivan, Fromm ve Rado gibi.

Kişisel bakış açımın doğal bir gereği olarak, klasik psikana­lizi kişilik kuramı ve tedavi yöntemi olarak ikiye ayırarak de­ğerlendirme eğilimindeyim.

Klasik psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı gü­cün birbiriyle etkileşiminin bir ürünüdür. İçerdikleri istekleri, bencilce ve anında giderme eğiliminde olan biyolojik dürtüleri içeren "id" ile şartlanmalar sonucu içerikleştirilerek benliğe mal edilmiş toplum normlarını ve beklentilerini simgeleyen "süperego", birbirlerine karşıt talepleri dolayısıyla sürekli bir çatışma durumundadır. Bu karşıtlık arasında bir uzlaşma sağla­maya çalışan "ego", üçüncü bir güç olarak bebeklikten yetişkin­liğe doğru gelişir ve kişiliğin dış dünya ile ilişkilerini düzenler. Klasik psikanalizin tanımlamış olduğu ego, id ile süperegonun talepleri arasında sıkışmış bir güçtür. Bu nedenle ego, bir insan­dan diğerine değişebilen oranlarda anksiyete yaşar ve bu anksiyetenin yoğunluğunu azaltabilmek amacıyla bilinçdışı dünya­sında bazı "savunma mekanizmaları" geliştirir. Savunma meka­nizmaları, insanın dıştan gözlemlenebilen davranışlarını önem­li ölçüde yönlendirirler.

Böyle bir kişilik kuramı, birbiriyle sürekli etkileşen güçle­rin oluşturduğu dinamik bir yapıyı tanımlamakla birlikte, kişi­liği belirli bir yapı içinde sınırlanmış olarak kabul ettiği için, ucu kapalı ve kaderci olarak nitelendirilebilir. Freud'un insan kişiliğini kapalı bir sistem olarak tanımlamasında, mesleki for­masyonunu oluşturduğu dönemde laboratuvarında çalıştığı Brucke’nin etkisi olduğu söylenir. Brucke o dönemde, beyin hücrelerinin işleyiş biçimini "belirli ilkelerle çalışan dinamik güçler ve enerjiler"le açıklamıştı.

Eğer Freud insan kişiliğini, kendisini sürekli yineleyen bir durumlar dizisi olarak tanımlamak yerine, her an kendini yara­tabilme potansiyeline sahip ucu açık bir süreç olarak tanımlaya­bilmiş olsaydı, bugünkü gelişmelere uyarlanabilmesi de daha kolay olurdu. Buna karşılık, eleştirilere uğramış olsa da, Freud'dan bu yana psikanalitik kişilik kuramının "yerini alabile­cek" bir başka kişilik kuramının geliştirilememiş olması tabii ki düşündürücü.

Klasik psikanalitik kişilik kuramının bazı çekincelere rağ­men günümüzde de geçerliğini korumasına karşılık, aynı şeyi klasik psikanalitik tedavi yöntemi için söyleyebilmek biraz zor. Bir insanın diğerini anlayabilmesi temeli üzerinde hareket eden psikolojik tedavilerin ancak bazı "teknikler" aracılığıyla gerçek­leştirilebileceğini savunan bir yaklaşım, her şeyden önce günü­müz gerçeklerine pek uymuyor. Ancak Freud'un, yaşadığı döne­me egemen olan geleneksel tıp anlayışının etkisinde kalmış ol­masını doğal karşılamak gerek. Belki tıptan da öte bir genelle­meyle, psikanalitik tedavi yaklaşımını geleneksel bilimsel me­todolojinin bir ürünü olarak değerlendirmek de mümkün.

Geleneksel bilimsel yöntemler genellikle felsefi varsayım­lar üzerine geliştirilirler. Geliştirilen yöntemle yapılan gözlem sonucu elde edilen veriler araştırılmak istenen gerçeklere uy­muyorsa, o yöntemden vazgeçilir ve bir başkası aranır. Böyle bir yaklaşımda gözlemi yapan kişi ya da kişilerin algıları, baş­langıçta geliştirilmiş olan varsayımlar tarafından sınırlanmış olur. Bir ya da birkaç öğeyi, bütününden soyutlayarak ve dıştan gözlemleyerek inceleme biçimindeki bu bilimsel çalışma türü­nün başlangıcı on yedinci yüzyıla kadar gider. O dönemde Ba­tı kültüründe ortaya çıkan ve olguları "özne ile nesne" diye ayı­rarak inceleyen bu yaklaşım, günümüzde de bilim dünyasında­ki egemenliğini sürdürmekte. Bir başka deyişle, günümüzde çoğunluğun kullanmakta olduğu yöntemler genellikle bir özne (gözlemci) ve nesne (gözlemlenen) İkilisini içerir.

Doğal olarak aynı durum, yüzyılın başlarında bilimsel bir disiplin olarak ortaya çıkan psikanaliz için de geçerliydi. Freud, insanın kişilik yapısını oluşturan dinamik güçleri, kendi kişiliği­ni inceleyerek tanımlamaya çalışmış ve bu yoldan edindiği veri­ler, kendisine tedavi amacıyla başvuran kişileri anlayabilmesin­de ona ışık tutmuştur. Dolayısıyla klasik psikanalitik kişilik ku­ramı, önemli ölçüde Freud'un ampirik çalışmalarından kaynak­lanmıştır. Buna karşılık, tedavi yöntemi olarak psikanaliz, belir­li ilkelere ve tekniklere bağlı kalmıştır. Bu ilke ve teknikler, yu­karıda sözü edilen özne (psikanalist)-nesne (analize gelen kişi) ayrımını içerir. Üstelik insanın ancak psikanaliz denilen "tek­niklerin" uygulanmasıyla anlaşılabileceği görüşündedir.

Varoluşçu psikiyatrinin kurucularından Binswanger'e göre, geleneksel bilimsel yöntemler psikiyatride uygulandığında, bu verilerin sağlıklı olarak derlenebilmesini ve tedaviye gelen ki­şinin yaşadıklarının anlaşılabilmesini engeller. Bu nedenle te­daviye gelen kişileri kendi hazır kavramlarımızın ya da beklen­tilerimizin çerçevesine sokmamamız gerekir. Binswanger'in sözleri doğrultusunda değerlendirdiğimizde, klasik psikanalitik tedavilerin yalnızca "bazı durumlar" için geçerli olmasının ne­deni de daha kolay açıklanabilir. Üstelik psikanalitik teknikle­rin, kesin ve kategorik bir biçimde uygulandıklarında, tedavinin gelişmesini ve etkili olabilmesini engelleyebildikleri de bilin­mektedir.

Daha önce de belirtildiği gibi, psikanalitik kişilik kuramı da psikanalitik tedavi yöntemleri gibi, kişiliği bölümlere ayırıp in­sanı kavramlar içine yerleştirmeye çalışması nedeniyle ilk ba­kışta eleştirilebilir ve nitekim de böyle olmuştur. Ancak, acaba Freud kişiliği bölümlere ayırmaya mı çalışmıştır, yoksa insan evriminin on dokuzuncu yüzyıl sonlarında ve sonrasında geldi­ği aşama sonucunda kişiliğin birbirine yabancı bölümlere ayrıl­masını ve birbirine yabancılaşmış bu bölümlerin arasındaki ça­tışmanın trajedisini mi anlatmaya çalışmıştır? Varoluşçu psiki­yatrinin önde gelen uygulayıcılarından ve yazarlarından Rollo May'in ortaya attığı bu sorunun gerçekten de üzerinde durmaya değer. Çünkü insanı zihin-beden dualizmi çerçevesinde değer­lendirme alışkanlığında olan geleneksel tıbbın etkisinde kalmış görünümüne karşın, Freud'un kişilik kuramı, insan zihninin "di­namik yapısı"nı ilk kez ortaya koymuş ve o zamandan bu yana, bu konuda daha iyi bir model geliştirilememiştir. Belki de bun­dan ötürü, beyin biyolojisine ilişkin çalışmalar ışığında yeniden incelenip değerlendirilme gereği duyulan tek psikolojik kişilik kuramı Sigmund Freud'unki olmuştur.

Yüz yılı aşkın bir süre önce DanimarkalI yazar Kierkegaard'ın o döneme egemen olan katı mantıkçılığa şiddetle karşı çıkması, varoluşçu düşüncenin bilebildiğimiz başlangıç noktası­nı oluşturmaktadır. Hegel'in gerçekliği soyut kavramlarda ara­masını bir yanılgı olarak nitelendiren Kierkegaard'a göre gerçek, insan kendisini davranışlarıyla yarattığında ortaya çıkar. Gerçe­ği yalnızca, düşünerek varolabileceğine inanılan insanda aramak ve onu ölçülebilir ve denetlenebilir bir nesne olarak değerlendir­mek, günümüzün kolektivist dünyasına oldukça egemen bir yak­laşım. İnsanı isimsiz birimlere indirgeyen bu eğilime karşılık, Kierkegaard'dan bu yana güçlenerek gelişen ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Jean-Paul Sartre ve Albert Camus'nün yapıtla­rında "varoluşçuluk" adını alan bir akım, günümüz insanının içinde bulunduğu bu açmaza karşıt bir seçenek getirir nitelikte. Ayrıca Nietzsche, Dostoyevski, Kafka gibi geçmişten bazı ya­zar ve düşünürler de Feuerbach'ın, "Bir düşünür gibi düşünme! Yaşayan, gerçek bir varlık olarak düşün!" sözlerinde somutlaştırılabilecek olan bu akımın birer parçası olarak kabul edilirler.

Varoluş bilimi ontolojidir ve Yunancada varolma anlamına gelen "ontos" sözcüğünden türetilmiştir. Varoluş (existence) te­rimi Latincedeki "ex-sistere" kökünden gelir ve belirmek, orta­ya çıkmak anlamına gelir. Dolayısıyla ister felsefi ister psiki­yatrik açıdan olsun, bu yaklaşım, insanı bir birimler ve meka­nizmalar topluluğu olarak açıklamak yerine, öylece "olmakta olan" bir varlık olarak anlamaya çalışır. Böyle bir tutum, varo­luşçu psikiyatristlerin, davranışların gerisindeki dinamik güçle­ri ve mekanizmaları incelemekten vazgeçmeleri anlamına gel­mez. Ancak bunu yaparken, "doğru" görünen şeylerin "gerçek" olmayabileceğini de göz önünde bulundururlar.

Varoluşçu düşünürler mantık karşıtı da değildirler. Günü­müzde oldukça yaygın olan ve düşünceden çok davranışlara öncelik tanıyan entelektüalizm karşıtlığının varoluşçulukla ka­rıştırılmaması gerekir. Varoluşçuluk hem öznelliğin hem de nesnelliğin altındaki gerçeği araştırır. Yalnızca insanın yaşadıklannı değil, bunları yaşayan, yani yaşananları yaratmakta olan insanı da inceler. Gerçek, "yaşanan anda" insanın kendi dünya­sında yaşananlardır.

Bir düşünüş olarak varoluşçuluk, Batı kültüründe yaşanan krizlere bir yanıt olarak kendiliğinden ortaya çıkmış, edebiyat ve resimde olduğu gibi felsefedeki düşünce üretenler de, birbir­lerinden habersiz benzer görüşlere doğru hareket etmişlerdir. Örneğin çağdaş varoluşçu düşüncenin babası sayılan Martin Heidegger, en önemli yapıtı olan Varoluş ve Zaman'ı 1927'de yayımlamıştır. İspanyol düşünürü Ortega y Gasset ise Heidegger'inkine çok benzeyen düşüncelerini, onun bu çalışmasından haberdar olmaksızın 1924'te açıklamıştır.

Varoluşçu felsefenin psikiyatriyle buluşması İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. İsviçreli psikanalistler Medard Boss ve Ludwig Binswanger, "Daseinanalysis" adıyla geliştirdikleri te­davi yaklaşımıyla varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılırlar. Bu iki hekim, klasik psikanaliz uygulamalarında kullanılan tek­niklerin, kendilerine başvuran kişilerin yaşadıkları sorunlara çözüm getirmede giderek yetersiz kaldığını gözlemlemişler, bunun üzerine psikanaliz ile Heidegger'in ontolojisinin bir sen­tezini oluşturma arayışına girişmişlerdi. Heidegger'in Güney Almanya'da, İsviçre sınırına yakın bir bölgede yaşaması, Boss ve Binswanger'e ona zaman zaman doğrudan danışabilme im­kânını sağlıyordu. Bu ortak çalışma sonucu psikoterapi alanına, çağdaş insanın kendine özgü sorunlarına ve beklentilerine uy­gun çok önemli bir boyut kazandırılmış oldu.

Ancak bu iki hekimin "Daseinanalysis"i psikiyatri dünyası­na sunmaları da, bir başlangıç noktası olmaktan çok, süregelen oluşumun bir aşaması olsa gerek. Yeryüzünün başka yerlerinde de bir felsefe ekolüne yakınlaştıklarının farkına varmadan ya da adını koymaksızın benzer doğrultuda hareket etmiş olan bazı psikiyatristler yaşamış ve yaşıyor olabilirler. Çünkü varoluşçu psikoterapi, belirli kişilerin değil, çağın bir gereği ve ürünü ola­rak ortaya çıkmıştır.

Binswanger, Boss ve May'in ilk yapıtlarıyla bir psikiyatrisi adayı olarak yurt dışında eğitim gördüğüm yıllarda karşılaştım, ilk önce Boss'un Psychoanalysis and Daseinanalysis ve May'in Existence adlı kitaplarını okudum. Yeterli yaşam ve meslek de­neyimim olmadığı için okuduklarım düşünce düzeyinde kaldı, özümseyemedim. Dinamik psikiyatrideki eğitimim psikanalitik yönelimliydi. Önce Sandor Rado'nun, daha sonra kısmen de Ka­ren Horney'in öğrencilerinden etkilendim. Bu bir başlangıç oldu ve uzmanlık eğitimimi tamamladıktan sonra da psikoterapi ala­nındaki çalışmalarım uzun bir süre bu ekollerin etkisinde kaldı.

1970 yılında Uluslararası Psikoterapi Kongresi Milano'da yapıldı ve ben de oradaydım. O günlerde Batı dünyasında ya­şanmakta olan kolektif toplumsal bunalıma orada, psikiyatri ve psikoterapi alanlarına yansıyış biçimleriyle tanık oldum. Kong­rede varoluşçu psikiyatriyle ilgili bir bölüm yoktu, ama son gün Medard Boss, İsviçre’den gelerek bir konuşma yaptı. Anlattık­larının önemli bir bölümünü kavrayamadım. Çeviri yetersizliği sandım, sonra bir AvusturyalI meslektaşım da izlerken zorlan­dığını söyledi. Alman felsefe dilini kullanmış.

Yetmişli yılların başlarında, iyi niyetime ve çabalarıma kar­şın psikoterapi uygulamalarımda hoşnutsuzluk yaşamaya baş­ladım. Sanki bilinenler yeterli değildi, ama eksik olanı tanımlayamıyordum. Gerçi alışılagelmiş tekniklerin dışına çıkıp bazı doğaçlamalar yaptıkça ve tedavi ortamında arada bir içimden geldiği gibi davrandıkça daha gerçek bir şeyler yaşanıyormuş gibi geliyordu, ama yapısallaşmış tekniklerin uygulandığı, tutu­cu sayılabilecek bir eğitim görmüş olduğumdan zaman zaman da olsa çizgi dışına çıkmanın tedirginliğini yaşıyordum. (Daha sonraları, bu zorlanmamın tedavi odasında yaşananları kav­ramlara yerleştirmeye çalışmaktan ve hâlâ etkisinde olduğum geleneksel tıbbın koruyucu yapısına sığınmaktan kaynaklandı­ğını fark edecektim.)

1973 yılındaki kongre Oslo'da yapıldı. Bu kez varoluşçu psikoterapi üzerine bir oturum vardı ve üstelik en fazla katılım­cı toplayan etkinlik oldu. Ortam kısa bir süre sonra böylesi kongrelerde alışılagelmiş törensel oturumlardan farklı bir foru­ma dönüştü. Konuşulanları izlemekte güçlük çekmediğim gibi, bunların önemli bir bölümünde, zihnimde oluşan bazı soruların karşılığını da bulabildiğimi fark ettim.

Kendiliğimden hareket etmeye başladığım ya da hareket et­me eğilimi gösterdiğim yönde, farklı ülkelerden ve kültürlerden başka meslektaşlarımın bulunduğunu gözlemlemek, üstelik bu­nun "meşru" bir adının da olduğunu öğrenmek, bana içinde bu­lunduğum çerçeveden çıkabilme yürekliliğini sağladı sonradan. Giderek, hızla değişen bir dünyada böylesi bir dönüşümün ça­ğın bir gereği olduğunu anlamaya başladım. İlginç olan, varo­luşçu psikiyatri konusunda birkaç kitap okumuş olmama rağ­men, çalışmalarımda belirmeye başlayan farklılaşmanın adının bu olduğunu anlayamamış olmamdı. Düşünce düzeyinde öğre­nilenlerle yaşananlar arasında zaman zaman ortaya çıkan ko­puklukları sergileme açısından öğretici bir deneyimdi bu.

Varoluşçu psikoterapi bir yöntem değil, tutumdur. Daha ön­ce de belirttiğim gibi, yeryüzünün çeşitli yerlerinde kendisini varoluşçu olarak nitelendirmediği halde ya da yaklaşımının böyle adlandırıldığını fark etmeksizin bu tutumu benimsemiş birçok psikiyatrisi olabilir. Çünkü psikoterapide varoluşçu tu­tum, kuramsal bir noktadan hareketle ya da yalnızca eğitimle edinilebilecek bir özellik değildir. Terapistin kişiliğinde belirli bir birikim sonucu oluşur ya da oluşmaz. Orta yaşlardan önce ortaya çıkabilmesi oldukça zordur. Zen öğretisinde dendiği gi­bi: "Senin içinde büyümedikçe o bilginin sana yararı olmaz."

Oslo dönüşü tedavi ortamındaki tutumumun değişmesi bir­den gerçekleşmedi. Gerçekleşemezdi. Heidegger, May, Boss, Binswanger ve Van Kaam'ı, fenomenolojiyle ilgili bulabildiğim kitap ve yazıları okumaya başladım, daha önce okuduklarımı bu kez farklı bir içgörü ile algılayarak. 1975'te, Paris'le yapı­lan psikoterapi kongresinin ardından, vaktiyle eğitimimi gör­müş olduğum New York'a gittim.

Varoluşçu psikiyatri alanında New York önemli bir merkez­di o günlerde. Gitmeden Rollo May'e yazıp görüşme talebinde bulunmuştum. Connecticut’a çekilmiş kitap yazıyormuş, ama bana New York'ta görüşebileceğim kişilerin adlarını ve adres­lerini gönderdi. Böylece varoluşçu psikiyatrinin New York'taki önde gelen isimlerinden Leslie Farber ile tanışmış oldum.

"1967 yazında Londra'daydım. Tavistoc Kliniği'nde tanıdı­ğım ve benim gibi orayı ziyaret etmekte olan MeksikalI genç bir psikolog, Freud'un hizmetçisi Paula ile tanıştığını ve o zaman­lar hâlâ hayatta olan Anna Freud Danimarka'da olduğu için, Freud'un yaşamının son dönemini geçirdiği evi birlikte görebi­leceğimizi söyledi. Tabii Anna Freud'un bu ziyaretten hiçbir za­man haberi olmadı. Paula, genç kızlığından bu yana Freud'larla birlikte yaşamıştı. Sevimli ve çok konuşkan bir Salzburgluydu. Sonradan bir yabancı dergide ondan söz edildiğini ve fo­toğrafını gördüğümü hatırlıyorum. Paula durmadan Freud'la ilgili anılarını anlatıyordu. Biri aklımda kalmış. Freud ne za­man Paula’yı canı sıkılmış görse, kitaplarından birini önce sak­lar, sonra da bulamadığını söyleyerek kitabı aramasını ister­miş. Tabii Paula kitabı bir türlü bulamaz, ama bu arada sıkın­tısını da unuturmuş.

"Ev, içinde insanların da yaşadığı bir müze gibiydi. Freud' un günlerinden bu yana eşyalar değiştirilmemişti. Sahibinden gizli ve izinsiz olarak bir eve girmiş olmanın maceracı heyeca­nı birden bir başka yoğun yaşantıya dönüştü, Paula ünlü ’couch'ı gösterdiğinde. Yirminci yüzyıl düşüncesini en çok etkile­miş olan kavramlar bu divanın üzerine uzanmış kişilerin yaşan­tılarından geliştirilmişti. Tarihle karşı karşıyaydım."

Daha az yoğunlukta olsa da benzer bir duyguyu Leslie Farber'ın West River Drive'daki ofisinde yaşadım. "Biliyor musu­nuz?" dedi bir ara, "Bu ofisin alt katı eskiden Erich Fromm'a aitti. Üzerinde oturduğunuz deri koltuk da ondan kalma. Gerçi kendisini öyle nitelendirmez, ama bana sorarsanız aslında o da bir varoluşçu sayılır." iki saate yakın ben sordum, o anlattı. "Tanıdığım üçüncü Türksünüz," dedi ve sonra arkamda kaldığı için daha önce görmemiş olduğum bir tabloyu işaret etti: Abidin Dino. Ertegün kardeşlerden biri ve Dino dostlarıymış. Bir­kaç yıl sonra mesleki bir nedenle yazışmamız gerekti, ama Dr. Farber'ı tekrar görmedim, yaşlıydı ve bugün hayatta değil. Onunla geçirdiğim iki saate çok şey borçluyum.

Dr. Farber'ı gördüğüm günün akşamı seyahat yönümü de­ğiştirmeye karar verdim. Bir hafta sonra o yıllarda çok "moda" olan Cari Rogers'ı ziyaret edecektim. Yazdıklarından çok, alt­mışlı yıllarda Amerika'nın aydın kesimi üzerinde yarattığı etki ilgimi çekmişti. Rogers'ın izleyicileri çoğunlukla psikologlar, eğitimciler, sosyal çalışmacılar ve arayış içinde olan bazı ay­dınlardı. Buna karşılık yapıtları psikiyatri alanında etki yarat­mamıştı. Ona bir özür mektubu yazarak gelemeyeceğimi bildir­dim ve yönümü Mexico City'ye çevirdim. Orada Erich Fromm'un kurduğu ve uzunca bir süre çalıştığı Instituto Mexicano de Psychoanâlisis'i ziyaret edecektim.

Sonradan karar değiştirmemin benim için ne denli yerinde olduğunu, meslek yaşamım sırasında karşılaştığım çeşitli olay­larda fark ettim. Fromm Meksika'dan ayrılmıştı ve İsviçre'de yaşıyordu. Orada tedavi olurken bir yandan da yazıyordu. Ama çalışma arkadaşları enstitüde Zen ile psikanaliz bileşiminden oluşan uygulamalarını sürdürüyorlardı. Enstitü bir kent büyük­lüğündeki Meksika Ulusal Üniversitesi'nin duvarlarının hemen dışındaydı ve bu fiziksel dışlanma, üniversite ve enstitü ilişkile­rinde de mevcuttu. Orada gözlemlediklerim oldukça ilginçti ve Zen’in, varoluşçuluğa Rogers'dan çok daha yakın olduğu izle­nimimi pekiştirdi.

Doğu'nun yüzyıllar önce cevaplamaya çalıştığı soruların Batı dünyasında ancak çok yakın bir geçmişte ortaya atılabilmiş olması tabii biraz düşündürücü. Özellikle uygarlığın ölçü-

sünün ne olup olmadığı yönünden. Gerçekten de Lao-Tzu ve Zen gibi Doğu düşünceleriyle varoluşçuluk arasındaki yakınlık, LaoTzu'dan şu alıntılarda görülebileceği gibi oldukça çarpıcıdır: "Va­roluşu tanımlamak sözcüklerin gücünün ötesindedir." "Kavram­lar kullanılsa da hiçbir zaman mutlak anlamlarım yansıtmazlar." "Yapmanın yolu olmaktır." "Varoluşunun derinliğini yaşamaya çalış, oradan uzaklaştıkça daha az öğrenirsin."

Varoluşçuluk ve Doğu felsefeleri arasındaki ortak yönler ben­zer sözcüklerin kullanılmasının da ötesindedir. Her ikisi de onto­lojiyle ilgilenirler ve insanın doğaya egemen olma çabalarının, onu yalnızca doğaya değil, kendine de yabancılaştırdığı görüşünü vurgularlar. Doğu düşüncesi hiçbir zaman Batı'da yaşanan öznenesne dualizminin kurbanı olmamıştır. Varoluşçuluğun aşmak is­tediği şey de işte bu dualizmdir.

Aslında varoluşçuluk ve psikanaliz aynı kültürel ortamda doğmuştur. Anksiyete kavramını Freud'dan önce işleyen tek kişi Kierkegaard olmuştur. Ölüme Dek Süren Hastalık adlı kitabı, anksiyetenin yanı sıra depresyon, umutsuzluk ve insanın kendine yabancılaşması konularını da içermiştir. Freud'dan oldukça önce Nietzsche de, içgüdüsel güçlerin engellenmesini, bireyin iç dün­yasını algılayamaması, güçsüz ve edilgin egonun özerkliğini yi­tirmesi sonucu oluşan bölünmelerle açıklamıştır. Rollo May'in Existence adlı kitabında belirttiği gibi, Kierkegaard, Nietzsche ve Freud birbirlerinden habersiz, benzer sorunları oldukça benzer bi­çimlerde tanımlamışlardı. Freud Nietzsche'ye büyük saygı duyar­dı, Kierkegaard'ın yazılarından ise habersizdi. Onları birleştiren, herhalde aynı çağın insanları olmalarıydı.

On dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında duyguların giderek çalış­ma tutkusuna ve katı ahlak kurallarına kanalize edilmesi, kişilik­lerin de birbirine yabancılaşmış bölümlere ayrılmasına neden ol­du. Giderek olması gerekeni yaşayan bir dünya oluştu. Kişilikler­deki bölünmeler, sanayileşmeyle birlikte, neden-sonuç yönünden birbirlerini karşılıklı etkileyerek günümüze kadar geldiler. Man­tık da yeni bir tür tekniğe indirgendi. Olması gerekeni yapalım derken, olmakta olanı yaşayamayan insanlar topluluğu ortaya çıktı. Bütün bunların sonucunda bilimde de benzer bir bölümleşme oldu. On dokuzuncu yüzyıl, Cassirer'in deyimiyle "özerk bilimler" çağı oldu. Her bir bilim dalı kendi yönünde ilerledi. Özellikle insanı konu alanlar, ortak ilkelere bağlı kalmaksızın geliştiler. Bunun sonucu oluşan kargaşa insanı anlayabilmemi­zi daha da zorlaştırdı.

Ancak insanın kendisini yöneten sistemler ağma isyan et­mekle yetinmesi, yaşamakta olduğu yabancılaşmaya çözüm ge­tiremez. İnsan ve geliştirmiş olduğu sistemler arasındaki iki yönlü etkileşim nedeniyle, bireye de içinde bulunduğu koşulla­ra rağmen kendini varetmeye çalışma sorumluluğu düşmekte­dir. Nitekim Kierkegaard, Nietzsche ve Freud'un ortak yönle­rinden biri de bilgilerini, tek bir olguyu, yani kendi kişiliklerini inceleyerek geliştirmiş olmalarıdır.

İnsanların bir dizi görevi yerine getirerek günlerini tükettik­leri ya da sistemin beklentileri doğrultusunda başarılı olma ve kazanma tutkusuyla yaşadıkları bir dünyada nasıl birey oluna­bilir? İnsanların hiçbir şeye gerçek anlamda bağlanamadıklan bir dünyada! "Mutlak bir nesnel gerçeğe ulaşmak tabii ki ola­naksız, üstelik birbirimize o denli bağlıyız ki, böyle bir şey ah­laka da uygun düşmezdi," diyor Rollo May ve "mutlak gerçek" yerine "ilgi" sözcüğünü öneriyor. İçsel yaşantılarının farkında olan bir insanın, dünyayla kurduğu ilişkilerinde içtenliği yaşa­yabileceğini vurgulayarak.

Kierkegaard diyor ki, "Gerçeğe öznel açıdan bakış, kişinin öznel olarak ilişkisine yönelmesini içerir. Bu ilişkide gerçeklik varsa, kişi gerçeği yaşamaktadır, ilişkide gerçek olmayan bir şeyler olsa bile." Şizofrenik bir varoluş içinde, gerçek olmayan dünyasıyla gerçek bir ilişki yaşayan kişi, çok sayıda biçimsel beraberliklerine karşın aslında yalnızca kendisiyle ilişkide olan birine oranla gerçeğe daha yakındır.

Çağdaş fizikçi Heisenberg'in '"İdeal bilim, insandan tüm­den bağımsız olanıdır' görüşü bir yanılgıdır" sözünde, iki yüz­yıldır sürdürülmüş bir geleneğin geçerliliği sorgulanmaktadır. Varoluşçu olarak nitelendirilmeyen Alfred Adler bile yüzyılın ilk yarısında, "Tedaviye gelen kişi ile tedavi eden kişi bir yaşan­tının yorumunda görüş birliğindeyseler, yapılan yorum yanlış da olsa bu önemli değildir," diyerek, gerçeğin ilişkideki gerçek­likte aranması gereğini vurgulamıştır. Bu yaklaşımı öznelcilik­le karıştırmamak gerekir. Kierkegaard'ın yaklaşımı, nesnelliği yitirmeden öznelliğe açılabilmeyi içerir. Nesnel gerçeğin ken­disinden çok, kişinin onunla nasıl ilişki kurduğu önemlidir ve ilişkiyi görmezden gelen bir varoluş gerçeği olamaz.

Tabii ki bu görüş, psikolojide de geçerli olan ve bir duruma katılmadığımız oranda gerçeği daha iyi gözlemleyebileceğimizi savunan geleneksel yaklaşımın tam karşıtı. Çünkü aslında, katıldığımız oranda daha yansız gözlemleyebiliriz. Bir başka deyişle, bir durumla ilişkide olmadığımızda gözlemlerimiz kendi kişiliğimizin yansımalarıyla sınırlanır. Kendi içimizde ki­litli kalarak dışımızdaki nesneleri ve olayları öylece gözlemle­riz ve sonuç yargılayıcı nitelikte olur. Katılmadığımız halde ka­tıldığımızı sandığımız yaşantılarımızın sayısı o kadar çoktur ki.

Varoluşçu psikiyatri bir kuram değildir. Daha önce de be­lirttiğim gibi, psikoterapistin tedaviye gelen kişiyle ilişkisinde­ki "tutum"unu tanımlar. Bu nedenle, varoluşçu terapistin bu tu­tumunu, belirli bir kuram ya da kuramlardan oluşan bir temel üzerinde geliştirmesi gerekir. Sağlam bir kuramsal temel ol­maksızın, yalnızca tedavi ortamındaki tutumla varoluşçu terapi uygulanamaz. Nitekim, varoluşçu psikoterapinin prototipi olan Daseinanalysis'i geliştiren Boss ve Binswanger psikanalisttiler ve Daseinanalysis, psikanalitik kuram ve uygulama zemininde varoluşçu bir tutumu tanımlamaktaydı. Bu nedenle, varoluşçu psikoterapi, spesifik davranış örüntülerinin ve bunların gerisin­deki dinamiklerin öğrenilmesini gerekli bulur. Ama bu bilgile­rin ancak, tedavi ortamında birlikte olduğumuz insanın varoluş yapısı içinde anlaşılabileceği görüşündedir.

Varoluşu bilinen kavramlarla açıklamak oldukça güç. Bu nedenle, burada okuyucuya bilimselliğin dışında bir şeyler an­latılmaya çalışılıyor izlenimi verilmiş olabilir. Çünkü içinde ya­şadığımız kültür, bir olguyu ancak parçalara bölünüp sayılabildiği zaman gerçeklik olarak kabul etme eğiliminde. Oysa bir in­san hakkında bilgi sahibi olmak, onu tanımak anlamına gelmez. Bu nedenle, varoluşçu psikoterapist, tedaviye gelen kişi hak­kında öğrenmiş olduklarından farklı bir düzeyde, onunla birlik­te o anda yaşananlara odaklaşır. Tabii ki bu, onun hakkında edi­nilen bilgilerle ilgilenmeme anlamına gelmez. Ama bir insanı tanımak, onunla aramızda oluşan "bağı" yaşamaktır. Çözüm­lenmesi gereken birtakım verilere indirgediğimizde ya da çev­resinden gelen birtakım etkilerle biçimlenen bir kil parçası gibi değerlendirdiğimizde, insan denen varlığı da yok etmiş oluruz.

Yüzyılın ilk yarısında, varoluşçu psikiyatrinin henüz ortaya çıkmadığı günlerde bile usta psikanalistlerden bazıları insan denen olgunun kavram ve teknikler içine sokulamayacağını fark etmişlerdi. Ünlü psikanalist Frieda Fromm-Reichmann bu­nu bir anısıyla dile getirmiştir. Vaktiyle kendisine tedaviye gel­miş olan biriyle yıllar sonra karşılaşan Fromm-Reichmann ona, tedavi süresince birlikte yaşadıklarından belleğinde kalan en canlı anının ne olduğunu sorar ve şu cevabı alır: "Bir gün bana son saatinizi vermiştiniz. Benden önceki randevunuz çık­tığında hava kararmıştı. Işıkları yakmak için ikimiz de duvar­daki elektrik düğmelerini arıyor, bir türlü bulamıyorduk..."

Yüzyılın ilk yarısından bir başka usta psikanalist Cari Gustav Jung da, "Kuramlarını iyi öğren, ama yaşayan ruhun muci­zesine dokunduğunda onları bir yana bırak!" derken, yaşayan süreçlerin kavramlar içine sokulmasının zorluğunu vurgulamış­tır. Nitekim Jung ekolünün günümüzdeki temsilcileri, onun gö­rüşlerini fenomenolojiye uyarlama yönünde çalışmalar yap­maktadırlar.

Varoluşçu psikiyatri "ben"in algılanabilmesi vc yaşanabilmeşine öncelik tanır. "Ben"i yaşayabilmek kişinin sorunlarına çözüm sağlamaz, ama çözüm için bir önkoşuldur. Bunu göz önünde bulundurmayan bir psikoterapinin başarısı biçimsel dü­zeyde kalır ve kişinin tedavi sonucu kendisinde keşfettiği "güç­ler", aslında ödünleyici nitelikte bazı yeni savunma sistemleri olmaktan öte bir anlam taşımayabilirler. Bu yeni sistemler kişi­nin kendisini daha iyi hissetmesini sağlayabilir, ama yaşadıkla­rı kendi varoluşundan kaynaklanmaz. İnsanın bir başkası tara­fından kabul edilmesinin, "ben"i yaşayabilmesini sağlayacağı yönündeki görüşler de genel bir yanılgıdır. Terapistin, kendisi­ne başvuran kişiyi "koşulsuz kabulü"nün, onun kendisini ger­çekleştirebilmesi için yeterli olduğunu savunan bazı psikotera­pi ekolleri ve hatta psikanalitik tedavilerde kişinin analistine karşı geliştirdiği "olumlu transferans" tepkilerine verilen önem de bu yanılgının bir parçasını oluşturuyorlar. Üstelik kişide te­mel "ihtiyacı"nın sevgi ve kabul olduğu biçiminde bir inanç ge­liştirilmesi, onun edilginleşmesine neden olabilir. Çünkü önem­li olan, kişinin kendi "ben"ini algılayışıyla ve kendi varoluş so­rumluluğunu yaşayış biçimiyle, bu kabul edilme gerçeğiyle ne yapacağıdır.

Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kita­bında, "Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz," der. Ger­çekten de insanın varoluşu, Nietzsche'nin sözleriyle "iyi ve kö­tünün ötesinde"dir. Katı kuralcılık ve yargılayıcı düşünce, "ben"i yaşayamamanın doğrudan bir sonucudur. Kendi seçim­lerinin hiçbir hükmü olmadığına inanmış bir insanın, benliğini egemen güçlere terk etmiş olmasının anlatımıdır. Bu, kültürde süregelen değerlerden tümden bağımsız olma anlamına gelmez, ama insan toplumsal normların getirdiği ölçülere indirgenemez.

Rollo May, "ben"in yaşanabilir olmasının, "ego”nun işlevi­ni yerine getirdiği anlamına gelmediği görüşündedir. Bir önce­ki bölümde de vurgulandığı gibi ego, kendisinden çok daha güçlü süreçler arasında sıkışıp kalmış, edilgin ve zayıf bir kişi­lik bölümüdür. Toplum ve onun temsilcilerinden gelen baskıla­ra karşı id'den türetilmiş bir öğedir. Kendisinden çok, geliştir­miş olduğu savunma mekanizmalarından ötürü önem taşır.

Buna karşılık, "ben"i yaşamak, bilinci, bilinçdışını ve insa­nın bütününü içerir. İnsanın içsel yaşantılarını fark edebilme­sinden de öte bir yaşantıyı tanımlar. Ego, kişiliğin dış dünya ile ilişki kuran "bölüm"üdür ve dış dünyanın bir yansımasıdır. Do­layısıyla ego, özne-nesne ilişkisindeki öznedir. Buna karşılık "ben" bir özne değildir, kendisini "o anda varolmakta olan" bir özne olarak algılayabilen bir yaşantıdır. Bu, dış dünyaya karşı oluşan bir yaşantı değildir. Çünkü "ben", gerektiğinde dış dün­yaya karşı tavır alabilecek bir kapasiteye sahip olmalıdır, ama bunun yanı sıra, "varolmamaya" karşı çıkabilme kapasitesini de içermelidir.

Varolmamak ya da "hiçlik (no-thingness)" varoluşçu psiki­yatrinin ilgilendiği en önemli sorunlardan biridir. Çünkü varol­mamak, varolmanın ayrılmaz bir parçasıdır ve varolmanın an­lamını kavrayabilmek, yok olmanın her an mümkün olabilece­ğini kavrayabilmiş olmayı içerir. İnsan, doğmuş olduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu, anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Ancak, birçok in­san bu kaygıyı yaşamamak için kolektif tepkiler ve tutumlar yı­ğını içinde eriyip yok olmayı seçer. Ölüm, varolmamanın en so­mut biçimidir, ama günümüz konformizmine kapılıp yok olma­ya karşı gelememe de bunun sık gözlemlenen bir başka biçimi: varolamayarak yaşamak.

Varolmamaya karşı gelebilmenin yollarından biri, anksiyetemizi, düşmanca duygularımızı ve saldırganlığımızı "kabul" edebilmektir. Burada kabul sözcüğü ile anlatılmak istenen, bu duyguları bastırarak kendi varoluşumuza yabancılaşmak yeri­ne, onlara katlanmak ve hatta bu duyguların gücünden mümkün olabildiğince ve yapıcı bir biçimde yararlanabilmektir. Anksiyete, düşmanlık ve saldırganlık yoğun bir biçimde yaşandığın­da ve insanın kendisiyle ve çevresiyle ilişkilerine egemen oldu­ğunda "ben"i yok edebilir. Ama varoluşu korumak amacıyla, bu duyguların yaşanabileceği durumlardan sürekli kaçınmaya ça­lışmak, Nietzsche'nin "iktidarsız insanlar" olarak nitelediği tür­de cılız ve gerçekdışı bir "ben"in yaşanmasına neden olur.

Bu aşamada Otto Rank'tan söz etme gereğini duyuyorum. Rank'ın psikoterapi kuramı tarihinde oldukça seçkin bir yeri vardır. Ancak yaklaşımı, yüzyılın ilk yarısındaki psikanalitik çevrelerce bilimsellikten uzak olarak nitelendirilmişti. Üstelik kullandığı felsefi ve artistik dil, yapıtlarının sistemli düşünme alışkanlığında olan kişiler tarafından anlaşılabilmesini güçleş­tirmiştir. Rank, Adler ve Jung gibi, psikanalizin gelişmeye baş­ladığı ilk günlerde Freud'un çevresinde oluşan grubun önde ge­len bir üyesiydi. Diğerleri gibi bir tıp doktoru olmayan Rank, gençlik yıllarında ailesinin arzusu doğrultusunda ticarete yö­nelmiş, sonradan istediğinin bu olmadığını fark ederek işini bı­rakmış ve tek başına yaşamaya başlamıştı. Yokluk içinde geçen bu dönemde kendisini okumaya vermiş, özellikle Schopenhauer ve Nietzsche'nin çalışmalarından etkilenmişti. Bu etki yapıtla­rında oldukça belirgindir. Kişisel çabalarının bir ürünü olan ve artist kişiliği üzerine yüzyılın başlarında yazdığı bir makale Freud'un ilgisini çekmişti. O denli ki Freud onu psikanalizin kültürel alanlara doğru oluşturduğu uzantıların öncüsü saymış ve üniversite öğrenimi yapabilmesi için imkân sağlamıştı. An­cak sonraki yıllarda Rank'ın giderek Freud'unkinden farklı gö­rüşler geliştirmeye başlaması, aralarındaki kişisel ve bilimsel ilişkilerin bozulmasına ve kopmasına neden oldu. Nitekim daha sonraki yıllarda Rank, uyguladığı tedavi yaklaşımı için psika­naliz yerine psikoterapi terimini kullanmaya başlamış ve klasik psikanalizi temelinden eleştirmiştir. Kendi görüşleri de Freud ve izleyicilerinin ağır eleştirilerine hedef olmuştur.

Sonradan Amerika'ya göç eden Rank'ın yapıtları zamanın­da fazla ilgi görmemiş, seminerlerine katılanların sayısı da her zaman sınırlı kalmıştı. Buna karşılık görüşleri ikinci Dünya Sa­vaşı sonrasında daha iyi değerlendirilmiş, örneğin Cari Rogers kendi yaklaşımını geliştirirken ondan önemli ölçüde esinlen­miştir. İlk basımı 1980'de yapılan Psikanaliz ve Sonrası adlı ki­tabımı yazma hazırlığına girişene dek yalnızca Rank'ın görüş­lerinden yapılan bazı derlemeleri okumuş ve bunlardan etkilen­memiştim. Ancak kitabımın hazırlığı sırasında yapıtlarından ikisini doğrudan okuduğumda Rank'ın önemini geç de olsa kav­ramaya başladım. Bunun sonucu zihnimde oluşmaya başlayan bazı düşünce süreçlerinin, bugünkü mesleki düşünce ve yakla­şımıma önemli bir boyut katmış olduğuna inanıyorum. Tabii ki Rank'ın yaklaşımı varoluşçu psikiyatri kapsamında değerlendi­rilemez. Ama önceleri Freud’un çevresindeyken daha sonra kendi ekollerini geliştiren kuramcılar arasında, tutumu varo­luşçuluğa en yakın olan kişinin Rank olduğu inancındayım, özellikle "yaşam korkusu" ve "ölüm korkusu" kavramlarıyla.

Rank'a göre her insan, bağımlılık ve bağımsızlık ya da bo­yun eğme ve kendine yön verme biçiminde yaşanan karşıt eği­limlerin yarattığı çatışma ile dünyaya gelir. Doğum birbiriyle çatışma durumunda olan bu eğilimlerin prototipidir. Çünkü in­sanın, bir başkasına tümden bağımlı ve çaba gerektirmeyen bir durumdan, ayrı bir varlık olmayı ve kendi eylemlerinin sorum­luluğunu üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişini simgeler. İnsanın bağımsız olma çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabasız yaşam biçimine dönme ya da ayrı bir varlık olmak yerine, kendisini çevresine bırakıverme eğilimidir. Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Bir baş­ka deyişle, ayrılık yaşamla, birleşme ölümle eşanlamlıdır.

Dölyatağı içinde dölüt, çevresiyle sürdürdüğü ortakyaşamın bir parçasıdır. Doğum, bu beraberliğin ölümü anlamına ge­lir ve insanın yeni ilişkiler kurabilmek için önceki beraberlikle­rini terk ederken yaşadığı anksiyetenin prototipi olmaktan öte bir anlam taşır: doğmak için ölmek. Başka bir deyişle, insanın bağımsız bir varlık olarak yaşayabilmesi için bir önceki ortakyaşamının sona ermesi gerekir. Öte yandan, bağımsızlığa doğ­ru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak yaşar. Başkaların­dan farklı davrandığı oranda reddedilme ve sevgiyi yitirme ve kendisine yön vermede yenilgiyle karşılaşma olasılığı, ona sü­rekli bir korku yaşatır. Rank'ın "yaşam korkusu" dediği bu kor­ku, aslında insanın kendi yaşamını sürdürmekten korkmasıdır.

Yaşam korkusuna eşlik eden bir diğer duygu, suçluluktur. Çünkü bağımsızlık çabaları diğer insanların reddedilmesini de zorunlu kılabilir. Örneğin çocuk, gelişim süreci içerisinde gide­rek sevdiği ve bağımlı olduğu kişilere karşıt davranışlar göster­mek durumunda kahr. Rank, suçluluk duygularının bağımsız davranışların kaçınılmaz bir sonucu olduğu görüşündedir. An­cak başkalarının ya da kendisinin davranışlarını onaylamaması durumunda dâ insanın suçluluk duygulan yaşayabileceğini ka­bul eder.

Rank'a göre, yaşama isteminin atılımcı bir karakteri ve ya­ratıcı bir potansiyeli vardır. İnsanı bireyleşmeye doğru yönlen­dirir. Bu nedenle, ortak yaşama dönüş, ölüm ve gerileme ya da bireyleşmenin yitirilmesi olarak yorumlanır. Dolayısıyla, çev­reyle bütünleşme isteği de korkulması gereken bir tehdit olarak yaşanır. Sorumluluğunun başkaları tarafından üstlenilmesinin sağladığı rahat ve güvenliğe rağmen insan, çevresinin egemen­liği altına girmek istemez. Çünkü korku ve suçluluk duyguları bu durumda da ortaya çıkar. Rank bu duyguyu "ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır.

Ölüm korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, yaşam korku­su ise bu çabaların ketlenmesine neden olur. İnsanın temel ça­tışması da bu kutuplaşmadan doğar. Ancak Rank'ın tanımladığı korku yapıcı bir güçtür ve psikanalitik ekollerin önemle üzerin­de durduğu anksiyete duygusundan farklıdır. Rank'a göre insa­nın ve bu arada psikoterapinin de ulaşmak istediği amaç, ayrıl­ma ve birleşme eğilimlerini yapıcı ve yaratıcı bir biçimde bütünleştirebilmektir.

"İstem", Rank'ın kişiliğin bütünleştirici gücünün karşılığı olarak kullandığı bir terimdir. Rank bu terimi felsefi anlamın­dan farklı bir biçimde, dünyaya gelmiş olmanın doğal bir sonu­cu ve insanın gelişmesi için zorunlu bir öğe olarak yorumlamış­tır. Ona göre insan, içsel dürtülerin birbiriyle ya da çevreden gelen baskılarla sürekli çatışma durumunda olduğu bir savaş alanı olarak sınırlanamaz. Varoluşunun özünde, kendisi ve çev­resiyle kurmuş olduğu etkin ilişkisi ya da bir başka deyişle, is­temi bulunur. İstem kavramıyla Rank, insanı bilinçli ve amaçlı seçimler yapabilen ve kendisine yön verebilen bir varlık olarak tanımlamıştır. Özetle, insanın varoluş nedeni kendi etkinliğidir ve işte bu sonuç, Rank'ın varoluşçuluğa yaklaştığı noktadır.

Rollo May'e göre anksiyete, yaklaşmakta olan bir hiçe in­dirgeme tehdidinin yaşanmasıdır. O anda sahip olunan bir duy­gu değil, o andaki oluş biçimidir. İnsanın tümden özgür olduğu­nu, dolayısıyla nasıl seçerse kendisini öyle varedebileceğinin sorumluluğunu fark ettiği anda yaşadığı bir duygudur. Nitekim Kierkegaard anksiyeteyi, "özgürlüğün baş dönmesi" olarak ta­nımlamıştır. Bu katlanılması güç duygudan kurtulmak içindir ki insan çoğu zaman özgürlüğünden kaçınmayı yeğler. Çünkü, ye­ni bir varoluş potansiyelini de içeren her özürlük, beraberinde yok olma tehdidini de getirir. Bu potansiyeli gerçekleştirmek­ten kaçınmanın bedeli suçluluktur. Bu, suçluluk duygusu yaşa­maktan farklı bir olgudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur. Varo­luşçular bunu "ontolojik suç" olarak adlandırırlar.

Ontolojik suç çok boyutludur. Örneğin insanın doğadan kopmuş olmasının suçunu da içerir ki varoluşçulara göre bu, ço­ğumuzun farkında olmadığı yoğunlukta bir yük yaşatır bizlere. Ontolojik suçun bir başka boyutu da, diğer insanları kendi bakış açımızdan değerlendirerek, onları sınırlı ölçülerde anlayabilme­mizi ve ihtiyaçlarını gereğince fark edemememizi içerir.

Ontolojik suçun önemli bir özelliği, bu olgunun herkes ta­rafından yaşanmakta olmasıdır. Çünkü hepimiz diğer insanların gerçeklerini çarpıtırız ya da kimse potansiyelinin tümünü ger­çekleştiremez. Ancak bu, içinde yaşadığımız kültürün değer yargılarına uygun davranmadığımızda ya da toplumun bizden beklediklerini yerine getiremediğimizde yaşanan suçluluktan farklı, varoluşumuzun gerçeklerinden haberdar olmaktan kay­naklanan bir olgudur. Ayrıca nevrotik nitelikteki suçluluk duy­gularından da farklıdır. Çünkü nevrotik anksiyete, normal ontolojik anksiyeteden kaçınma sonucu yaşanan bir duygudur. Oy­sa ontolojik anksiyete, anlamsız bir dünyadaki sınırlı yaşamı­mıza anlam katıp katamadığımız konusunda yaşanan bir kaygı­dır. Ontolojik suç ise bu sorumlulukla yüzleşmekten kaçınma­mızın bize yaşattığı bir olgudur. Tabii ki ontolojik suç deyimiy­le anlatılmak istenen, bir insanın yaşamına anlam katıp katma­dığını düşünmesi değil, herhangi bir andaki varoluşumuzu algılayabilme ve bunu yaşantıya dönüştürebilme özgürlüğünü ya da hafifliğini yadsımaktır.

Varoluşçu psikoterapist, tedaviye gelen kişiyi "onun kendi dünyası içinde" anlamaya çalışır. Burada anlatılmak istenen, ki­şinin çevresindeki insanlar dünyası değil, içinde varolduğu kendine özgü dünyasıdır. Zen Budizm konusundaki yazılarıyla tanınan Suzuki'nin dile getirdiği gibi, Doğu dillerinde, örneğin Japoncada, "Bu çiçek çok güzel" dendiğinde verilen mesaj, "Bu çiçek bana göre çok güzel" anlamını taşır. Kierkegaard, Ni­etzsche ve varoluşçular Batı dünyası insanının yaşadığı anksi­yete ve umutsuzluğun kökeninde "kendi dünyalarını kaybetmiş olma" olgusunun bulunduğu görüşündedirler. Çağdaş insan, in­sanlar dünyasına yabancılaşmasının yanı sıra, kendi dünyası içinde de tutsak durumundadır. Bu nedenledir ki kopukluk, iliş­kisizlik, yabancılaşma ve duygusal donukluk yaşayan ya da so­runlarını mantıksal formüllerle ve entelektüalizasyonla kapat­maya çalışan insanların sayısı giderek artmakta. Hatta belki ço­ğumuz böyleyiz.

İnsan, geçmişi şimdiki zamana getirerek yaşama ya da uzun vadeli geleceğin tasarımları doğrultusunda davranma kapasite­sine sahip bir varlıktır. Bu nedenle, varoluşçu psikiyatri varolu­şun zaman boyutuna büyük önem verir. İnsanı, "-dır", "-mış", "-di" durumları yerine, "-yor" ya da "-makta" takısının ifade et­tiği gibi, "her an olmakta olan" bir süreç olarak ele alır. Gele­neksel düşünce, insanı öncelikle mekân boyutuyla ele alarak, orada ya da şurada bulunmakta olan nesneler olarak algılama eğilimindedir. Üstelik, çoğumuz yaşadığımız ânı, vaktiyle Aris­to'nun tanımlamış olduğu gibi, "daha önce yaşanmış olanlara ve gelecekte yaşanması tasarlananlara göre" değerlendirme eğilimindeyizdir. Bundan ötürü, Bergson'un da dediği gibi, kendi­mizi fark edebildiğimiz, dolayısıyla özgür olabildiğimiz anların sayısı oldukça azdır.

Bunun bir nedeni de saatlere tutsak edilmemiz. Çünkü ya­şamakta olan insan saatle ilgilenmez ve bir insanın yaşamında varoluşunun hafifliğini yaşayabildiği anların süresi ölçülemez. Çağdaş teknolojik yaşamın gereği, çoğumuz günümüzü önce­den programlamak ya da zamanımızı saat hesabıyla satışa çı­karmak durumundayız. Ama yine de önemli olan, programlan­mış da olsa içinde bulunduğumuz ânı, ne kadar zaman kaldığı ya da geçtiği hesabından özgür olarak yaşayabilmek. Çünkü sa­atin farkında olduğumuz an, birlikte olduğumuz kişi, konu ya da işle aramızdaki bağ da kopmuş olur. Sınava hazırlanan bir öğrenci zamanla ilgilendiği anda konuyla beraberliğinden ko­par ya da bu beraberliği yaşayamadığında saatle ilgilenmeye başlar. Tedaviye gelen kişi bazen buluşma sürelerinin sınırlan­mış olmasına isyan edebilir. Çoğu zaman bu, yaşam süremizin sınırlı olmasına karşı zaman zaman yaşadığımız isyanı hatırla­tır. Ama aslında, süremizin sınırlı olduğunu, yaşamadığımız an­larda hatırlarız.

Ankara'da bir gece. Bir yabancı misyon şefinin ikametgâ­hındaki bir bar tezgâhı çevresinde küçük bir grup. Zaman za­man olduğu gibi önceden planlanmadan bir araya gelinivermiş. Aramıza ilk kez ve geçici olarak katılan biri de var. Ev sahiple­rinin ülkesinden bir görev için Ankara'ya gelmiş bir konuk.

Neler konuşulduğunu hatırlamıyorum, ama birden güneşin doğduğunu fark edip şaşırıyoruz. Daha önceki beraberlikleri­miz hep gece yarısına doğru sona ererdi. Bu kez zamanı bize kolumuzdaki saatler değil, doğa bildiriyor. Orta yaş ve üzerin­deki insanların nasıl olup da bütün bir geceyi ayakta geçirebil­miş olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum.

Gün ışığında eve dönerken bir Alman atasözünü hatırlıyo­rum: "Mutlu insan için saat çalmaz!"

Gerçekten varolunabildiğinde yaşananların ardından ko­nuşulmadığını biliyorum. Nitekim tekrar beraber olduğumuzda kimse o geceden söz etmiyor. Bir kişi dışında. Çok sonradan duydum. Bir geceliğine gelen konuk, ertesi gün, "Ben hiç böyle insanlar tanımadım," deyip durmuş ev sahiplerine ve sonraki haberleşmelerinde de sık sık Ankara'ya tekrar gelmek istediği­ni söylemiş. Gelseydi düş kırıklığı yaşayacağını düşündüm bun­ları duyduğumda. O "o geceki bizi" tanımıştı. Gelseydi, insan­ların saydamlaştığı ve kendilerini aşarak birbirlerine ulaşabil­diği anların ya da saatlerin ne denli ender yaşanabildiğim ona anlatabilir miydim acaba?

Varoluşun zaman boyutunu psikiyatri kapsamında incele­miş olan Minkowski, anksiyete ve depresyonun, kişinin zaman­la olan ilişkisinin bozularak "gelecek" kavramını yitirmesi so­nucu yaşandığını inandırıcı bir biçimde açıklamıştır. Depresif şizofrenik bir hastasının dünyasını anlama çabalarında Minkovvski, hastasının zamanla bağının koptuğunu ve her bir günü, geçmişten ve gelecekten bağımsız, tek başına bir ada gibi yaşa­dığını, dolayısıyla umudunu ve "süreklilik duygusu"nu da yitir­diğini gözlemlemişti.

Varoluşçu psikiyatri, geleceğin, varoluşun zaman boyutu­na, şimdiki zaman ve geçmişe oranla daha egemen olduğu gö­rüşündedir. O anda olmakta olan insan, bir sonraki andaki ge­leceğe de doğru hareket etmektedir. Bu, ileriye dönük tasarım­lar doğrultusunda davranmaktan ya da geleceği, yaşanmakta olan zamandan ve geçmişten kaçmak için kullanmaktan farklı bir olgudur. Varoluşçu psikiyatri geçmişi yadsımaz, ancak geç­mişin de geleceğin ışığında anlaşılabileceği görüşünü vurgular. Çünkü geçmişin belirleyici nitelikteki olaylarının anlamı da şimdiki zaman ve gelecek tarafından belirlenir. Geçmişi meka­nik bir biçimde değerlendirmek bir yanılgıdır. Çünkü geçmiş, şimdiki zamandan bağımsız olarak vaktiyle yaşanmış olan ba­zı olaylar topluluğunun depolandığı statik bir yer değildir. Tam karşıtı olarak geçmiş, yaşanmak üzere olan andaki gerçeğimize göre, "kabul edilmiş geçmişimiz"in içinden o anda seçilivermiş olaylardır.

Psikoterapi süreci içinde de zaman zaman gözlemlendiği gibi, tedaviye gelen kişinin geçmişinden getirdiği olaylar, aslın­da, onun geçmiş yaşantılarının gerçek bir yansıması değildir. Getirilenler, çoğu zaman canlı kalmış anılardan yoksun, bir sı­ra izlemeyen ve genellikle kuru, tekdüze bilgilerdir. Varoluşçu­lara göre, tedaviye getirilen "perişan bir geçmişin üzücü öykü­leri" de kişinin şimdiki zamanla ve gelecekle yüzleşememesinin göstergesidir. Biraz umut ve o anda yaşanmak üzere olan geleceği yaratma çabası olmaksızın, ya da bir başka deyişle, anksiyetenin ve diğer can sıkıcı belirtilerin yükünden biraz ol­sun özgürleşmeden, geçmişi kendi gerçeği içinde anlayabilmek mümkün olamaz.

Psikoterapide süregelmiş geleneğe göre, tedaviye gelen ki­şiyi anlayabilmemiz kullandığımız teknik sayesinde gerçekle­şir. Yani teknik, anlamadan önce gelir. Batı düşüncesine ege­men olan bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak, yapılaştırılmış psikoterapi yöntemleri geliştirilmiş ve tedaviye gelen kişiler bu yöntemlerin çerçevesinde değerlendirilerek anlaşılabilmiş farzedilmişlerdir.

Varoluşçu psikoterapide ise, Rollo May'in deyişiyle, anla­ma teknikten önce gelir. Geleneksel yaklaşımlar, anksiyetenin dindirilmesi, tedaviye karşı geliştirilen direncin kırılması ya da ayrıntılı bir yaşam öyküsü alınması gibi, terapistin spesifik ola­rak "yapması" gereken şeyleri vurgularlar. Buna karşılık, varo­luşçular tedavi sürecinin "içeriğine" odaklanırlar. Dolayısıyla, varoluşçu terapistin tekniği, tedaviye gelen bir kişiden diğerine, aynı kişinin tedavi süreci içinde bir evreden diğerine değişebi­len bir esneklik gösterir. Ancak bu, her anın, her dönemin ken­dine özgü yaşantısına göre, uygun bir geleneksel tekniğin kul­lanıldığı ve somut öğeler üzerinde denenen bir esnekliktir. Va­roluşçu psikoterapinin, bu bakımdan, kendilerini "eklektik" olarak adlandıran ve geleneksel tekniklerden bağımsız çalışan terapistlerin, bazen belirsizliklerle dolu uygulamalarıyla ortak bir yanı yoktur.

Geleneksel psikoterapi yaklaşımlarında terapist, tedaviye gelen kişinin beklentilerinin imgesel bir yansıması olarak sınır­lanır. Varoluşçu psikoterapide ise, tedaviye gelen kişiyle tera­pist arasında gerçek bir ilişki yaşanır. Terapist, tedaviye gelen kişiyle geçirdiği saat süresince kendi sorunlarını bir yana bıra­karak, onun o süre içindeki varoluşunu anlamaya ve yaşamaya çalışır. İnsanın varoluş gerçeği, daima bir şeyle ya da bir insan­la olan ilişkisini içerir. Terapist de tedaviye gelen kişinin ilişki alanının önemli bir parçasını oluşturur ve ancak "dünyasına ka­tılarak" onu anlayabilir. Tedaviye gelen kişinin de beklentisi, Frieda Fromm-Reichmann'ın vaktiyle dediği gibi, "açıklama değil, yaşantı"dır.

Nitekim fenomenolojistlerin de üzerinde önemle durdukla­rı nokta, "ne" yaşamakta olduğumuzu fark edebilmektir, yaşa­nanların "neden"lerini değil. Ne yaşamakta olduğumuzu tü­müyle seçebildiğimizde, nedeni de kendiliğinden ortaya çıkar.

1956 yılında İstanbul'dan bir gazete haberi: "Ekzistansiyalist Kulübüne karşı alınan tedbir: Bazı yabancı memleketlerde bulunan ekzistansiyalist kulüplerden bir eşinin de şehrimizde vücuda getirilmek istendiğini yazmıştık. Vali Prof. Gökay tara­fından işe el konulmuş ve gerekli tedbirler alınmıştır. Türk gençliğinin manevi varlığına zarar getirecek bu taklid önlenmiş bulunmaktadır."

Psikoterapi

DÜNYANIN en eski mesleğinin ne olduğu zaman zaman şaka konusu edilse de aslında psikoterapi uygulamalarının da insan­lık tarihi kadar eski olduğu sanılmaktadır. Eski çağlarda tedavi görevini üstlenen din adamları, şamanlar ve diğer ilkel hekim türlerinin uyguladıkları yöntemler, hastalığın gerçek nedenine yönelik fizyolojik müdahalelerden yoksun olmalarına rağmen, birçok hastalığın şifa bulmasını sağlayabiliyordu. Tıp tarihi yö­nünden yapılan değerlendirmelerde, eski çağlarda kullanılmış ve günümüzde yaşayan bazı ilkel topluluklar tarafından da kul­lanılmakta olan bu tür yöntemler, psikoterapi uygulamalarının ilk örnekleri olarak kabul edilirler.

Martin Ome'nin belirttiği gibi, diğer tıbbi tedavilerin hasta için "ne" yapıldığına göre tanımlanmasına karşılık, psikoterapi "kim" tarafından yapıldığına göre tanımlanır. Bir başka deyişle, ilişkinin tedavideki rolü ve terapistin görmüş olduğu eğitim, psikoterapinin tanımlanmasındaki temel belirleyicilerdir. Gerçi psikoterapi süresince oluşan etkileşimlere davranışlar yönün­den bakıldığında, bunları iyi bir öğretmen-öğrenci ilişkisinde ya da iki eski dostun dertleşmesinde gözlemlenenlerden ayırt etmek kolay olmayabilir. Ancak neyin psikoterapi olduğunu be­lirleyen, etkileşimin kendisi değil, bu etkileşimin kendine özgü içeriği, amacı ve sosyal altyapısıdır.

Üstelik diğer tıp dallarında "hazır bir bilgi birikimi" uzman hekimin işini nasıl yapacağı konusunda ona oldukça iyi tanım­lanmış bir zemin sağlarken, psikoterapi için aynı şey söz konu­su değildir. Psikoterapi süreçlerinin etkisi, hazır bilgi birikimi­nin kimin tarafından nasıl kullanıldığına göre belirgin farklılık­lar gösterir. Dolayısıyla psikoterapi uygulamalarında bilim ve sanat birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak ortaya çıkar.

Psikolojik etkenlerin önemi ve hastalıkların oluşumundaki rolü ilk kez antik Yunan döneminde vurgulanmış olmakla bir­likte, aslında tarih boyunca hekimler, hastaya destek ve güven­ce vermeyi, hatta bazen dertlerini paylaşıp önerilerde bulunma­yı tıbbi tedavinin destekleyici bir öğesi olarak uygulamışlardır. Psikoterapinin tıbbın bir uzmanlık alanı durumuna gelmesi, bu geleneksel uygulamaların ötesinde bir gelişme göstermesiyle mümkün olabilmiştir. Psikoterapinin bağımsız bir disipline dö­nüşmesinden hemen önce, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarı­sında, Avrupa'daki hipnoz uygulamaları spesifik bir tedavi yön­temi olarak kabul edilme aşamasına çok yaklaşmıştı. Ancak "hipnoz etkisi altında telkin" yoluyla yapılan bu tedavilerin gö­rünürde ilkel hekimler ya da şamanlar tarafından uygulanan yöntemlere benzer yönleri olması, tıp mensupları tarafından yaygın bir biçimde benimsenmelerini uzun süre engellemiştir. Sonunda psikoterapinin spesifik bir tedavi yöntemi olarak ka­bul edilmesi için gerekli zemini oluşturma görevi, yirminci yüzyılın başlarında Sigmund Freud'a kalmıştır.

Çağdaş psikoterapi, Freud ve Breuer'in, hipnozu kendile­rinden önceki uygulayıcılardan farklı bir amaçla kullanmalarıy­la, yani tedaviye gelen kişiye hipnoz altında telkinde bulunmak yerine, bilinçaltına bastırılmış anılarının hipnoz altında çağrışlırılmasını sağlama biçimindeki uygulamalarıyla başlamıştır. Freud'un zamanında, hatta ondan önce yaşamış başka araştır­macılar da bastırılmış anıların varlığının ve öneminin farkın­daydılar. Ancak Freud'un yaklaşımındaki özgünlük, spesifik bir mekanizmayı vurgulamış olmasıdır. Ona göre psikolojik teda­vide etkili olan temel öğe telkin değil, bilinçaltına bastırılmış yaşantıların hatırlanması ve bunların yorumlanmasıdır.

Daha sonraları Freud, bastırılmış anı ve duyguların bilinç düzeyine ulaşabilmelerini sağlamak amacıyla, hipnoz yerine serbest çağrışımı kullanmaya başladı. Bu tutum değişikliğine o zamanlar gösterdiği gerekçe, hipnozun hastaların tümüne uygulanamaması ve bazı kişilerin transa girmeye karşı direnç göster­meleriydi. Ama büyük bir olasılıkla asıl neden, Freud'un gide­rek transferans (tedaviye gelen kişinin terapistine karşı geliştir­diği duygular) ve kontr-transferans (terapistin tedaviye gelen kişiye ilişkin duyguları) olgularının tedavi ortamındaki önemi­ni fark etmeye başlamasıydı. Çünkü Freud aslında insanları transa sokmakta çok ustaydı, ama hipnoz uygulamaları transfe­rans ve kontr-transferans olgularının yaşanabilmesine elverişli bir ortam değildi.

Üstelik Freud, gününün mekanik düşünce ortamına rağ­men, ruhsal enerji kavramını geliştirebilmiş ve bilinçaltına bas­tırılmış materyal bilince ulaştığında, bu enerjinin organizmada­ki dağılımının daha dengeli bir biçimde gerçekleşebildiğini göstermeye çalışmıştır. Nevrozun oluşum nedenlerini çocukluk dönemlerindeki olumsuz yaşantılarla açıklaması ve bu konuda cinselliğin rolünü abartmış olması dirençle karşılaşmış olması­na rağmen, sonunda, psikanalizi muskacılık, telkin ve tavsiye gibi uygulamalardan tümden bağımsız bir tedavi yöntemi ola­rak kabul ettirebilmeyi başarmıştır. Psikoterapinin ne olup ol­madığını kesin bir çizgiyle belirlemiş olması ise Freud'un yep­yeni bir disiplin yaratmasına yol açmıştır.

Psikoterapinin tıp dünyasında kabulü oldukça uzun bir za­man almıştır. Günümüzde bile dünyanın çeşitli yerlerinde, ör­neğin ülkemizde, diğer uzmanlık dallarında çalışan hekimlerin önemli bir bölümü ve hatta geleneksel tıp doğrultusunda çalış­ma alışkanlığında olan bazı psikiyatristler bile psikoterapinin varlığını görmezlikten gelme eğilimindeler. Bunun nedeni kıs­men düşünce alışkanlığıyla açıklanabilir. Çünkü kimi, ne oldu­ğunu anlamaya çalışmaksızın böyle bir alanın varlığını yadsır­ken, kimi de psikoterapinin ne olduğu konusundaki kişisel tah­min ve varsayımlarının konunun kendisi olduğu inancını taşı­makta. Ancak belki de asıl neden, psikanaliz ve psikoterapinin yaklaşık son yirmi yıla dek tıbbın geri kalanından oldukça ko­puk bir biçimde varlıklarını sürdürmüş olmaları.

Üstelik, ülkemizde olduğu gibi, bu alanda sistemli bir eği­tim görmüş kişilerin sayısının çok az olması ve arz-talep den­gesindeki açıklık sonucu, gerekli eğitimi görmemiş ve çoğu tıp dışındaki disiplinlere mensup kişilerin bu boşluğu kendilerince doldurmaya çalışmaları gibi faktörler de konunun tıp mesleği içindeki yerini gereğince alamamış olmasına katkıda bulunmuş olabilir. Ülkemiz söz konusu olduğunda, sorunun tıp öğreni­minde ve psikiyatride uzmanlık eğitimindeki bazı boşluklardan da kaynaklandığı söylenebilir. Meslekten olmadıkları halde ba­zı kişilerin dinamik psikiyatri ve psikoterapi konusunda daha doğru bilgilere sahip olabildiklerini gözlemlemek tabii ki biraz düşündürücü.

Gelişmiş ülkelerde bile psikoterapinin tıp bilimi kapsamına kabul edilmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün olabil­miştir. Viyana'da yaşadığı yıllarda meslektaşlarının tutumu o denli iticiydi ki, Freud bir ara psikanalizi tıptan bağımsız bir di­siplin olarak değerlendirmeyi bile düşünmüştü. Gerçekten de 1940'lara gelene dek diğer tıp dallarında çalışan hekimler, psi­kanalistlere hasta göndermemişler ve insanlar genellikle kendi kararlarıyla psikanalitik tedaviye başvurmuşlardır. ABD'de baş­langıçta yalnızca tıp kökenli olanların psikanalist olmak üzere eğitime kabul edilmesi, psikanalitik düşüncenin psikiyatriye mal olmasını hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır. Ancak bu ülke­de bile psikanalitik yaklaşımın psikiyatri eğitiminin kapsamına girme süreci ancak 1950'lerde başlayabilmiştir.

Genel tıpla ilişkisinin bu denli yavaş gelişmesine karşılık, psikanalitik düşüncenin sanat ve insan bilimleri üzerindeki et­kisi hızlı ve yoğun olmuştur. Bir yandan yazarların, ressamla­rın, tarihçilerin, antropologların ve diğer birçok alandan kişinin insana bakış açısında önemli değişiklikler oluşurken, diğer yan­dan, özellikle bilinçdışı mekanizmaların açıklanmasıyla, Batı kültüründe süregelmiş bazı biçimsel değerlerin geçerliği de so­ruşturulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Freud'un, insanın kendi­ne bakış açısını yeniden yarattığını söylemek herhalde abartılı olmaz. Çünkü bu etki, süregelen kültüre öylesine mal olmuştur ki, çoğumuzun bunu doğrudan fark etmesi artık mümkün olma­yabilir.

Psikanalitik görüşe göre, davranışlar birden fazla faktörün birbiriyle etkileşimi sonucu ortaya çıkar ve kişi, dıştan gözlemlenebilen davranışlarının ardındaki nedenlerin tam olarak far­kında değildir. Rahatsızlık belirtilerinin de ardında, kişinin far­kında olmadığı bazı çatışmalar bulunur. Dolayısıyla asıl tedavi edilmesi gereken, görünür belirtilerin ardındaki sorunlardır. Bu amaçla tedavi sırasında, kişinin kendisine ve çevresine uyumu­nu engelleyen bilinçdışı çatışmaları bilinç düzeyinde fark ede­bilmesini sağlayacak bir ortam oluşturulmasına çalışılır. Teda­viye gelen kişi, bilinçdışı dünyasını daha iyi tanıdıkça bir yan­dan kişiliğini geliştirir, diğer yandan da kendisini rahatsız etmiş olan belirtilerden giderek arınmaya başlar. Tedavi sürecinde ki­şinin duygu ve düşüncelerini terapistine dürüstçe anlatması beklenir. Ne denli ürkütücü, utandırıcı ya da kabul edilmez ni­telikte olursa olsun, başka bir ortamda dile getirilmesi mümkün olmayan bu duygu ve düşüncelerin açıklanmasının engellenme­mesine çalışılır, kişi olarak analistle ilgili olsalar bile. Üstelik analistle ilgili duyguların yaşanması da özellikle beklenir.

Analistin rolü, telkin ve tavsiyelerde bulunmak değil, kişi­nin daha önce farkında olmadığı duygu, istek ve düşüncelerinin bilince ulaşmaları süreci içinde, kendisini anlamasına ve geliş­tirmesine yardımcı olmaktır. Bu amaçla kullanılan teknikler arasında serbest anlatım, serbest çağrışım, rüyaların yorumlan­ması, çeşitli yaşantılara ilişkin duygu ve düşüncelerin soruştu­rulması, kişinin yaptıklarıyla yaptıklarına ilişkin bulduğu ge­rekçeler arasındaki uyuşmazlıkların kendisine gösterilmesi sa­yılabilir. Böyle bir süreç, tedaviye gelen kişinin de çaba göster­mesini gerektirir. Zaman zaman acı ve sıkıntı da yaşanır. Dola­yısıyla psikanalitik tedavi, diğer tıbbi tedavilerden çok farklı olarak bir öğrenme sürecidir ve tedaviye gelen ile tedavi edenin ortaklaşa katılımını gerektirir.

Bu alanda çalışanların genel kanısına göre, psikoterapinin diğer tıbbi tedavilerden farkı, psikolojik güçlüklerin doğasın­dan kaynaklanır. Örneğin psikanalitik yönelimli terapistlerin çoğu, görünürde yaşanmakta olan güçlüklerin altında bazı te­mel kişilik sorunlarının yattığına ve bu sorunların kişinin tarih­çesini inceleme yoluyla anlaşılabileceğine inanırlar. İlk dönem­lerinde, psikanalizin, kişinin geçmişinden kaynaklanan bu güç­lüklerin "kesin" olarak ortadan kaldırılmasını sağlayabilen bir yöntem olduğuna inanılmıştı. Günümüzde bile sayıları oldukça azalmış uygulayıcıları, çalışmalarını bu kesin amaca yönelik olarak sürdürme eğilimindeler.

Kesin bir değişmeyi amaçlamış olması, psikanalizin geç­mişte diğer tıp mensupları ve meslek dışı kişiler tarafından ka­bul edilmesini kolaylaştırıcı bir etken olmuştur. Geleneksel dü­şünce, sorunların çözümlenip ortadan kaldırılması eğiliminde­dir. Dolayısıyla değişim de sorunlu bir durumdan sorunsuz bir duruma geçiş olarak yorumlanır. Böyle bir beklenti doğrultu­sunda değerlendirildiğinde psikanalizden alman sonuçların düş kırıklığı yaratmış olması da doğaldır. Çünkü insan kendisini bir "süreç" olarak gerçekleştirir ve onu "durumlara" indirgeyerek anlamaya ve değerlendirmeye çalışmak yanılgılara yol açabilir. Üstelik psikoterapinin amacı, bir durum içine sıkışmış olan in­sanın, bulunduğu yerden kurtularak, ileriye doğru hareket eden bir süreç olarak yaşamını sürdürebilmesine yardımcı olmaktır.

Geleneksel tıbbın "hastalık" durumundan "iyi olma" duru­muna geçiş olarak değerlendirdiği tedavi anlayışıyla, çağdaş di­namik psikiyatrinin normallik kavramına bir süreç olarak bakan yaklaşımı arasındaki çelişkiyi de doğal karşılamak gerekir. Çünkü geleneksel tıp, organlar ve organ sistemlerindeki bozuk­lukları anlamaya çalışır. Çağdaş tıp ise zihin-beden İkilisi diye bir ayrımın yapılamayacağını, henüz gereğince özümseyememiş olsa bile, en azından düşünce düzeyinde kabul etmiş du­rumda. Üstelik biyoloji alanındaki son gelişmeler doğrultusun­da oluşan bakış açısı da beyni bir "organ" değil, sürekli değişim içinde olan bir "süreç" olarak kabul etme eğiliminde.

Nasıl oluyor da psikoterapi süreci içinde bir insan diğerini harekete geçirebiliyor ve üstelik bu süreç sonucunda kişide olu­şan değişim kalıcı olabiliyor? William Lewis'e göre bu sorunun cevabı, insanın birbirine karşıt ama birlikte varolan iki özelli­ğinde bulunabilir: kalıcılık ve bu kalıcılığa katılan sürekli deği­şimler. Örneğin canlı protoplazma mikroskop altında incelendi­ğinde akıntılar, füzyonlar ve bölünmeler gibi sürekli bir hare­ketlilik gözlenir. Buna karşılık bir insanın genel fiziksel yapısı ve temel kişilik özelliklerini oluşturan davranışları yaşam boyu önemli bir değişiklik göstermez. Psikoterapi de geçici olmayan bir değişim gerçekleştirmeye çalışırken, temelini insanın bu iki karşıt özelliği üzerine kurar. Dolayısıyla kalıcılık ve değişebilirlik, inatçı bir direnç ve yeniliğe açıklık, kısırdöngülere takıl­ma ve yaratıcılık gibi karşıtlıkları göz önünde bulundurmayan bir psikoterapi süreci daima eksik kalır.

Psikoterapi, yaşanmakta olan zaman, bugünün sınırlarını kısmen belirleyen yerleşmiş bir geçmiş ve geleceğe yönelik beklentilerin birlikte ele alındığı bir süreçtir. Ne var ki azımsan­mayacak sayıda psikoterapi ekolü bu boyutlardan birini ya da diğerini görmezlikten gelme eğiliminde. Örneğin klasik psika­naliz, deterministik bir yaklaşımla, bugün yaşananların ancak geçmişin ışığında anlaşılabileceği inancıyla kendisini sınırlar­ken, Cari Rogers ve Eric Beme gibi kuramcılar, psikanalizin geçmişe dönük tutumundaki abartıya karşı çıkmakla yetinme­yerek, insanı geçmişi olmayan bir varlık olarak ele almışlardır. Geştalt Terapi gibi, geleceğe yönelik gelişmeyi, kullanılmayan potansiyellere etkinlik kazandırılmasını ve yeni yaşantılar de­nemeyi vurgulayan ekoller, aslında terapistlere yardımcı olan en önemli öğeyi, yani kişinin tedavi ortamına geçmişinden ge­tirdiği olumlu ve yapıcı tutumları görmezden gelirler. Oysa in­sanların tedavi için umutla başvurmalarının, tedavi süresince terapistle işbirliği yapmaya çalışmalarının ve tekrar tekrar gel­melerinin temelinde geçmişteki olumlu yaşantıları bulunur. İn­sanların psikoterapi ile değişemeyeceği inancında olan kişilerin de göz ardı ettikleri gerçek budur. Yaşamı boyu onca şeyi yok­tan öğrenebilmiş olan insanın, bir "yeniden öğrenme" süreci olan psikoterapiden bir şeyler kazanabilmesinin imkânsızlığını savunurken, kendilerinin de geçmişte aştıkları engelleri ve çö­zümledikleri sorunları unutmuş görünürler.

Psikoterapi bir öğrenme süreci olduğundan, tedaviye gelen kişinin terapistle olan ilişkisinde refleks davranışların ve haber­leşme sistemlerinin rolü oldukça önemlidir. Rus araştırmacıla­rın yıllardır sürdürdüğü çalışmalar sonucu elde edilen bilgilere göre, refleks davranışlar üç grupta toplanabilir: "savunma", "spesifik uyum" ve "oryantasyon" refleksleri. Savunma refleks­leri bizi zararlı uyaranlardan korur. Örneğin gözün kornea taba­kası gözkapağı refleksiyle korunur. Spesifik uyum refleksleri, uyaranları organizmanın kabul edilebileceği sınırlar içinde tut­maya çalışır. Karanlık bir yerden aydınlığa çıktığımızda gözbe­beklerinin refleks olarak büzülmesi çevremizi görebilmemize yardımcı olur.

Psikoterapi konusundaki bir tartışma içinde savunma ve uyum reflekslerinden söz edilmesi ilk bakışta yadırganabilir. Ancak refleksoloji ile psikoterapi arasındaki yakınlıklara bugü­ne kadar gereğince eğilinmiş olduğu da söylenemez. Oysa Pavlov'un bile bir konuşma sırasında, "koşullanma deneylerini" Freud'un çalışmalarından esinlenerek geliştirdiğini söylediği bilinmektedir. Öte yandan bir psikoterapi süreci içinde, örneğin tedaviye gelen kişinin, önceki koşullanmaları sonucu terapist­ten kızgınlık tepkisi beklediği bir durumda ona dostça bir des­tek verilmesinin, savunma ve uyum refleksleri üzerindeki yu­muşatıcı etkisi çoğu terapistin gözlemlediği bir olgudur.

Ancak psikoterapide asıl önemli olan, oryantasyon refleks­leri denilen üçüncü tür refleks grubudur. Oryantasyon refleks­leri, organizmanın içinde ve dışında ortaya çıkan değişikliklere karşı verilen otomatik tepkilerdir. Örneğin ani bir gürültü ya da sessizlik dikkat ve uyanıklık düzeyini artırır, hatta kaçışa ya da savaşmaya hazır olma biçiminde bir alarm yaşanabilir.

"Sözlü olmayan davranışlar" biçiminde ortaya çıkan oryantasyon refleksleri, tedavinin ilk anından sona erişine kadar sü­rekli olarak yaşanan bir olgudur. Otomatik olarak ortaya çıkan bu tepkiler, örneğin ani bir sessizlik ya da konuşmanın birden hızlanması ve ses tonunun yükselmesi, terapiste hem o anda ya­şanmakta olanlara ilişkin önemli ipuçları verir, hem de tedavi ilişkisinin "canlı" bir biçimde sürdürülmesini sağlar. Çünkü bu reflekslerin bir özelliği de, çevreden sürekli aynı sinyallar gel­diğinde canlılıklarını kaybetmeleridir. Nitekim tedavi süreci yaratıcı dinamizmini yitirdiğinde, oryantasyon refleksleri orta­dan kaybolur ve süreç tekdüze yinelemelerden oluşan bir duru­ma dönüşür. Bu durumun yarattığı sıkıcı ortam, tedaviye gelen kişinin umutsuzluk, terapistin de yetersizlik duyguları yaşama­sına neden olur. Üstesinden gelinememesi kişinin tedaviyi bı­rakmasına bile neden olabilir.

Bu, yeterli bir eğitim görmemiş ya da deneyimsiz terapist­lerin, getirilen sorun karşısında hangi yönde hareket edecekle­rini bilemeyip donakaldıkları ya da tedaviye gelen kişinin semptomlarının gerisindeki çatışmaları ona göstermeyi başara­madıklarında yaşanan bir durumdur. Böylesi bir açmaza girildi­ğinde, en azından terapistin bu yaşanmazhk durumunun farkın­da olduğunu dürüstçe açıklaması bazen sürecin yeniden canlan­masını sağlayabilir. Eğer terapist insan davranışlarının gerisin­deki dinamik olgular konusunda yeterli bilgiye sahip değilse, bir süre sonra ilişkide yeniden tıkanıklık baş gösterebilir. Teda­vi ortamında canlılığı ve akıcılığı sağlamak önemli ölçüde tera­pistin görevidir ve ne kadar yatkın ve yetenekli olursa olsun, gerekli bilgilerle donanmamış bir terapistin bunu sağlaması ve sürdürebilmesi oldukça zordur. Bu nedenle psikoterapi eğiti­minde çok önemli olan usta-çırak ilişkisinin, sistemli bir ku­ramsal eğitimle desteklenmesinin şart olduğuna inanıyorum.

Tedavi ilişkisi içinde sözlü olmayan davranışların anlam yönünden önemi, çoğu psikoterapi ekolü tarafından kabul edil­miş bir olgudur. Buna karşılık tedaviye gelen kişinin uzandığı divanın gerisinde oturan ve onunla yüz yüze gelmeden bir iliş­ki sürdüren klasik psikanalistin, bu önemli gözlem ve tedavi aracından yararlanabilme imkânları oldukça sınırlı kalır. Ama klasik yöntemin dışına çıkan, hatta sözsüz mesajlarla psikotera­pi uygulayan psikanalistler de olmuştur. Örneğin Frieda Fromm Reichmann’ın, hiç konuşmayan bir şizofrenik hastasının yanın­da sakin ve sessiz bir biçimde saatlerce oturmuş olduğu bilin­mektedir.

Oryantasyon reflekslerinin yanı sıra, psikoterapide ilişki sürecinin ileriye doğru akışını sağlayan ikinci haberleşme siste­mi konuşmadır. Konuşmanın insan yaşamındaki önemini orta­ya koyan en değerli katkılar İsviçre'den Jean Piaget ve arkadaş­ları ile Rusya'dan Aleksander Luria ve arkadaşlarından gelmiş­tir. Rus araştırmacıların üç ila dört yaşlarındaki çocuklarla yap­tıkları deneylerden birinde çocuk, üzerinde çeşitli renk ve şekil­de ışıklar görünüp kaybolan bir ekranın karşısına oturtuluyor ve kendisine, belirli bir ışık göründüğünde yanında duran ve bir manometreyle bağlantısı olan pompayı sıkması, aynı ışık kay­bolduğunda da gevşetmesi söyleniyor. Ve çocuk bir türlü başa­rılı olamıyor. Buna karşılık ışık göründüğünde "Başla!" diye bağırarak pompayı sıkması, kaybolduğunda da yüksek sesle "Dur!" diyerek gevşetmesi söylendikten sonra deney tekrarlan­dığında, çocuk çok kısa sürede olaya hâkim olabiliyor.

Biz yetişkinler de toplama, çıkarma yaparken ya da telefon kadranını çevirirken kendimizi yüksek sesle sayı sayarken bu­labiliyoruz. Ruslar daha da öteye giderek, bu ve benzeri deney­lerden edindikleri izlenimlerden, hareket yetenekleri bozulan kişilerin tedavisinde yararlanmışlar. Örneğin, tekrarlı hareketle­ri yapabilme yeteneğini yitiren Parkinson hastalarının, her bir hareketin bitiminde içlerinden ya da yüksek sesle kaçıncı hare­keli yapmış olduklarını saymaları istendiğinde, bu yetenekleri­ni yeniden kazandıkları gözlemlenmiş.

Bu konuda Piaget ve arkadaşlarının çocuklar üzerinde yap­tıkları gözlemler de çok aydınlatıcı. Dört ya da beş yaşındaki çocuklar kendi kendilerine yüksek sesle konuşurlar. Piaget bun­ların yaklaşık üçte birinin emirler, talimatlar, tehditler ve yasak­lamalardan oluştuğunu saptamış: "Şunu şöyle yaparsan annen kızar!" gibi. Ruslar ise çocuğun davranışlarını düzenleyen bu tür konuşmaların yedi-sekiz yaşlarında iç diyaloglara dönüştü­ğünü gözlemlemişler. Bu yaşlardaki çocuklar yüksek sesle ko­nuşmazlar, ancak gırtlak kaslarının elektrografıleri alınarak ya­pılan incelemelerde çocukların aslında kendileriyle sessizce ko­nuştukları saptanmış.

Biz yetişkinler de belirli bir eyleme geçmeden önce, bu ey­lemin artıları ve eksileri konusunda bir iç diyaloğu sözcükler kullanarak sürdürürüz. Freud, yetişkinlerin davranışlarını de­netleyici nitelikteki bu iç diyalogları, kişiliğin süperego bölümü kapsamında değerlendirmiştir. William Lewis'in belirttiği gibi, psikoterapide de terapistin "tedaviye gelen kişinin planlarını değiştirme planları" vardır. En azından iç diyaloglarının suçla­yıcı, kısıtlayıcı ya da tehdit edici baskılardan özgürleşebilmesi­ne yardımcı olma yönünden. Tedavi ilişkisi sırasındaki karşılık­lı konuşmalarda terapistten gelen mesajlar, giderek tedavi edi­len kişinin iç diyalogunun bir parçası haline gelir ve böylece ki­şi davranışlarını yönlendirmede kendisine rehberlik edecek ye­ni ve daha özgür bir dünya görüşü geliştirmeye başlar.

Arı kovanına yakın bir yere bir tabak bal koyarsanız, bir sü­re sonra bir arı onu mutlaka keşfeder, kamını doyurur ve kova­nına döner. Aradan uzun bir zaman geçmeden bir arı filosu be­lirir ve tabağa üşüşür. İki bin yıl önce bu gözlemi yapmış olan Aristo, tabağı ilk keşfeden arının kovana giderek ötekilere bir şekilde önce mesaj verdiğini, sonra da yol gösterdiğini düşün­müştü. 1901 yılında bir Alman araştırmacı, aynı olayı deneysel olarak tekrarlarken ilk arıyı kovanına kadar izledi, ancak ko­vandan tekrar tabağa dönerken yakaladı ve yolundan alıkoydu. Bu durumda yol göstericiden yoksun kalan diğer arıların taba­ğı bulamamaları beklenirken öyle olmadı ve arılar en kestirme yoldan bal tabağına ulaştılar. Olaya şaşıran araştırmacı o za­manlar bunu "manyetik sezgi" olarak açıklamaya çalıştı. 1918'de Avusturyah biyolog Kari Von Frisch, bu olgu doğrultu­sunda, sonradan Nobel Ödülü almasına neden olan bir dizi de­ney yaptı ve arıların dans ederek birbirleriyle iletişim kurdukla­rını keşfetti. Kari von Frisch'in gözlemlerine göre, ilk arı dön­düğünde kovanın önünde daireler çizerek uçmaya başlar. Bir süre sonra diğer arılar da kovandan çıkarak onun hareketlerini tekrarlamaya başlar ve bu sırada antenleriyle ilk arıya dokunur­lar. Bu dans sırasında besin maddesinin yerini öğrenen arılar derhal oraya doğru yola çıkarlar. Besin maddesinin bulunduğu yerin uzaklığı arttıkça, ilk arının yaptığı dans da farklılaşır ve karmaşıklaşır.

Arıların kendi aralarında bir dil kullanıp kullanmadıkları yıllarca tartışma konusu olduktan sonra ve bu sürede dil konu­sunda öğrenilenlerin ışığında, bu dansların insandakine benzer bir dil olmadığı, anlık ihtiyaçları giderme amacına yönelik bir iletişim aracı olduğu anlaşıldı. Ayrıca bu aracın arıların doğa­sında kalıtsal olarak varolduğu ve insandaki sözlü dil gibi son­radan öğrenilmesinin mümkün olmadığı da saptandı. Buna rağ­men farklı kolonilere ait arılar, doğuştan farklı lehçeler kulla­nırlar. Bu nedenle, örneğin Türkiye'deki arılar Fransa'daki arı­ların benzer amaçlı dansını yorumlayamaz.

İnsan yaşamının ilk aylarındaki iletişim araçları da önemli ölçüde kalıtsaldır ve önceden programlanmış bir biçimde do­ğumdan itibaren kullanılır. Hangi ulustan olursa olsun, başlan­gıçta bütün bebekler aynı sesleri çıkarırlar. Bu durum dokuzun­cu aydan sonra değişir ve öğrenilmiş dil kullanılmaya başlanır. Öğrenilmiş dilin yapısı ile o dilin konuşulduğu kültür arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu sanılmakta. Kızılderili lehçeleri üzerinde araştırmalar yapmış olan B. L. Whorf, bir kavimden edindiği düşünceleri bir başka kavmin lehçesine çevirmek iste­diğinde çok zorlanmış, hatta çoğu zaman bunun mümkün olma­dığını görmüş. Örneğin bir kızılderili dilinde isimlerle fiiller arasında hiçbir ayrım yapılmazken, bir başkasında şimdiki za­mandaki olayları geçmiş ya da gelecektekilerden ayıracak takı­lar yok. Whorf, bu doğrultudaki çalışmalarından edindiği ve sonradan bir hayli eleştiriye de konu olan izlenimlerini şöyle özetlemiş: Dilleri farklı olan gruplar dünyayı da farklı algılar. Dünyaya bakış biçimindeki bu farklılık, dil yapısının farklı ol­masından kaynaklanır. Karşıt görüşteki araştırmacılara göre ise, dilin yapısını yaşantılarımız biçimlendirir. İki görüşün de buluştuğu nokta, yaşantı ile dilin iç içe geçmiş olmaları.

Eddington Fiziğin Doğası adlı yapıtında, "bir ve bir" "iki" ettiğinden, bir rakamını incelediğimizde ikiyi de anladığımız için problemi sonuçlandırılmış farzettiğimizi, ama aradaki "ve"yi de incelememiz gerektiğini unuttuğumuzu anlatır. Gün­lük yaşamdaki önemli olaylar kelimelerin arasındaki sessizlik üzerine inşa edilir. Bir insanla konuşurken onun içten olup ol­madığını bu aralıkta değerlendirir, kararlarımızın çoğunu bu kı­sa sessizliklerde oluştururuz. Klasik psikanaliz ekolü, tedaviye gelen kişinin arada bir sessiz kalmasını tedaviye karşı bir direnç belirtisi olarak yorumlama eğilimindedir. Oysa tedavi süreci içindeki sessizlik süreleri, kişinin o andaki içsel yaşantılarını seçebilmesi için çok önemli, hatta gereklidir. Üstelik bu sessiz­lik süreleri, konuşmayı bir iletişim aracı olmaktan ne denli sap­tırdığımızı görebilmemizi sağlar.

Yaklaşık son on yıldır gruplarla yaptığım çalışmalarda psi­kanalitik yönelimli geleneksel yöntemleri uygulamaktan gide­rek vazgeçtim ve yerine, yaşanan andaki varoluşu algılayabilmeye yönelik çalışmalar yaptım. Geleneksel gruplarda olduğu gibi, üyelerin grup dışındaki yaşantılarını grup ortamında pay­laşmalarına bu gruplarda izin verilmiyor, üyelerin orada ve o andaki varoluşlarını algılayabilmeleri ve birbirlerine yaşata­bilmeleri bekleniyor.

Bu tür bir çalışmanın, son yirmi yılda Amerika'da yaygın­laşan ve üyelerin yaşadıkları ya da yaşamış olduklarına inan­dıkları duyguları "deklare" ettikleri "burada ve şimdi" grupla­rından temelde farklı olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü "burada ve şimdi" gruplarında, üyelerin otantik yaşan­tılarını yansıtabildiklerine inanmıyorum, ilk yıllarda, özellikle eğitim amaçlı ve kısa süreli bazı grup denemelerinde istediğim çizgiyi tutturabilmekte bazı güçlüklerim olduysa da, deneyimim arttıkça, bu tür çalışmalarda yaşamın özüne daha doğrudan yönelinebildiğine inanır oldum.

Bu tür grupların başlangıcında, önceden bir yapı sunulma­mış olduğu için genellikle bir sessizlik yaşanır ve bu durum üyelerin çoğunun çeşitli biçimlerde anksiyete yaşamasına ne­den olur. Kiminin zihnine yaşanmakta olan anla hiç ilgisi olma­yan düşünceler üşüşür, kimi görevlendirilmişçesine yerdeki ha­lının desenlerini sayar, kimi dışarıdan gelen ve aslında kendisi­ni hiç ilgilendirmeyen sesleri dinlemeye koyulur, kimi ise böyle bağlantılar kuramadığı için kalp çarpıntısı, aşırı heyecan, iç titremesi, vb. belirtileriyle doğrudan anksiyete yaşar.

Üyelerin varoluş sorumlulukları kendilerine bırakıldığı için, grup liderinin üyelerin kendilerini nasıl yaşayacaklarına ilişkin bir beklentisi de yoktur. Gerçek dünyada da olduğu gibi, kişiye kendisinden başka yol gösterecek kimse yoktur. Ama in­sanlar bu sorumluluktan kaçınma ve başka güçler tarafından yönlendirilme eğiliminde olduklarından, sosyal ayinlerin sağ­ladığı yapılara tutunamadıkları böylesi durumlarda yaşanan belirsizliğe katlanamazlar. Bazı grup üyeleri ise grup liderinin yüzünü sürekli izler. Vaktiyle bir tekne gezisi sırasında yakalan­dığımız şiddetli fırtına süresince çoğumuzun kaptanın yüzünü izlememiz gibi.

Böyle durumlarda yaşanan olgu ayrılık anksiyetesidir. Öz­gürlüğüyle ne yapacağını bilemediği için, kendisini fırtınaya yakalanmış bir teknedeki gibi güven verici bir zeminden yok­sun hisseden insanın, gerçek seçimi olmayan bağlantılar kura­rak özgürlüğün ürkütücü hafifliğinden kurtulmaya çalışmasına yol açan bir anksiyete.

Grubun ilk beraberliğinin başlangıcındaki bu sessizlik süregelirken bazen bir an gelir ve üyelerden biri, "Biriniz konuş­sanız, artık dayanamıyorum!" diyerek isyan eder, ama bugüne kadar hiçbir grupta bu imdat çağrısına karşılık verildiğine ta­nık olmadım. Ne yapabilirler ki! Aslında kimsenin bir başkası­nı yaşatamayacağı gerçeği, "Bir şeyler yapın ve beni yaşatın!" çağrısının karşısında yaşanan çaresizlikte somutlaşır. Genç meslektaşlarımla birlikte olduğum kısa süreli ve eğitim amaçlı bir grupta, psikiyatride uzmanlık eğitimine yeni başlamış bir üyenin isyanını hatırlıyorum. "Ne tuhaf insanlarsınız hepiniz!" diye söylenmişti. "Bizim Karadeniz'de insanlar bir araya gel­diklerinde birbirlerine önce bir merhaba der, sonra da kimsin? neredensin? diye sorarlar." Ama isyanının karşılığı yine sessiz­lik oldu.

Genç üye isyanında kendi "doğrusunu" dile getirmişti. "Gerçeği" ise yaşadığı bağlantısızlık anksiyetesiydi ve kendi doğrusunun nesnel gerçek olduğuna inandığı için diğer üyeleri yargılama hakkını da kendine tanımıştı. Gelenekler bireyin ken­dini varetme sorumluluğunu hafifletir, ama karşılığı özgürlük­ten vazgeçerek ödenir. Bu bir seçimdir. Ama pek çok insan her ikisini birden istemenin, daha doğrusu, olamayacak bir şeyi beklemekte olmanın sıkıntılarını yaşar. Bu genç grup üyesiyle yaklaşık bir yıl sonra bir dükkânda karşılaştığımda bana, bir başka tıp uzmanlığı dalına geçtiğini ve daha mutlu olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle görünüyordu, çünkü gerçeğiyle doğ­rusunu uzlaştırıcı bir seçim yapmıştı ve seçimiyle uyum halin­de olmanın huzurunu yaşıyordu.

Gruptaki sessizlik sürdükçe bir an gelir üyelerden biri o an­da yaşamakta ya da geçen sessizlik süresinde yaşamış oldukla­rını hissederek ve hissettirerek dile getirir. Bu gerçekleştiğinde yaşantı üretme süreci başlamış olur. Çünkü ortaya çıkan yaşan­tıya çoğu kez bir başka üyenin ona karşılık veren yaşantısı ka­tılır. Ama bunun yerine bir üye, yaşadıklarına ilişkin kuru bir monolog söyleyerek sessizliği "bozarsa", genellikle bir karşılık gelmez ve sessizlik yine sürer. Otantik yaşantı üretebilme süre­ci öylece akıp gitmez ve başladıktan bir süre sonra söner.

Böyle bir özgürlüğe alışkın olmadığımızdan, üyeler kendi­lerini ve birbirlerini hissetmeye çalışarak yaşananlara bir şey­ler "katmak" yerine grup liderine tutunmaya çalışabilirler, ona yaşanmakta olanların anlamına ilişkin sorular sorarak yaşa­nanları yok edebilirler. Bir başka eğilim de, aydın kesimin bazı beraberliklerinde gözlemlendiği gibi, belirli bir konu ya da kavrama tutunup onun çevresinde sonu gelmez düşünsel çağrı­şımlar yapma biçiminde görülür. Sözlü davranışların amacın­dan saptırılarak kullanılmasının en sık görülen şekli de budun

Varolamamanın yarattığı vakumu, duygudan ve yaratıcılık­tan yoksun, içeriği sık sık yinelenen kompulsif monologlarla doldurma eğilimi yalnızca bazı aydınlara özgü bir olgu değildir, toplumun diğer kesimlerinde de gözlemlenebilir. Önemli bir maç sonrasında oyuna ilişkin ve aynı cümlelerin tekrarlandığı sonu gelmez konuşmalar, bazen maçı izlememiş kişilerin de san­ki oradaymışçasına katılmasıyla sürer gider. Bu, coşkulu bir ya­şantının bir sonraki geleceğe taşınmasından farklı bir olgudur.

İnsan, varoluşunu gerçekleştirebildiği bir yaşantısı sona er­diğinde bir başka yaşantıya geçer. Varolabilmek yerine olması gerekenin yaşandığı, dolayısıyla çevreyle bütünleşmiş bir bir­liktelik yerine seyirci olarak katılman durumların ardından in­sanlar bir başka yaşantıya geçemez ve yaşayamamış olmanın ağırlığını bir sonraki geleceğe taşırlar. Bu nedenle kendimizi varedemediğimiz beraberliklerin ardından o beraberlikte olan­ları irdeler ve yargılarız. Kaza geçiren insanların sonradan ola­yı sürekli anlatarak etkisini hafifletmeye çalışmaları gibi. Hatta bazen toplu bir beraberliğin ardından, katılanlardan biri, bir di­ğerini arayarak yaşayamam ış olduğu duyguları ya da varolamamış olmanın öfkeli isyanını ona aktarmaya çalışabilir. Tabii ço­ğu kez kişinin kendini varedememesinin sorumluluğu başkala­rına yüklenir. Arkadan konuşma niteliğindeki bu yargılar ve eleştiriler genellikle açık ya da üstü kapalı bir biçimde diğer ki­şi tarafından paylaşılır. Çünkü bir beraberlik alanında insanlar birlikte bütünleşerek varolurlar ya da kendilerini, dolayısıyla birbirlerini topluca yok ederler.

Konuşmanın amacından sapmış bir biçimde kullanılması­nın bir nedeni de ayrılık anksiyetesidir. Bu, özellikle ikili bera­berliklerde daha çok yaşanır. Araya girebilecek sessizliklerin yaratacağı anksiyeteyi yaşamamak için boşluk doldururcasına yapılan konuşmalar gerçek yaşantımızın ortaya çıkmasını en­geller. Ya da daha doğru bir deyişle, varolamamamızın yarattı­ğı boşluktan kaynaklanan anksiyete, kompulsif konuşmayla gi­derilmeye çalışılır. Psikanalitik terminolojiyle bunu, varolamayan egonun süperegonun uzantısı durumuna gelmesi olarak açıklayabiliriz. Dolayısıyla gerçek yaşantımızla bütünleşebilen konuşmalarımızın günlük yaşamımızdaki oranının ne olduğu sorusunun cevabı çok da iç açıcı olmaz.

Bunun bir nedeni de, zedelenme ya da bir başkasını zedele­me korkularını yoğun biçimde yaşamamız. O kadar ki savun­maya yönelik davranışlarımızı önemli ölçüde bu kaygıların çevresinde oluşturup hem kendimizin diğer insanlara, hem de onların bize ulaşmasını engellemiş oluyoruz. Tüm dikkatimiz kaçınma tepkilerimiz üzerine odaklaştığından, çoğu kez kork­tuğumuzu da algılayamıyoruz. Zedelenmeyi ya da zedelemeyi yaşamaktansa varolmamayı yeğliyoruz. Öte yandan yaşamazlık sonucu biriken öfke ve saldırganlığı, açık ya da dolaylı yoldan, bu durumun sorumlusu olarak gördüğümüz çevremize, bunu yapamadığımızda da organlarımıza yöneltiyoruz. Ama kendi­mizi yok etme pahasına kaçındığımız zedelenme ve zedeleme­yi yine de yaşıyoruz. Kendimizi varedebildiğimiz zamanlarda içimizde öfke sıkışmadığı için yıkıcılık tehdidi azalır, çevre-

mizdckilcr tararından "hissedilebilme" olasılığı artar. Bu, dü­şünce düzeyinde anlaşılabilmeden öte bir yaşantıdır; birlikte olduğumuz kişinin de kendisini hissettirebilmesine yol açan ve gidebildiğince ileri doğru hareket eden bir süreci başlatabilir.

Psikoterapide de kişi ilk görüşmeye gelirken, umudunun yanı sıra, terapist tarafından anlaşılmayacağı, küçük görülece­ği, zedeleneceği ya da kendisinden yapamayacağı şeyler bekle­neceği kaygılarını yaşayabilir. Bu olumsuz beklentilerin gerçekleşmemesinin sağlanabilmesi tedavi sürecinin temel araçla­rından biridir. Grup çalışmalarında ise üyeler bu olumsuz bek­lentileri terapist ya da grup liderinden çok birbirlerine yansıtır­lar. Zedelenme ve zedeleme korkularına karşı, kişisel yaşantıla­rı nesnelleştirme ve kavramlaştırma en sık kullanılan kaçınma tepkisidir.

Grup beraberliklerinde bir başka kaçınma yöntemi de ol­dukça sık kullanılır. Üyeler birbirlerine ya da gruba ilişkin duy­gularını doğrudan ilgili kişi ya da kişiler yerine terapiste ilete­rek onu bir tampon aracı olarak kullanmaya çalışabilirler. Öz­gürlüğün ürkütücü hafifliği sonucu üyelerin başlangıçta grup liderine tutunmaya çalışmalarına biraz el verilmesinden yana­yım, ama bir yandan da yaptıkları kendilerine gösterilmek şar­tıyla. Çoğu grupta, üyelerin yönlendirilme ve yöneltilme talep­leri ile grup liderinin üyelere kendi sorumluluklarını iade etme çabalarının oluşturduğu çekişme, hızı azalarak sürer.

Bu satırların yazıldığı günlerden bir süre önce katıldığım bir grup çalışmasının her aşamasında, üyelerin grup dışı ya­şamlarında özgür olamadıklarına ilişkin yakınmaları ile grup içinde benim tarafımdan yönlendirilme taleplerinin oluşturdu­ğu çelişki öylesine belirgin bir hale gelmişti ki, üyelerden biri­ne, "Gelin bizi yönetin ki biz de sizden ve yönetiminizden yakı­narak kendimizden kurtulalım diyorsunuz!" dediğimi hatırlıyo­rum. Aslında insan doğasındaki bir paradoks bu, hepimizin ya­şadığı.

Yaşayan süreçler kavramlara sokulmak istendiğinde yok o­luyorlar. Bu nedenle insanın, içinde yaşadığımız dünyanın bi­çimsel beklentilerinden sıyrılıp varoluşunu otantik olarak yaşa­yabildiği anların sayısı çok da fazla olamıyor. Varolabildiğimiz zamanlarda egonun süperegoyla sürdüregeldiği iç diyalog da susar. Otantik yaşantı düşünce düzeyinde fark edildiğinde, süperego yeniden devreye girer ve yaşantı sona erer. Bir insan, "Mutluyum!" dediğinde, bir önceki zaman dilimindeki yaşantı­sını ilan etmekle meşgul olduğundan mutluluğu artık doğrudan yaşamamaktadır. O anda, bir önceki anda mutlu olmuş olduğu­nu ilan etmenin mutluluğunu yaşıyor olabilir ki, bu başka bir yaşantıdır. Bu nedenle okuyucuma otantik yaşantının kavram­sal bir tanımını sunamıyorum.

Varoluşçu psikiyatri alanında yazılı ürün vermiş bazı Ame­rikalı meslektaşlarımın, çalışmalarımda bana ışık tutmuş olan seçkin yapıtlarında, seyrek de olsa zaman zaman mutluluğun tanımına yaklaşan tartışmalara girmelerini yabancıladığımı di­le getirmek istiyorum. Bunu, Amerikan toplumunun yapısallığa ve yönergelere duyduğu ilgiyle ve 1989 yılında o ülkede ödül alan "Don't Worry! Be Happy!" şarkısının içeriğinde somutla­şan Amerikan tarzı iyimserlikle açıklama eğilimindeyim. Traje­diyi yadsıma eğiliminde olan bir kültürün üyelerinin yaşamın özüne ulaşabilme olasılığı da sınırlanır. Ya da gerçek trajediyi yaşamamak için, üretilmiş acı ve kahırla kendisini afyonlayan bir başka kültürün üyeleri.

Trajediyi yadsıyan kültürlerin değerlerinin inandırıcı olama­yacağı düşüncesindeyim. Çünkü trajedi insanın derinliklerinde yaşanan bir olgu. Varoluşunun sorumluluğunu üst sistemlerin egemenliğine terk etmiş çağdaş insan, kişisel trajedilerin yaşanamamasının yüzeyselliğinden kaynaklanan kolektif bir trajedi­nin parçası olabilir yalnızca. Varoluşçu psikiyatri alanında önemli yapıtlar vermiş olan Boss, Binswanger, Laing ve Frankl gibi Avrupalı çalışmacıların, yaşamı trajedisiyle birlikte vc öyle­ce kabul ederek anlamaya çalıştıklarını düşünüyorum. Tabii Do­ğu kökenli düşünürlerin bugün Batıhlann yaklaşmaya çalıştıkla­rı yere yüzyıllar önce ulaşabilmiş oldukları gerçeğini de göz ardı etmeyerek. Yukarıda sözünü ettiğim Amerikalı yazarlardan biri Avrupalı varoluşçuları karamsar bulduğunu dile getirirken, bu­nun Avrupa'nın yaşamış olduğu savaşlardan kaynaklandığı gö­rüşünü savunuyor. Ama o savaşlar, açtıkları yaraların yanı sıra bir yaşamışlık birikimini de birlikte getirmiyor mu?

İnsanın kendi varoluşunu algılayabilmesine giden yol, sanı­yorum, öncelikle kişinin kendisini nasıl varedemediğini yakala­yabilmesi ve görebilmesiyle açılmaya başlıyor. Bence çoğu in­sanın bir şeyler "yaparak" varolabileceğine inanmış olması bu yolun açılmasını engelliyor. Çünkü "olmak" "yapmak"tan önce gelir. Varolamadan yaptıklarımız kendimizden doğamaz. Varo­labildiği anlarda insan, en başından yaptığı seçimler doğrultu­sunda kendiliğinden hareket etmeye başlar. Kuşkusuz, bazı ka­rarlarımızı, "Bunu şu amaçla yapıyorum," diyerek veriyoruz. Ama bunlar genellikle üst sistemlerin kendimize yansıttığımız beklentileri doğrultusunda verilmiş kararlar oluyor. Çoğu kez kendimiz için önemli seçimlere doğru hareket ederken, bir se­çim yapmış olduğumuzu ve bu seçimi uygulamakta ya da yaşa­makta olduğumuzu bilinçli olarak fark etmiyoruz, ancak olay bittikten sonra önemli bir seçim yapmış olduğumuzu idrak ede­biliyoruz. Psikoterapide de kişi, yaşamını yeniden yönlendire­cek seçimleri ve eylemleri, çoğu kez önceden karar almadan ve yaşarken kendini gözlemlemeden öylece gerçekleştiriveriyor.

Grup beraberliklerinde yol alındıkça sessizlik süreleri artık ürkütücü gelmemeye başlar. Çünkü giderek bu dönemlerde in­sanın kendisini ve yaşadıklarını daha net seçebilmeye başladı­ğının farkına varılır. Bazı gruplardaki sessizlik sürelerinde "hem birlikte hem yalnız" olabilme özgürlüğünün hafifliği ya­şanır. Böyle zamanlarda kişi, hem kendi yaşadıklarını hem çev­resindeki insanlarla arasındaki "bağı" algılayabilir. Olağanüstü bir duygudur bu! Alışılagelmiş sosyal beraberliklerimizde ise frekansımızı çevremize karşı görevlendirilmişçesine ayarladı­ğımızdan, sonuç çoğu kez bir performans dizisinden öteye gi­demez.

Bir insanın önceden bir sessizlik dönemi yaşamadan da va­roluşunu algılayabildiği anlar ya da süreler olabilir. Ancak ya­şantıdan kopuk konuşmaya çok şartlanmış olduğumuzdan, grup çalışmalarının başlangıcındaki sessizlik dönemlerinin yaşan­ması genellikle gereklidir. Bu alışkanlık öylesine yerleşiktir ki, üyeler otantik varoluşu yaşayabilseler bile bu uzun sürmez, alı­şılagelmiş konuşma biçimlerine dönülerek özgürlükten kaçılır. Ama ürkütücü olduğu kadar hafif ve daha gerçek bir başka oluş biçiminin kısa bir süre için olsa da yaşanmış olması, bu farklı deneyimin bir süre sonra hatırlanmasına neden olur. Üyeler otantik olmayan bir durum içinde sürüklenmekte olduklarını fark ettiklerinde, otantik bir varoluşa dönüş ısmarlanabilecek bir yaşantı olmadığı için, yeni bir sessizlik dönemi kendiliğin­den yaşanmaya başlar.

Yıllar önce katıldığım kalabalık bir davette, uzağımdaki bir kadın ve bir erkeğe gözüm takıldı. Yeni tanıştıkları ve birbirle­rinden hoşlandıkları davranışlarından hissedilir gibiydi, özel­likle de genç kadın tarafında. Bir ara yanlarından geçmem ge­rekti. Genç kadının karşısındaki erkeğe ülkenin toplumsal so­runları ve çözüm yolları üzerine sıkıcı bir söylev vermekte ol­duğunu işittim. Oysa beden diliyle verdiği mesaj bambaşkaydı. Davetin sonuna doğru bir ara kendimi yine onlara yakın bir ko­numda buldum. Genç kadının söylevi sürüyordu, erkeğin yüzü sarkmıştı ve beraberlikleri ölü doğmaya mahkûm bir ilişkiye gebe görünüyordu. En azından benim izlenimim buydu. Ama çarpıcı olan, genç kadının sözlü ve sözsüz davranışları arasın­daki uçurumdu. Hepimizin çoğu zaman farkına varmadan ya­şadığı, bazen de başkalarında gözlemlediği evrensel bir olgu­dan söz ediyorum aslında.

Anlattığım olay, psikiyatride alışılagelmiş bir yaklaşımla, genç kadının geçmiş yaşamındaki bazı koşullanmalar sonucu, reddedilme korkularına karşı böyle bir savunma sistemi geliş­tirmiş olduğu varsayımıyla açıklanabilir. Ancak paleopsişik sü­reçler konusunda yapılan araştırmalardan edinilen izlenimler bu olguya farklı bir açıdan da bakmamızı gerektirecek nitelik­te. Çünkü bu araştırmalar, sözlü ve sözsüz davranışlar arasın­daki kopuklukların yalnızca bireyin kişisel tarihinden mi, yoksa bunun yanı sıra, insanın evrim süreci içinde geliştirdiği bazı kolektif davranış özelliklerinin onun doğasına mal olmasından da mı kaynaklandığı sorusunu da beraberinde getirmekte.

Amerika'da National Institute of Mental Health'in birimle­rinden Laboratory of Brain Evolution and Behavior'un yıllarca başkanlığını yapmış olan Paul McLean’e göre, beynin evrimsel yapısı hiyerarşik bir düzendeki üç katmandan oluşur. Ona göre bu üç katman yapısal ve kimyasal yönden birbirinden oldukça farklıdır. En üstte beynin korteks tabakası bulunur. Bu bölge insan-öncesi varlıklarda oldukça gelişmiş, insanda ise daha da karmaşık bir yapıya dönüşmüştür. Daha derin katmanlar ise memeliler ve sürüngenlerle ortak yapısal özellikler taşır.

Tıp öğreniminden önceki eğitimi kimya ve biyolojinin yanı sıra jeoloji ve felsefeyi de içeren Paul McLean, paleopsişik sü­reçlerin incelenmesine yıllarını vermiştir. McLean'e göre biz bir değil, üç beyne sahibiz ve her biri dünyayı kendine göre al­gılayıp tepki veriyor. Archipallium, paleopallium ve neopallium adlarını taşıyan bu bölgeler, sürüngen, eski memeli ve yeni memeli beyinleri olarak da anılırlar. Bu üç beyin, birbiriyle bağlantılı üç ayrı biyolojik bilgisayardır. Her birinin kendi ze­kâsı, kendi öznelliği, kendi zaman ve mekân duyusu, kendi bel­leği ve kendine özgü işlevleri vardır.

En derin katman R-komplekstir, beynin en eski kısmıdır ve bu organın Basal Ganglia denilen bölgesine tekabül eder. Bey­nin en derininde, Richard Restak'ın deyimiyle, bodruma atılmış eski bir oyuncak gibidir. Kertenkele ve sürüngenlerde beyin ya­pısının büyük bir bölümünü oluşturur. Reptilyen (sürüngen) be­yin ya da R-kompleks, öğrenilmemiş ve programlanmamış davranış dizilerini sağlar. Selektif boyamayla, R-kompleks ile beynin diğer bölgeleri arasında belirgin bir farklılık saptanmış­tır. McLean'e göre, Globus Pallidus ve Caudate Nucleus'un ko­yu bölgeleri R-kompleksin önemli parçalarıdır.

Kertenkelelerin davranışlarını videoteyple kaydederek in­celeyen McLean, yaklaşık yirmi davranış örüntüsü saptamıştır: yaşam alanı edinme, kızgın sesler çıkarma, yiyecek arama, is­tifçilik, selamlaşma ve sosyal gruplaşma gibi. Bu gözlemlerde, özgeci davranışlar ya da anahk-babalık gibi bazı davranış örüntülerinin dışında, kertenkelelerin birçok davranışının insanla­rınkine çok benzediği fark edilmiştir. McLean'e göre R-kompleks gibi eski beyin bölgeleri, kendi programlarını bağımsızca uygulayarak davranışlarımızı etkilemektedirler.

McLean, gözlemleri sonucu, ritüelizm, otoriteden korku ve otoriteye boyun eğme gibi bazı davranışların da R-kompleksin ürünü olabileceği izlenimini edinmiştir. Hatta obsesif-kompulsif belirtilerin ve günlük yaşamımızda zaman zaman gösterdi­ğimiz bazı diğer mantıkdışı davranışların da bu bölgeden kay­naklanmasının güçlü bir olasılık olduğu görüşündedir.

Gerçekten de bazı araştırmalar bu varsayımı destekler ni­telikte. University of Calıfornia at L.A.'den Lewis Baxter'in obsesif-kompulsif belirtilerden yakman kişiler üzerinde PET (Positron Emission Tomography) ile yaptığı bir araştırmadan edin­diği sonuçlar gibi. Baxter araştırmasında, bu kişilerin orbital bölgeleri (pre-frontal korteksin gözlerin tam üzerine rastlayan kısmı) ile Caudate Nucleus'ta (R-kompleksin bir parçası) aşırı aktivite olduğunu saptamış. Istemdışı hareketlerle ortaya çıkan Parkinson hastalığında ve Tourette sendromunda da aynı beyin bölgelerinin etkili olduğu zaten bilinmektedir. Örneğin Parkin­son hastalığında R-kompleksin Substantia Nigra kısmında nor­mal olarak bulunan nörokimyasal dopamin'de bir eksiklik söz konusudur, ilginç olan bir başka yön, bu bilgilere sahip olma­yan on dokuzuncu yüzyıl nörologlarının, Parkinson hastaların­da gözkapaklarının seyrek kapanması olgusuna "timsah bakışı" adını vermiş olmaları. Baxter'e göre, kişinin kendi istemi dışın­da zihnine üşüşen düşünceler ya da istemdışı tekrarlanan ey­lemlerle ortaya çıkan obsesif-kompulsif belirtiler de orbital bölge ile Caudate Nucleus arasındaki bir etkileşim bozukluğun­dan kaynaklanmaktadır.

Kendimizi mantıklı varlıklar olarak değerlendirme eğilimindeyiz, ama günlük yaşamımızda yaptığımız mantıkdışı dav­ranışların sayısı da azımsanamaz. Geçmişte bu tür davranışları bilinçdışı süreçlerle açıklama eğilimi vardı, bugün ise R-kompleksten kaynaklandığını düşünenler var. R-kompleks ya da sü­rüngen beyin, atalarımızdan kalan izlerle doludur ve davranış­lara o doğrultuda (ritüelist) bir yön verir. Yeni ve alışılmamış durumlarla karşılaşıldığında işe yaramaz. Ancak yine de hepi­miz bu kalıtsal süperegonun tutsağı gibiyizdir. Richard Restak'a göre, liderlerimizi R-kompleksimizle seçtiğimiz gibi ilginç ve eğlendirici spekülasyonlar bile yapılmakta.

İkinci katman olan ve memelilerde bulunan limbik beyin, duygu yaşantılarıyla ilgili sinirsel yapıyı içerir. Limbik sistem R-kompleksin çevresini sarar, bu nedenle Latincede yüzük ya da halka anlamına gelen limbus'tan esinlenerek adlandırılmış, limbik sistem terimi de ilk kez 1952'de yine McLean tarafından kullanılmıştır. Önceleri bu bölgenin koku alma işlevleriyle ilgi­li olduğu sanılırdı, sonradan farklı ve çok karmaşık bazı işlev­leri üstlendiği anlaşıldı.

1939 yılında bir maymunun Amygdala'sının (limbik siste­min bir parçası) tahrip edilmesiyle gerçekleştirilen ilk deneyde, uyarılma, kızgınlık ve korku belirtileri gözlemlenmişti. O gün­lerden bu yana yapılan çeşitli deneylerde, limbik sistemin diğer bölgelerinin uyarılması ya da tahrip edilmesi de duygusal tep­kilerde önemli değişimlere yol açmıştır. Ama bu konudaki en önemli bulgular epilepsiyle ilgili çalışmalardan edinilmiş, limbik sisteme komşu bölgelerden kaynaklanan epileptik deşarjla­rın çok canlı duygusal yaşantılara yol açtığı saptanmıştır.

Beynin bilgi kapasitesi, en üst ve en gelişmiş katman olan serebral kortekstedir. Algılama, analiz etme ve organizmanın içinden ve dışından gelen bilgileri depolama işlevlerini üstlenir. Ne var ki, korteksin bu işlevlerini sürdürebilmesi için dikkatli bir uyanıklık durumunda olması gerekir. Dikkatli uyanıklığı da beyin sapında bulunan ve RAS (Reticular Activating System) denilen bir bölge sağlar. Bu bakımdan korteks RAS'a doğrudan bağımlıdır. Uyurken biri bizi çağırırsa, RAS'ta bir eksitasyon dalgası başlar, bu dalga önce beynin işitmeyle ilgili bölgelerini, sonra yukarı doğru hareket ederek motor korteksi etkiler ve ye­rimizden kalkmamıza neden olur.

RAS'ı tahrip edilen kediler, ismi de çağrılsa, iğne de batırılsa uyumaya devam ederler. Bir kibrit başı büyüklüğündeki kan pıhtısının RAS'ta takılıp kalması, korteksin sağlam olmasına rağmen, dönüşü olmayan bir komaya neden olur.

Algılama süreçlerinde üç ayrı grup beyin hücresi birbirini tamamlayıcı üç farklı işlevi üstlenir: örneğin görme, görülene anlam verme (ya da tanıma) ve görülen ile işitileni tek bir algı­lama sürecine dönüştürme. Algılama tabii ki tek başına bir an­lam taşımaz. Bu satırları okurken gerekli olan süreçleri, dikkat­li uyanıklık ve algılama, işlemden geçirme ve sonradan hatırla­ma olarak sıralayabiliriz. Ama iş burada da bitmez, okudukları­nızdan hoşlanmayıp sonraki bölümlere geçmek isteyebilirsiniz. Böylece istemli eylem ortaya çıkar. Eylem motor kortesi ilgi­lendirir. Beynin en öndeki bölgesi olan frontal lob'da bulunan motor korteks bir bilgisayar gibi çalışır. Tabii bir de programcı gerekir ve bu görevi de prefrontal lob üstlenir. Niyet etme, ey­leme karar verme ve en karmaşık davranışları düzenleme gibi işlevler bu bölgeden kaynaklanır.

Prefrontal lobun işlevleri hakkındaki ilk bilgilerimiz 1940 ve 50'lerde edinilmiştir. Lobotomi adıyla bilinen ve o yıllarda şizofrenik bozuklukların tedavisi amacıyla uygulanan bu cerra­hi işlemde prefrontal lobun lifleri kesildiğinde, hastalarda inisi­yatif kaybı, künt bir sükûnet, çevrenin değişmesini istememe gibi değişimler gözlemlenmişti. Bu ve diğer bazı olgulardan edinilen bilgilerin ışığında bugün, prefrontal bölgenin amaca yönelik davranışları yönettiğini biliyoruz.

Rus nöropsikolok Aleksander Luria'nın da belirttiği gibi, beyni üç işlevsel birimde inceleyebiliriz: dikkatli uyanıklık, bil­gi işlem ve eylem. Beyinde on beş milyar sinir hücresi bulunur. Bu hücrelerin tümünün birbiriyle ilişkiye geçtiğini farzedelim. Bu bizi hiçbir beynin ya da bilgisayarın baş edemeyeceği bir karmaşıklık düzeyine getirir. Dolayısıyla, organizmanın optimal bir düzeyde çalışabilmesi için bu üç birim arasında denge­li bir etkileşim gereklidir. Bilinçli düzeydeki her etkinlik bu üçünün ortaklaşa hareket etmesi sonucu ortaya çıkar. Bir başka deyişle, beynin bir bölgesinde algılayıp bir başka bölgesinde harekete geçmiyoruz. Bundan ötürü belirli bir etkinliğin beynin neresinde lokalize olduğu sorusu da anlamını yitirir. Bunun ne­deni, beynin bir süreç olarak çalışmasıdır.

Kalabalık bir toplulukta, aslında hiç hoşlanmadığınız, ama iyi ilişkiler sürdürmeniz gereken biriyle karşılaştığınızı düşü­nün. Serebral korteksiniz gülümsemenizi ve nazik bir konuş­mayı sürdürmenizi sağlarken, aynı zamanda, limbik sisteminiz o kişiye ilişkin olumsuz duygulan, hatta bazen kalp atışlarının hızlanması gibi fiziksel belirtilerle birlikte size yaşatmaya baş­layacak, bütün bunlar olurken R-kompleks de çeşitli beden dili araçlarını harekete geçirerek, örneğin başınızı fazla sallamanı­za ya da ayaklarınızın durumunu sürekli değiştirmenize neden olabilecek ve ancak dikkatli bir gözlemci, konuşulanlarla be­densel davranışlar arasındaki uyuşmazlığı fark edebilecektir.

Bu varsayımları kanıtlamak tabii ki çok güç. Ama yine de Oseaı VVildc'ın şu sözlerini hatırda tutmakta yarar olabilir: "Öy­le çahşnıalaı yapılır ki, bir kenarda bekler durur ve insan onlan uzun süre anlayamaz; bunun nedeni, henüz sorulmamış soru­ların cevaplan olmalarıdır; ne yazık ki bu sorular, cevapların­dan çok sonra ortaya atılırlar."

McLean ve bazı araştırmacılar, görme, işitme gibi duyu inputlannm yalnızca kortekse değil, limbik sisteme de aktarıldı­ğını saptamışlardır. Duygular arı biçimleriyle limbik sistemden, kompulsif ve ritüelistik eylemler R-kompleksten, soyut düşün­ce ise korteksten kaynaklanır. Ruhsal bozukluklarda, epilepside ve uyuşturucu madde zehirlenmelerinde korteks ile limbik sis­tem arasındaki, dolayısıyla da düşüncelerle duygular arasında­ki göreli uyum bozulur. Korteksle limbik sistem arasındaki ko­pukluğun en dramatik örneği, kişinin kendi kimliğini algılayamaması ile ortaya çıkan depersonalizasyon fenomenidir. Paranoid psikoz gibi bazı uç durumlarda ise, görülene inanma yeri­ne, inanılanı görme biçiminde bir karışıklık yaşanır.

Epilepsiyle ilgili bazı çalışmalar göstermiştir ki, yaşadığı­mız duyguların dış dünyamızda yer alan olaylarla ilişkili olma­sı şart değildir. Duygularımızın yoğunluk derecesi de yaşadık­larımızın otantik olması açısından bir ölçü değildir.

İşte bu bulgulardan hareket edilerek, limbik sistemin, orga­nizmanın dışından ve içinden kaynaklanan yaşantıların enteg­rasyonunu sağlayarak kişisel kimlik duygusuna katkıda bulun­duğu düşünülmektedir. Wilson, Sociobiology adlı ve hayli ilgi çekmiş olan kitabında şöyle diyor: "Stres durumlarına girildi­ğinde, hipotalamik-limbik sistem insanın bilinçli dünyasını, birbirine karşıt duyguların eşzamanlı yaşandığı 'ambivalans' durumuna sokar; sevgi nefretle, saldırganlık korkuyla, dünyaya açılma içe kapanmayla birlikte yaşanır."

Günümüzde birçok bilim adamı, 2000’li yıllara girerken bi­lim dünyasının ilgileneceği en önemli konunun beyinle ilgili araştırmalar olacağı inancında. Bu görüşe katılanların arasında fizikçilerin de olması ilginç. Çünkü fizik, katı bilim olarak ni­telendirilen ve dünyayı nesnel bir biçimde ele alan bir disiplin. Buna karşılık beyinle ilgili araştırmalar, bazen görüş ayrılıklarina konu olabilen ve daha yumuşak bir disiplin olan biyoloji­nin konusu. Buna rağmen giderek ön plana çıkmaları oldukça anlamlı. Çünkü, "Gerçek nedir?", "Bildiklerimizi nasıl biliyo­ruz?" gibi önceleri filozoflar tarafından cevaplandırılmaya çalı­şılan sorular, şimdi biyolojinin konusu haline gelmekte. Bu ge­lişmeler içinde belirmeye başlayan ve "psikobiyoloji" diye ad­landırılan yeni bir alan, insanın, beyni inceleyerek kendisini an­lamaya çalışmasını içeriyor ve yukarıda sözü edilen soruları ce­vaplamaya çalışarak felsefenin yerini almayı amaçlıyor.

Geleneksel felsefe günümüzde eski gücünü kaybetmiş gö­rünüyor. Bugün hayatta olmayan ünlü fizikçi Richard Feynman, Playboy dergisinin kendisiyle yapmış olduğu bir görüş­mede, "Filozoflar zamanlarının bilimsel gelişmelerini görmez­den gelirlerse, anlamak istedikleri şeyleri anlamaları mümkün olamaz!" demişti.

Yakın geçmişte bile geleneksel filozoflar, zihinsel işlevleri incelerken konuyu yalnızca davranışlar yönünden ele almışlar, beynin kendisine ilgi göstermemişlerdir. Geçmişteki bu boşluk, günümüzde yeni bir alan olarak ortaya çıkmaya başlayan "Nörofılozofı" ile başarılı bir biçimde giderilmekte.

Tabii geçmişteki tek yönlülük felsefeye özgü bir durum de­ğildi ve geleneksel tıp bilimi de felsefeninkine karşıt bir seçici­likle ilgisini beyne odaklaştırmıştı. Biyolog Sir Julian Huxley'in, "Beyin tek başına zihin için bir neden olamaz, ama zih­nin oluşumu için gereklidir. Tek başına soyutlanmış bir beyin, biyolojik bir saçmalık olmaktan öte bir anlam taşımaz!" biçi­mindeki isyanı, beynin bir organ mı (şey mi?), yoksa bir süreç mi olduğu sorusunu bir kez daha hatırlatmakta.

I’sikobiyolojinin bir disiplin olarak ortaya çıkmasından ön­ce, beyin ve işlevlerini felsefi düzeyde anlama çabalarının ürü­nü olan görüşler iki grupta toplanmıştı. Bir görüşe göre, biz şeyler (nesneler) dünyasında yaşarız ve bu dünyada insanlar ve ılıgeı nesneler bir günden diğerine çok az değişir. İkinci görüşe goıe, dünya sıııeçlerden oluşur. Biz bu süreçlerin parçalarını çerçevelere koyarak algılarız ki bu, geçmişte hiç de popüler ol­mayan bir görüştü. Ama sonradan, modem fiziğin önemli ölçü­de bir süreç bilimine dönüşmesi ve buna karşılık beynin bir "şey" durumunda kilitlenmiş olmasının yarattığı çelişki, birinci görüşü savunanların durumu yeniden gözden geçirmelerine ne­den oldu. Tabii, sosyal bilimler gibi, doğası gereği birinci görü­şe bağlılığını sürdüren bazı disiplinler dışında. Beyin-bilgisayar kıyaslamalarından öğrenilenler de Genel Sistemler Kuramı (General Systems Theory) çerçevesinde değerlendirilerek, zihin ve beden İkilisi diye bir dualizmin olamayacağı inandırıcı bir biçimde ortaya kondu. Böylece, filozof Gilbert Ryle'in 1947'de "kategori hatası" dediği duruma da açıklık getirilmiş oldu.

Bu konuda Richard Restak'ın bir benzetmesini burada ak­tarmak açıklayıcı olabilir: Sekiz yaşında bir çocuk ömründe ilk kez Washington D.C.'ye götürülüyor. İlk gün Kongre Binasını, ikinci gün Beyaz Saray'ı, üçüncü gün Yüksek Mahkemeyi gö­rüyor, ardından merakla soruyor: "Bütün bunları gördüm, peki ama devlet nerede?" Tabii çocuğun sorusu bir kategori hatasın­dan kaynaklanıyor. Her üç bina da fiziksel olarak belirli alan­larda olabilir, ama devletin kendisi farklı bir kategori; bu üç ku­rumun birbiriyle etkileşimini tanımlayan en üst kategoridir.

Fizikte geçerli olan Heisenberg ilkesi, beyin araştırmaları için de söz konusudur: Araştırmada kullanılan yöntemler elde edilen sonuçları etkiler. Gerçeğe ulaşma umuduna yaklaştığı­mız her an, ona ulaşmak için yeni ve beklenmedik yolları kar­şımıza çıkaracak ve bu böylece sürüp gidecek. Yazgımızın bir parçası olan bu açmaz vaktiyle filozof Demokritos tarafından şöyle dile getirilmiş: "Lanet olası akıl, sen tüm verilerini bizden aldığın halde bizi devirmeye çalışıyorsun. Ama bizim devril­memiz senin de düşüşün olacak!"

Beyin tek başına zihin denilen olgudan sorumlu değildir, yalnızca ortaya çıkışı için gerekli bir organdır. Ama acaba bu­nun karşıtı da geçerli olamaz mı? Yani beyin de zihinsel süreç­lere muhtaç değil midir? Sensory deprivation deneylerinden edinilen sonuçlar bu soruya olumlu cevap verebilmek için ye­terli görünüyor. Bu nedenle, uyaran yoksunluğu (sensory deprivation) denilen olguyu burada bir özetle hatırlatmakta yarar görüyorum.

Kutup kâşiflerinin, batan gemilerin günlerce denizde kalan tayfalarının ya da dünyadan soyutlanan savaş tutsaklarının duy­gularında, algılarında ve düşüncelerinde çeşitli sapmalar göz­lemlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda on sekiz ay tek başına bir hücreye kapatılmış olan Christopher Bumey, "Bir süre son­ra, değişikliğin ve çeşitliliğin bir çeşni olmaktan öte, yaşamın özü olduğunu anladım," demişti. Sürekli tekdüzelik de normal kişilik işlevlerinin bozulmasına yol açabilmektedir. Uzun yol kamyon sürücülerinde dikkat ve oryantasyon bozuklukları, ba­zen de halüsinasyonlar gözlemlenmiştir.

Algı kısıtlanmasının davranışlar üzerindeki önemli etkileri­nin uzun süredir bilinmelerine rağmen, konu ancak 1954'te Kanada'daki McGill Üniversitesi'nde, Bexton, Heron ve Scott ta­rafından gerçekleştirilen uyaran yoksunluğu deneylerinden sonra önem kazanmış ve yaygın bir biçimde incelenmeye baş­lanmıştır. Bu ünlü deneyle başlayan süreçten edinilen bilgiler­den günümüzde astronot eğitimine kadar uzanan çeşitli alanlar­da yararlanılmaktadır.

McGill Üniversitesi'nde yapılan ilk deneyde erkek kolej öğrencileri, ücret karşılığında beş gün süreyle ses geçirmez bir odada soyutlanmışlardı. Gözler, ışığı geçiren ama şekillerin al­gılanmasını engelleyen maskelerle örtülmüş, eldiven ve sargı­larla dokunma duyusu azaltılmıştı. U harfi şeklindeki yastıklar ve hava arıtıcı bir aygıtın tekdüze gürültüsüyle işitme duyusu da kısıtlanmıştı. Yaklaşık beş günlük bir sürenin sonunda, dene­ye katılanlarda güçlü bir uyarılma isteği, algılama sapmaları, şaşkınlık, dikkat toplayamama, mekân oryantasyonunda bo­zukluklar ve duygusal dengesizlikler gözlemlenmişti. Yirmi do­kuz öğrenciden yirmi beşi deney sırasında beliren halüsinasyonlardan söz etmişlerdi. Bu halüsinasyonlar, geometrik biçim­lerden, karlı bir alanda omuzlarında torbalarıyla bir sıra halin­de yürüyen sincaplar gibi karmaşık görüntülere kadar çeşitlilik göstermişti.

Uyaran yoksunluğu deneyleri, beynin dış dünyaya bağımlı olarak çalıştığını ve dış dünyadan soyutlandığında, uyarılma ih­tiyacını, en azından bir süre için yine "kendisinin" karşılamaya çalıştığını düşündürmekte. Oysa Aristo'ya göre, beyin bir Tabula Rasa, yani boş bir alandır. Bu alan üzerine gelen yaşantılar insanın doğasını çizer. İnsan doğası hakkındaki bilgilerimizin bugün ulaştığı aşamanın ışığında baktığımızda, iki bin yıl önce­ki bu görüşün doğru olmadığını görebiliyoruz. Asıl ilginç olan yön, insana bakış açısı olarak Aristo'nunkine benzer bir yaklaşı­mın son otuz yılda psikoloji bilimine egemen olması ve üstelik, sınırlı sayıda bir grup psikiyatristi de etkisi altına almış olması.

Davranışçı psikoloji olarak bilinen bu akımın izleyicileri, yıllarca, istemli davranışların yalnızca görünüşte böyle olduk­larını ve aslında dış uyaranlara otomatik tepkilerden başka bir anlam taşımadıkları görüşünü savunmuşlardır. Oysa ki, seçim ve istem gibi süreçlerin olmadığına ya da gerekli olmadığına inanmak, canlı organizmaları değil makineleri incelemek olur.

Bir Skinner kutusunu ele alalım. Manivelaya basılınca be­sin maddesi çıkıyor ve hayvan, doyana kadar bu eylemi tekrar ediyor. Burada seçim, istek ya da karar söz konusu değil. Oysa manivelaya basmak çok kısa bir süre alır. Buna karşılık kutu­nun içinde dolaşma, koklama ve keşfetme gibi daha uzun süre­li davranışlar değerlendirilmeye tabi tutulmaz. Davranışçıları ilgilendiren şey, hayvanın manivelaya kaç kez basıp ödülünü alacağıdır. Uyaran-ödüllendirilme dışındaki davranışlar gör­mezden gelinir.

Edinburg Üniversitesi Psikoloji Laboratuvarı'nda gerçek­leştirilen bir deneyde, bir anne altı günlük bebeğine tekrarlı ola­rak dilini çıkarıyor, bir süre sonra bebek de dilini çıkarıyor. Ay­nı olay göz kırpma ve ağız açıp kapama hareketleriyle de tek­rarlanıyor. Tabii bu gözlemler hiç aynaya bakmamış olan bebe­ğin, annesinin bu hareketlerinin kendi bedenindeki karşdığını nasıl bulabildiği sorusunu da beraberinde getiriyor.

Richard Restak’ın aktardığı bir gözleme göre, Rattus Norvegicus denilen laboratuvar faresi, kafesinden alınıp masaya konduğunda dolaşmaya ve masanın üzerindeki bazı objeleri koklamaya başlar. Art arda çekilen fotoğrafların bilgisayar ana­lizi yapıldığında bu davranışların rastlantısal olmayıp bir düzen izlediği ve hayvanın önceden tanımadığı alanlara doğru yönel­me eğilimi gösterdiği gözlemlenmiş. Bu gözlemin geçerliğini kanıtlamak amacıyla yapılan bir başka deneyde, fare Y şeklin­de bir alanın sap kısmının başına konduğunda, örneğin önce sağ tarafa girmiş ve sonuna kadar gitmiş. Buradan alınıp yeniden başlangıç noktasına getirildiğinde bu kez meraklı bir gezgin gi­bi sol tarafı keşfe çıkmış.

Bu ve benzeri bazı deneylerden edinilen izlenimler, davra­nışlarımızı uyaran-tepki modeliyle açıklamaya çalışan ve insa­nı ödüller ve cezalarla pekiştirilen koşullandırılmalar dizisinin bir ürünü olarak tanımlayan davranışçı psikolojinin düşünme biçimine tamamen karşıt düşmekte. Çünkü bu hayvanların se­çimlerini yaparken onlara çekici gelecek bir peynir parçası ya da kaçınma davranışlarına yol açacak elektrik şokları yok. Bu tür davranışların belki de yalnızca "yaşamın sürekliliğini koru­ma" ilkesi yönünden bir anlamı olabilir.

Bir başka deneyde, farelere besin maddesine ulaşmak için iki seçenek veriliyor. Biri alışık oldukları ve kestirme bir yol, diğeri ise yeni ve dolambaçlı. Davranışçı ekolün beklentilerinin tersine, hayvanlar her zaman aşina oldukları yolu seçmiyor ve ilk kez karşılaştıkları bu yeni yolu da en azından aynı sıklıkta deniyorlar. Konuya yansız bir biçimde bakmaya çalışırsak, ye­niliğin de bir tür ödül olup olmadığı sorusunun göz ardı edilme­mesi gerekir.

Nitekim bu doğrultuda yapılmış bazı deneyler oldukça dü­şündürücü. G. B. Kisch ve J. Antonitis bir fareyi, normalde ma­nivelaya basıldığında hayvanı besinle ödüllendiren bir Skinner kutusuna koymuşlar, ama bu kez besin maddesi yerine, mani­velaya her basıldığında parlaklığı değişen bir ışıklandırma yer­leştirmişler. Besin maddesi olmamasına rağmen fareler yine de manivelaya basarak ışıklarla oynama alışkanlığı edinmişler. Rhesus maymunlarıyla yapılan deneylerde de hayvanların be­lirli renklere ve parlaklık derecelerine daha çok ilgi duydukları ya da sinemayı fotoğrafa tercih ettikleri, manivelalara basarak yaptıkları seçimlerde gözlemlenmiş.

Yapılan çalışmalar, şekli ona benzediği için adını denizatı­nın Yunancasından alan "Hippocampus"un, yeni bellek oluşu­munu sağlayan beyin bölgesi olduğunu göstermiştir. Bu bulgu­lar doğrultusunda yapılan çeşitli deneyler hippocampusun ödül ve ceza faktörlerinden bağımsız olarak bilgi kaydettiğini ve ye­nilik arama türündeki davranışların bu bölgenin işlevleriyle ya­kından ilintili olduğunu ortaya koymuştur. Hippocampusları tahrip edilen hayvanlar aşina oldukları alanları tanıyamadıkları gibi daha önce keşfedemedikleri alanlarla da ilgilenmiyorlar. Bazı nörofizyolojik yöntemlerle hippocampustan alman tek hücre kayıtları, bu bölgenin bilgi kaydetmesini sağlayan faktö­rün ödül değil yenilik olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Son yirmi beş yıl süresince davranışçı psikoloji, insan dav­ranışlarını fareler üzerinde yapılan gözlemlerin her zaman doğ­ru olmayan yorumlarıyla açıklama eğiliminde olmuştur. Bu yo­rumların geçerli olduğunu varsayarsak, örneğin alpinistlerin ya da kutup kâşiflerinin yeniye ve bilinmeyene yönelik davranış­ları nasıl açıklanabilir? Bir psikoterapi buluşmasında da tedavi­ye gelen kişi önceden saptadığı bir gündemle gelmiş olsa bile, bir saatlik beraberlik süresince ne zaman ne olacağının ya da ne konuşulacağının hiçbir kestirilebilirliği yoktur.

Skinner'in günlerinden bu yana davranışçı psikoloji önemli değişimlerden geçerek eskiye oranla daha inandırıcı olabilme­sini sağlayacak bir esneklik kazanmıştır. Üstelik davranışçı ekolün geçmişteki konumunun, sinir sistemi anatomisi ve fiz­yolojisi hakkındaki bilgilerimizin o zamanki düzeyiyle pek de çelişkili olmadığı gerçeğinin ve bu konudaki sorumluluğun, be­lirli bir ekolden çok, ilgili tüm disiplinlere ait olduğunun hatır­lanması gerekir. Yine de biyolojideki son gelişmeler bu yakla­şımın yeniden ve temelden gözden geçirilmesini zorunlu kıl­maktadır.

"Psikoterapi" başlığı altında biyolojiden söz etmiş olmam bazı okuyucularım tarafından yadırganmış olabilir. 1988 yılın­da yapılan bir kongrede "Nörobiyoloji ve Davranışlar" konulu bir panele konuşmacı olarak katılmamın ardından, bir genç meslektaşım bana, onca yıl dinamik psikiyatri ve psikoterapi alanında çalıştıktan sonra bunun bir "yön değiştirme" anlamı­na mı geldiğini sormuştu. Ona bu tutumumun öteden beri sür­dürdüğüm bir yönümü daha sağlam temeller üzerine yerleştir­me çabasından başka bir anlam taşımadığını ve aslında biyolo­ji alanındaki gelişmelere yalnızca kendi sentezime katabilece­ğim bir "seçicilikle" yaklaşmaya çalıştığımı anlatmıştım.

Uzmanlık eğitimime başladıktan bir süre sonra psikiyatriyi bir bütün olarak algılamakta ve betimsel (descriptive), organik, dinamik ya da analitik psikiyatri gibi parçalar arasındaki bağ­lantıları kavramakta güçlük çektiğimi hatırlıyorum. O zaman­lar bu karışıklığın kendimden kaynaklandığına inanmışken son gelişmelerin ışığında bu olguya yeniden baktığımda kendime haksızlık etmiş olduğumu düşünüyorum. Örneğin kişi psikote­rapiste gidiyor, onunla yaptığı konuşmalarda sorunlarına iliş­kin içgörü kazanıyor, vb. Bu fiziksel olmayan bir tedavidir. Çün­kü doktor hastasına dokunmuyor, bedenini muayene etmiyor, çoğu kez ilaç da kullanılmıyor. Dolayısıyla şöyle bir izlenim oluşuyor: Psikoterapistler bedeni değil, zihni tedavi ediyorlar, işte böyle bir yaklaşım sonucu geçmişte psikiyatrik bozuklukla­rın sınıflandırılmasında hatalı bir yola gidilmiştir ve bu etki gü­nümüzde de önemli ölçüde sürdürülmektedir.

Üstelik son zamanlarda, tedavi için başvuran kişinin psiki­yatrik sınıflandırmanın hangi kategorisine ait olduğu neredey­se tedaviye gelen kişinin kendisinden daha fazla ilgi-konusu olabiliyor ve bu nedenle bazı psikiyatristlerin tutumu, şu ya da bu durumun hangi yasa maddesinin kapsamına girdiğini bul­maya çalışan yargıçları ve avukatları çağrıştırabiliyor. Bazı araştırmalarda, örneğin demografik ve kültürlerarası çalışma­larda ya da kimyasal tedavinin planlanmasında psikiyatrik sı­nıflandırmanın yeri tabii ki önemli, ama klinik çalışmalarda bu denli ön plana alınması yaşayan insanın özüne ulaşma çabala­rını ketleyebilir.

Yakın zamanlara kadar ruhsal bozukluklar, organik (beyin­de doku değişikliğinden kaynaklanan) ve fonksiyonel (bilinen bir nedene bağlı olmayan) bozukluklar olarak iki ana bölüme ayrılırdı. Biyolojideki gelişmelerin ışığında değerlendirildiğin­de böyle bir bölümlemenin kabul edilebilir bir yanı olamaz. Çünkü tüm davranış süreçleri beyin hücrelerinin birbiriyle etki­leşiminden kaynaklanır. Bunu kabul ettiğimizde de önemli öl­çüde konuşma ve dinlemeye dayalı olan psikoterapinin, beyin­de nasıl değişiklik oluşturabildiği sorusu ortaya çıkar. Bu soru­ya verilebilecek cevap henüz varsayım aşamasında. Bir ışığın yanıp sönmesi görme korteksinde, ya da parmaklarımızı masa­ya vurma hareketi korteksin duyu ve hareket bölgelerinde, elektroansefalografi ile kaydedilebilen beyin dalgalarına neden oluyor. Sakin bir odada kişi bunları yaşadığını düşlediğinde de aynı dalgalar kaydediliyor. Yale Çenter for Behavioral Medicine'de yapılan çalışmalardan alman sonuçlara göre, düşleme be­yin üzerinde "ölçülebilir" bir etki yaratmakta. Bir şeyi yapmayı düşlersek onu yapmışız gibi bir beyin aktivitesi oluşuyor. As­lında her türlü zihinsel faaliyet beyinde değişikliğe yol açıyor, ama bunların çoğunu günümüz teknolojisiyle saptamak müm­kün değil. Bu nedenle psikoterapi sürecindeki sözcükler, imge­ler ve diğer yaşantıların da beyin hücrelerinin etkileşiminde de­ğişikliklere yol açtığı düşünülmekte. Bu konuda daha da spesi­fik çalışmalar olmakla birlikte, yapılan çıkarsamalar biraz spckülatif nitelikte olduğundan burada onlara değinmeyi zamansız buluyorum.

Yaklaşık kırk yıl önce, dinamik psikiyatrinin en görkemli dönemini yaşadığı bir zamanda, kendisinden psikoterapi eğiti­mi aldığım Alfred Messer, bir psikanalist olduğu halde bir gün bana, "Geleceğin psikiyatrisi biyoloji içerikli bir temel üzerine oturacak!" demişti. Ben bu sözü hiç unutmadım ve sanırım ba­na yakın gelmiş olduğu için benimsedim ve buna inandım. Üs­telik o doğrultuda bir ekleme yaparak eğitim süremi bir yıl uzattım. Yıllar sonra bu temelin psikiyatriye bakış açıma farklı bir boyut kazandırabilmeme katkıda bulunduğunu görüyorum. Çok sınırlı bir oranda da olsa burada aktarmaya çalıştığım ge­lişmelerin kazandırdığı yeni bakış açısı sayesinde, bugün psiki­yatriyi bir bütün olarak algılamaya "başladığımı" fark etmek­teyim. Bütünün içinden seçilen bir parçaya odaklanılarak geri kalan görmezden gelindiğinde bir alanın özüne ulaşılmasının mümkün olmayacağına inanıyorum. Çünkü bir figürün olabil­mesi için bir fon gerekli. Ama daha önemlisi psikiyatrinin artık "süreç bilim" kategorisine aday olması. Bu nedenle çalışmala­rını psikoterapi ve dinamik psikiyatride yoğunlaştırmayı tasar­layan psikiyatrisi adaylarının bu alt uzmanlık alanını psikiyat­rinin bütünüyle birlikte değerlendirmelerini diliyorum.

Tedaviye gelen kişi ile terapistin ilk buluşması büyük önem taşır. Çünkü Lawrence Friedman'm belirttiği gibi, tedavi süreci içinde sonradan ortaya çıkabilecek sorunlar bu buluşma sırasın­da oldukça yalın bir biçimde sergilenir. Zaten genel olarak, be­raberliğin ilk döneminde sonraki dönemlere oranla daha fazla kargaşa yaşanır. Psikanalitik yönelimli terapistlerin çoğu, ilk dönem aşılarak oturmuş bir ilişki yaşanana dek tedavinin ger­çek anlamda başlamadığı kanısındadır. Her terapistin tedaviye yaklaşımındaki farklılıklar doğal olarak bu tür değerlendirme­lere de yansır. Ben ilişkinin, dolayısıyla tedavi sürecinin ilk karşılaşma anında, hatta ilk buluşma için yapılan telefon görüş­mesinde başladığı düşüncesindeyim. Çünkü olayı kendim de böyle yaşıyorum. Bu nedenle başvuru telefonlarına kendim ce­vap veriyorum. Sekreteri ya da bir yakını aracılığıyla başvuran kişilerin kendileriyle görüşmedikçe randevu vermemeyi yeğli­yorum. Bu tutumumun nedenlerinden biri, gelme talebinde bu­lunan kişinin bu ilişki içindeki sorumluluğunu en başından üst­lenmesini beklemem. Ayrıca böyle bir ilişki içinde başkalarına yer olmadığına inanmış olmamın da payı var. Tabii aile tedavi­si ya da eşlerin tedavisi gibi bazı uygulamalar dışında.

Telefondaki ilk görüşme sırasında, buluşma tarihinin her iki tarafın kendi koşullarına göre ayarlanabilmesi, uzunca bir bek­leme süresi söz konusu olduğunda bu durumun nedenlerine iliş­kin benim tarafımdan yapılan açıklamalar ve bazen karşı tara­fın itirazı, ofisimin bulunduğu semte aşina olmayanlara yapılan adres tarifleri gibi konuşmalar "birlikte sorun çözme" öğesi ta­şıdıkları için ilişkinin başlamasına katkıda bulunurlar. Aslında bir başkası aracılığıyla randevu istenmesi zaten ender yaşadı­ğım bir durum. Çoğu insanın sezgi yoluyla kendisine daha uy­gun olan psikiyatristi seçebildiğine inanıyorum.

Tedavi süresince kişinin yakınlarından birinin telefon ede­rek ya da görüşme talebinde bulunarak benimle ilişki kurma gi­rişimlerini genellikle karşılıksız bırakıyorum. Aslında ender karşılaştığım ve çoğu kez tedaviye gelen kişinin haberi olma­dan yapılan bu girişimlerin çeşitli nedenleri olabiliyor. Tedavi­ye gelen kişinin süreç ilerledikçe kendi ego sınırlarını daha iyi çizmeye başlaması yakın beraberliklerin dinamiğine de yansı­dığından, bu durum onunla ortakyaşam (symbiosis) ilişkisi içinde olan eş, anne, baba, vb. konumundaki diğer kişinin tedir­gin olmasına neden olabilir. Eğer tedaviye gelen kişinin yakın ilişki içinde olduğu biri ona karşı suçluluk duygulan yaşıyorsa, tedavi ortamında gıyaben yargılandığı sanısına kapılabilir ve terapistin bir de öbür tarafın hikâyesini dinlemesini isteyebilir.

Geçmişte bu tür talepleri, tabii tedaviye gelen kişiye de da­nışarak kabul ettiğim olurdu. Çünkü ortakyaşamın öteki partne­ri, tedaviye gelen kişideki değişimler sonucu ilişki içindeki ye­rini yitireceği paniğine kapılabilir ve başka türlü bir beraberlik yaşamamış olduğu için ilişki içindeki yerinden değil, rolünden olacağını göremeyebilir. Daha ender karşılaşılan bir başka du­rum da ikinci kişinin terapisti kendinden yana çekebilme ve hatta onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışma gi­bi saldırgan amaçlarla görüşme talebinde bulunmasıdır. Bu tür girişimler bazen ustaca maskelendiğinden, yeterli deneyimi ol­mayan bazı psikoterapistler sergilenen oyuna farkına varmadan katılarak tedaviye gelen kişinin kendilerine karşı geliştirdiği güvenin sarsılmasına neden olabilirler. Bu gibi kişilerin saldır­gan eğilimleri, istekleri gerçekleşmediği takdirde doğrudan ya­şanır ve bazıları terapisti kara listelerine alırlar.

Kendine özgü bazı durumlar dışında, geçmişte ikinci kişi­lerle yaptığım görüşmelerin, yaşadıkları anksiyeteyi geçici bir süre için hafifletmekten öte bir anlam taşımadığı izlenimini edindim. Bu nedenle ikinci kişilerin kaygılarının ancak tedavi­ye gelen kişiyle olan ilişkileri içinde giderilebileceğine inanıyo­rum. Çünkü sorun orada, kendi ilişkileri içinde yaşanmaktadır. Tedaviye gelen kişi kendini bu ilişki içinde varedebilme çaba­larında kararlılık gösterirse, oluşan yeni dengeler de zamanla benimsenir ve diğer kişinin bu değişimlerden ötürü yaşadığı anksiyete de giderek hafifler.

Psikiyatride uzmanlık eğitimime yeni başladığım günlerden birindeydi. Üst katta bağırıp çağıran kadınların sesini duydum. Ne olduğunu anlamak için odamdan çıktığımda karşılaştığım bir hemşire, bağıran kişilerin hastanede yatan annelerini ziya­rete gelen kızları olduğunu söyledi. Durumu çoktan düzelmiş olan annelerini hastaneden çıkarmamak için türlü nedenler ile­ri sürüyor, üstelik annelerine iyi bakılmadığı gerekçesiyle her gelişlerinde hastane yönetimini ve doktorları suçlayarak olay çıkarıyorlarmış. Yaşlı kadının tedavi sorumluluğu bir başka meslektaşıma aitti ve hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ama onun­la nöbetçi olduğum gecelerde karşılaşıyor, her hastanın olduğu gibi onun da hatırını soruyordum. Hemşirelerin ve diğer hasta­ların ona saygı duyduklarının farkındaydım ve giderek bu duy­guyu ben de paylaşmaya başlamıştım. Ama onu her görüşümde neden uzun süredir hastanede olduğu sorusu da zihnimi kurca­lıyordu.

Koridorda karşılaştığım hemşire farkına varmadan bu me­rakımı gideren açıklamalar yapmaktayken, o dönemde birlikte çalıştığım yaşlı Dr. Svecenski her zamanki sıcak ve babacan tavrıyla karşımda belirdi. Konuşmayı duymuştu ve "Gel, sana bir şey söylemek istiyorum," diyerek kolumdan tutup benimle yürümeye başladı. "Bunu hiç unutma," dedi, "psikiyatrik teda­vi söz konusu olduğunda, çoğu kez ailenin yanlış üyesi hastane­ye yatar!" Sonraki yıllarda Svecenski ustanın bu sözlerini çok sık hatırladım.

Bir psikoterapistin tedavi ilişkisi içinde kendi ego sınırları­nı iyi belirlemesi gerekir. Ancak geleneksel kültürümüzde bunu gerçekleştirmek her zaman kolay olmaz. Ebeveyn-çocuk ilişki­leri süregelen kültürün özerkliğe fazla izin vermeyen altyapısı üzerinde geliştiğinden, yakın ve sıcak görünümlü bir gelenek­sel ilişki örüntüsüyle maskelenmiş ortakyaşam eğilimleri gün­lük toplumsal yaşam içinde oldukça yaygın. Pek çok insanın ego sınırı, narsisizmlerini okşayan sözcükler karşısında çabu­cak eriyip yok oluverir. Egoların birbirine geçmesiyle yaşanan ve bastırılmış düşmanca öğeleri içeren bu olgunun kültürümüz­deki adı "samimiyet" gibi sıcak bir sözcük. Birbirini karşılıklı kullanma eğilimlerinin etkisinde yaşanan ve çoğu kez bilinçdışı sadist-mazoşist öğeler de içeren bu olgu, ego sınırlarının kay­bolmamasına rağmen bu sınırların algılanmadığı "birlikte varolabilme" sürecinin otantik içtenliğinden yoksundur.

Egosunun sınırlarını iyi belirleyemeyen bir psikoterapist, tedavi amacı dışında kullanılmaya açık olur ve bu durum teda­viye gelen kişinin, en azından bilinçdışmda, ona güven duyamamasına neden olur. Ego sınırlarını korumakta güçlük çektiği için süperegosuna teslim olan bir başkası, bunun sonucunda ge­liştirdiği katı tutumuyla tedaviye gelen kişinin egosuna ulaşa­maz ve bu kez kendi süperegosuyla karşı tarafın süperegosu arasında bir ilişki başlar. Böyle bir durum yargılayıcı tutumlara ve karşılıklı mantık tartışmalarına yol açabilir.

Kendi egosunu gereğince algılayamayan bir terapistin de tedaviye gelen kişinin anksiyetesini hafifletici yardımları olabi­lir. Ancak kendi altyapı sorunlarını göremediği için karşı tarafmkini de algılayabilmesi kolay olmaz ve bu nedenle ona ego­sunu geliştirebilmesi yönünde ciddi bir katkıda bulunamaz. Anksiyeteyi ya da semptomları hafifletmekle sınırlanmış kısa süreli psikoterapilerde altyapı sorunlarına girmek amaçlanma­mış olduğundan böyle bir durum zaten sorun yaratmaz. Ancak boşluk, anlamsızlık ya da yabancılaşma gibi varoluş sorunları­nı doğrudan dile getiren kişilerin sayısı da giderek artmakta.

Ego yapısıyla ilgili bazı sorunlar bir toplumun ortak altya­pı özelliği olduğundan, terapistin içinde yaşadığı ve parçası ol­duğu kültüre aynı zamanda dışarıdan da bakabilmesi gerekir. Bununla anlatılmak istenen, ait olduğumuz toplumun bireyle­rinde gözlemlediğimiz ve bize olumsuz görünen bazı özellikle­re eleştirel bir gözle bakabilmek ve bunları yargılamak değil. Genellikle narsisizmimizin ürünü olan böyle bir tutum, aslında "kendi yansımamızı toplumda seyretmekte" olmamızdan kay­naklanan bir isyanı dile getirmekten öte bir anlam taşımayabi­lir. Yadsıma öğesi güçlü bir tepki olduğundan kendimize yaban­cılaşmayı artırıcı bir nitelik bile kazanabilir. Oysa burada anla­tılmak istenen, düşünce düzeyinde bir olgu olmadığından ger­çekleştirilebilmesi de oldukça zor. Ait olduğu toplumun birey­lerindeki ortak kişilik özellikleri terapistte de varolduğundan, yaşanan kültürden ve onun dönüşümlerinden kaynaklanan so­runların kendi kişiliğindeki yansımalarını tanıyabilmesi kolay olmaz. Dolayısıyla karşı tarafınkileri de. Bunu aşabilmek için terapistin, ait olduğu kültürün arketiplerinin kendi benliğindeki varlığını, "tanımlardan öte" bir yaşantı düzeyinde algılayabil­mesi gerekir. Bu, kavramlardan ve duygulardan bağımsız ve amaçlanarak ulaşılması mümkün olmayan bir olgudur.

İlk buluşma, hem tedaviye gelen kişinin hem de terapistin yaşamında yeni bir olaydır. Bu, her iki taraf için eski benlikle­rine yeni bir şey mal etme durumunun yaşanmasını gerektirir. Rollo May'in belirttiği gibi, her yeni olayla karşılaştığımızda yaşanan ve yeni bir varoluşa geçerken eskisini yok etmeyi içe­ren bu olgu, psikoterapi sürecini yaşayan kişi ve terapist için de söz konusudur. Yeni bir olayla karşılaşmanın şaşkınlığının ar­dından dengemizi yeniden korumaya çalışırız. Duyarsız olma­dan olabildiğince az etkilenmeye çalışmak insanın temel bir sa­vunma özelliğidir. Onun için ilk buluşma her iki taraf için de kolay olmaz. Sullivan, benlik sisteminin yabancıları düşman olarak algıladığından söz eder. May de insanın kendisi için ya­rattığı ortamın onun kimliğinin bir parçası olduğunu söyler. Bu nedenle insan, yabancılarla karşılaştığında kendi merkezini ko­rumaya çalışır.

Birçok psikiyatriste göre, bir toplulukta ilk kez karşılaşan insanlar birbirlerini tehlikeli varlıklar olarak algıladıklarından bir ürküntü yaşarlar. Bu ürküntüyü hafifletmek için toplum, ku­rallarıyla insanlar arasında koruyucu tamponlar oluşturur. Ne var ki Eric Beme'in de söylediği gibi, aynı tamponlar insanla­rın birbirlerine ulaşmalarını da engeller. Nezaket kuralları in­sanların birbirlerine uzak kalabilmelerini sağlayarak onları "ya­bancı anksiyetesi"nden korur. Psikoterapide ise yakınlık amaç­landığından toplumun sağladığı tamponların kullanılması, özel­likle psikanalistler tarafından, bir savunma davranışı olarak yo­rumlanır.

İlk buluşmayı genellikle, "Neden beni görmek istediniz?" sorusuyla açmayı yeğlerim. Böylesi doğrudan bir soru bile as­lında basit bir "merhaba" tonunu içerebilir. "Nereden başlaya­cağımı bilemiyorum!" gibi bir cevap geldiğinde, karşı tarafa el vermeye çalışının, ama bir yandan bu sorumluluğun yine de ona ait olduğunu hissettirerek. Kültürümüzde süregelen ve asıl konuya girmeden önce uzun süre çeşitli ilgisiz konuların çevre­sinde dolaşıldığı "anal-tutucu" davranış örüntüsünün yaşanma­sına fırsat verilmemesinin de ilk görüşmede her iki taraf için ra­hatlatıcı bir ortam oluşturduğuna inanıyorum. Üstelik böyle bir tutum, tedaviye gelen kişinin bu ilişki içindeki sorumluluk pa­yını daha çabuk kavramasına da katkıda bulunabilir.

Psikoterapinin kendine özgü bir süreç olduğu gelen kişi ta­rafından çok iyi bilinse bile, ilk buluşmayı yine de geleneksel bir hasta-doktor karşılaşması olarak yaşar. Bu öğe, kişinin ilk görüşmeyi bir "muayene" olarak algılamasına neden olur. Do­layısıyla kendini gözlem altında hisseder. Herkesten gizlediği bir durumdan yakınarak gelmişse bu duygu daha da yoğun ya­şanır. Kişinin bu görüşmeyi, aşina olduğu bir durum olan "mu­ayene" çerçevesinde algılamaya çalışması belirsizlik duyguları­nı biraz hafıfletse de ilk kez karşılaştığı bir yabancının karşısın­da koruyucu sistemlerini yine de tehdit altında hisseder. Teda­vinin ilk döneminde kişiyi en çok meşgul eden sorulardan biri, terapistin kendisi hakkında ne düşündüğüdür. Bu sorunun ceva­bını kendi içinde bulmaya çalışır, ipuçları arar.

Gözlemleniyor olmak bir insanı diğerinin etki alanına so­kar, çünkü her ikisinin de eylem alanları birbirine geçmiştir. Dolayısıyla gözlemlenenin de gözlemleyen üzerinde etki ve de­netim gücü vardır. Bundan ötürü, gözlemleniyor olmak kişinin kendisini önemli hissetmesine neden olur. Ama aynı anda kar­şıt bir duygu da yaşanır. Çünkü gözlemlenen kişi kendisini ay­rı ve farklı hisseder. Bu da değersizlik duygularının, hatta bazen terapiste yönelik bir kızgınlığın yaşanmasına yol açabilir. Bu duyguların üstesinden gelme çabası, bazen kişinin görüşmeye meydan okuyucu bir tavırla başlamasına neden olabilir.

Ülkemizdeki sağlık sistemi, kırsal kesimdeki kişilerin gün­lük ruhsal sorunlarına yönelik hizmetler verebilecek oranda gelişmiş değil. Geçmişte sınırlı bir süre için toplumun bu kesi­mine açık bir çalışma sürdürdüğümde, insanların kendilerine sunulanı özümsemeye ne kadar açık olduklarını gözlemlemiş­tim. Görüşmelerimiz sırasında çoğunun, anababaları da dahil, otoriteyi temsil eden kişilerle doğrudan ve gerçek bir ilişki yaşayamamış oldukları izlenimini edindim. Genellikle ancak yan­lış bir şey yaptıklarında otoriteyle karşılaşmışlardı. Sınırlı bir deneyim kesin bir genelleme için yeterli veri sağlayamaz. Ama en azından benim karşılaştığım kırsal kesim insanı için, otorite olarak kabul ettiği birinin kendisini dikkatle dinlemesi ve anla­maya çalışması gibi alışkın olmadığı bir durumu yaşamanın, tedavi amacıyla kullanılan diğer araçlar kadar etkili olabilece­ğine inanıyorum.

Psikoterapi sürecinin ilk buluşmasında da, önem verilen bi­rinin ilgi ve dikkati karşısında kendini anlatıyor olmak, ortaya konulan duyguların kişiye ifade ettiği önem ve değerin artma­sına neden olur. Konuşmasını sürdürürken kişi, bir yandan da anlamakta olduğu konular hakkında terapistin neler düşündü­ğüne ilişkin tahminlerde bulunur. Bu durum kendine yönelik iç soruşturmanın artmasına ve daha fazla duygunun ortaya kon­masına yol açar. Bildiğiniz gibi, bir konuyu birine açıklarken, düşüncelerimizi o konuyu yalnızken düşündüğümüzden daha öteye götürür ve geliştiririz.

Çoğu terapist ilk görüşmede edilgin-gözlemci bir konumda kalmayı yeğler. Geleneksel psikanalitik psikoterapide, tedaviye gelen kişiye ilişkin gerekli bilgiler edinilmedikçe katılımcı bir tutuma pek geçilmez. Çünkü klasik psikanalitik yaklaşım, teda­viye gelen kişiyi geçmişine odaklanarak anlamaya çalışır. Üste­lik böyle bir tutum transferans olgusunun yaşanmasına zemin hazırlama açısından da önemlidir. Buna karşılık, varoluşçuluk gibi geleneksel olmayan bir yaklaşımı benimsemiş terapistler, ilk görüşmede katılımcı bir tutum içinde olmakta sakınca gör­mezler.

Bir terapistin hangi yöntemi kullandığı kadar bu yöntemi nasıl uyguladığının önemini kabul etmekle birlikte farklı dö­nemlerde her iki yaklaşımı da uygulamış biri olarak, ilk görüş­mede katılımcı bir tutum içinde olmanın yararlarına inanıyo­rum. Bir ilişkiyi yapılaşmış bir törenle başlatmanın, çağın gere­ği yaşamakta olduğumuz kültüre pek uymadığını ve bir insan hakkında bilgi edinmenin onu tanımak anlamına gelmediğini düşünüyorum.

İlişki, kişilerin konumu ne olursa olsun "birlikte" varolabilmeyi tanımlar; özne-nesne biçiminde yaşanan bir beraberlik ise iki varlığın bir "durum" içindeki kilitlenmişliğini. Tedaviye ge­len kişinin geçmişine ilişkin önemli bilgiler, paylaşılanları an­lamaya çalışırken kendiliğinden ortaya çıkan ve dolayısıyla sü­reç içine serpiştirilmişçesine sorulan sorularla da edinilebilir. Görüşme sırasında birlikte varolmanın gerçekleştirilebildiği anlarda, gözlemleniyor olmanın tedirginliği ve yabancı anksiyetesi de yaşanmaz.

Tedaviye gelen kişi, görüşme sırasında anlaşılabildiğini ve tanımlamakta güçlük çektiği duyguların terapist tarafından netleştirilebildiğini fark ettikçe, anlattıklarının kendisi için önemini de daha iyi görmeye başlar ve ortaya koyduğu duygularına say­gısı artar. Bu durum terapistin özellikle ilgi gösterdiği konularda daha da yoğun yaşanır. Kendini ortaya koymasının karşı taraf üzerindeki etkilerini hissetmek kişinin kendi kimliğini daha yo­ğun algılamasına neden olur. Bu, insanın kendi dünyasını bir başkasının bakış açısına açık tuttuğunda yaşanan bir olgudur.

Bir ilişki içinde olan insanların birbirlerinden beklentileri olur. Tedaviye gelen kişi ve terapist de ilişkilerini sürdürebil­mek için birbirlerine yönelik beklentileri arasında bir uyum sağlamak zorundadırlar. Bunu gerçekleştirebilmek için her iki tarafın da kendi beklentilerini hissettirebilmesi ve karşı tarafınkileri anlamaya çalışması gerekir. Toplumsal roller doğrultu­sunda davranıldığında insanların ihtiyaçlarını hissettirebilmeleri ve karşı tarafınkini algılayabilmeleri önemli ölçüde sınırlanır.

Oysa Lavvrence Frieman'ın söylediği gibi, tedavinin başlangıç aşaması bu yönden son derece kendine özgü bir durumdur ve beraberliğin geleceği açısından, nedense zaman zaman kaçırı­lan önemli fırsatları içerir. Dolayısıyla bu beklentilerin tedavi­nin en başında ve açık yüreklilikle ortaya konmasında yarar vardır.

Bazen ilk görüşmenin ikinci yarısında, konuşmaların akışı­nı zorlamayacağı inancındaysam, karşı tarafa, "Bugün buraya gelirken benden beklentileriniz neydi?" sorusunu yöneltirim. Böylesi doğrudan bir sorunun başlattığı sürecin beklentilerin netleşmesine katkıda bulunduğuna inanıyorum. Bu satırları yazdığım günlerde ilk görüşmemizi yaptığımız Bayan G.'nin yu­karıdaki soruya cevabı, "Sizinle konuşurken sesimi duymak is­tedim yalnızca. Böylece şu dağınık hayatımda olup bitenler ka­famda biraz netleşir diye düşündüm. Bugün için başka bir bek­lentim yoktu," oldu. Doğrudan bir beklenti içermeyen cevabı, bir düş kırıklığı daha yaşamayı göze alamayacak kadar zede­lenmiş olmaktan ötürü beklentilerini yadsıma çabası mıydı? Yoksa beklentinin "bugün için" olmaması ihtiyatlı bir umudu mu dile getiriyordu? Bu soruları onunla paylaşmaya çalıştı­ğımda, bir süre için, beraberliğimizde o ana kadar yaşanmayan bir bütünleşme oldu.

Tedaviye gelen kişi bazen bir beklentisini "ilk cümlesiyle" açıkça ortaya koyar. Bugün tedavi ilişkimizin son evresini sür­dürmekte olduğumuz Bayan E.'nin, neden benimle görüşmek is­tediği sorusuna cevabı kısaca, "Islah edilmek istemiyorum!” ol­muştu. Çevresiyle ilişkisinin önemli bir yönünü de yansıtan kendini ortaya koyuş biçimi ve bana yönelik beklentisindeki bu netlik, onu o anda benimsememe neden olmuştu, ilişkimiz yer­leştikten ve onu ıslah etmek gibi bir niyetimin zaten olamayaca­ğı belli olduktan sonraki görüşmelerimizden birinde ona, o günkü cevabının bende uyandırmış olduğu saygıyı açıklama fır­satını bulabildim.

İlk görüşmede terapist de kendi beklentilerini açıkça hissettirebilmelidir. Örneğin, "Nereden başlayacağımı bilemiyorum," biçiminde bir giriş, dolaylı bir yardım çağrısı içerir. "Bir ucun­dan başlayın, sonra birlikte toparlamaya çalışırız," biçiminde bir karşılık, destek vaadiyle birlikte, başlangıç için ortaya bir gündem getirme sorumluluğunun yine de karşı tarafa ait olduğu mesajını verme konusunda yeterli olabilir. Çok ender de olsa bazen kişi, "Siz sorun," diyerek sorumluluğu tümden karşı tara­fa yüklemeye çalışabilir. Böylesi edilgin bir tutuma karşılık ola­rak, kişi için taşıdığı önem açısından nelerin önceliği olduğuna ancak kendisinin karar verebileceğini hatırlatırım. Buna rağ­men bir giriş yapılmazsa, karşı tarafın kendini ortaya koymaya başlamasına kadar sürebilecek bir sessizliği kabullenirim.

Deneyimimin daha sınırlı olduğu günlerde, bu konuda içi­ne düştüğüm tuzakları ve üstükapalı süren pazarlıklardaki şan­sımı, dolayısıyla karşı tarafın şansını da azalttığım durumları, unutulmaması gereken dersler olarak belleğimde korumaya ça­lışıyorum. Terapistin birikimi ne denli zengin olursa olsun di­ğer taraf, kendisi için yıkıcı da olsa sürdürmekte direndiği se­naryosunun yaratıcısıdır ve kendi oyununda uzmanlaşmıştır. Bu konuda Frieda Fromm-Reichmanın bir sözü bana hep reh­ber olmuştur: "Tedaviye gelen kişi, sizden daha zeki ya da da­ha zengin bir birikimle donanmış olabilir, ama siz ondan daha yürekli olmalısınız!"

ilk görüşmede kişi, konuşmasına soyut kavramlar ve yo­rumlamalarla başlayabilir. Bu, yabancı anksiyetesinden kay­naklanan geçici bir durum ya da yaşantılarını paylaşmayı öğ­renememiş olmanın sonucu geliştirilmiş bir savunma sistemi olabilir. Hangi türde olursa olsun, kişiyi zedelenme olasılığın­dan korumayı amaçlayan bu durumlar, terapistin onu anlaya­bilmesini engeller. Böyle durumlarda kişiye, yaşantılarını orta­ya koymak yerine yaşantılarına ilişkin yorumlar yaptığını ve yaşantılarının yine kendisinde saklı kaldığını, bu nedenle de ona ulaşamadığımı açıkça dile getiririm. Yumuşak bir tonda yapılan böyle bir uyarı çoğu kez kişinin konuştuklarına sahip çıkmasına yardımcı olur. Ama eğer durum katı bir savunma sis­teminden kaynaklanmaktaysa, bu engeli aşmak Herki görüşme­lere de sarkacak sürekli bir çabayı gerektirebilir.

Beklentiler karşılıklı olarak ortaya kondukça tedavi süreci­ni paylaşan ortakların her biri diğerinin kendisinden neler bek­lediğini giderek daha iyi kestirebilmeye ve beklentilerini karşı tarafın daha kolay kabul edebileceği bir biçimde ortaya koyma­ya başlar. Ruesch'e göre, terapist tedaviye gelen kişinin ihtiyaç­larının en azından bir kısmını karşılamak ve başlangıçta ona, onun tarzına uygun bir biçimde yaklaşmalıdır. Ne var ki karşı­lıklı uyum çabalarına rağmen yine de birinin diğerini algılayış biçimi, diğerinin kendini algılayış biçimine uymaz. Böyle bir ilişkinin temelindeki güçlü arketipsel öğeler nedeniyle, bera­berlik süresince zaman zaman tümgüçlü yetişkin ile çocuk ara­sındaki ilişkiyi andıran bir örüntü yaşanır. Hangi psikoterapi yaklaşımı olursa olsun, bu olguyu tümüyle ortadan kaldırmak, en azından tedavi sürecinin başlangıcında pek mümkün olmaz. Geleneksel psikoterapide yaratılan ortam bu durumu özellikle pekiştirici niteliktedir. Geleneksel yaklaşımda, tedavinin son evresine kadar sürdürülen bir rol dağılımı söz konusu olduğun­dan ve bunun sonucu, terapistin insan özellikleri profesyonel kimliğinin ardında biraz fazla sıkıştığından, arketipsel öğelerin ilişkiye egemenliği daha sık yaşanır.

Bu nedenle geleneksel uygulamalarda, tedaviye gelen kişi­de terapiste yönelik bir beğeni ve ona yakınlaşma isteği kısa za­manda gelişir. Aynı zamanda da terapist tarafından reddedilece­ği, küçümseneceği, ciddiye alınmayacağı ya da yakınlaşma is­teklerine karşılık verileceği korkuları yaşanır. Tedaviye gelen kişi bu duygularının çoğunu bilinç düzeyinde algılamaz, ama terapiste karşı tutumu temkinli ve dolaylıdır. Örneğin ledaviyc gelenlerin çoğu, "Sizi özledim," yerine, "Burayı özledim, de­meyi yeğler. Yakınlaşma isteklerine terapist tarafından karşılık verilme olasılığı, tedaviye gelen kişiyi bilinçdışmdaki diğer kaygılarından daha çok tedirgin eder.

Psikanalitik kurama göre bunun temelinde çocukluk döne­minin bir kalıntısı olan ensest korkuları bulunur. Kuramında cinselliği vurgulamayan yaklaşımıyla Otto Rank, bu olguyu "ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu, ego sınır­larının bir beraberlik içinde eriyip yok olması ve bireyleşmenin yitirilme olasılığı karşısında yaşanan korkuyu tanımlar. Öte yandan genelde farklı olgular olarak değerlendirilen ensest ve ölüm korkularının aynı olguya farklı bakış açılarının anlatımla­rı olduğu da düşünülebilir. Çünkü aslında her ikisi de doğum öncesinde insanın annesiyle sürdürmüş olduğu ortakyaşam be­raberliğine geri dönme arzusunun ve korkusunun çelişkisini simgeler.

Yüzyılın ilk yarısında dinamik psikiyatrinin temeline harç koymuş kuramcıların insan davranışlarını açıklama çabaların­da ulaştıkları sonuçların aslında birbirinden çok da uzak düş­medikleri söylenebilir. Davranışların dinamiğini açıklarken her birinin belirli öğeleri ön plana alıp diğerlerini daha az vurgu­lamasında kendi kişilik özelliklerinin önemli payı olsa gerek. Hatta yüzyılın başlarında, psikanalizin öncüsü sayılan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin bile bilimsel tutumlarını etkiledi­ği söylenebilir. Adler, Freud’a karşıt olma çabasında, insanın yıkıcı eğilimlerini tümden yadsırken, Freud da Adler'le uzlaş­mış görünmemek için, esneklik getirdiği bazı görüşlerini açıklamamakta direnmiştir. Rank'ın Freud’a baş kaldırışının birey­leşme kavramını geliştirmesine yol açtığı söylenir.

Yakın geçmişte bir Amerikan dergisinde çıkan yazıda, Fre­ud ile Jung'un, bilimsel görüş ayrılıklarından kaynaklandığı düşünülen kopuşunda rol oynayan gerçek nedenin bir "kadın meselesi" olduğu iddia ediliyor. Son yıllarda o döneme ilişkin yazılan ve gazetelerin dedikodu sütunlarını andıran perde ar­kası öykülerin sayısı oldukça fazla. Bazıları ticari amaçlı spe­külasyonlar izlenimini verdiğinden ne kadar ciddiye alınabile­ceklerini bilemiyorum. Yine de bu ustaların kişilikleri ve birbirleriyle olan ilişkileri hakkındaki bilgiler, yapmış oldukları ola­ğanüstü katkılarda yer yer fark edilen bazı eksikliklerin, abar­tıların ve küçük bağnazlıkların daha iyi anlaşılabilmesine ve kabul edilebilmesine yardımcı oluyor. Kurumlaşmış imgelerin gerisindeki "insanı" tanımak, okunanlara ve öğrenilenlere bir sıcaklık katıyor.

İlk görüşmeden başlayarak terapist, tedaviye gelen kişiyi onun kendisini gördüğünden farklı bir biçimde algılar. Çünkü ortaya konulan, kişinin kendisi değil savunma sistemidir ve te­rapist kendisine sunulan bu persona ile ilişki kurmaktan kaçınır. Ancak bunu yumuşak bir tavırla gerçekleştirmesi gerekir. Çün­kü özellikle psikoterapinin başlangıcında, kişinin gerçek kendi­si olduğuna inanmış olduğu personasını tümden reddetmek, onu alışageldiği destek sisteminden yoksun bırakabileceğinden, kendisini anlaşılmamış ya da reddedilmiş hissetmesine, hatta tedaviyi terk etmesine neden olabilir. Genelde her iki taraf da birbirine uyum sağlama çabalarında zorlanır. Tedaviye gelen kişi alışageldiği ve dolayısıyla kendisi için önemli olan "tarz"ından özgürlüğü pahasına vazgeçmemekte direnirken, te­rapist de onun dünyasına bazı çekinceler koyarak katılır. Szasz'a göre, ilişkinin sorunsuz akıp gitmesini sağlayan faktörler aynı zamanda tedavinin gelişmesini de sınırlar. Buna karşılık tedaviye gelen kişi ile terapist arasında hiçbir uyum sağlanama­ması, ilişkinin oluşumunu ve sürdürülebilmesini engeller. Bunu aşabilmek, her zaman olmasa da önemli ölçüde terapistin bece­risine bağlıdır. Psikoterapi, doğası gereği, ortakların savunma sistemlerinin gerisine çekilmelerine izin vermeyen bir süreçtir. Birbirlerini terapist ve tedaviye gelen kişi olarak gören iki kişi­nin ilişkisinden öte bazı boyutları ve diğer ilişkilerde yaşanamayan zenginlikleri içerir.

]960'ların sonlarında bir gün Amsterdam sokaklarında yü­rürken bir an gözüm kapısı açık bir pub'ın içerisine takıldı. Bir müzik makinesine dayanmış iki genç, o yıllarda gözde olan "Ali you need is love!" adlı bir Beatles melodisini kendilerinden geç­mişçesine makineyle birlikte haykırıyorlardı. Hallerinde öyle bir şey vardı ki onlara bakarken hüzne benzer bir duygu yaşamıştım. Bir an süren bu yaşantımı sonradan anlamaya çalıştığımda, sev­giye duyulan ihtiyacı haykıran bu insanların yüzlerindeki maskeleşmiş gülümsemenin altındaki umutsuzluğu algılamış oldu­ğumu fark etmiş ve önce sevgi, sonra yaşam yalnız çocukların hakkı diye düşünmüştüm. Çünkü yetişkinler dünyasında sevginin insanın kendini varedebildiği yerde yaşandığına inanıyorum, kendiliğinden ve çoğu kez adını koymaya da gerek olmadan.

Durgun ve karamsar bir anımızda bir yakınımızdan sıcak il­gi görmek içimizi ısıtır, kendimize ve dünyaya daha olumlu bakmamızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi varetme so­rumluluğu ile yeniden yüzleşmemiz gerekir. Sevgi denilen, adı var tanımı yok bir olguyu "ithal ederek" yaşamaya çalışmanın, insanın kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını içeren bir bedeli de olduğu genellikle görmezden gelinir. Anla­şılabilme ve hissedilebilme, yerini ilgi görme ve beğeni topla­maya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek kullanıl­maz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kı­sırdöngünün içinde bulur.

Yıllar sonra Ankara'da katılmam gereken bir kutlama ye­meğinde sahneye çıkan şarkıcının acı çekiyormuşçasına söyle­diği "Bir sevgi istiyorum" adlı şarkıyı dinlerken, Amsterdamlı gençleri bir kez daha hatırladım. Sonra da, "Biri sevgi istiyo­rum diye gerçekten böyle ortaya çıksa sanırım çoğu insan ka­çar!" diye düşündüm. Ama dinleyenlerin çoğu şarkıya aynı coş­kuyla katılmaktaydılar ve melodi kadar sözlerle de özdeşleştik­leri belliydi.

Tedaviye gelen biri bir gün, "İhtiyacım olan tek 'şey' sevgi! Çevremdekiler bunu bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalmaz­dı!" sözleriyle isyan ettiğinde, ona, "Peki ama size göre, veril­mesini istediğiniz o 'şey' ne?" diye sormuştum. Çünkü konuş­masının tonlaması sevgiden bir nesneymişçesine söz eder gibiy­di. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılamak Batı etki­sindeki kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm ki­taplarında bundan çok söz eder. Ama vaktiyle tatilimi geçirdi­ğim bir güney kasabasında o yaz çok sık duyduğum ve "Ben sa­na sevmeyi öğretemedim" sözlerini içeren şarkıdaki mesaja başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.

Herkesin istediği ve klişeleşmiş bir sözcük içine sıkıştırıl­mış bu "şey"in, aslında her insana göre farklılıklar gösteren bir anlam taşıdığını sanıyorum. Çocukluk yıllarından alacağı ol­mayan bir insan düşünemiyorum. Çoğumuz bunun bıraktığı boşluğun yetişkin yaşamımızda giderilmesini bekliyoruz, özel­likle de yakın ilişkilerimizde. Kimimiz, geçmişten kaynaklan­dığını bilmeksizin yaşanan bu boşluktan ötürü yetişkin yaşamı­mızı paylaştığımız kişileri sorumlu tutar, hatta onları suçlarız. Oysa bir insanın bir diğerinin yaşamına tek yönlü katkıda bu­lunması, yetişkinler arası ilişkilerde zaman ve durumla sınırla­nan ve sürekli yaşanması mümkün olmayan bir olgudur. Bu ne­denle, verilemeyeni ve artık verilmesi mümkün olmayanı bek­lemekte direndiğimiz oranda yaşamı da durdurmuş oluyoruz.

Öyle olur ki, bazen karşımıza çıkan birinin bu boşluğu gi­derecek güce sahip olduğuna inanırız. O kişinin savunma siste­mi kurtarıcı tavırları içerdiğinden ya da onun öyle olduğuna kendimiz de inanmak istediğimizden. Ama çoğu kez yanılsa­mamızı bir süre sonra fark eder, onun da bizim beklediğimizi beklediğini kabul etmek zorunda kalırız. Yaşatılma beklentimi­zi "şey" olarak algıladığımız oranda beklentimizi yönelttiğimiz insanı da "şey" olarak görür, dolayısıyla kendimizi de "şey"e indirgemiş oluruz.. Günümüzde birçok yakın beraberlik "şeyle­rin ilişkisi" olarak yaşanmakta. Güvenceye yönelik bir dayanış­ma temeli üzerinde sürdürülen bu tür "şirket ilişkileri" genellik­le pek uzun ömürlü-olmuyor ve günümüzün şeyler dünyasında­ki seçenek bolluğu nedeniyle yeni yanılsamalara yöneliniyor.

İnsanları şeyler olarak görmek, onları kullanma eğilimiyle birlikte yaşanır. Ama kullanmaya giden kullanılır, bu tür ilişki­lerin doğası gereği. İnsanlar genellikle bu olgunun yalnız ikin­ci yarısını algılamayı yeğler, kullanılmış olmaktan ötürü yakı­nırken kendi amaçlarına dürüstçe bakmaktan kaçınırlar. Çünkü kendisini "şey"e indirgemiş olma sonucu yaşanan varolamama suçluluğu ile yüzleşmek insana ağır gelir.

"Geçmişten taşıyıp getirdiğimiz bu vakumu gidermek ve kendimizi şeyler dünyasına indirgememek nasıl mümkün olabi­lir?" sorusunun cevabı, kendimizi durum olmaktan çıkarıp bir süreç olarak yaşama çabalarını içerir. Tabii üst sistemlerin bire­yi şeye ya da duruma indirgeme yolundaki baskısının da bu ol­guyu karmaşıklaştıran bir etken olduğunu göz önünde tutarak. Bu sistemlerin şartlandırdığı yönde "bir şeyler yaparak" varol­manın ısmarlanabileceği yanılgısına çok alışmış olduğumuz­dan, varolmanın doğal sonucu olarak da bir şeylerin yapılabile­ceği düşüncesi ilk bakışta fazla soyut görünebilir. Çünkü tek se­çeneğimizin bir durumdan bir başka duruma dönüşme olduğu­na şartlanmış varlıklarız.

Yaşama anlam katabilme gücü, yaşamın anlamsızlığını ka­bul etme yürekliliğiyle etkinlik kazanır. Ama çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşmektense, kendisine yabancılaşma pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp saklanma­yı yeğler. Yaşamın anlamsızlığıyla yüzleşmek yerine yaşamın anlamsızlığını tartışır. En azından üst sistemlerin beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirmesinin her zaman mümkün olamayacağını tabii ki kabul etmek gerekir. Ama sanırım önemli olan, kendimizi ne zaman yaratıp ne zaman sattığımızın farkında olabilmek.

Bir psikoterapi uygulaması da şeyler ilişkisi olarak yaşana­bilir. Doğal olarak böyle bir durumda amaç, bir durumdan diğe­rine dönüşümle sınırlanır. Bu sınırı aşmamayı özellikle amaçla­yan yaklaşımlar bile vardır ve bu tür uygulamalar çalışmanın tedavi değerini azaltmaz. Önemli olan terapistin amaçlarını iyi belirlemesi ve ne yaptığının farkında olmasıdır. Ama genelde tedavi ilişkisinin bir süreç olarak yaşanıp yaşanamaması, belir­li bir yaklaşımın öngördüğü amaçlar ve yönlerden çok terapis­tin yaşama bakış açısı ve kişisel birikimiyle doğrudan ilintilidir.

Tedaviye gelen kişi başlangıçta sevilme ve kabul edilme beklentilerinin edilginliğiyle beraberliğe katılır. Sonraları gide­rek, öncelikle kendisini sevmeyi ve kabul etmeyi öğrenme so­rumluluğunu üstlenir. Dünya ile gerçek bağlar kurmanın ancak bu yoldan sağlanabileceğini anlamaya başlar. Bu amacın tüm psikoterapi ekolleri için geçerli olduğu söylenebilir. Tedavi sı­rasında dünya ile oluşturulan yeni bağlar, özne ile nesneler ara­sında eskisinden daha farklı köprüler oluşturma anlamını taşı­yabilir ya da kişi bu "bağların kendisini yaşama" sürecini baş­latabilir. Bu temel farklılık terapistin tutumuyla belirlenir.

Klasik psikanalizi çağdaş psikoterapilerin anası olarak ka­bul edersek, ondan doğan çocukları üç kategoride değerlendire­biliriz: baskıcı sayılabilecek analarına isyan edip kendi yolları­nı oldukça bağımsız bir biçimde çizen Jung, Adler, Rank, vb. kuramcılar; ego analistleri gibi analarının göstermiş olduğu yoldan sapmaksızın kendilerini ondan öte geliştirenler ve ona sadık kalanlar. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki bu görüntü, sa­vaş sonrası ortaya çıkan çok sayıda ve bir bölümü gayri meşru torunun varlığı ile en azından bir süre için oldukça geri planda kalmıştır.

Yeni kuşağın ortak özellikleri arasında, doğdukları çağın gereği biraz aceleci olmaları ve bundan ötürü yüzeysel kalma­ları, özgürlükçü eğilimlerinden ötürü eski kuşakları tutucu bu­larak küçümsemeleri ve moda olma hevesine kapılıp yayılma­cılığı derinliğe yeğlemeleri sayılabilir. 1960'larda lorun sayısı­nın üç yüzü aşlığı söyleniyordu. Bir süre sonra çoğu, köklerini yadsımış olmaktan kaynaklanan bir balonlaşmanın bedelini ödediler. Kimi endüstrileşerek ya da tarikat benzeri gruplaşma­lara dönüşerek zaten zayıf temellere dayanan bilimsel kimlikle­rini tümden yitirdiler, kimi ise öylece geldi geçti ve yok oldu. Geriye çok azı kaldı ve onların da bir kısmı, artık hayatta olma­yan kurucularının adlarıyla varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Tarihini yadsıyan bir insanın kendisiyle barışık olabileceği­ne inanmıyorum. Ne de böyle bir toplumun kimlik sorunlarını aşabileceğine. Bilim denilen sürecin herhangi bir aşamasında ortaya çıkan bir düşünce de kendisinden öncekileri yadsıyan bir tavır içinde olursa, köksüzlüğün bedelini, cılızlığı ve geçiciliği ile ödemek zorunda kalır. İkinci kuşak psikoterapi ekolleri, köklerine isyan etmiş ama onun varlığını yadsımamış oldukla­rı için 1960'larda psikoterapi alanında yaşanan kargaşadan son­ra da varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Eski güçleriyle olmasa bi­le saygınlıklarıyla ve kendilerini yineleme çabalarıyla. Yaşlı ana ise yüzyılımızın düşüncesini etkilemiş tarihsel bir değer ol­maktan öte sık sık başvurulması gereken bir bilge gibi bu alan­da çalışanlara hâlâ yol gösterebiliyor.

Klasik psikanalizin bir tedavi yöntemi olarak günümüz ger­çeklerine ne denli uyduğu tabii ki tartışılabilir, ama "psikanali­tik kişilik kuramı"nı biyolojideki gelişmelerin ışığında yeniden değerlendirme çabaları, yaşlı ananın kolayca bir kenara itilemeyeceğinin ciddi bir göstergesi olsa gerek. Bir başka kitabımda ayrıntılı olarak ele alınmış olduğu için, bu aşamada klasik psi­kanalizi yalnızca bir hatırlatma yapma çerçevesinde tartışmak­la yetinmeyi yeğliyorum.

Psikanalizin insan davranışlarını değerlendirişine kesin bir determinizm egemendir. Bu determinizm, yaşamın ilk yılların­daki yaşantıların yetişkin davranışlarının temel belirleyicisi ol­duğu görüşünü içerir. Bu etkiyi gerçekleştiren ve bilinçaltı adı verilen alana ulaşmak mümkündür. Yaşam süresince bu alana bastırılarak insanın bilinçli dünyasına gizli kalan materyalin bilinçe ulaşması ile "şifa" sağlanmış olur. Böyle bir yaklaşım yal­nızca klasik psikanalizin değil, Adler, Fromm, Homey, Jung, Rado, Rank ve Sullivan gibi diğer analitik ekollerin de tedavi uygulamalarına temel oluşturur.

Klasik psikanalize en sık yöneltilen eleştiri, transferans de­nilen olgunun sistematik analizine odaklanan bir tedavi yöntemi olmasıdır. Diğer psikanalitik ekollerde de analizine öncelik ve­rilen transferans, yaşamının ilk yıllarında kişi için önem taşımış olan kişilere ilişkin duyguların bilinçaltında varlıklarını sürdü­rerek, sonraları yine bilinçaltı mekanizmalarla, yetişkin yaşam­da önem verilen kişilere (analiste) yöneltilmesini tanımlar.

Klasik psikanalizin ilk döneminde, yaşamın ilk yıllarının duygusal beklentilerine gerilemeyi sağlayacak bir ortam yara­tılmasına çalışılır. Bu sağlandığında, analize gelen kişi "transfe­rans nevrozu" denilen olguyu yaşamaya başlar. Bu olgu, teda­viye gelen kişinin altı yaşından önceki dönemine ilişkin ve bilinçdışında hâlâ etkin olan yoğun duygusal beklentilerinin, bas­tırıldıkları alandan harekete geçerek, bu kez analistin şahsına yönelik olarak yeniden yaşanmasını içerir. Bu olgu tedaviye ge­len kişinin analiste ilişkin ikili bir yaşantı sürdürmesine neden olur. Bir yandan çocukluk yıllarından getirilmiş beklentilerini analistine yöneltirken, diğer yandan kişiliğinin çatışmalardan özgür olan yanıyla, analistle bir ittifak geliştirir. Dolayısıyla bir an transferans olgusunu tüm çocuksuluğuyla yaşarken, bir baş­ka an kenara çekilerek bu yaşadıklarını analistiyle birlikte anla­maya ve değerlendirmeye çalışır. Bu dönemi yaşamak tedaviye gelen kişi için genellikle pek kolay olmaz.

Klasik psikanaliz, tarihi boyunca bazıları hâlâ süregelen çe­şitli yanlış anlamalara ve eleştirilere konu olmuştur. Yanılgıla­rın belki de en ilkel olanı, psikanalistin görevinin tedaviye ge­len kişinin geçmişindeki "sarsıcı olayı" ve davranışlarının "nedenleri"ni ortaya koyarak onu çatışmalarından kurtarmak oldu­ğu inancıdır. Oysa psikanalizin ilk evresinde, tedaviye gelen ki­şinin analistine yansıttığı duygularını yoğun bir biçimde ortaya koyabileceği, "şimdi ve burada" yaşantılarına zemin hazırlanır. Böylece kişinin geçmişinin, onun şimdiki zamandaki algılarını ve davranışlarım nasıl etkilediği ortaya konabilir. Bu süreç için­de canlandırılan anılar, kişinin geçmişi ile şimdiki zamanının oluşturduğu sürekliliği daha iyi kavramasına katkıda bulun­maktan öte bir anlam taşımaz.

Psikanalitik tedaviye yönelik eleştirilerden biri, transferans nevrozunun tedaviye gelen kişiyi gereksiz ve zararlı bir bağım­lılığa yönelttiği inancıdır. Psikanalistlere göre ise, bu olguyu yaşamak, geçmişle şimdiki zaman arasındaki farkı kavrayabil­mek açısından gereklidir. Onlara göre, transferans nevrozunu yaşamak, tedaviye gelen kişiye, şimdiki yaşamındaki insanları ve özellikle analisti kendisine karşı belirli davranışlarda bulun­maya nasıl zorladığını gösterebilme yönünden de büyük önem taşır. Bir başka yanılgı da analistin, tedaviye gelen kişinin duy­gularını yansıtabileceği boş bir ekran gibi davrandığı inancıdır. Tabii ki böyle bir şeyi gerçekleştirebilmek zaten mümkün de­ğil. Üstelik psikanalist başlangıçta daha çok ortaya getirilen materyalin anlamını değerlendirme konusunda rehberlik eder­ken, tedavi ilerledikçe gerçek bir insan olarak da tepkiler ver­meye başlar. Bu tutum değişikliği, özellikle geçmişle geleceği ayırabilme açısından önem taşır.

İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda psikanaliz, başta Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaygın bir bi­çimde uygulanır olmuştu, ama giderek denetimden çıkmışçası­na. 1960'lara yaklaşıldığında psikanaliz adı altında sürdürülen bazı uygulamalar Sigmund Freud'u mezarından kaldırıp isyan ettirecek nitelikteydi. Hızlı şişmenin bedeli tabii ki ödenecekti ve 60’h yılların sonuna doğru klasik psikanalizin artık ölüm dö­şeğinde olduğuna inanılır olmuştu. Ama yaşlı ana hastalanma­sına, üstelik çok da itilip kakılmasına rağmen ölmedi. Tedavi yönteminin fizyolojik temelli ve iyi belirlenmiş bir kişilik kura­mı ile bağlantılı olması bunun başlıca nedeni olsa gerek. Bir başka neden de Freud'un kızı Anna'nın da dahil olduğu ve ego analistleri denilen grubun klasik psikanalizin bazı temel eksik­liklerini tamamlayan ustaca çalışmalarıdır.

Ego analistlerinin bu konudaki en önemli katkısı ego özerk­liği kavramını geliştirmiş olmalarıdır. Böyle bir yaklaşıma gö­re ego, id ve süperego arasında sıkışmış konumundan öte, edin­miş olduğu yaşam deneyimleri sonucu kişiden kişiye değişebi­len oranlarda kendi özerkliğini kazanabilmiş bir kişilik öğesi­dir. İçgüdüsel dürtülere daha az önem tanıyarak, dış dünyadaki olayları ve öğrenilmiş davranışları ön plana getiren bu düzenle­meler, psikanalitik kişilik kuramını psikoloji, sosyoloji, kültürel antropoloji ve biyoloji gibi alanlardaki gelişmelere paralel ve çağdaş bir duruma getirmiştir. Birçok bilim alanı Freud'un gö­rüşlerinden önemli ölçülerde etkilendiği gibi, psikanalitik kişi­lik kuramı da diğer alanların düşünce ve bulgularından esinle­nerek sürekli yeni boyutlar kazanmakta. Bir kuramın geçerliği­ni sürdürebilmesi için yeni düşünceler ve kanıtlarla desteklen­mesi ve yeni düzenlemelerle geliştirilmesi zorunludur. Bu ne­denle ego psikolojisi kuramcılarının psikanalize yaptıkları sü­rekli katkılar bu alanın canlılığını ve gelişimini günümüzde de sürdürebilmesini sağlamıştır.

Daha önce belirttiğim ve sürdürmekte olduğum tartışmada da fark edilmiş olabileceği gibi, psikanalitik kişilik kuramını ve bir tedavi yöntemi olarak klasik psikanalizi birbirinden ayrı de­ğerlendirmeyi yeğliyorum, insan gençken ve yeni bir şeyler öğ­renme hevesi duyarken, kendisine sunulanları fazla irdeleme­den kabul etme eğiliminde oluyor. En azından ben ve sanırım benim kuşağım öyleydik. Buna rağmen eğitimimin başlangıcın­da psikanalizle ilk tanışmamda, bu yöntemin uygulanış biçim­lerine karşı, nedenini o zamanlar tanımlayamadığım sezgisel bir direnç yaşamış olduğumu hatırlıyorum.

Bunda psikanalizin çevresinde o dönemde yaratılan gizem­li havanın önemli bir payı olduğunu sanıyorum. "Sağlıklılar dünyası"na katılabilmek için aşılması gereken uzun ve kapsam­lı bir ayin gibi bakılıyordu olaya. Psikiyatri çevrelerinde insan­lar adeta üç grupta kategorize edilmişlerdi. Analizden geçmiş olanlar, geçmekte olanlar ve geçmemiş olanlar. Analizden geç­mişlere evrenin bir başka katına çıkmış varlıklar gibi bakılıyor­du. Bir kısmının başkalarına yönelik tavırları gerçekten de öy­leydi. Analizde olanın ise her yaptığı hoşgörülüyordu, alışılmı­şın dışında zor bir yaşantıdan geçtiği farzedildiği için.

Sosyal çevrelerde bile, şu davranışını Oidipus kompleksin­den ötürü yaptığını ya da bu tutumunun babasına yönelik bilinçdışı bir kastrasyon korkusundan kaynaklandığını anlatan insanlarla karşılaşılıyordu. Psikanalizden "geçmek" bazı çev­relerde bir statü sembolü durumuna gelmişti. Bu insanlara ça­tışmalarından ve nevrozundan arınmış varlıklar gözüyle bakılı­yor, ne var ki bazıları hiç de öyle davranmıyordu. Bu nedenle bazı kurumlarda psikanalistlerin de zaman zaman kısa süreli tazeleme analizlerinden geçmeleri biçiminde uygulamalar ya­pılıyordu. Bu tür uygulamalar çoğu kez aynı kurumda çalışan psikiyatristlerin birbirlerini analize alması gibi tuhaf durumla­ra ve mahremiyet denilen olgunun ortadan kaldırılarak herke­sin birbirinin özel yaşamına girmesine neden oluyordu.

Artık tarihe karışmış bu olaylara bugün geri dönüp baktı­ğımda psikanalizdeki bu çöküntü dönemi için iki temel neden düşünebiliyorum. Birincisi, bir tedavi yöntemi olarak psikana­lizin geleneksel tıp çerçevesinde değerlendirilmiş olması. Böy­le bir bakış açısı "şifa” kavramıyla özdeşleştiğinden, psikanaliz de sağlıksız bir durumdan sağlıklı bir duruma "dönüşme" ola­rak algılanmıştır. Yaşayan bir süreç olan insanın psikanalizden geçtiğinde rektifıye edilmiş bir otomobil gibi değerlendirilemeyeceği görülememiştir. Freud'un yetişkin insanı yinelenen du­rumlar olarak değerlendirmiş olması, psikanalizi de ulaşılacak bir nokta durumuna indirgemiştir.

ikinci neden ise hızlı şişme olgularının çoğu kez kaçınılamayan yazgısıyla ilgili. Psikanaliz uygulamaları arttıkça yanlış uygulamaların sayısı da giderek arttı. Tabii bu durum psikana­liz eğitimine de yansıdı ve psikanalist yetiştirme konusunda ne­redeyse bir kitle üretimi başladı. Bu konuda gerekli eğitimi gör­meden uygulama yapan kişilerin de katkısıyla psikanaliz gide­rek ciddiye alınmamaya başladı. Bu arada 1960'larda Batı dünyasının geçirdiği sancılı toplumsal dönüşümler, o dönemin ihtiyaçlarını karşılar görünen ve sayıları mantar gibi çoğalan psikoterapi türlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Tabii bu değişimler karşısında psikanalize geri kafalı, tutucu ve modası geçmiş bir yöntem olarak bakma eğilimi de gelişti. Sinema ve karikatürde sık sık alay konusu olmaya başladı, Amerikalı şar­kıcı Melanie psikanalizi hicveden "Psychotherapy" adlı bir plak yaptı ve Amerika'nın en çok okunan dergilerinden biri "Psikanaliz Ölüyor mu?" başlıklı bir kapakla yayımlandı.

Peki neden "bugün" psikanalitik düşüncenin, nörobiyoloji alanındaki araştırmalardan bazı önemli sinema yapıtlarına uza­nan geniş bir spektrumda, eskisi gibi abartılı olmayan ama fark­lı bir derinlik içeren yansımalarıyla yeniden karşılaşır olduk?

Daha önce de belirttiğim gibi, bir tedavi yöntemi olarak klasik psikanalizin çağımız gerçeklerine artık pek uymadığı gö­rüşüne katılmakla birlikte, ego analistlerinin de katkılarıyla Freud'un ve önemli ölçüde de Jung'un kişilik kuramlarının ye­rini alacak çalışmaların bugüne kadar yapılmamış olduğunu düşünüyorum. 1950'lerden 70'lere uzanan süre içinde ortaya çıkan ve gücünü yitiren birçok ekolden Geştalt Therapy ya da Rational-Emotive Therapy gibi bazıları varlıklarını günümüze kadar sürdürebildiler. Bu tür ekollerin hakkını vererek yetişmiş kişilerin, kendilerine tedavi amacıyla başvuran kişilere ciddi bir biçimde ve önemli ölçülerde yardımcı olabildiklerine inanı­yorum. Ancak sağlam bir kişilik kuramı temeli üzerine oturtul­mamış uygulamalarda amacın sınırlı kalabileceği görüşümü de koruyarak.

Kesin çizgilerle belirlenmiş kişisel görüşlerimin, kapsamlı bir kişilik kuramına dayanmayan ekollere inanan ve bu doğrul­tuda başarılı uygulamalar yapan kişilerce katı vp tutucu bulun­masını anlayışla karşılarım, ama bağnaz bulunmasını değil. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, bir tedavi uygulamasının amacının sınırlı tutulabileceğini kabul ediyorum. Önemli olan, amacın ve sınırlarının olabildiğince iyi belirlenmiş olmasıdır. Bu nedenle yukarıda belirttiğim görüşler bir eleştiri niteliği ta­şımıyor. Üstelik görüşlerim yalnızca kitaplardan edinilen bilgi­lere değil, yıllar boyunca gittiğim çeşitli uluslararası kongre­lerde, yenilik arayışları içinde katıldığım çeşitli çalışma grup­larındaki yaşantılarıma dayanıyor. Oralarda yaşadıklarımın nesnel bir eleştiri getirebilmek için yeterli olmadığını biliyo­rum, ancak "bana" yetmemiş olmasını, taraf olduğumu kabul ederek ve yalnızca öznel görüşümü paylaşmak amacıyla ortaya koydum.

Tedavi yaşantılarım sırasında, Freud, Jung, Horney, Adler, Fromm-Reichmann, Rank, Sullivan, Erikson, vb. psikanalitik çalışmacılardan özümsenmiş bilgilerin, ben farkında olmasam da bana sürekli yol gösterdiğine inanıyorum. Tedavi ortamın­daki tutumum, geleneksel psikanalitik yaklaşımlardan farklı ve Binswanger, Boss, May, Farber gibi varoluşçuların tedavi yak­laşımlarını benimseyen bir tarzı içerebilir ve Kierkegaard, Heidegger, Nietzsche, Buber gibi Batı ve Laotzu gibi Doğu düşü­nürlerinin etkisinde olabilir. Ama Freud ve Jung'un dahiyane bulduğum kişilik kuramları ya da Erikson'un gelişim kuramını bilmeden, tedavilerini üstlendiğim kişilerin davranışlarının ge­risindeki dinamik güçlerin nasıl işlemekte olduğunu gereğince kavrayabileceğimi sanmıyorum.

Psikoterapist

BİR PSİKOTERAPİSTİN sahip olması gereken nitelikler konusun­da bugüne kadar yazılanların biçimsel tanımlardan öteye gide­memiş olmasını, psikoterapi sürecinde yaşanan ilişkinin içerdi­ği öznellik nedeniyle doğal karşılamak gerek. Psikoterapi belir­li ilkelerden ve tekniklerden oluşan bir tedavi yöntemidir, ama yöntemin uygulanışında terapistin kullandığı en önemli araç kendi kişiliğidir. Dolayısıyla psikoterapist kimliği, kuram ve yöntem bilgisinden oluşan zemin üzerinde geliştirilmiş bir tarz ve tutumdan oluşur. Terapistin tarzı ve tutumu kendi kişilik özelliklerini önemli ölçüde yansıtır.

Uygulamalarının ilk yıllarını yaşamakta olan bazı genç psi­koterapistler, gerekli temel bilgiyle donanmış ve "meşru" bir eğitimden geçmiş olmalarına rağmen, tedavi ettikleri kişileri et­kilememe ve öznel olmama konusunda aşın titizlik gösterirler. Çünkü tarzları henüz oluşmamıştır. Böyle durumlar tedaviye gelen kişi tarafından ilgisizlik ya da uzaklık olarak yaşanabile­ceğinden bazı transferans sorunlarının ortaya çıkmasına ya da tedavi sürecinin uzamasına neden olabilir, ama ciddi bir hata yapma olasılığını da azaltır. Terapistin tarz ve tutumu deneyim kazanıldıkça oluşan bir araçtır ve yıllar içinde kendisinin geçir­diği evrimin sınırları içinde değişim geçirebilir. Bu nedenle ba­zı deneyimsiz psikoterapistlerin, başlangıç dönemlerinde ken­dilerini kuram ve yöntem ağırlıklı bir uygulamayla sınırlamala­rı doğal karşılanmalıdır.

Kuram ve yöntem temeli üzerine oturtulmamış uygulama­lar ise terapist konumunu üstlenen kişinin kendi yansımaları ol­maktan ve bir insanın diğerine sağduyusunu kullanarak yardım etmeye çalışmasından öte bir anlam taşımaz. Ne var ki psikote­rapi adı altında sürdürülen bu tür çalışmalar oldukça yaygındır. Gelişmiş ülkelerde bile gözlemlenen bu durum biraz da mevcut psikoterapist sayısının ihtiyacı karşılayamamasından kaynakla­nıyor. Yine de bazı insanların gerekli, hatta zorunlu sayılabile­cek bir hazırlığı yapmadan böyle bir sorumluluğu üstlenmeye çalışmaları, daha çok "kendi nedenleriyle" açıklanabilir. Sanı­rım bundan ötürü, kendilerini psikoterapist olarak niteleyen ba­zı kişilerin gerekli donanıma sahip olmadan kullandıkları bu sı­fat nedeniyle tedirgin oldukları da gözlemlenebiliyor. Bazıları gerçekten iyi niyetle çalışan bu kişiler neden başka bir sıfat kul­lanıp kendilerini sahip olmadıkları bir mesleki kimliğin yükün­den kurtarmıyorlar ki?

1968 yılında Avusturya'nın Baden kasabasında katıldığım bir kongrede, psikodrama denilen ve "tiyatro yoluyla tedavi" olarak tanımlanabilecek bir tekniğin geliştiricisi olan Moreno'nun bir kürsüden, "Psikiyatrist Tanrıdır, çünkü Tanrı olmak durumundadır!" diye haykırdığını hatırlıyorum. Moreno'yu ilk ve son kez o kongrede gördüm, çünkü gerçekte bir fani olduğu için bir süre sonra dünyadan ayrıldı. Kürsüdeki varlığı, heybet­li görünümü ve gür sesiyle etkileyici bir gösteriydi. Onu izler­ken, Tanrı insan görünümünde aramızda dolaşmak istese, her­halde Moreno'yu seçerdi diye düşünmüştüm.

Kongre sırasında Moreno'yu izlerken, onun kendisini Tanrı sanmadığını, hatta tüm gürültüsünün gerisinde yumuşak ve du­yarlı bir insan olduğunu fark ettim. Teatral bir adamdı ve kong­re boyunca Tanrıyı oynadı. Katılanların çoğu ona Tanrıymış gi­bi davrandı. O da bunun keyfini çıkardı. Ama bu kendisinin de farkında olduğu bir oyundu yalnızca. Beni asıl düşündüren, kongreye katılan bazı kişilerin onu gerçekten bir Tanrı gibi ya­şamış olmaları, daha doğrusu bu ihtiyacı duymuş olmalarıydı.

Bilgisine ve yaratma gücüne saygı duyduğum halde, oyun­culuk tutkusuna dayanamayıp böyle bir olgunun yaşanmasına zemin hazırladığı için Moreno'yu içimden eleştirdiğimi hatırlı­yorum. O zamanlar yetişkin insanın, yazgısını yaratma yönün­den kendisinin kabul etmek istediğinden öte sorumluluklar taşı­dığının bugünkü kadar farkında değildim. Onun için bu olguya şimdi tanık olsam belki de eleştirmezdim diye düşünüyorum. Tapınmak isteyenler varsa Tanrıyı oynamayı seven biri buna karşılık verebilir. Taraflardan biri isimsizliği, diğeri de ayrıca­lığın getirdiği yalnızlığı kabul ettikten sonra.

Teknoloji çağının yarattığı isimsizler dünyasında, insanla­rın guru'lann peşinden giderek ve tarikat benzeri gruplara katı­larak dayanaktan yoksun olmanın yarattığı anksiyeteden kurtul­maya çalıştıkları bilinen bir olgu. Ya da Nazi subayı kılığında­ki birkaç tiyatro oyuncusuyla İstanbul'un ana caddelerinden bi­rinde gerçekleştirilen deneyde insanların sergilediği boyun eğiş. Biyoloji alanındaki bazı çalışmalar, beynin paleopallium denilen katmanındaki globus pallidus ve substansia nigra adlı bölgelerin bu tür eğilimlere katkısını açıklar görünüyor. Nede­ni ne olursa olsun, insanın otoriteye boyun eğme ve bir liderin izinden gitme eğilimi taşıdığını ve bunun yine insan doğasında varolan bireyleşme ve kendini yaratma eğilimiyle çatışma du­rumunda olduğunu biliyoruz. Bu çatışmanın en belirgin yaşan­dığı ortamlardan biri de psikoterapidir ve bu karşıt eğilimleri, tedaviye gelen kişi kadar terapist de yaşar.

Tedaviye gelen kişilerle ilişkisinde Tanrı kimliğine bürüne­rek onları yargılamaya ve yönetmeye çalışan ya da tam karşıtı bir tutumla, tedaviye gelen kişinin taleplerine edilgin bir biçim­de boyun eğerek onunla birlikte sürüklenen bir terapist, tedavi ortamı içinde varolamayacağı için, kendini varedebilme umu­duyla gelen kişinin bu yöndeki çabalarına katkıda bulunamaz. Böyle bir durumda aradığını bulamayan kişi tedaviyi bırakabi­lir. Ama bazen mürit edinmenin ya da olmanın çekici sorum­suzluğu karşılıklı olarak kabul edilir ve birlikte varolamamanın direnilmesi güç ağırlığı altında sürüklenip gidilir, en azından bir süre için.

Laotzu öğretisinde şöyle der: "Kim ki kendini geride tutar, o her zaman ön plandadır. Kim ki kenarda durur, o her zaman bir yerdedir. Kim ki kendini göstermeye çalışmaz, o her yerde görünür. Kim ki kendini tanımlamaz, o her zaman seçkin kalır. Kim ki yaptıklarıyla böbürlenmez, ortaya çıkardıklarının değe­ri kalıcı olur."

Bazen genç bir psikoterapist deneyimsizliğinden kaynakla­nan güvensizliği sonucu, tedavisini üstlendiği kişiye ne kadar çok şey bildiğini kanıtlama çabalarına girebilir. Eğitim amacıy­la videoya alınan tedavi seansı kayıtlarında da birçok psikote­rapist adayının, tedavisini üstlendikleri kişilerden daha yoğun anksiyete yaşadığı gözlemlenmiştir. Henüz işin başlangıcında olan bir terapistin bu tür narsisistik kaygılar yaşaması, bu konu­da yazılanlara bakılırsa oldukça sık rastlanan bir olgu. Dene­yimsizlikten kaynaklanan bu tür sahne korkularının başlangıç­ta güdüleyici bir etkisi de vardır ve çoğu, bir ustanın denetimin­de sürdürülen çıraklık eğitimi sırasında üstesinden gelinebile­cek durumlardır. Tabii adayın kişilik yapısı böyle bir eğitimi özümseyebilecek nitelikteyse.

Psikoterapist kimliğinin kendine özgü nitelikleri bazı tu­zakları da beraberinde getirir. Bunlardan biri, böyle bir kimliğin her insan gibi terapistte de varolan narsisistik eğilimleri pekiş­tirmeye elverişli bir konumu içermesidir. Bu tehlike özellikle özne-nesne ilişkilerinin yaşandığı geleneksel psikoterapiler için geçerlidir. Bu tür tedavilerde kullanılan yöntemin doğası gere­ği yaşanan transferans olgusu, simgesel bir tümgüçlü yetişkin ve çocuk ilişkisini içerir. Bu durum, tedaviye gelen kişinin te­rapisti, bir süre için de olsa omnipotent (her şeye gücü yeten) bir varlık olarak algılamasına neden olur. Aslında transferans yaşantıları sırasında insanüstü bir varlık olarak algılanmak, te­rapist üzerinde \1 bir yük oluşturur. Olmadığı bir şey olarak algılanıyo. \ yükü.

İnsan şık ve p \ elbise giydiğinde kendisini biraz farklı hisseder. Ama rçekten de farklı olduğuna inanır. Narsisistik eğilimleri      terapist, ortamın pekiştirici etki­

si sonucu tedavi odasım .fiğiyle özdeşleşebilir ve bunun sonucu yaşanan kişilik en^asyonunun bedeli terapistin kendine yabancılaşmasıyla ödenir. Böyle bir durum, var olan narsisistik eğilimlerin daha da artmasıyla sonuçlanır ve oluşan kısırdöngü içinde kilitlenen terapist, meslekdışı yaşamında da şişmiş bir egonun yalnızlığını yaşar. Uzmanlaşmış psikoterapist tabii ki bir otoritedir, ama yalnızca psikoterapi konusunda.

Bir terapist kendisinin omnipotent olduğu sanısını yaşama­ya başlayınca kişisel ve mesleki evrimi de takılıp kalır. Bu alan­daki yenilikleri izlese bile bunları sentezine katamaz ve öğren­dikleri düşünce düzeyinde kalır. İleri doğru hareket eden bir sü­reç olmaktan çıkıp bir duruma dönüşür. Ne yazık ki narsisizmin kültürümüzdeki yaşanış biçimi nedeniyle bu olgu başka alan­larda, örneğin sanat ve politikada da gözlemlenebiliyor. Biri bir şeyler üreterek ya da yaratarak belirmeye başlıyor, umutlandı­ran bir çıkışla. Sonra yaptıklarına ve yarattıklarına başkaların­dan önce kendisi hayran oluyor ve tabii kilitlenip kalıyor. Ya tekrarlamalar içinde yavaş yavaş sönüyor ya da adı bir daha du­yulmaz oluyor. Hızlı bir değişim yaşayan kültürümüzde doğal olarak bazı boşluklar var ve potansiyeli olan biri sahipsiz duran bu alanlardan birini doldurmak istediğinde pek de güçlük çek­meden sivrilebiliyor. Ama bazen bunu bir kişilik enflasyonu ve arayıştan vazgeçiş, atıl bırakılan bir potansiyel ve tükenme iz­leyebiliyor.

Doğadaki tüm canlılar eksi bir durumdan artı bir duruma geçmek için çabalar, insan da öyle. Ama insan bir yandan ken­dini geliştirirken bir yandan da bir şeyler yitirir yıllar geçtikçe. Bazı alanlarda sistem belirli bir yaşa geleni bünyesinde tutmak bile istemiyor. Buna karşılık kimine, kişinin ya da yapılan işin doğasından ötürü böyle bir sınır konulamıyor. Artık hayatta ol­mayan ünlü piyanist Arthur Rubinstein'a seksen yaşlarındayken sormuşlar, "Bunca ün ve servet sahibi olduğunuz halde neden hâlâ bir ülkeden diğerine dolaşıp konserler veriyorsunuz?" di­ye. Cevabı, "Çünkü piyano çalmayı seviyorum!" olmuş.

Psikoterapi sanat öğesi güçlü bir alan, özellikle özne-nesne dualizminin ötesine geçildiğinde. Bu nedenle bir iş değil, bir yaşam biçimi. İnsanın kestirilemezliğini kabul ederek yaşama­yı içeren bir biçim. Bir psikoterapistin odasında ne zaman ne olacağını önceden kestirebilmek mümkün değildir, yaşamın özünde olduğu gibi. Böyle bir alanda ustalaşıyor olmak, yalnız­ca iyi bir hazırlık yapılmış olduğu anlamını taşır. Üzerinde da­ha rahat hareket edilebilen bir temel oluşturma hazırlığı. Ama hareket sona ermez, insan zihinsel ya da fiziksel olarak bir "du­ruma" dönüşmediği sürece. Çünkü insanın insanı anlamaya ça­lışması sonu olmayan bir yolculuk gibidir. Tabii kendini ve in­san türünü kavramlaştırıp paketleyerek rafa kaldırmaya çalış­madıkça. Çırak, yolunu bulana dek arayışlarını geniş bir alanda sürdürmek zorundadır. Ustalaşma sürecini yaşayan ise, arayış­larını artık seçmiş olduğu yolda sürdürür. Ama hiçbir zaman us­ta oldum diyemez. Başka alanlar için nasıldır bilemem, ama ko­nu insan olunca bir doruğa ulaşarak aşağı bakabilmek mümkün değil. Çünkü öyle bir yer zaten yok.

Viktor Frankl, "logoterapi" denilen bir varoluşçu psikote­rapi yaklaşımının geliştiricisi olarak tanınır. Bir gün Frankl'ı Viyana'daki kliniğinde ziyaret eden Amerikalı bir doktorun ona yönelttiği, "Doktor, siz bir psikanalist misiniz?" sorusuyla baş­layan konuşma şöyle sürer:

"Aslında bir psikanalist sayılmam, ama psikoterapist deni­lebilir."

"Peki hangi ekoldensiniz?"

"Kendim bir kuram geliştirdim, adı logoterapi."

"Logoterapinin anlamını bana bir cümleyle açıklayabilir misiniz? En azından logoterapi ile psikanaliz arasındaki farkın ne olduğunu?"

"Tabii, ama önce psikanalizin size göre ne olduğunu bana bir cümleyle açıklar mısınız?"

"Psikanalizde kişi bir divana yatırılır ve sonra ondan size, açıklanması kendisi için can sıkıcı olabilecek bazı şeyleri anlat­ması beklenir."

"Evet. Logoterapide de tedaviye gelen kişinin bir koltukta dik oturması ve bazen kendisi için can sıkıcı olabilecek şeyleri duyması beklenir."

Psikoterapi ikili bir dans gibidir. Buluşmalar sırasında varolabilme çabalarını yaşamak ve paylaşmak tedaviye gelen kişi­nin sorumluluğudur, buna elverişli bir ortamı yaratmak ise tera­pistin. Ortam bu ikili ilişki içinde terapistin kendisini varedebilmesiyle yaratılır. Süreç sırasında zaman zaman tedaviye gelen kişi, daha seyrek olarak de terapist, farkında olmadan ikili va­roluştan kopup kendi başına dans edebilir. Kopan tedavi edilen olursa, durumu ona göstermek terapistin görevidir. Durum tera­pistten kaynaklanırsa bunu kısa sürede fark etme sorumluluğu kendisine aittir, ama süreç ilerledikçe ve tedaviye gelen kişinin kendisi de birlikteliğin koptuğu zamanları fark eder oldukça, uyarı ondan da gelebilir. Ender durumlarda birlikte dans etmek mümkün olmaz ve ayrılınır. Bu genellikle sürecin en başında ya da başlangıç döneminde olur.

Böyle bir beraberliğin canlılığını ve dinamizmini sürdürme çabasının terapiste de çok şey kattığına inanıyorum, özellikle de kendini yaratabilme yönünden. Sosyal ilişkilerde sık karşıla­şılan ve herkesin bir başkası ya da başkaları tarafından yaşatılmayı beklemesi sonucu ortaya çıkan kolektif yaşamazlık, teda­vi ortamında da zaman zaman belirebilir, ama sürdürülmesi mümkün olmaz. Terapistin kendini yaratması, tedavi ortamında kişisel dünyasını değil, kendisini yaşayabilmesi anlamına gelir. Kişisel dünyasını yaşama ayrıcalığı tedaviye gelen kişiye tanı­nır. Ancak bu ayrıcalığın da uzman bir dinleyicinin karşısında tek başına söylenen bir monolog gibi değil, varoluşçuların "dual mode" dedikleri birliktelik içinde yaşanması beklenir. Biri­nin karşısında kendi kendine ağlamak ile birisine ağlamak ara­sındaki fark çok önemlidir, ve bu ağlanan kişiye de bir beraber­lik yaşatır. Bazı ilişkilerde yaşanan "O bana bunu verdi," "Ben ona şunu verdim," türündeki hesaplan içermeyen bir birliktelik.

Psikoterapiyi yaşam egzersizi türünde bir eğitim olarak dü­şünürsek böyle bir eğitimin ancak tedaviye gelen kişinin ve te­rapistin "birlikte" katılımlarıyla gerçekleştirilebileceğini de ka­bul etmek gerekir. Böyle bir eğitime sürekli katılıyor olmak te­rapistin de kişiliğini zenginleştirir. Buna karşılık özne-nesne ayrımıyla yaşanan "single mode" türü beraberlikler, terapistin kendisini daha iyi bir gözlemci olarak geliştirmesinde etkili olabilir. Ama edindiği deneyimleri kendi yaşamına katabilme şansı daha zayıf kalır ve tedavi sırasındaki kolektif yaşamazlık olasılığını artırır. Bir Japon atasözünde dile getirildiği gibi, "Öğrenilenler yaşanmadıklarında öğrenilmiş olmazlar!"

Geleneksel psikoterapiler çerçevesinde sık kullanılan ve başından beri benimsemekte güçlük çektiğim bir kavram var: empati. "Karşımızdaki insanın yerine kendimizi koyarak onu anlamaya çalışma" olarak tanımlanabilecek bir sözcük. Ama bir insanı bu yoldan anlamaya çalıştığımızda, onun gerçeği yerine kendimizinkini anlamış olmaz mıyız? Çünkü "bu tanımıyla" empati, insanı "kendi gerçeği içinde" anlamaya çalışmayı içer­miyor. Üstelik bazı genç meslektaşlarımın sürdürdükleri bir te­davi sürecinden söz ederken, "Empati yaptım!" dediklerine ta­nık oluyorum. Bir insanın dünyası "yapılan" bir işlem aracılı­ğıyla nasıl anlaşılabilir ki?

Katarsis sözcüğünün psikiyatriye mal edilmesi psikanalizin doğuşuyla başlar. Yaşanamamış olduğu için biriken bazı duygu­ların boşalma imkânı bulmasını tanımlar. Çağlar boyunca ya­pılmış dinsel ayinlerin temel psikolojik öğesidir. Bildiğim ka­darıyla, kavram olarak ilk kez Antik Yunan'da tiyatronun seyir­ciye sağladığı duygusal boşalımı tanımlamak amacıyla kulla mlmıştır.

Yüzyılın başlarında Freud, Fransız psikiyatrisi Charcol'ııun sürdürdüğü hipnoz deneylerini gözlemlemek için gittiği Paris' ten döndüğünde bir süre Viyana'nın seçkin hekimlerinden Jo seph Breuer'le çalışmıştı. O dönemde Breuer, çoğu kadın olan hastalan üzerinde hipnozu ilginç bir biçimde kullanıyordu. Bu insanlar hipnoz altında sorunlarını baskısızca ve açıkça anlata biliyor, uyandıklarında da rahatlık duyuyorlardı. Önceleri aynı uygulamaları kendi de sürdüren Freud, Breuer'den ayrıldıktan sonra giderek hipnozdan vazgeçti ve hastalarını uyanıkken, dü­şünce düzenini ve ahlak kurallarını gözetmeksizin özgürce ko­nuşmaya yöneltti. Bu yöntemle insanlar içsel engellerini yene­biliyor, unutulmuş anılarına inebiliyor ve giderek sorunlarını çıplak bir biçimde tartışabilir hale geliyorlardı. Sonunda bu ye­ni yönteme "serbest çağrışım", tedaviye gelen kişilerin bu yön­tem aracılığıyla içsel dünyalarına inerek kendilerini daha iyi ta­nımaları ve daha sağlıklı bir uyum düzeyine erişebilmelerine imkân sağlayan ilkelere de "psikanaliz" adı verildi.

70'li yıllarda Ankara'da bir tiyatroda sahnelenen bir oyu­nun sonunda oyuncular seyircileri selamlamak üzere tekrar sahneye çıktıklarında, o günlerde klişeleşmiş bazı politik slo­ganları haykırmaya başladılar. Böylece kendi katarsislerini gerçekleştirdiler ve biz seyircileri de tıkayıp evlerimize yolladı­lar. Bu gösteriden sonra bir süre tiyatroya gitmedim. Sofokles' ten bu yana katarsis hakkını öncelikle seyirciye tanıyan gele­neksel tiyatro ilkeleri hâlâ geçerli olduğuna göre, bu oyuncula­rın kendilerinin değil seyircilerin bağırmasını ya da örneğin benim bağırmamı sağlayacakları bir ortam oluşturmaları ge­rektiğini ve benim hakkımı benden aldıklarını düşündüğüm için. Önce seyirciyi coşturup kendileri sonra katılabilirlerdi. Coşturamazlarsa da amaçlarını gerçekleştirememiş olmanın sıkıntısını kendileri yaşarlardı.

Bazen bir dostunuz gelir, yaşantılarıyla ilgili kesintisiz bir monoloğu, sizin kendisini anlayıp anlamadığınıza pek de aldırmaksızın söyler, boşalır ve gider. Aslında sizinle değil kendi kendine konuşmaktadır. Onun için sizin varlığınız, kendi için­de kilitlenmiş olmaktan ötürü yaşadığı sıkışıklığın gerilimini "boşaltabileceği bir şey" olmaktan öte bir anlam taşımaz. Ala­na aşina olmayan bazı kişiler arasında psikoterapinin de sauna­ya gidercesine kullanılan bir gerilim giderme ve ferahlama ara­cı olduğu sanısı oldukça yaygın. İnsanlar zaman zaman birbir­lerine sıkıntı boşaltmanın dostluk ve ilişki olduğuna inanma eğiliminde oldukları için psikoterapiyi de böyle bir çerçeve içinde değerlendirmeleri doğal karşılanabilir. Ancak bu yanılgı­nın oluşmasında alanın sorumluluk payı olup olmadığının da araştırılmasında yarar olabilir.

Freud'un histeri patolojisine ilgi duyduğunu bilen Breuer, birlikte çalıştıkları dönemde bir gün ona, 1880'in Aralık ayın­dan 1822 Haziranı'na kadar tedavi amacıyla izlemiş olduğu bir kadından söz etti. Anna O. adıyla anılan bu kadına ait bulgular psikanaliz tarihçesine geçmiş ve bu kuramın gelişmesine önem­li bir katkıda bulunmuştur.

Anna O. gerçekte, sonradan sosyal hizmet alanının geliş­mesindeki öncülüğüyle ün yapmış olan Bertha Pappenheim'dı. O zamanlar yirmi bir yaşında olan genç kadın, babasının ölü­münün ardından çeşitli histeri belirtileri geliştirdiği için Breuer'e başvurmuştu. Bu belirtiler kol ve bacaklarda felç, dokun­ma duyusunun kaybı, kaslarda kasılma, görme ve konuşma güç­lükleri, yemek yiyememe ve öksürük nöbetlerinden oluşuyordu.

Anna babasına çok düşkündü ve son günlerinde yatağının yanından ayrılmamış, ölümüne dek ona bakmıştı. Tedavi sıra­sında Breuer'i ve Anna'yı şaşırtan bir durum ortaya çıkmıştı. Anna ne zaman babasına duyduğu sevgi ve yakınlıktan söz et­se ya da histeri belirtilerinin hangi koşullar altında ortaya çık­tığını anlatsa, bu belirtiler ortadan kayboluyordu. Bu nedenle Anna bu sürece, "konuşma kürü" ya da "baca temizliği" adını takmıştı.

Bu anıların çoğu öyle bastırılmıştı ki, ancak hipnoz altında çağrıştırılabiliyordu. Örneğin Anna bir gün, babasının başında beklerken bir yılanın babasına doğru ilerleyerek onu sokmaya hazırlandığını ve duruma engel olmak için harekete geçmek is­tediğinde iskemlenin arkasına sarkıtmış olduğu kolunu kımıldatamadığını düşlemişti. Anna bastırmış olduğu için hatırlayama­dığı bu anıyı hipnoz altında çağrıştırabildikten sonra o güne kadar felçli olan kolunu rahatça hareket ettirebilmeye başla­mıştı.

Tedavi süresince Breuer, bu ilginç kadına ilgi duymaya ve ona daha fazla zaman ayırmaya başlamıştı. O denli ki Breuer' in eşi bu duruma bozulmaya ve Anna’yı kıskanmaya başlamış­tı. Breuer, Anna ile ilişkisinin cinsel bir içeriği olabileceğini fark ettiğinde tedaviye birden son vermiş, ne var ki birkaç saat sonra çok kötü durumda olduğu haberini alması nedeniyle Anna'nın evine gitmek zorunda kalmıştı. Oysa Anna tedaviden çok yararlanmış ve belirtilerin çoğu ortadan kalkmıştı. Breuer git­tiğinde Anna yataktaydı ve histerik doğum sancıları içindeydi. Tedavi süresince cinsel konulara hiç değinilmemişti ve aslında Anna'nın yalancı gebeliği, Breuer’in tedavi amacıyla ona gös­termiş olduğu ilgiye karşı geliştirmiş olduğu cinsel duyguların simgesel bir anlatımıydı. Bunu fark edemeyen Breuer, Anna’yı ancak hipnotize ederek yatıştırabildi ve panik içinde evi terk et­ti. Sonra da "ikinci bir halayına çıkmak" üzere eşiyle birlikte apar topar Venedik’e gitti.

Breuer Viyana'dan ayrıldıktan sonra Anna'nın durumu daha da kötüleşmiş ve hastaneye kaldırılması gerekmişti. Bu olay­dan ötürü katarsis yöntemiyle tedavinin yararları da kuşkuyla karşılanmıştı. Anna Freud bu öyküden yapıcı bir biçimde ya­rarlanabilmiş ve tedavi süresince ortaya çıkan bu tür duygu ve düşleri bilimsel bir kurama temel oluşturma amacıyla kullana­bilmiştir. Eğer Freud katarsis yöntemi sırasında ortaya çıkan cinsel içerikli duygulardan korkmuş olsaydı psikanalizi de geliştiremezdi diyen bazı araştırmacılar, Breuer'in, çalışmalarını bu doğrultuda sürdürmemekle psikoterapi alanına yapabileceği katkıları gerçekleştirememiş olduğundan söz ederler.

Freud ile Breuer'i kıyaslar görünen bu ifade, genç Freud ile ona göre ileri bir yaşta olan Breuer'in aynı zaman kesiti içinde doğmamış olmalarını göz ardı eder nitelikte. Üstelik bir de ba­ca konusu var. Anna O.'nun bacasını temizleyeyim derken ken­di bacası dolan Breuer'in "bir insan olarak yaşadıklarının" psi­kanaliz kuramının oluşumuna yaptığı önemli katkı nedense hep unutulur. Yaşananlardan hareket edilerek geliştirilen ilke, ku­ram ve yöntemleri yaşananlardan soyutlayarak uygulama eğili­minde olması nedeniyle, geleneksel bilimsel düşünce zaman zaman yaşamın kendisinden kopuk kalmıştır. Bunun bir yönü de tüm dikkatin gözlemlenen nesne ya da olgu üzerine odakla­narak gözlemcinin yaşantılarının göz ardı edilmesidir.

Psikanalitik terminolojide psikanalistin, tedavi ettiği kişiye yönelik öznel yaşantılarına kontr-transferans denir. Kontrtransferans genelde pozitif ya da negatif olmak üzere iki türlü yaşanabilir. Bir tedavi ilişkisi negatif kontr-transferansla başla­yabilir ve analist tedaviye başladığı kişiye yönelik olumsuz duygularını makul bir süre içinde nötrleştiremezse, onu bir baş­ka meslektaşına göndermesi gerekir. Ancak konuya ilişkin ya­zıları gözden geçirdiğinizde, duyguların bastırılmasından fark­lı bir olguyu tanımladığı farzedilen nötrleştirme sürecinin nasıl işlediğine ilişkin bir bilgiyle karşılaşmanız mümkün olmaz. Te­davi süresinin büyük bir bölümünde kendi kişiliğinden farklı bir biçimde algılanması sonucunda analistin yaşadığı duygusal yüklenmenin nasıl çözümleneceği de açıklanamaz.

En azından psikanalizin geçirdiği çöküntü döneminde, bazı psikanalistlerin tedavi ortamında sürdürdükleri tümgüçlü yetiş­kin "persona"larıyla özdeşleşmeleri, Jung'un "gölge" adını ver­diği hayvansı, ama canlı ve yaratıcı yönlerine yabancılaşmalarina neden olmuştu. Çünkü psikanalitik tedavi kuramında, psi­kanalistin kendi katartik ihtiyaçlarının nasıl giderilebileceği ko­nusunda açıklanmamış bir boşluk vardı. Belki de bu nedenle psikanalistler zaman zaman kendi bacalarını temizletmek için diğer psikanalistlere başvurma gereğini duymuşlardı. Bunun sonucunda gerçeklerden çok doğrularla ilgilenen psikanalist ya da psikoterapistlerin sayısı artmış, psikanalitik tedavi ortamı da yaşanan bir yer olmaktan çok yaşamın tartışıldığı ve davranış­ların nedenlerinin araştırıldığı düşünce düzeyinde bir ilişkiye indirgenmişti. Bu durum, daha önce de belirtildiği gibi, 1960' larda dünyada ve dolayısıyla psikoterapi alanında yaşanan dö­nüşümler karşısında psikanalizin çağdışı bir görünüm kazan­masına neden olmuştu.

Psikiyatri ve özellikle psikoterapi, konunun geleneksel tıp sınırlarının ötesinde bazı boyutlar içerdiğini fark eden meslekdışı kişilerin de ilgisini çeken bir alan. Hatta bazen bu alanda çalışanların, uygulamaları sırasında kendilerini nasıl yaşadık­ları da merak konusu olabiliyor. Yaklaşık yirmi yıl önce bir ya­bancı dergide, American Psychoanalytic Association'ın kongre­sine katılan bir gazetecinin izlenimlerini okumuştum. Yazısının bir yerinde, kongrenin sosyal programındaki eğlencelere katı­lan psikanalistlerin diğer insanlardan hiç de farklı davranma­dıklarından söz ediyordu. Okuduğumda, "Ne bekliyordu ki?" diye düşünmüştüm. Nitekim gazeteci bu izlenimini orada bulu­nan ünlü bir psikanaliste yönelttiğinde, "Sanırım bizim diğerle­rinden tek farkımız, onlara oranla biraz daha fazla şeyi fark ediyor olmamızdır," cevabını almış.

Tabii psikanalizin çevresinde yaratılan gizemli hava o yıl­larda hâlâ sürmekte olduğundan, gazetecinin bugün bize safça görünebilecek sorusunu yadırgamamak gerek. O zamanlar nor­mallik ölçütü toplum normlarına başarılı bir uyum sağlama, psikanalistler de bu ölçütü gerçekleştirdiği farzedilen varlıklar olarak kabul ediliyordu.

Psikoterapi ve psikoterapistin arketipsel bir çerçeve içinde algılanması, alanın ve uygulayıcılarının yanlış yorumlanması­na yol açabilen bir başka neden. Bunlar bilge adam, şeytan, si­hirbaz gibi arketipler olabiliyor. Tabii kişinin kendisi, psikote­rapist kimliğini bu çerçevelerde algılamakta olduğunu fark et­miyor, ama siz nasıl algılandığınızı görebiliyorsunuz. Bu insan­lar çoğu kez bazı kişileri ve olguları da arketipsel imgelere yer­leştirme eğiliminde oluyorlar.

ilginç olan yön, bu tür algılamaların aydın kesimde daha yaygın olması. Arketipsel algılamalara, cılız bir ego ve şişmiş bir süperegodan oluşan kişilerde daha sık rastlandığı göz önünde bulundurulduğunda, bu izlenimi şaşırtıcı bulmamak ge­rekir. Çünkü aydın kimliğini bir savunma sistemi olarak kulla­nan ve kendine yabancılaşmış biri ile düşünceleri yaşantılarıy­la bütünleşebilen gerçek aydın arasında tabii ki çok önemli bir fark var. Son yıllarda çok kullanılır olan "entel" sözcüğü de sa­nıyorum bu önemli nüansı vurgulamak amacıyla ortaya çıkmış­tı, ama kısa sürede yozlaştı ve bazı insanların birbirini yargıla­ma ve küçümseme aracı olarak kullanılır oldu.

Çıraklık günlerimde deneyimli psikanalist ve psikoterapist­lerin tedavi ilişkileri sırasındaki öznel yaşantılarını merak et­miş, ama karıştırdığım kitap ve dergilerde bu konuda yazılmış materyal bulamamıştım. Örneklerin çoğu, psikiyatristlerin te­davi ettikleri kişiyle birlikte belirli bir "durumun" üstesinden gelme çabalarını içeren diyaloglarla sınırlanmıştı ve öznel ya­şantılarına ilişkin ayrıntılara değinilmiyordu. Üstelik bir psiko­terapistin, tedavi ettiği kişilerle beraberken yaşadıklarından olabildiğince haberdar olması yöntemin temel koşullarından biri olduğu halde.

Psikanaliz ve psikoterapinin o günlerdeki konumundan ötü­rü, terapistin tedavi odasındaki öznel yaşantılarının tabu bir konu olması doğal karşılanabilirdi. Ancak 1960'larda başlayan gelişmeler sonucu ortaya çıkan ve terapist kimliğinin daha say­dam bir biçimde yaşandığı uygulamalardan sonra da bu konu­da pek bir şey yazılmadı. Yakın geçmişte dünyadan ayrılan ün­lü Ingiliz psikiyatrisi Ronald Laing bile, öznellik kokan ve yü­rekli girişimler sayılabilecek yapıtlarında kendi yaşantılarını ancak dolaylı bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Sanırım bunun başlıca nedeni, süreç türü yaşantıları tanım ve kavramlarla di­le getirmenin zorluğu, belki de imkânsızlığı. En iyi yazılmış oto­biyografilerde bile, yaşanmış olanlar gereğince aktarılamıyor ve okunurken bir şeyler eksik kalmış gibi bir duygu yaşanıyor. Bu nedenle, aslında istekli olmama rağmen, bu konuda neyi ve nasıl yazabileceğimi ben de bilemedim.

Bir psikoterapistin entelektüel donanımının nasıl olması gerektiği konusunda liste çıkaran araştırmacılar bile olmuştur. Bence bir terapistin dünya olaylarına açık bir algılama ve yeter­li bir sentez yeteneğinin olması, entelektüel birikiminin hac­minden ya da içeriğinden daha önemlidir. Başka bir deyişle, te­rapistin kendi alanı dışındaki konulara da hâkim bir bilge kim­liğine sahip olmasının gerekli olmadığını düşünüyorum.

Bir psikoterapist toplumun çeşitli kesimlerinden gelen in­sanların dünyalarını paylaşır. Dolayısıyla odası toplumun min­yatür bir kulisi gibidir. Terapist tedaviye gelen kişilerin yaşan­tılarını paylaşırken, farkına varmaksızın ve istemi dışında ken­disinin de içinde yaşadığı sistem hakkında önemli bilgiler edi­nir. Bu ona, doğrudan ulaşması mümkün olmayan dünyaları koltuğunda otururken tanıma imkânını sağlar. Kendi seçimi dı­şında edindiği bu bilgileri sentezine kalabilen bir terapistin dünyaya bakış açısı genişler ve birikimi zenginleşir. Bu yönü geliştikçe, kişisel yaşantılarını ve tedaviye gelen kişilerin dün­yalarını toplumsal olgulardan soyutlamadan anlamayı öğrenir. İnsanlara ve olaylara daha az önyargılı bakabilme ve öylece ka­bul edebilme eğilimi oluşmaya başlar.

Tabii her şeyin bir bedeli var. Bir terapistin insan olarak zenginleşmesine ve belki de olgunlaşmasına katkıda bulunan bu bilgi akımı, zaman içinde bir "aşırı bilgi yüklemesi" olgu­sunu da beraberinde getirebilir. Böyle durumlara maruz kalan çoğu insan konuşma yoluyla yükünü hafifletmeye çalışabilir. Oysa edindiği bilgilerin çoğunu yaşamının sonuna dek kendi­ne saklamak durumunda olan psikoterapist için bu yol da ka­palıdır.

İnsanların her zaman mitoslara ihtiyacı olmuştur. Yıllarca, içinde yaşadığı sistemin çıplak gerçeklerine ilişkin bilgi bom­bardımanına sürekli açık olmak, terapistin mitos yaratma ihti­yacını ketleyebilir. Mitoslarını tümden yitirmek ise bir terapis­tin trajedisi olabilir. Onun için terapist, yaşadığı evrene yaban­cılaşmasıyla sonlanabilecek tehlikeli bir gidişe kapılmama ko­nusunda dikkatli olmak zorundadır.

Bireyleşmeyi ve sıradanlığı birlikte sürdürebilmek tabii ki kolay değil. Bunu gerçekleştiremeyen ve bireyleşme çabaların­da sıradanlığı tümden yadsıyan kişilere marjinal deniliyor. Marjinal bir kimlikte kişinin meydan okuyuşu öylesine ön pla­na fırlar ki, toplumun sunduğu kalıplarla bağ kurması mümkün olamaz. Marjinal bir kişilik sanatla bağdaşabilir, ama bilimle uğraşan kişinin arayışları belli bir temelde hareket etme duru­munda olduğundan böyle bir meydan okuyuşla bağdaşamaz. Bazı kalıplara düşünce düzeyinde karşı çıkmak ise bir yaşam biçimi olan marjinallikten farklı bir olgudur. Bir döneminde marjinalliğe yakın bir yaşam sürdürmüş olan Ingiliz psikiyat­risi Ronald Laing, The Politics of Experience kitabında bu ya­şam biçimine övgü yağdırmıştı.

Laing, psikanalitik temelli bir eğitim görmüş ve her şeye rağmen bu formasyonuna bağlı kalmıştı. Belki bu bağ onun gerçek anlamda marjinal bir kimlik edinebilmesini engellemiş­tir. Ama iyi bir eğitim temelinden yola çıkmış olması, kendine özgü tarzıyla psikiyatriyi zenginleştiren ve bazen bu alana yö­nelik uyarılar içeren katkılarda bulunabilmesini sağlamıştır. Bu katkılarını alışılagelmiş çizgilerin dışında sürdürmüş olması ve kendi kişiliğini ortaya çıkararak psikiyatrideki genel tutucu eğilime karşı çıkması, bazı çevrelerin bir ara onu alaya alma­sına neden olmuştu. Ama bugün aynı çevreler, o dönemde psi­kiyatrinin ihtiyaç duyduğu taze kanı sağlamış olan ve yakın geçmişte genç yaşta dünyadan ayrılan bu yürekli bilim adamın­dan alıntıları kendi çalışmalarına katabiliyorlar. 1968’de yayımlanışından birkaç yıl sonra ilk okuduğumda ben de The Politics of Experience adlı kitabı yadırgayanlardan biriydim. Ama bugün Laing'i ve yapıtlarını saygıyla anıyorum.

Bir psikoterapist zaman içerisinde seçici bir bellek gelişti­rir ve tedavisini üstlendiği kişilere ilişkin bilgileri ya da onlar­dan dinlediklerini, aradan yıllar geçse bile bazen kolayca çağrıştırabilir. Bu olgu fark edildiğinde, tedaviye gelen kişilerin hayretine ya da görünmez bir teyp olup olmadığının sorulması­na bile neden olabilir. Oysa insanın çağrıştırma kapasitesinin sınırları olduğundan, böyle bir seçicilik terapistin belleğini ba­zı başka konularda sınırlayabilir. Bu seçiciliğin nedeni, terapis­tin tedavi odasında duyduklarını ve gözlemlediklerini anlama çabasında, olağan sosyal ilişkilerde birbirimizi dinlemeye alış­kın olduğumuzdan farklı bir tutum içinde olmasından kaynak­lanır. Bu, Heidegger'in "otantik dinleme" dediği olgudur.

Bu olgu terapistin iyi bir dedektif olmasını da gerektirir. Te­daviye gelen kişinin sözlü ve sözsüz davranışlarını izlerken ara­ya ayrıntı gibi sıkıştırılan bazı bilgileri atlamaması, konuşulan­lar kadar sözsüz davranışlara da dikkat etmesi ve bunlar arasın­da uyuşmazlık olup olmadığını görmeye çalışması gerekir. Bu­nun yanı sıra edinilen bilgiler arasında anlamlı bağlantılar olup olmadığını da anlamaya çalışması ve fark ettiği boşlukları soru sorarak gidermesi gerekir. Ancak bütün bu değerlendirmeler sı­rasında, terapistin tedaviye gelen kişiyi "kendi dünyası içinde" anlamaya çalışması çok önemlidir.

Bazı psikoterapistler, dinlediklerini kuramsal açıdan değer­lendirme eğiliminde olduklarından, birlikte oldukları kişiyi an­layabilme kapasiteleri sınırlanır. Oysa kuramların işlevi, bir çerçeve değil hareket zemini oluşturmaktır. Bir insanı kuramsal bir çereve içinde değerlendirmek onu anlamış olduğumuzu farzetmemizi kolaylaştırır, ama insan an be an anlamaya çalışma­mız gereken ucu açık bir süreçtir ve anladığımızı farzederek bu ucu kapatıp onu bir duruma indirgeyemeyiz. Önemli olan anla­mış olmak değil, bıkmaksızın "anlamaya çahşmak"tır. Bu çaba­sında terapist edilgin bir konumda değildir ve dikkatli bir sat­ranç oyuncusu gibi taşlarını oynayarak, nerede neyi söyleyece­ğini ya da hangi soruyu soracağını iyi kestirebilmek zorundadır. Tedavi süreci bir satranç oyunundan çok daha hızlı aktığından terapist de yaratıcı ve kıvrak davranmak durumundadır. Tera­pistin yaratıcılığı bazen, yüzyılın ilk yarısında yasamış ünlü bir psikiyatristin anılarından alınan aşağıdaki örnekteki gibi, bir durumun üstesinden çok kısa sürede gelinmesini sağlayabilir.

Dönemin ünlü bir sopranosu bir operada başrolü oynamak üzere kente gelir, ancak temsilden birkaç gün önce bir sabah se­sini tümden yitirir. Misafir bulunduğu eve çağrılan kulak-burun-boğaz uzmanları sopranonun ses tellerinde organik bir bo­zukluk olmadığını tespit ederler. Bunun üzerine eve çağrılan psikiyatrisi, hiç sesi çıkmayan soprano ile yazışarak bilgi edin­meye çalışır. Bu bilgiler arasında primadonnanın kente son za­manlarda birlikte yaşadığı genç sevgilisiyle geldiğini, sesinin kısılmasından önceki geceyi birlikte geçirdiklerini ve bu bera­berlik sırasında genç kadının ömründe ilk kez fallatio'yu (ağız yoluyla seks) denemiş olduğunu öğrenir. Sopranodan izin iste­yerek oradan ayrılan psikiyatrisi ev halkına mutfağın yolunu sorar ve bir süre sonra tekrar odaya döner, merakla kendisini izleyen genç kadının karşısına geçer ve birden cebinden bir so­sis çıkararak kararlı bir tavırla sopranodan bunu ağzına koy­masını ister. Gözleri dehşetle yerinden fırlayan genç kadından güzel bir soprano ses yükselir: "No!..”

Birkaç akşam sonra ünlü primadonnanın başrolü oynadığı operanın perdesi önceden tasarlanmış olduğu zamanda açılır.

Bu olay, Batı dünyasında tutucu ve yargılayıcı "Victorian" değerlerin hâlâ geçerli olduğu yıllara ait. Alışılmışın dışında bir cinselliği genç sevgilisinin talebi üzerine deneyen kadının yaşadığı şok ve suçluluk, bilinçdışı bir mekanizma ile konversiyon histerisine dönüşüyor. Genç soprano en değerli organından kendini yoksun bırakarak suçluluğunun bedelini ödemeye çalı­şırken, olaya katılan anatomik bölge de böyle bir eylemi tekrar­lamamak için kendini korumaya almış oluyor. Ancak kadının yaşadığı şokun sonucu ortaya çıkan durumu, ona bir karşı-şok yaşatarak ortadan kaldıran psikiyatristin yaratıcı düşlem gücü de gerçekten olağanın üzerinde.

Bir psikoterapistin eğitimi öncelikle bir usta-çırak ilişkisini içerir. Eğitim sırasında psikoterapist adayı, bu amaçla seçilmiş belirli kişilerin tedavisini üstlenir ve onlarla geçirdiği saatlerin raporunu ya da teyp bandını ustasına getirir ya da uygulamala­rı, ustası tarafından tek yönlü gözlemlenebilen bir pencereden doğrudan izlenir. Tedavi edilen kişiler bütün bu düzenlemeler­den haberdardır ve gerekli açıklamalar yapılarak önceden izin­leri alınır. Aday ve ustası her buluşmayı birlikte değerlendirir­ler. Usta, adaya yanlışlarını gösterir. Tedavinin stratejisi yönün­den önerilerde bulunur, zaman zaman da ona, tedavi ettiği kişi­ye ya da süreç içinde yaşanmış belirli bir duruma ilişkin yaşan­tılarını sorarak kendisine ilişkin içgörü kazanmasına katkıda bulunmaya çalışır. Söz konusu olan klasik psikanaliz ise, ada­yın kendisinin de psikanalitik tedaviden geçmesi gerekir. Bütün bunların yanı sıra, adayın sistemli bir kuramsal eğitim progra­mına katılması da beklenir.

Yukarıda ana hatları sunulan programlar, gelişmiş ülkeler­de yıllardan beri sürdürülmekte olan geleneksel türde bir eğili­mi tanımlamakta. Son yıllarda yaygınlaşmaya başlayan başka tür bir uygulama ise, geleneksel psikoterapi eğitiminin yerini alma yolunda. Bu tür eğitimde genellikle video kullanılıyor ve kamera, tedaviye gelen kişinin değil terapist adayının üzerine odaklanıyor Video handı üzerinde yapılan tartışmalar da, ada­yın tedavisini üstlendiği kişiyle birlikteyken an be an yaşadık­ları çevresinde, özellikle kendisini nerelerde yaşayamamış ol­duğu vurgulanarak sürdürülüyor. Dolayısıyla bu tür bir eğitim, adayın bir yandan kendisini bir ekranda izlerken ustasıyla bir­likte sürdürdüğü kişisel psikoterapisini içermiş oluyor. Aday için oldukça zor bir eğitim süreci, ama bir insanın kendisini saydamlaştırma çabalarında bulunmaz bir imkân. Sözlü bir di­yalogla sürdürülen olağan psikoterapilerde, tedaviye gelen kişi­nin zaman zaman kaçak oynamasına elverişli durumlar olabilir, ama bir insanın videoda tespit edilmiş görüntüsü karşısında sa­vunmalarını kullanabilme şansı oldukça azdır. Ancak yine de eğitim amacıyla psikanaliz sürecini yaşamak zorunda olmaktan daha az hırpalayıcı bir yol.

Batı dünyasında 60'11 yıllarda yapılmış bazı araştırmalar, tıp doktorları arasında intihar olgusunun diğer meslek gruplarına oranla daha yüksek olduğunu göstermekte. İlginç olan yön, psikiyatristlerin bu listenin başında olmaları. Bu konuda 1964'te British Medical Journal'da çıkan ve somut verilere dayanma­yan bir yorumda bunun nedeni, psikiyatristlerin çalışmaları sı­rasında yaşadıkları kişisel zorlanmalardan çok, bazı psikiyat­ristlerin kişisel sorunlarına çözüm aramak amacıyla bu alanı seçmiş olmalarıyla açıklanmak istenmiş.

Ancak konuya ilişkin sistemli bir çalışma yapmış olan Walter Freeman'ın 1967 yılında American Journal of Psychiatry'de. yayımlanan yazısında vurguladığı husus oldukça farklı. Freeman, genç psikiyatristlerin mesleklerinde ilerleyebilmeleri için klasik psikanaliz sürecinden geçmelerinin gerekli olduğu konusunda ısrar edilmesinin tehlikeli bazı sonuçlar yaratabildiğinden ve bu olgu ile yüksek intihar oranı arasında yakın ilişki olduğundan söz ediyor. Psikanaliz sürecini yaşamanın gerekli olduğunu savunan görüşler artık azınlıkta kaldılar, ama psiko­terapist olarak yetişecek adayların seçiminde özen gösterilme­sinin gerekliliği çoğunluğun paylaştığı bir görüş.

Eğitim amacıyla psikanalizden geçme koşulu sonucu bazı adayların zorlanmasında ya da dağılmasında, psikanalizin özel­likle 1950 ve 60'larda endüstrileşme eğilimi göstermesinin önemli bir payı olsa gerek. O yıllarda psikanalist yetiştirmenin de kitle üretimine dönüşme eğilimi göstermesinin, ehliyet ve ti­tizlik gerektiren bu yöntemin uygulamalarına olumsuz bir bi­çimde yansıdığı bilinen bir olgu. Vaktiyle Freud ve onun çevre­sindeki seçkin ve sorumluluğunun bilincinde olan bilim adam­larının çalışmalarından farklı ve insanları birtakım klişelere yerleştirerek sürdürülen uygulamalar, bazen yarar yerine hasa­ra neden olabilir. Özellikle insan davranışlarındaki cinsel öğe­leri vurgulayan bir kuramın uygulaması söz konusu olduğunda. Bu dönemin psikanalistleri arasında "terribles simplificateurs" denilen klişecilerin sayısı hiç de az değildi. Freud'un, kendisi henüz hayattayken başlayan bu tür gelişmelerin farkında oldu­ğu ve bunu hiç de hoş karşılamadığı söylenir.

Bir gün Freud ağzında puro ile bir toplantıya gelir. Çevre­dekilerin anlamlı bir şekilde purosuna bakarak gülüştüklerini fark ettiğinde, zihinlerinden geçeni derhal kavrar ve onlara dö­nüp, "Beyler, bu puro bir purodur! Yalnızca bir puro!" der.

Psikoterapist adaylarının seçiminde kullanılabilecek ölçüt­leri tanımlamak aslında hiç de kolay değil. Ciddi kişilik sorun­ları dışında, bir adayda gözlemlenen abartılı savunma davranış­larını olumsuz bir ölçüt olarak kabul etmek çok katı bir değer­lendirme olur. Çünkü 25-35 yaş grubunda bir insanın yetişkin yaşam biçiminin ana çizgileri belirlenene dek geçici iniş ve çı­kışları olabilir. Üstelik dinamik psikiyatri gibi bir alanda alınan uzmanlık eğitimi, iyi değerlendirilip özümsendiğinde adayın kişilik gelişimine çok önemli katkılar sağlayabilir. Ancak ııarsisistik-obsesif kişilik özellikleri yerleşik ve belirgin olan adayla­rın böyle bir eğitim sürecinden bir şeyler kazanına şansının çok düşük olacağı inancındayım.

Obsesif özellikleri ön planda olan bir aday sürekli kendi süperegosunun kategorilerinde sıkışıp kalacağı, narsisistik kişili­ği belirgin bir diğeri ise kendi içinde kilitli kaldığı ve yalnızca görkemiyle ilişkide olduğu için, eğitimlerinin kendilerine ka­zandırmaya çalıştığı yaşantılara ve bilgilere ulaşamazlar. Kişi­sel yaşamlarındaki insanlarla olduğu gibi, tedavi ettikleri kişi­leri de kendi gerçekleri içinde algılayamaz ve onlara kendi bek­lentilerini yansıtırlar. Bazen bu tür kişilik özellikleri olan biri, omnipotansını yaşama ya da görkemini gerçekleştirebilme bek­lentisiyle psikoterapi alanını seçmek isteyebilir. Ancak böyle bir alanda çalışmak, ne eğitiminde ne de uygulamasında, kola­ya kaçılarak sürdürülemez. Kişisel tutkular doğrultusunda kul­lanılabilecek bir araç da olamaz. Çünkü amaç, öncelikle, psikoterapiye gelen kişinin tedavisidir.

II

VAROLMAK
YA DA OLAMAMAK

Anlamsızlık

"Otobüs durağının önünden geçerken bir kadına gözüm ilişti. Aslında beni ilgilendiren hiçbir yanı yoktu. Ona bakıp, 'Neden yaşıyor ki bu kadın? Dünyada oluşu ne kadar anlamsız, ne ka­dar saçma!' diye düşündüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Ken­dimi yansıtıyor olabilirim, ama yalnız kendiminkini değil, her­kesin hayatını anlamsız buluyorum."

Bir genç kadının tedavi odasındaki bu isyanı bazılarımıza yabancı gelmeyebilir. İnsan, dünyadaki her şeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini fark ettiğinde, dünyanın kendisi­ne anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin mümkün olmadığını anlamaya başlıyor. O zaman da, yaşamına anlam katma ihtiyacında olan insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği sorusuyla baş başa kalıyor. Çoğu insa­nın zaman zaman yaşadığı boşluk duygusundan farklı, oldukça sürekli bir yaşantı bu. Varoluş bunalımı denilen bu durumu Viktor Frankl alışılagelmiş nevroz tanımının dışında değerlendiri­yor. Salvatore Maddi, bu olgunun "yaşamın anlamını arama ça­basında kapsamlı bir yenilgiye uğramaktan" kaynaklandığını yazıyor. Yani insanın birlikte olduğu ya da yapmayı tasarlaya­bileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna, yararına, önemine ve gerçekliğine inanmama duygusunu sürekli yaşıyor olması.

Yaşamının doğaüstü bir örüntü izlediğine ve bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz. Ama nesnel gerçekliğin sorgulan­dığı teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların sayısı gi­derek ıı/ıılıııakla. Kozmik inanç sistemlerinin dünyamızın yaşa­makla oldup.li hızlı dönüşümlere uyum sağlayacak yenilenme süreçlerinden geçememiş olmalarının da bunda payı olsa gerek. Belki de bunun için astroloji ve reenkamasyon gibi inançlara bağlanan ya da tarikat benzeri topluluklara katılarak boşluğa düşmekten kurtulmaya çalışan insanların sayısı giderek artıyor.

Çağdaş düşünürlerin çoğu, konuyu ucu açık bir biçimde tartışma eğiliminde, kimi ise tanımlar getirmeye çalışmış. Ör­neğin yirminci yüzyılda yaşanan bunalımın tanımlamasında ön­cülük yapmış düşünürlerden Sartre, konuya ilişkin görüşünü, "Doğmuş olmamız gibi ölecek olmamız da anlamsız!" diyerek bırakmış ve etik konusunda bir öneri getirmemiştir. Buna kar­şılık Camus, başlangıçtaki nihilistik tutumundan giderek uzak­laşmış ve yüreklilik, onurlu bir baş kaldın, kardeşçe dayanış­ma, sevgi gibi öneriler geliştirmiştir. Bir başka düşünür Kari Jasper ise, "Bir insanın ne olduğu, kendine mal edebildiği ne­deni ile belirlenir," diyerek, insanın kendini bir nedene adama­sını, yaşama anlam katabilme yolu olarak öneriyor. Filozof-tarihçi Will Durant, yaşama anlam verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin sınırlarının ötesine götürebilmesi ve kendisin­den daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini sağlaması gerektiğini söylüyor.

Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kita­bında, yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama in­sanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olgusunun da bunun kadar önemli olduğunu kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendi­lerini kendi dünyaları içinde algılayarak, olmayı ya da olmama­yı sonuçlarının getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar. Önceki bölümlerde tanımlamaya çalıştığım bir ayrımı, yani ol­mak ile yapmak arasındaki farkı kendi yaşamımızda kavraya­bildiğimiz oranda Kundera'nın yarattığı kişileri daha iyi anlaya­bileceğimizi sanıyorum. Ancak bu farkı anlamaya çalışırken, olamamak (no-thingness) ile hiçlik duygusu (nothingness) ara­sındaki ayrımı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çünkü "hiçlik duygusu" çoğu zaman nihilizmin dolaylı yoldan dile ge­tirilişini tanımlar ve varolamamanın otantik yalnızlığı ile üretil­miş hiçlik duygusundan çok farklı bir olgudur.

İnsanın varoluşunu algılayabilmesi, Martin Buber'in tanım­lamış olduğu "ben-sen" ilişkisi içinde gerçekleştirilebilir. Aslın­da psikoterapinin temelinde de benzer bir öğe mevcut. Tabii Frankl'ın deyimiyle, psikoterapi psikoloji mühendisliğine ve teknolojiye indirgenmediğinde. Çünkü psikoterapi sürecinde "ben", ancak bir "sen" ile ilişki içinde anlatım bulsa da, "ben" ve "sen" bu diyaloğa kendi sınırlarının ötesinde bir anlam kat­madıkça beraberlik içinde varolabilmeleri de mümkün olamaz. İnsan ancak bir başka "insana ya da anlama doğru" kendini aşa­bilir. Sevgi de bir diğer insana onun kendi dünyası içinde ula­şabilmeyi içerir.

Geçmiş zamanın tarıma yönelik toplumlarının bireyleri, ya­şamın anlamına ilişkin sorular sormazlardı. Yaşamın somut so­runlarıyla uğraşır ve geleneklerin kısıtlayıcı, ama koruyucu normlarını yazgıları olarak benimserlerdi. Üstelik endüstrileş­miş toplum insanının doğadan ve yaşam zincirinden kopmuş olma sonucu yaşadığı boşluğu tanımazlardı. Anlamsızlıkla yüz­leşmek, refah ve bunun getirdiği zaman fazlası ile oldukça ilin­tilidir. Zaman, beraberinde getirdiği özgürlükten ötürü birçok insan için sorun yaratır. Endüstrileşmiş toplumlarda çalışmak da yaşama anlam katma konusunda yeterli olamaz. Çünkü ora­da, ne doğa ile ilişkiyi de içeren bir çabanın, ne de kişisel yara­tıcılığa yönelik zanaatın yeri var. Artık giderek artan sayıda in­san, dev bürokratik sistemlere hizmet vermekten öte bir anlamı olmayan ve bireysel yaratıcılığın kabul edilmediği ya da denet­lendiği işler yapma durumunda.

Frankl, anlamsızlık olgusunu iki ayrı evrede değerlendiri­yor: varoluş vakumu (existential vacuum) ve varoluş nevrozu. Varoluş vakumu can sıkıntısı, durgunluk ve boşluk duygusu olarak yaşanır. Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir hiçimde bakar, yönünü bulamaz ve yaptığı her şeyin amacını soruşturur. Özgür olduğu zamanlarda ne yapmak istediğini bilemez. Frankl'a göre, sezgilerine yabancılaşmış ve geleneklerini yitirmiş olmak çağdaş insanın temel açmazıdır. Ne sezgileri -yapmak zorunda olduğu şeyler konusundane de gelenekler -yapması gerekenler konusundaona yol gösteriyor. Kendisi de ne iste­diğini bilemiyor. O zaman ya başkalarının yaptığını yapıyor, ya da başkalarının isteklerine boyun eğmeyi seçiyor.

Terörizmin dünyada yaygın olduğu günlerde bir grup Gü­ney Molukalı, Hollanda'da bir yolcu trenini ele geçirerek yol­cuları tutsak almışlardı. Ajans bültenleri bu olaya ilişkin habe­ri, "Tedhişçilerin treni bilinmeyen bir yöne götürecekleri sanı­lıyor!" cümlesiyle bitiriyordu. Uçaklar için kullanılan bir klişe­nin farkında olmaksızın tren için de tekrarlandığını tahmin et­mekle birlikte, haber bültenini her dinleyişimde, "Bir tren nasıl bilinmeyen bir yöne götürülür? Ray nereye giderse oraya git­mek zorunda!" diye söylendiğimi hatırlıyorum.

Bir gün tedavi saatinin sonunda, birlikte olduğum kişiye, o gün evine her zamankinden farklı bir yoldan gitmeyi denemek isteyip istemediğini sordum. Denemeye hevesli göründü. Benim ofisimden evine dönebilmesi için üç seçeneği olduğunu biliyor­dum. Ertesi hafta öğrendim ki gidememiş. Binanın önünde uzun bir kararsızlık geçirdikten sonra değişik bir yolu deneyecek ce­sareti olmadığını fark etmiş ve arabasına binip her zamanki gü­zergâhını izlemiş.

Bu uç bir örnek olabilir. Ama aslında pek çok insan kendi­sini, ray nereye giderse oraya gitmek zorunda olan bir tren gi­bi yaşıyor ve çoğu zaman da bunun farkına varmıyor.

Frankl'a göre, belirgin bir vakum oluştuğunda semptomlar bu boşluğu doldurmaya ve varoluş nevrozu belirmeye başlar. Frankl buna "noogenic neurosis" de diyor. Noos Yunancada zi­hin anlamına gelen bir sözcük, ama Frankl bunu, davranışlar ya da semptomlar gibi gözlemlenebilir olguların ötesinde, varolu­şun spiritüel bir boyutunu tanımlamak amacıyla kullanmış. Noojenik nevroz herhangi bir klinik nevroz görünümünde ortaya çıkabilir. Alkolizm, depresyon, obsesyonelizm, cinsel davranış­larda enflasyon ya da sorumsuz ve yıkıcı davranışlar bunlar arasında sayılabilir.

Beyoğlu'ndaki bir meyhanedeki duvar yazdarından biri gö­züme çarpıyor. "Hayat boştur ama içine sıçınca dolar!"

Düşünürlerin satırlarla, sayfalarla anlatmaya çalıştığı ol­guları halkın nasıl olup da böylesi yalın bir biçimde özetleyebildiğine bir kez daha şaşıyorum.

Frankl'ın noojenik nevroz dediği olguyu, önceleri bireysel terapilerden çok grup terapilerinde fark etmeye başladım. Zih­nimde olgunlaşabilmesi ise yaklaşık on yıl sürdü. Bugün teda­vi için başvuran kişilerle ilk beraberliklerimde semptomların anlamını kavramaya çalışıyorum ve bazen bunları tedaviye ge­len kişiyle de paylaşıyorum. Ama olabildiğince kısa bir sürede, aslında vakumun art ürünleri olmaktan öte bir anlam taşımayan bu semptomların gerisine, vakumun kendisine ulaşmaya çalışı­yorum. Örneğin cinsel davranışlarında ketlenen biri ile cinsel­liği konuşarak bir yere varılabileceğine inanmıyorum. Semp­tomların ötesine geçilebildiğinde, tedaviye gelen kişinin kendi­sini daha iyi anlaşılmış hissettiğini fark ediyorum. Üstelik özne-nesne ilişkisinin ötesinde bir bağın yaşanabilmesine de daha kolay ulaşılabiliyor. Tedaviye gelen çoğu kişinin bu hızlı geçi­şe az bir dirençten sonra kolayca katılması da sanırım bunun bir kanıtı.

İsteklerini ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk, insanların kendilerini güçsüz hissetmelerine neden oluyor. Bu­nun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmaz oluyorlar. Birçok insan ise karşı cinsle olan ilişkilerinde ya da evliliklerin­de bu vakumun giderilmesini umuyor, hatta bekliyor. Bulama­dığında da birlikte olduğu kişiyi suçluyor, ona yönelik bir öfke yaşıyor ya da bunalıma girebiliyor.

Yaklaşık on beş yıl önceydi. Tedaviye gelen Bayan N.’nin eşi benden randevu istedi ve bir gün buluştuk. "Biliyorsunuz, eşim bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi. Bu nedenle evde­ki sorunların yüzde 80’i ondan kaynaklanıyor. Herhalde siz de farkındasınız," diyerek söze başladı. Sözünü kesercesine ona, "Eşiniz de evdeki sorunların çoğunun sizden kaynaklandığını söylüyor, işin tuhafı o da yüzde 80 oranını kullandı. 80 artı 80 eşittir 160 olduğuna göre artan 60'a ilişkin değerlendirmeniz nedir?" dedim. Şaşırdı, sonra gülmeye başladı ve görüşmemiz daha gerçekçi bir zeminde sürdü.

ilginç olan yön, her iki tarafın da çoğu zaman sorumlulu­ğun yüzde 20'sini kabul edip yüzde 80'ini karşı tarafa yüklemek istemesi. Ama neden hep seksen rakamının seçilmiş olduğunu bilemiyorum.

Anlamsızlık ve boşluk duygularına genellikle eşlik eden bir başka duygu da yalnızlık ya da yalnız kalma korkusu. İnsanın çocukluk döneminde bir anne ve babaya ya da onların yerini alabilecek kişilere olan ihtiyacı, yalnızca güvenliği ve bakımı için değil, benliğini algılayabilmesi ve kendisini yaşama hazır­layabilmesi için de gerekli. Yetişkin insan da kendisini diğer in­sanlarla olan ilişkileri içinde algılayabilir. Dolayısıyla yalnız olmaktan hoşlanmamasının temelinde benlik algılanmasını yi­tirme korkusu bulunur.

Ünlü Ingiliz tiyatro oyuncusu Dame Edith Evans, yaşlılık yıllarında Londra'da Picadilly Circus civarındaki bir apartman dairesinde tek başına yaşamıştı. O günlerde kendisiyle görüş­meye gelen bir gazetecinin, tek başına yaşamanın kendisi için zor olup olmadığı sorusuna cevabı, "Tek başına olmak ve yal­nızlık birbirinden farklı şeyler (There is a difference between loneliness and aloness)" olmuş.

Dilimizde her iki durum için de "yalnız" sözcüğünün kulla­nılmakta olmasının bir anlamı var mıdır bilemem, ama birçok insanın bu ikisinin ayrımını yapamamış olmanın sıkıntısını ya­şadığını düşünüyorum. Bu «olgunun temelinde insanın kendi geçmişinden taşıyıp getirdiği boşluğun yanı sıra toplumsal ve kültürel şartlanmaların da payı var. Yalnız kalmamak için baş­kalarıyla beraber olma gereği, birçok insanın gerçekten seçme­dikleri insanlarla birlikte olmalarına neden olurken, insan Andre Gide'in sözlerini hatırlıyor: "Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar."

"Yaşamda birinci görevimiz mümkün olduğu kadar yapay olmaktır, ikinci görevimizi ise henüz kimse keşfedemedi" (Oscar Wilde, 1891).

Yalnız kalmamak için ilişkisizliklerin yaşandığı kalabalık­larda kendini afyonlayan insan, doğal olarak kendine yabancı­laşır ve günümüzde pek yaygın olan pazar ekonomisinin tutsa­ğı olur. Böyle bir yaşamda insan beğenilmek, önemsenmek, fark edilmek ya da sevilmek için kendisini pazarlama durumun­dadır. Bu amaçla frekansını başkalarına göre ayarlayarak ken­dini ortadan siler.

Ancak bu pazarlama sırasında tuhaf bir olgu yaşanır. Kişi, çevresinin beklentisi olarak gördüğü bir kimliği kendisine ıs­marlarken, farkına varmaksızın kendisinin kendine yönelik beklentilerini de gerçekleştirmeye çalışır. Bu beklentilerin içe­riği önemli ölçüde kişinin çocukluk yaşantıları tarafından belir­lenir. Çocukken istemeyerek de olsa anne ve babasından gelen talepler doğrultusunda geliştirdiği davranışları ya da yalnızlığı­na karşı aile içinde yer edinebilmek için geliştirdiği yapmaca kimliğini, yetişkin yaşamdaki çevresi tarafından da kabul edile­bilmesi için gerekli olduğuna inanarak sürdürür. Tabii ki bu ol­gu, kişinin içinde yaşadığı toplum grubuna o dönemde egemen olan değerlerden de önemli ölçüde etkilenir.

Batı etkisindeki kent kültüründe, sosyal beraberlikler için talep ediliyor olmak büyük önem taşır. Başkaları tarafından ara­nan bir insan için yalnız kalma tehlikesi azalır, üstelik saygınlı­ğı da artar. Öyleyse neden bu popüler insanların çoğu iç dünya­larındaki yalnızlıktan yakınıyorlar?

Pazarlamacı ilişkiler sisteminde, insan amacına ulaştıkça daha çok boşluğa düşer. Çünkü önemli olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl doldurulduğudur. Ken­dimizi satışa çıkardığımız oranda yaşadığımız öfke ve düşman­lık, ne denli bilincimizin dışına itersek itelim yine de davranış­larımızı yönlendirir. Anlaşılabilme umudumuzu yitirdikçe daha çok beğeni toplamak için çabalarız. Sevilebilmek umuduyla bi­ze ait olmayan bir görüntüyle sunulan benliğimiz bu kez sev­meyi unutur. Derinlere itmeye çalıştığımız öfke ve düşmanlığı, sevilmeden sevmemekte direnerek maskelemeye çalışırız.

Havaalanında bekliyorum. Karşı koltukta orta yaşlı bir çift oturuyor. Birbirleriyle konuşmuyor, çevredeki insanlara bakı­yorlar. Sonra bir başka orta yaşlı çift onları fark ediyor ve yak­laşıyorlar. Karşılaştıklarına sevinmiş görünüyorlar. Yalnızca üç boş oturma yeri var ve dördü de ayakta. Buna canlarının sıkıl­dığı belli ama kimse oturmayı kabul etmiyor. Nereye gittikleri­ni birbirlerine soruyorlar. Cevaplar verilince konuşma bitiyor. Dördü de çevreye bakınıyor. Gözleri buluştuğunda birbirlerine gülümsüyorlar. Gergin bir gülümseme. Tekrar etrafa bakınıyor­lar. Birbirlerine baktıklarında yine gülümsüyorlar, içlerinden biri ortak bir dostlarından söz ederek konuşmayı başlatıyor. Birkaç cümleden sonra tekrar suskunluk. Yine bakınma ve ger­gin gülümseme. Biri uçakların zamanında kalkmadığından söz ediyor, bir diğeri bu şikâyete katılıyor. Tekrar suskunluk ve ba­kınma...

Kendi içinde kilitlenmiş dört kişiden oluşan bir alanda ya­şanan yaşamazhk... Yaşamazlıklarının farkında değiller gibi. Farkında olsalar ve farkında oldukları yaşamazhğı kabul ede­rek, birbirleriyle yaşamazhğı yaşamakta olduklarını paylaşma yürekliliğini gösterebilseler, tıkanıklık belki de yaşanmayacak. Çünkü çoğu kez sorun, canımızın sıkılması değil, canımızın sı­kılmasına canımızın sıkılmasıdır.

Yalnızlık, karamsarlık ya da bıkkınlık gibi duyguları yaşan­ması iyi olmayan durumlar olarak değerlendirdiğimizden, ge­nellikle bu duyguların bir an önce üstesinden gelmeye çalışıyo­ruz ya da onları yadsıma eğiliminde oluyoruz. Vaktiyle bir ko­nuşmamda, "Depresyonunuzun da keyfini çıkarabilirsiniz!" de­mem dinleyiciler tarafından yadırganmıştı. Bazı dinleyicilerin sonradan bana aktardıklarından, bu cümlenin üzerinde çok du­rulmuş olduğunu öğrendim. Oradaki çoğunluk belki de saçma­ladığımı düşünmüştür. Ama en azından birkaçı ne demek iste­diğimi anlamaya çalıştı ve aylar sonra bile bana bu cümleye ilişkin sorular soruldu.

Olumsuz olarak nitelendirme eğiliminde olduğumuz duy­gular da varoluşumuzun bir parçası. Eğer bazen nedenini bile­mediğimiz depresif bir yaşantıya giriyorsak bu, o zaman kesi­tinde organizmamızın kendiliğinden yaptığı bir seçimdir. Belki de organizmamızın bir ihtiyacı. Yaşanmasına izin verdiğimizde bir süre sonra tükenir ve bir başka yaşantıya geçilir. Bastırma­ya ya da işler yolunda gidiyormuşçasına davranmaya çalıştığı­mızda durum karmaşıklaşır, hatta bazen psikosomatik tepkilere yol açabilir. Tabii burada anlatılmak istenen, sürekliliği olan depresif bir bozukluk ya da bazı insanların kendi varoluş so­rumluluklarından kaçmak için ürettikleri kahır ve üzüntü değil.

Weisskopf-Joelson'un vurguladığı gibi, Batı'nın yaşama ba­kış biçiminin etkisindeki çağdaş psikiyatri de mutsuzluğu uyumsuzluk belirtisi olarak yorumlama eğiliminde. Böyle bir anlayış, hiç kimsenin kaçınması mümkün olmayan mutsuzluk yaşantılarına, bir de mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olmanın yükünü ekler. Bir dönemin Amerika'sında mutsuz olmak nere­deyse utanılacak bir şeydi ve Hollywood'da çekilen filmlerde mutlu bir son zorunlu bir kural gibiydi. Savaş sonrası Avrupa' sından bazı esneklikler edindiler zamanla.

Acıdan sürekli kaçınma, yaşamdan da kaçma ile sonuçlanır. Narkotize olma amacıyla kullanılan üretilmiş acıdan farklı olan gerçek acının kişi için bir anlamı vardır. Anlamı olan acı daha kolay kabul edilir. Anlam inanmayı içerir. İnançlarımız dünyaile aramızdaki bağları oluşturur. Bu bağlarda kopma olduğunda acı çekilir ve mutsuzluk yaşanır. Mekanik bir dünyada ise ken­di içinde kilitli ve bağsız, dolayısıyla gerçek trajedileri yalnız­ca sinema ve tiyatroda "seyreden" yavan insanlar yaşar.

Bir yemekli davette masanın çevresinde oturuyoruz. Hoş ve nitelikli insanlardan oluşan bir grup, ancak oldukça heterojen. Üstelik bazıları birbirleriyle ilk kez karşılaşıyorlar. Bu nedenle başlangıçta konuşmalar oldukça kopuk. Ama sonra biri, yaban­cı bir sözcüğün dilimizdeki karşılığının ne kadar yetersiz oldu­ğunu anlatmaya başlıyor. Masanın bir bölümü canlanıyor. Ar­tık peşine takılacak bir konu bulunabilmiş olduğu için yabancı anksiyetesi yaşanmayacak. Sürekli aynı konunun çevresinde dolaşılıyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Giderek coşan süperegolar tarafından görevlendirilen egolar, hoşça vakit geçirmek amacıyla tasarlanan beraberliği bir dilbilim seminerine dönüş­türme eğilimindeler. Süperegolar zekâ ve bilgi pazarlıyorlar, oldukça üst düzeyde. Bu sürüklenmeye katılıp yok edilmeme izin vermek istemiyorum. Konuşmaları başka yöne çevirmek için yaptığım bazı girişimler cılız kalıyor, başaramıyorum. Ma­sada kendime yandaşlar arıyorum gözlerimle ve buluyorum da... Sonra bir şeyler olmaya başlıyor ve masada oturanlar sanki iki gruba ayrılıyor. Gece farklı bitiyor, birbirine ulaşabi­lenler ve ulaşamayanlar ile.

Aslında çok sayıda insan başkalarıyla değil kendi süpere golarıyla ilişkidedir. Bu nedenle tedaviye gelen kişilere bazen odada üç kişi olduğumuzu söylerim. Ben, o ve o. Ya da benim egom, onun egosu ve onun süperegosu (benim süperegoınun ortalıkta olmadığı varsayımı ve umuduyla). Baskıcı bir ortam­da yetişmiş ya da çocukluk yıllarının duygusal ihtiyaçları kar­şılanamamış insanın süperegosu aşırı gelişmiştir. Çünkü egosu­nu gereğince geliştirebilecek bir ortamdan yoksun büyümüştür. Yoksun bırakılmış bir egonun diğer egolarla ilişki kuracak gü­cü olamaz. Ego-ego ilişkisini zaten öğrenememiş olduğundan kendi süperegosu ile bir köle-sahip ilişkisi sürdürmek zorunda kalır. Böyle bir kişilik dinamiğinde köle ego, sahip süperegonun uzantısı konumunda varolabilir. Onun katı yargılarını ve yüksek beklentilerini yerine getirmekle sürekli uğraştığından, başka insanların ve onların gerçeklerinin pek farkında değildir.

Böyle insanların diğerleriyle ilişkisi süperego-süperego ilişkisi biçiminde sürdürülür. İçinde yaşadığımız kültür, her yönden, abartılı süperegolar üretimi için elverişli bir ortam. Ge­leneksel yönden bakıldığında, "yetersizliğini maskeleme çaba­sında baskıcı-biçimci bir otorite" ya da "yetersizliğini açık ya­şayan bir otorite" ortamında büyüdüğü için daha özerk bir ego oluşturamamış bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum. Çağ­daşlaşma yönünden bakıldığında başarı, görkem, vb. beklenti­leriyle bireylerini baskı altında tutan ve son zamanlarda bir de "köşeyi dönememeyi aptallık sayan" türde normlarıyla pazarla­macı bir sistem. Dolayısıyla ortalıkta süperegoları tarafından şişirilmiş narsisistik egolar ya da yüksek oranlarda seyreden bir egolar enflasyonu dolanıyor.

Böyle bir ortamda insanlar süperegoları tarafından ısmar­lanmış monologları dile getirirler. Ego sürekli "sahibinin sesi­ni" yansıtır. Diyalog ise kilitlenmiş kişiliğin kendi içinde, süperego ile ego arasında sürer. Süperego egoyu gözlemler, denet­ler, yargılar, suçlar, bazen de onaylar. Tedavi süreci içinde de te­rapistin görevi, kişinin kendi süperegosuna olan tutsaklığından özgürleşmesinde ona yardımcı olmaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay değildir ve sistemli bir çaba gerektirir.

Bu süreç içinde en önemli husus, terapistin kendi süperegosuyla diyaloglar içinde kilitlenmemiş olmasıdır. Yoksa tedavisi­ni üstlendiği kişiyle süperegolararası bir ilişki sürdürmesi kaçı­nılmaz bir durum olarak yaşanır ve tedaviye gelen kişinin ürkek egosu terapistin egosuyla buluşamayacağından yine yalnız bı­rakılmış olur, süperegosuna boyun eğmeyi sürdürmekten başka seçeneği kalmaz. "Tedaviye gelen kişiyle mantık tartışmasına girmeyin" sözü eğitimim sırasında bende iz bırakan mesajlar­dan biriydi. Ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum, ama yalnız tedavi ortamında değil, yaşamın kendisinde de içine düşmeme­ye çalıştığım bir tuzak bu.

Süperegolararası diyaloglarda, birbirini anlama çabalarının yerini süperegoların "sidik yarışı" almıştır. Ama bu karşılıklı şi­şinme genellikle üstükapalı olarak sürdürülür. "Adam yerine konma ya da konmama" konusunda aşırı bir narsisistik kaygı, bazen alınganlığa varan boyutlarda yaşanır. Diyalogların içeriği toplumun bir kesiminden diğerine değişse de genellikle mantık­lı düşünce egemenliğindedir. Bazen bilgelik, bazen entelektüel birikim, bazen de çıplak güç gösterisi sergilenir. Bazen de bu­nun tersi olur ve süperego bir başka süperegonun performansına karşı büyük bir hayranlık geliştirir. Bu durum çoğu kez "esaslı adam" deyimiyle dile getirilir. Ne var ki körükörüne yaşanan bu beğeninin altında bilinçdışı düşmanca eğilimler bulunur. Bir başka insanı aşırı bir biçimde yücelterek ona bağnazca bağlan­mak, çoğu kez insanın kendi süperegosunun narsisistik beklen­tilerinin o kişideki yansımasının bir anlatımıdır. Dolayısıyla in­sanın kendine yönelik bilinçdışı saldırgan eğilimleri, hayranlık duyulan kişiye de yansır. Süperegosunun egemenliği altında olan insanın zaten eşiti yoktur. Tapındıkları ile küçümsedikleri arasında narsisizminin yalnızlığını yaşamaya mahkûmdur.

Yargılamak süperegonun temel özelliğidir. İnsanları ve dünyayı seyreder, değerlendirmelerini yaparken genellikle eleş­tirir. Bastırılmış öfke ve düşmanlık, bilinçli düzeyde, başkala­rında kolay kusur bulma biçiminde yaşanır. Özgürlük söylevle­ri verebilir ama kendine ve yakın çevresine bu hakkı tanımaz. Onları ayrı varlıklar gibi değil kendi uzantıları olarak yaşar. Ha­ta yapmaktan ve eleştiriye uğramaktan korktuğu için, egemen­liği altına aldığı kişiye yaşamın akışına katılma izni vermez ve sürekli "freni çekik" dolaşmasına neden olur.

Süperego egonun yaşadıklarını algılayabilmesine ve payla­şabilmesine de izin vermez. Ucu açık süreçler yaşamaya taham­mülü olmadığından, olayları derhal yorumlayıp ucunu kapatma eğilimi gösterir. Bu nedenle soyut kavramların tartışılmasından çok hoşlanır. Ona göre ilişki, düşünce ve bilgi alışverişidir. Olayları gereğince anlamaya çalışmadan getirdiği açıklamalar ve yorumlar, gerçeğe uymayan sonuçlara ulaşmasına neden olur. Yanılgısı kanıtlarla kendisine gösterilmeye çalışıldığında bile düşüncesini değiştirmez ve ulaştığı sonuçları ısrarla savu­nur. Çünkü esneklik, zayıflık ve yenilgi belirtisidir. İnsanları ve olayları yaşanan süreçler olarak değil, bir an önce tanımlanıp paketlenerek rafa kaldırılması gereken şeyler olarak yaşar. Bu onun görevidir.

Yıllar önce ofisime obsesif-kompulsif semptomlar içinde sı­kışmış bir durumda başvuran orta yaşlı bir yüksek bürokratı hatırlıyorum. Katı, kategorik ve kusursuzluğa yönelik savunma sistemi sayesinde kamu hizmetlerinde başarılı ve saygın bir ko­numu vardı. Tedavi süreci içinde böyle durumlar için alışılagel­mişin ötesinde uyumlu bir beraberlik sürdürdük. Uzun sayılma­yacak bir süre içinde savunma sistemleri giderek esnedi. So­nunda kendisini çok sıkan semptomlardan da kurtuldu. Bera­berliğimizi sona erdirmeye hazırlanırken artık seyrek buluş­maktaydık. Bu arada devlet kademesinde daha üst bir göreve atanmış ve önemli bir kurumun başkanı olmuştu. Son buluşma­larımızdan birinde odaya çocuk gibi gülerek girdi. "Bir bilseniz neler yapıyorum," dedi. "Benim için kaktüs çiçek açtı diyorlarmış." Sonra bana, yardımcılarına dosyaları gönderirken içleri­ne çıplak kadın resimleri koyduğunu, bir keresinde çalışma ar­kadaşlarından birinin ceketine fark ettirmeden kâğıttan bir kuyruk taktığını ve kimsenin bunu kimin yaptığını bulamadığı­nı anlattı.

Bir ay sonra veda görüşmesi için geldiğinde bana, "Geçen gelişimde size anlattıklarım yalnızca birkaç hafta sürdü. Yaşa­mamış olduğum çocukluğu bir süre yaşadım sanki. Sanırım bu­na ihtiyacım vardı. Şimdi kendimi de sizi de daha farklı algılı­yorum," dedi. Sonra bana ilk geldiği gün aramızda geçen bir konuşmayı hatırlatarak, "Bana o zaman yönelttiğiniz sorunun anlamını şimdi kavrayabiliyorum," dedi.

ilk karşılaşmamızda doğal olarak, kendisini rahatsız eden semptomlardan söz ederek konuşmaya başlamıştı. Ancak ara­dan yaklaşık beş dakika geçtikten sonra konuşmasını kesip ba­na, "Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum," dedi. Bu cümlenin, kendisine ihtiyaç duyulan bir otorite figürüne karşı geliştirilen bilinçdışı öfkeyi denetim altında tutabilme çabası­nın anlatımı olduğunu fark etmiştim. Ama konuşmasının ara­sında bu cümleyi o kadar sık tekrarladı ki, süperegosuna karşı ilk kontratak denemesine giriştim ve ona, "Sizinle biraz önce tanıştık. Yeterince tanımadan bana nasıl hürmet duyabilirsi­niz?" diye sordum. Tedirgin oldu ve bu kez daha yüksek bir ses­le, "Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum," dedi. Tabii sorumu tekrarlamadım.

Süperegosunun kabuğunu geçip egosuna yönelme amacıy­la yaptığım bu ilk girişimimi unutmamış. Bana ilk geldiği gün, kendisinin de farkında olmadığı öfkesini saçan gözlerinde şim­di çocuksu arı bir bakış vardı. Birkaç yıl sonra kalabalık bir dü­ğünde karşılaştık. Bir ara yanıma geldi ve her şeyin iyi gittiği mesajını verip ayrıldı.

Süperegonun baskısı altında sıkışmış ego, gerçekten de ço­ğu kez ürkek, korunmasız, yumuşak ve çocuksu bir varlıktır. Şişmiş süperegosu tarafından korunmakta olmasının bedelini ona boyun eğip özerkliğinden vazgeçerek öder. Çünkü başka çaresi yoktur. Çocuk, egosunu, anne ve babasının egosunun desteğiyle yine kendi geliştirir ve güçlendirir. Kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edilmeyen çocuk, ilerki ya­şamında kendi gerçeğini algılamakta güçlük çeker ve dünya içindeki yerini "gerçeğine göre" değil, süperegosunun "doğru­larına göre" seçer. Egonun kendi gerçeğini fark edip yaşamayı öğrenebilmesi için bir başka ego ile işbirliğine ihtiyacı vardır ve psikoterapistin görevi bu işbirliğini sağlayacak bir ortamı yaratabilmektir. Tabii gelen kişi, tutsaklığın çekici sorumsuzlu­ğundan, özgürlüğün ürkütücü sorumluluğuna doğru hareket et­meye gerçekten niyetliyse.

Varoluşçu psikiyatri doğrultusunda sürdürülen bir tartışma­da ego ve süperego gibi psikanalitik kavramların bu denli vur­gulanması bazı okuyucular tarafından yadırganmış olabilir. An­cak amacım, daha önce tanımlamış olduğum varoluş vakumu­nun, hipertrofik bir süperego tarafından insanın kendi seçimi dışında ne oranlarda işgal edilebildiğini ve bunun sonucu insa­nın kendisinin olmayan bir yaşamı farkında olmaksızın nasıl sürdürebildiğini sergilemek. Süperegolarının doymak bilmez talepleri sonucu bazı insanlar toplum normlarına göre üstün sa­yılan biçimsel başarılara ulaşabiliyorlar. Ama çoğu, insandan çok "kurum" olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Kimi ise başka bir seçeneği olduğunu fark edemeyecek derecede tutsak olduğun­dan öylece sürüklenip gidiyor, varolamamanın insanı uyuşturan ağırlığıyla.

Bunları, kendimizi nasıl varedemediğimizi tanımlamak amacıyla anlattım. Yargılayıcı süperegoları yargılayarak bir "çözüm” aramak için değil. Üstelik çoğunluğun böyle yaşadığı bir dünyada. Üst sistemlerin beklentilerinin de böyle olduğu bir dünyada. Mülkiyet tutkusunun belki de insanın genetik yöner­gesine mal edilmiş olduğunu düşündürebilen bir dünyada. Ama vakum, istendiği kadar para, mülk, mücevher, ün, uyuşturucu madde, moda, politika, bilgi istifleme, zayıflama diyetleri, en­telektüel gösteri, hile ve düzenbazlık, astroloji, antik objeler, kumar, tarikat, üçkâğıtçılık, kulüp üyeliği, alkol, estetik cerra­hi, iktidar, her gece bar-restoran, prestij, kaba kuvvet ya da kompulsif cinsellikle doldurulsun, yine boşlukla yüzleşilir. Bu­na katlanılamadığı için, bunlardan hangisi seçilmişse onun da­ha çoğu istenir.

Tabii ki saydıklarımın bir bölümü, çoğu insanın kimliğini geliştirme ve zenginleştirme amacıyla edindiği tutumlar ya da nesneler. Ama dikkatle bakıldığında bazı insanların bunları, ya­şadıkları boşluk ve anlamsızlığı giderebilmek amacıyla, yani gerçek seçimleri olmayan seçimler olarak yaşadıkları görülebi­lir. Belki de kendi gerçeklerini fark edip o doğrultuda seçim ya­pamamaya karşı yapılan seçimlerin yaşanmasıdır bu.

Örneğin insanlar daha çekici olabilmek amacıyla ya da ku­surlu buldukları bir beden bölgesinin daha düzgün bir görünüm kazanması için bir estetik cerraha başvurabilirler. Böyle bir du­rum, olağan koşullarda, çağdaş insanın kendisini daha iyi his­sedebilmek amacıyla günümüzde giderek gelişen tıbbi beceri ve tekniklerden yararlanmasını tanımlar. Ancak estetik cerrahi bazen bu tanımın dışında bazı beklentileri de içerebilir ve cer­rahlar "bazı durumlarda" ameliyata karar vermeden önce bir psikiyatristin görüşünü almayı gerekli görürler. Varoluş vaku­munu bedeninde değişiklik yaparak giderebileceği sanısında olan bazı insanların, böyle bir ameliyattan sonra boşluğa düşe­rek bunalım yaşayabildikleri bilindiği için.

Uygar ve gelişmiş insanın politik bir görüşü ve inancı ol­ması, onun kimliğinin önemli bir boyutunu oluşturur. Ancak öyle dönemler yaşanır ki, toplumların bireyleri kolektif bir va­roluş vakumu ile yüzleşme durumunda kalabilirler. Böyle dö­nemlerde bazı insanlar kişisel vakumlarını belirli bir politik inançla gidermeye çalışırlar. Bu, insanın kendi ego bütünlüğü­ne bir inanç katmasından çok farklı, bir geçişme (fusiori) olgu­sudur.

Bazen toplum öyle dönüşümler geçirir ki, politik inanç sis­temleri de toplumun ya da bazen dünyanın genel gidişi içinde değişikliklere uğrar. Politik inancını önemli bir kimlik boyutu olarak yaşayan insanlar genellikle bu dönüşümlere uyum sağla­mada güçlük çekmezler. Buna karşılık, bir politik inanca sarıl­mayı varoluş vakumuyla yüzleşme olasılığına karşı bir çözüm olarak kullanan insanların psikolojik dengesi böyle durumlarda kolayca bozulabilir. Ya değişen dünya koşullarına uyarlanamama sonucu klişeleşmiş inançlarına esneklik getirmemekte bağ­nazca ve inatla direnirler, ya da bazen inançlarından beklenme­dik bir dönüş yaparak, o günlerde geçerli görünen, hatta önce­kinin karşıtı sayılabilecek bir görüşün savunucusu oluverirler.

Uzak geçmişte umumi helaların duvarlarında cinsel-saldırgan nitelikli yazılar olurdu. Sonraları, özellikle 1970'lerde bu yazıların giderek politik-saldırgan bir içerik kazanmaya başla­dığını gözlemledim. Sonunda cinsel içerikli yazılara hiç rast­lanmaz oldu. Sonraki yıllarda adı WC'ye dönüşen bu mekânla­rı, katlanılması güç görünümleri ve kokuları nedeniyle şehirle­rarası yolculuklar dışında kullanmaz oldum. Gerçi bu arada çoğunun duvarı fayansla kaplandı, ama başkalarından duydu­ğuma göre sonuç, Freud'un libido teorisini kanıtlar nitelikte göründü. Eğer dolaylı olarak edindiğim veriler gerçeği yansı­tıyorsa, 1980 yılında ülkemizin depolitize edilmesinin ardından duvarlardaki politik yazılar da kaybolmuş ve ender olarak kar­şılaşılanlar yine cinsel içerikli imiş.

Günümüzde giderek esneklik gösteren cinsel davranış normlarıyla birlikte kompulsif cinsellik de varoluş vakumunu doldurabilmek amacıyla daha çok insan tarafından yaşanır ol­du. Cinselliğin yaşamımızda ayrıcalıklı ve farklı bir yeri var. Bize egemen olabilen, hatta bazen bizden öte bir yaşantı. Yalom'un dediği gibi, cinsel eyleme geçmekte direnmeyi, ertele­meyi ya da kendimizi bırakıvermeyi seçebiliriz. Ama cinselli­ğimizi nasıl yaşayacağımızı "seçemeyiz" ya da cinselliğimizi "yaratanlayız"

Enflasyonisl cinsellik, boşluk ve yalnızlık yaşayan insanlar için güçlü ama geçici bir çözüm aracı. Örneğin bazı erkeklere "vaktiyle çıkmış oldukları yere kısa bir süre için geri dönme" nin güvenli rahatlığını yaşatsa bile, bir süre sonra yeniden boş­luğa düşüldüğü için tekrar tekrar denenen bir çözüm. Uyuşturu­cu ve kumar tutkusu gibi.

Kompülsif cinselliğin geçici bir çözüm olmasının nedeni, gerçek bir beraberliğin bütünlüğünden yoksun olması ve bir ilişkinin karikatürü olmaktan öte bir anlam taşımaması. Çünkü böyle bir ilişkide taraflar birbirlerini kendilerine doyum sağla­yacak birer araç gibi algılar ve birlikte oldukları kişinin yalnız­ca bazı bölümleriyle ilişki kurarlar. Birlikte oldukları kişileri fazla tanımak da istemezler. Çünkü böylece varoluşlarının önemli bir bölümü yine kendilerinde saklı kalır, kendilerinin ve karşı tarafın yalnızca baştan çıkarmayı ve cinsel eylemi içeren kısımlarını yaşarlar. Enflasyonist cinselliğin konuşma diline yansıyışında kullanılan s..mek, düzmek, becermek, atlamak, geçirmek ya da yatağa atma gibi sözcükler, saldırganlık ve kul­lanma öğelerini içerir. Üstelik paylaşılan bir yaşantıyı değil, bir nesne üzerinde yapılan bir "işlemi" tanımlamasına kullanılırlar.

TRT, Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk katılımını "Seninle Bir Dakika" adlı ve bana hoş gelen bir şarkıyla gerçekleştir­mişti. Ancak şarkıyı ilk dinlediğimde, aslında melodisiyle uyumlu gelen sözlerinin içinden bir cümleye takılmıştım, kül­türle ilgili bir olguyu yansıttığı için sanırım: "Sevmek bir ömür boyu, sevişmek bir dakika!"

Sonra da düşünmüştüm. Sevmek ve sevişmek birbirinden böylesine bağımsızlaştığında, sevişme süresi gerçekten de bir dakikayı aşamayabilir diye.

Daha önce de belirttiğim gibi, insanlar kendilerini varedemedikleri yaşantılarının ardından konuşma eğilimi gösterirler. "Ben-sen" ilişkisinin bütünlüğü içinde yaşanan bir cinselliğin ardından konuşma gereği duyulmaz ve başka yaşantılara geçi­lir. Buna karşılık enflasyonist cinsel yaşantıları, bir haber nileliğinde başkalarına anlatma eğilimi oldukça yaygındır. Üstelik bazen kolektif bir bilgi alışverişi biçiminde yapılır, varolamamışlığın anksiyetesini yansıttığı bilinmeksizin. Genç kuşak ara­sında buna "geyik muhabbeti" deniyormuş.

1960'larda New York’un kuzeyindeki Catskill dağlarında kendine özgü bir otel işletmeye açılmıştı. Amacı, yalnız genç kadın ve erkeklerin birbirleriyle karşılaşabilmeleri için bir alan sağlamak olan bu proje kısa sürede başarısızlıkla sonuçlandı ve olay Time dergisinde konu edildi. Çünkü tasarı geliştirilir­ken, böyle bir otele gelenlerin çoğunu zaten ilişki kurma ve sür­dürme güçlüğü çeken kişilerin oluşturacağı nedense düşünül­memiş.

Pek çok insan dünyayla gerçek bağlar içinde varolmayı "öğrenebileceği" bir ortamda yetişmemiş olmanın getirdiği yal­nızlığı yaşamak zorundadır. Genellikle bastırılmış bir kızgınlık, bazen de umutsuzluğun eşlik ettiği bir yaşantıdır bu. Diğer in­sanları incitme isteklerini ve onlar tarafından incitilme korkula­rını içerir. Bu eğilimler aslında bir paranın iki yüzü gibi, aynı yaşantının farklı anlatımlarıdır.

İnsan duygusal dünyasında anlaşılabilme ve paylaşılabilme umudunu yitirdiğinde sevginin ve sıcaklığın eşlik etmediği bir cinselliği seçebilir. Çünkü oradaki düş kırıklığı, insanı duygu­sal dünyasında yaşadığı zedelenmelerden daha az acıtır, riski de sorumluluk payı da daha azdır. Üstelik hasar verme vc hasar görme istekleri konusunda daha dolaylı yollardan doyum sağ­lanır. Orgazm olamayan bir kadın, hem kendini hem karşısında­kini engellemiş olur, erken boşalan bir erkek de öyle. Ender dıınamlarda yatak, gerçek bir savaş alanına da dönüşebilir. Hangi biçimde ve oranda olursa olsun, cinsellik dışı yaşamdaki yaşamazlıklara cinsellikte çözüm aramaya çalışmak, kolaya kaçmak isterken zora yöneltir insanı. Aynı zamanda derinliğin yerini ço­ğulculuk alır.

Bu satırları yazdığım günlerde beşinci katında ofisimin bu­lunduğu binanın asansörü bozuldu ve uzun süre onarılamadı. Tedaviye gelen kişilerin merdiveni tırmanma hızıyla yaşamları­nı sürdürme biçimleri arasındaki benzerlik konusunda da za­man zaman konuşuldu bazılarıyla. Özellikle birinin koşar adımlarla çıkışını o daha alt katlardayken duydum ve soluk ala­maz bir halde karşımda belirdiğinde, "Aceleniz neydi? Benim zaten burada sizi bekliyor olduğumu biliyorsunuz," diye takıl­dım. Gülmeye başladık ve varoluşumuzun zaman boyutunu na­sıl yaşadığımızı paylaşma fırsatını veren bu olayı anlamaya ça­lıştık birlikte.

Geçen yaz bir arabalı vapurla Marmara'yı geçmem gerek­mişti. Güvertedeki koltuklar numarasızdı ve gemiye alınır alın­maz telaşla oraya koşan yolcular arasında koltuk kapmak için zaman zaman hakaret niteliğinde ağır tartışmalar yapıldı. Bir süre sonra kargaşa yatışıp herkes durulunca, anlaşıldı ki aslın­da güvertede insan sayısından fazla koltuk mevcut. Boş kalan koltuklar sonradan paket ve çanta konularak değerlendirildi.

Varoluş vakumu çoğu zaman varoluşun zaman boyutunda yaşanan bir anksiyeteyi de içerir. Varoluşun zaman boyutu açı­sından "olmak", içinde bulunulan andan bir sonraki ana hareket etmekte olmayı, yani "olmakta olmayı" tanımlar. Olmak yerine yapmaya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır. Geleceği güven­ce altına alma kaygısının etkisi altındaki insan, içinde bulundu­ğu zamanı yaşayamadığını göremez. Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma gerçeği yatar.

İçinde bulunulan zamanın yaşanamamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısmarlamaya çalışarak yaşamını tüketir.

Televizyonda Shogun dizisinin gösterildiği günlerdeydi. Di­ziye konu olan öykünün bir aşamasında, olayın kahramanı ile bir Japon prenses, bir yolculuk sırasında aralarında doğan ya­kınlık sonucu bir gece birlikte olurlar. Konumlarından ötürü yasak aşk sayılabilecek bu beraberliğin öncesinde aralarında geçen bir konuşma sırasında, Japon prenses yaşamın ertelene­meyeceğini şiirsel bir biçimde dile getirirken bir ara, "Yarın yok!" der. Nitekim birlikte oldukları gecenin ertesinde uğradık­ları bir saldırı sırasında atılan bir patlayıcı madde Japon pren­sesin yaşamını yitirmesine neden olur.

Dizideki olayların gelişimi içindeki zamanlaması nedeniyle Japon prensesin bu sözü beni çok etkilemiş, hatta biraz sars­mıştı diyebilirim. Sonraki günlerde, dizinin o bölümünü izlemiş olan bazı insanların da yaşamı sorgulayıcı bir şaşkınlık yaşa­dıklarını görmek ve paylaşmak oldukça düşündürücü oldu. Te­daviye gelenler, yakınlarım, dostlarım ve öğrencilerim arasın­dan azımsanmayacak sayıda kişi bana, "Yarın yok!" sözleriyle ne anlatılmak istendiğini sordu ya da ne anladığını paylaşmak istedi. Doğu felsefelerinin yaşama bakış açısını yansıtan bu sözlerin, "yaşamı depolamaya" şartlanmış bir toplumda sınırlı ölçüde de olsa bir yankı uyandırmış olması, sanırım biraz da hoşuma gitti.

Ancak merdivenleri hızla tırmanan kişi ile "Yarın yok!" mesajı arasında çok önemli bir fark var, hatta aslında birbirleri­nin tam karşıtı yaklaşımları yansıtıyorlar. Çünkü merdivenleri tırmanmakta olan kişinin "yarın"ı, bir sonraki basamağa doğru hareket edişi sırasındaki gerçeğini yaşamayı içerir, varılacak son noktaya "ışınlanmayı" değil. Çünkü varılacak her bir nok­taya ulaştığımızda, varılması gereken bir başka noktayla karşı­laşırız. Sonunda I'echner'in "Yaşamın amacı ölümdür!" sözün­de somutlaşan bir yaşam sürdürmüş ya da belki tüketmiş olu­ruz. Ve tedavi odasındaki genç kadın sorar: "Bu insan neden ya­şıyor ki? Yaşıyor olmasının anlamı ne?"

Tabii ki geleceğe yönelik tasarılar geliştireceğiz. Bu tasarı­ları gerçekleştirmek için bazı hazırlıklar yapacağız ya da çaba göstereceğiz. Ama bunları yapmak, içinde bulunduğumuz an­daki gerçeğimizi algılamamızı ve yaşamamızı engellemeli mi? Daha iyi yaşamak için yaşama ilişkin veri toplayan ve depola­yan insanlar, erteledikleri yaşamın geri gelmemek üzere akıp gittiğini neden görmezden geliyorlar? Üstelik kendi geçmişle­rinden alacaklı olmanın giderek artan yüküyle yaşamak zorun­da kalarak.

On yıl önce bir seminere katılmak üzere Ankara'dan İstan­bul'a geldiğimde, eski bir dostum bir akşam beni evine davet et­mişti. Benden başka yaklaşık on kişi daha çağrılmıştı. Sıcak ve sevimli insanlardı. Yaklaşan yılbaşı gecesini birlikte geçirmeyi tasarladıkları için sık sık o akşam neler yapacaklarından söz ediyor ve kendilerini bekleyen hoş bir akşamı şimdiden yaşarcasına keyifleniyorlardı. Yılbaşında İstanbul'da, dolayısıyla onlarla birlikte olmayacağım halde, keyifli yaşantıları beni de içine almıştı. Düşüncesiyle bu kadar neşelendiklerine göre, kim bilir ne kadar hoş bir gece geçirecekler diye düşünmüştüm içimden.

Seminerden sonra kar fırtınası nedeniyle uçak seferleri ya­pılamayınca yılbaşı gecesi için Ankara'ya dönmem mümkün ol­madı. Misafir kaldığım yer ile sözünü ettiğim yılbaşı partisinin yapılacağı evin aynı cadde üzerinde olmasının sağladığı im­kândan yararlanarak sonradan benim de çağrıldığım bu olaya sınırlı bir süre için katılmak istedim.

Kapıdan içeri girdiğimde çok geniş bir mekânla karşılaş­tım. Sanki orada kimse yokmuş gibi bir duygu yaşadığımı hatır­lıyorum. insanlar bu mekânın içinde dağılmışlardı ve birbirle­rinden kopuk ve donuk kaidelerdi. Belki de bu nedenle o mekân bana sınırsızmış gibi göründü. Çoğu konuşmuyordu, konuşan­lar da mırıldanırcasına. ilişkisizlik, boşluk ve bıkkınlık. Antonioni'nin La Notte filminin içindeymişim gibi. Birkaç akşam ön­ceki insanlar şimdi başka kişilerdi. Böyle bir dünyada nasıl varolabileceğimi bilemediğim için makul bir sürenin sonunda oradan ayrıldım. Misafir olduğum eve doğru yürürken, insanın kestirilemezliğine ve yaşamın ısmarlanamayacağına daha da çok inanmış olarak.

İnsanlar zaman zaman kendilerini başkalarından soyutlan­mış bir biçimde yaşarlar ya da kişiliklerinin bazı bölümlerine yabancılaşmış bir yaşam sürdürürler. Ancak insan, bu tür ko­pukluklardan daha derinlerde ve varoluşunun temelinden kay­naklanan bir soyutlanmışlık da yaşar. İnsanın diğer insanlarla doyurucu ilişkiler sürdürmesine, kendisini iyi tanımasına ve ki­şiliğini bir bütün olarak algılamasına rağmen süregelen bir so­yutlanma. "Varoluş soyutlanması" denen bu olgu, kişi ile başka varlıklar arasındaki kapatılması mümkün olmayan bir kopuklu­ğu tanımlar. Sanki insanın kendisinden başka kimse, hatta dün­ya da yokmuşçasına yaşanan bir duyguyu. Bazı yazarlar varo­luş soyutlanmasının, bir insanın ölmek üzereyken yaşadığı mutlak yalnızlıkla özdeş olabileceğinden söz ederler.

İnsan yalnızca kendisini değil, kendisi için bir dünya da oluşturur. Kendisi ve çevresi için anlam taşıyan bir dünya. An­cak bu dünyayı aslında kendisinin yaratmış olduğunu görmez­den gelir. Kişinin günlük yaşamını sürdürdüğü bu dünyadaki insanlar, objeler ve kurumlar, birbirleriyle ve kendisiyle sık ve tekrarlı bir ilişki içinde olduklarından, kişinin kendisini ait his­settiği ve günlük yaşamını sürdürdüğü, ona yakın vc aşina olan bir yaşam alanı oluştururlar. Ancak bu alanın altında örtülü ka­lan büyük bir boşluk sessizce varlığını sürdürür vc yalnızca kâ­buslarda ya da bazı anlık yaşantılarda kendini hissettiril. İnsa­nın kendisinden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin, hiçbir dünya­nın olmadığı bir yaşantıdır bu. İnsanın aşina olma duygusunu yitirdiği bir yaşantı. Heidegger'in tanımladığı gibi, böyle bir ya­şantıda insan "mal edilmiş olduğu dünya"dan geri alınır ve çev­resindeki her şeyin anlamı kaybolur. Dünyanın yalnızlığı, acı­masızlığı ve hiçliği ile yüzleşmekte olmanın anksiyetesi yaşa­nır. Bu anksiyetenin bir içeriği de yoktur. İnsanlar kendilerini "Maya"nın, yani "görünümler dünyası"nın olaylarına katarak bu hiçlikle yüzleşmekten kaçınmaya çalışırlar. Böylesine yo­ğun bir yabancılaşma insanlar ve objeler dünyasıyla da sınırlan­maz. İnsan yaşamına dayanak ve düzen sağlayan toplumsal rol­ler, değerler, yol gösterici bilgiler, kurallar ve inançlar da an­lamlarını yitirirler. Varoluşun merkezinde hiçbir şey yoktur.

Bebek, dünyayla karşılaştığında ağlayarak dünyaya ilişki çağrısında bulunur, ama kendisini bir ilişki "içinde" değil, nes­neler dünyasında yapayalnız bulur. Çünkü o, anababasımn öz­nel dünyasını zenginleştiren bir nesnedir. Daha ilk anda kime benzediğine ilişkin narsisistik bir yarış başlar; "sahip olunan" bu yeni nesne gazete ilanıyla dostlara bildirilir. Hepimiz dünya­ya böyle geliriz, getirdiklerimizi de böyle karşılarız. Ve varoluş soyutlanmasını yaşamanın ürküntüsüyle diğer nesnelerin dün­yasına dalarız, yaşamımızın anlamıyla yüzleşmekten kaçınırcasına telaşlı bir biçimde ve kendimize giderek yabancılaşarak. Bize öğretilenler doğrultusunda ve aceleyle doldurduğumuz boşluklarla bir gün yüzleşmek zorunda kaldığımızda, varoluş vakumunun anlamsızlığını yaşarız. Ya da bu vakuma üşüşen semptomların neden bizi tutsak aldığını anlayamamanın şaşkın­lığını. Ve yaşam böylece sürer...

On beş yıl önceydi. Bir toplantıya katılmak üzere Ankara' dan İstanbul'a gelmiştim. Bazı nedenlerle dönüşümü ertele­mem gerekti. Yaz aylarından biriydi ve tanıdığım kişilerin ço­ğu şehir dışında ya da şehir merkezinin uzağındaydı. Bir ara, uzun zamandır görmediğim bir dostumu aramak geldi içimden. Ancak telefon etmeye yöneldiğimde, daha önceki gelişlerimde onu neden aramamış olduğumu kendime sormaya başladım. Geçmişte paylaşılmış bazı sıcak yaşantılar vardı, ama yıllar içinde dünyalarımız farklılaşmıştı. Kendime yönelik sorgulama giderek netleşmeye başladı. Gerçekten onu mu görmek istiyor­dum? Yoksa bu beklenmedik zaman boşluğunu doldurmak mıy­dı amacım? Eğer İkincisiyse, ne ona ne de kendime bir şey kat­mamış olacaktım. Telefon etmeyi erteledim, yaklaşık bir gün. Ama gerçek amacımın ne olduğunu bir türlü seçemedim. So­nunda aradım...

Bu yaşantı, daha sonraki yıllarda dikkatimi "ihtiyaç objesi" ve "ilişki objesi" ayrımı üzerinde yoğunlaştırmama neden ol­muştu. Bu açıdan baktığınızda, beraberliklerin günümüzdeki yaşanış biçimi oldukça düşündürücü. İlginç olan yön, birçok insanın, diğer insanların kendisiyle olan ilişkilerini ihtiyaç ob­jesi temelinde sürdürdüğüne inanmış olması, üstelik bundan ya­kınması. Eğer bir insan çevresindekilerin kendisine ihtiyaç ob­jesi olarak yaklaştıklarına inanıyorsa, kendisinin onları ilişki objesi olarak yaşayabilmesi nasıl mümkün olabilir?

Martin Buber'in dediği gibi, ilişki içinde varolma isteği ka­lıtsal olarak insanın doğasında mevcuttur. Her insan anasının rahminde iken evrenle ilişki içindedir, ama doğduktan bir süre sonra unutmak zorunda kahr. Oysa başlangıçta bebek, çevresiy­le "ilişki" kurma dürtüsünü açıkça yaşar. "Ben"i bilmez, çünkü ilişkiden başka bir varoluşu tanımaz. Buber bunu, "Başlangıçta ilişki vardır (In the beginning is the relation)" cümlesiyle dile getirir. Ona göre insan, ayrı bir bütün olarak varolmaz: İnsan "arada" varolan bir yaratıktır, ama bu aradalığı iki biçimde ya­şayabilir: "ben-sen" ya da "ben-şey"

"Ben-şey" ilişkisi bir "kişi" ile bir "araç" arasında yaşanır, dolayısıyla işlevsel bir ilişkidir. Paylaşmadan yoksun bir öznenesne ilişkisidir. "Ben-sen" ilişkisi ise bir insanın diğerini oldu­ğu gibi yaşayabilmesini tanımlar. Bu, bir insanın diğerini anla­mak ya da ona ulaşmak için çaba göstermesinden farklı bir ol­gudur. Çünkü böyle bir yaşantıda tek başına bir "ben" yoktur, "ben-sen" tek bir yaşantıdır.

Bu iki ilişki içindeki "ben"ler birbirlerinden farklıdır. Çün­kü "ben", bulunduğu alanda mevcut "sen"ler ve "şey"ler arasın­dan seçimler yaparak ilişkiyi belirlemez. "Ben-sen" ilişkisinde­ki "ben" beraber olduğu "sen"le olan ilişkisi içinde belirir ve bi­çimlenir. "Ben-şey" ilişkisindeki "ben" ise, kendisini önemli öl­çüde kendine saklar, "şey"i çeşitli açılardan inceler, sınıflandı­rır, yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar ve­rir. Buna karşılık insan, "sen" ile birlikte olduğunda varlığının tümüyle ilişkiye katılır, kendine alıkoyduğu bir yönü kalmaz.

Eğer bir insan diğerinin varlığına tümüyle katılmaz, ondan bir çıkar sağlama beklentisiyle ilişkiye kendisinden bir şeyler katmaz, ya da nesnel bir gözlemci tutumuyla, kendi davranışla­rının diğer kişi üzerinde nasıl bir izlenim bıraktığını anlamaya çalışırsa, "ben-sen" ilişkisi "ben-şey" ilişkisine dönüşür. Ortakyaşam türü özne-nesne ilişkileri, karşılıklı "ben-şey" beraberli­ği çerçevesinde sürdürülür. Fromm'un da belirttiği gibi, bir ar­tistin, yarattıkları ile yaşadığı bağ da geçicidir. İnsan ilişkisi içermeyen böyle bir bağ, varoluşunun anlamı sorununa ancak kısmi bir cevap oluşturabilir.

Buna karşılık, "ben-sen" ilişkisi içindeki "ben", bu ilişkiyi yaşarken biçimlenir, diğerini birtakım çerçevelere sokmaksızın gerçekten dinler. Buber, "gerçek" dinleme ile "öylece" dinleme arasındaki farkı önemle vurgular ve bu farkın tedavi ilişkisinde­ki yeri de çok büyüktür. "Ben-sen" diyalogunda insan tüm var­lığıyla diğerine yönelir. Böyle bir yaşantı, bazı pop-psikoterapilerde çok sık kullanılan encounter kavramından tümüyle farklı bir olgudur.

"Bir insan diğerine her zaman böylesi bir yoğunlukla yöne­lebilir mi?" sorusuna Buber'in cevabı pek olumlu değil. Bu ol­gunun ender yaşanabildiğim ve ilişkilerimizi genellikle "benşey" modelinde sürdürdüğümüzü o da kabul ediyor. Öyleyse bu konuyu neden mi tartıştım? Sanırım, neyi nasıl yaşayamadığı­mızı görebilmemizin bazen bize beklenmedik kapılar açabilece­ğine inandığım için. Belki de, varedemediğimiz bir yaşamdan ötürü sürekli başkalarını sorumlu tutarak, kendimize daha da yabancılaşmamıza neden olan bir gidişi nasıl sürdürdüğümüzü biraz olsun gözler önüne serebilmek amacıyla. Anlamsız bir dünyaya biz bir şeyler katmadığımızda, onun da bize verecek bir şeyi olmadığına inandığım için.

"En büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını bilmektir" (Dostoyevski, 1876).

Narsisizm Çağında Kim Ne Yapmakta?

Narkisos, kusursuz bir fiziksel güzelliğe sahip bir genç. Bu ne­denle su perileri ona büyük ilgi duyar, ama hiçbiri karşılık ala­maz. Narkisos'a tutkun olan Eko adlı bir su perisi bir gün ona yaklaşmayı dener ve sert bir biçimde reddedilir. Eko kederin­den ve utancından eriyip yok olur, ama geride Narkisos'un söz­lerini yankılayan kendi sesini bırakır. Bunun üzerine intikam alınmasını isteyen su perilerinin bu talebine uyan tanrılar, Nar­kisos'un da karşılıksız bir aşk yaşayarak cezalandırılmasına karar verirler.

Bir gün dağdaki berrak bir su birikintisine bakan Narkisos, kendisinin sudaki yansımasını görür ve suda yaşayan çok güzel bir varlıkla karşı karşıya olduğu sanısıyla yansımasına anında âşık olur. Ama ne bu görüntüden ayrılabilir, ne de sarılmak is­tediğinde kaybolan bu yansımadan bir karşılık alabilir. Sonun­da suya düşüp ölür. Su perileri Narkisos'u gömmek için geldik­lerinde onun da yok olup gittiğini ve yerine bir çiçek bırakmış olduğunu görürler. Sonradan "nergis" diye anılacak bir çiçek.

Narkisos (Narcissus) sözcüğü psikiyatride ilk kez Haveloc Ellis tarafından kullanılmıştır. Gerçekten de narsisizm olgusun­da görülen birçok özellik bu öyküde bulunabilir. Numberg bun­ları şöyle sıralar: kendini beğenmişlik, ben-merkezcilik, başka­larının duygularına kayıtsızlık, kendi bedenini algılamada be­lirsizlik, kendisinin ve diğer varlıkların sınırlarını belirleme güçlüğü, diğer varlıklarla sürekli bir bağ yaşayamama ve psiko­lojik dokunun olmayışı.

Freud, "Narsizm Üzerine" başlıklı makalesinde bu olguyu, libido dediği yaşam içgüdüsünün dış dünyaya yöneltileceği yerde, ben'in kendisinde korunmasıyla açıklar. Aynı makalede narsisistik kişilerin nasıl objeler seçtiklerini ve bu objelerle na­sıl ilişki kurduklarını da anlatır. Ona göre narsisistik kişiler aşa­ğıdaki ölçütlere göre insan seçer ve severler:

1)   Kendileri gibi kişiler,

2)    Kendi geçmişlerini yansıtan kişiler,

3)    Olmak istedikleri gibi kişiler,

4)    Bir zamanlar kendilerinden bir parça olan kişiler.

Freud birincil ve ikincil diye iki tür narsisizm tanımlamış­tır. Birincil narsisizmde libido yaşamın başından itibaren benin içinde sıkışmıştır. Bunun sonucu ben şişer ve kişi kendisinin önemli, kusursuz ve güçlü bir varlık olduğuna inanır. İkincil narsisizm, dış dünya ile ilişkilerde ağır düş kırıklığı yaşanması sonucu libidonun egoya geri çekilmesini tanımlar.

Homey de Numberg gibi, narsisizmi egonun sentetik bir iş­levi olarak kabul eder. Ona göre narsisistik kişi, sahip olmadığı ya da sandığı derecede sahip olmadığı değerler ve niteliklerden ötürü sevilmeyi ve beğenilmeyi bekler. Buna karşılık, bir insa­nın sahip olduğu olumlu bir nitelikten ötürü kendisine değer ve­rilmesinden hoşlanması narsisistik bir tutum değildir. Narsi­sizm olgusunda gözlemlenen benlik enflasyonu çocukluk döne­minin bozuk ilişkilerinden kaynaklanır ve özellikle, çocuğun yaşadığı "korku ve kırgınlıklar" sonucu çevresine yabancılaş­masıyla oluşur. Anababanın zorlamaları sonucu "gerçek ben"ini yitirmeye başlar ve bunun sonucunda, kendine yetme kapasite­sini ve "duygusal dünyasında" girişimci olma yeteneğini geliştiremez. Bu nedenle narsisistik kişinin insanlarla duygusal bağ­ları cılızdır ve sevmeyi başaramamanın acısını yaşar.

Homey'e göre narsisizm, bu yaşantılarla baş edebilmek için geliştirilen çabalar sonucu oluşur. Kişi, olağanüstü bir varlık ol­duğuna inanmaya başlayarak, kendisine acı veren hiçlik duygu­sundan kaçınmaya çalışır. Önce başkalarına sonra da kendisine yabancılaşması giderek arttıkça, bu inancının gerçeği yansıttı­ğına olan inancı da artar. Kendine olan saygısı azaldıkça, ken­dine atfettiği bu sahte önemi de giderek "gerçek ben"mişçesine yaşamaya başlar.

Narsisistik kişi insanlarla sevgi bağı kuramaz, sevgiyi bula­madıkça da hayranlık kazanma çabaları artar. Homey narsisis­tik enflasyonun üç sonucundan sösz eder: 1) Kişinin çalıştığı iş ya da konuyla da bir bağı olmadığı için üretkenliğinin giderek azalması; 2) hiçbir çaba göstermediği halde dünyadan çok şey beklemesi; 3) sürekli yaşanan öfke ve düşmanlık sonucu insan ilişkilerinin giderek bozulması. Şişmiş benlik imgesine uygun davranışları çevresinde bulamadığı için, narsisistik kişi kendi­sini sürekli küçük düşmüş hisseder. Bu duygu egonun daha çok şişmesine neden olur. Dolayısıyla Homey, insanın kendisini sevmesi ve onaylaması ile kişiliğin şişmesi olgularını kesinbir çizgi ile birbirinden ayırır. Narsisizm insanın kendisini sevme­sini değil, kendine yabancılaşmasını tanımlar. Bir başka deyiş­le, insanın kendine ilişkin bu tür yanılgılara saplanıp kalması kendisini kaybetmiş olmasından kaynaklanır.

Winnicott, 196O'ta yayımlanan makalesinde "gerçek ben" diye adlandırdığı bir olguyu tanımlar. Ona göre gerçek ben, ço­cuğun gelişimi sırasında kendiliğinden oluşan biyolojik bir do­ğallığı ve isteği içerir. Gerçek ben, başlangıçta dış uyaranlardan bağımsız bir olgudur ve Winnicott'un tartışmasında, daha çok "sahte ben" kavramına açıklık getirebilme yönünden anlam ta­şır. Sahte ben, obje ilişkilerinin oluşmaya başladığı yaşamın ilk aylarında annenin yeterli olmamasından kaynaklanan bir olgu­dur. Bu dönemde anne çocuğun duygusal tepkilerini sürekli karşılıksız bırakır, onun yerine kendi tepkilerine çocuğun karşı­lık vermesini bekler ve aldığı tepkilerin çocuğun kendi tepkile­ri olmadığını, yalnızca kendi tepkilerine aldığı bir karşılık oldu­ğunu göremez. Bir başka deyişle sahte ben, annenin çocuğun duygusal ihtiyaçlarını fark edememesi sonucu oluşur.

Winnicott'a göre sahte ben, önemli bir bölümü örtülü kal­mış gerçek beni koruyabilmek için geliştirilir. Çünkü sahte ben, gerçek benin yitirilmesi sonucunda tümden yok olmuş hissetme tehlikesine karşı insanı korur. Bu, tedavi ilişkisi yönünden de fark edilmesi gereken önemli bir olgudur. Çünkü eğer terapist, üstü örtülü kalmış gerçek benin varlığını fark edip oraya ulaş­mak yerine sahte ben ile ilişkiye geçerse tedavi sürecinin hare­ket etmesi de beklenemez. Gerçek ben, terapi süreci içinde be­lirmeye başladığında, bazen aşırı bir bağımlılık talebi de ortaya çıkabilir ve terapist bu gibi durumlarla baş edebilecek dona­nımda olmalıdır. Yıllarca süren bazı psikanaliz ya da psikoterapilerin bir türlü sona erdirilemeyişi, sahte benle ilişki temelin­de sürdürülmüş olmalarından kaynaklanır.

Heinz Kohut'un konuya ilişkin çalışmaları da Winnicott ile bazı ortak noktaları içermekte. Kohut'a göre, gelişmekte olan bebek bir başka insanın varlığının kısmen farkındadır, ancak bu varlığı, kendi içinde fark ettiği biçimiyle, kendisinin bir parça­sı olarak algılar. Kohut, bebeğin kendi dışında ama kendisinin uzantıları olarak algıladığı bu kişileri "ben objeleri" olarak ad­landırır. Ona göre bu kişiler, kendi dünyaları olan özerk varlık­lar değil, benin kendine mal ettiği ve kendi ihtiyaçları açısından algıladığı "şey"lerdir.

Normal gelişim süreci içinde çocuğun beni, kendi ihtiyaç­larını kendisinin giderme çabalarıyla oluşur ve çocuk diğer in­sanların kendisinden ayrı ve özerk varlıklar olduğunu giderek daha iyi ayırt etmeye başlar. Ancak bu sürecin gelişebilmesi için annenin, bebeğinin kendisine yönelik bir beğeni geliştire­bilmesine ortam sağlayacak tepkiler verebilmesi gerekir (mirmring). Böyle bir ortam ise, annenin tepkilerinin çocuğun duy­gusal ihtiyaçlarına uygun olması ile sağlanabilir. Üstelik bu or­tam çocuğun daha sonraki yıllarda anababasını yüceltme ihtiya­cının karşılanabilmesi yönünden de gereklidir. Bu sağlanama­dığında, gelişim ilkel bir düzeyde kalarak savunma amaçlı bir öfke yaşanmasına ve cinselliğin çarpıtılmasına yol açabilir.

Narsisizim konusuna eğilmiş bir başka çalışmacı olan Otto Kemberg'e göre ise narsisistik karakter kendisini şöyle dile ge­tirir: "Beni seveceğini düşlediğim ideal kişi tarafından sevilebilecek biri olmamaktan ötürü reddedilmekten korkmamam ge­rek. Bu ideal kişi ve bu kişiye ilişkin ideal imgem ve ben, hep birlikte tek bir varlığız ve beni sevmesini istediğim ideal kişi­den daha üstünüz. Dolayısıyla bu başka kişiye artık ihtiyacım olamaz."

Christopher Lasch ise Narsisizm Kültürü adlı kitabında, Batı kültüründe ve özellikle Amerika'da giderek yaygınlaşan narsisizm olgusunu tartışmakta. Ona göre, Amerikan kültürüne uzun yıllar egemen olan yarışmacı bireycilik artık ölmekte. Üs­telik çökerken bireycilik mantığını da aşırı bir uca sürükleyerek her şeye karşı açılmış bir savaşa dönüştürmüş durumda. Bunun sonucunda, insanlar mutluluğu bulmak isterken, kendileriyle narsisistik bir biçimde ilgilenmenin çıkmazında kayboluyorlar.

Lasch'e göre, süregelen kültürün insanları bağımsızlıklarını ve beceri duygularını yitirmiş dürümdalar. Narsisizm ise yaşa­makta oldukları bağımlılığın psikolojik boyutunu oluşturmakta. Örneğin narsisistik kişinin kendine saygı duyabilmesi tümden başkalarına bağlıdır. Kendisine hayran bir seyircisi olmadan yaşayamaz. Aile bağlarından ya da toplum normlarının baskı­sından özgürleşmiş görünse de kendi ayakları üzerinde dura­maz ve bireyselleşmesinin keyfini yaşayamaz. Üstelik bunlar kendine olan güvensizliğini daha çok artırır. "En büyük ben"inin başkalarının ilgisindeki yansımasını görmeye çalışa­rak, ya da ün, güç ve karizma sahibi kişilerle birlikte olarak gü­vensizliğinin üstesinden gelmeye çalışabilir. Dünyayı kendi is­tekleri doğrultusunda biçimlendirebileceği boş bir alan gibi gö­rür. Narsisistik kişi için dünya yalnızca bir aynadır.

Lasch kitabında narsisizmin Amerikan toplumunda göz­lemlenen diğer yansıma biçimlerinden de söz ediyor. Narsisizm dünyamızda gerçekten artan oranlarda mı yaşanmakta? Yoksa geleneksel değerlerle giydirilip üstü örtülü yaşanmış olan narsisistik eğilimler, çağın getirdiği dönüşümler sonucu çıplak bir biçimde yaşanır hale mi geldiler?

Özümsenmiş bir yaşam felsefesi olma niteliği kazanama­mış, dolayısıyla biçimsel kalıplarıyla bireyleri yönlendirme iş­leviyle sınırlanmış inanç ve geleneklerin, toplumların hızlı dö­nüşümlerine karşı dirençsiz kalacakları düşüncesindeyim. Top­lumsal inançlar ve gelenekler, ortaklaşa kabul edilen ve payla­şılan bir "tarih"le bütünleşmediklerinde yönerge olma niteliğini çok az aşabilirler. Bazı toplumların tarih boyunca yaşamış ol­dukları ağır sarsıntılara, işgallere, göçlere ve dağılmalara rağ­men nasıl güçlü bir kimlikle ayakta kalabilmiş olduklarını an­lamaya çalıştığımda ise Jung'un "kolektif bilinçdışı" kavramıy­la karşılaştığımı fark ediyorum.

Jung'a göre insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendi­rilmiştir. Dolayısıyla bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağ­lantılıdır. Bu bağlantı yalnızca kişisel geçmişini değil, kendi tü­rünün geçmişini, hatta insanlığın evrimini de içerir. Kişisel bilinçdışının içeriği, daha önce bilinçte varolmuş yaşantılardan oluşur. Kolektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresin­de, bilincinde yaşanmamıştır. Kolektif bilinçdışı Jung'un "arketip" adını verdiği imgelerden oluşur. Bu imgeler insana atala­rından aktarılırlar. Yalnız insanlık tarihinin değil, insan öncesi evrimin de ürünüdürler. Arketipler, insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer eğilimler göstermesinin kaynağını oluşturur.

içine doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde de vardır, insan dış dünyasında bu içsel imgele­rinin karşılığı olan objelerle karşılaştıkça, bu imgeler de bi­linçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin bebek dünyaya geldiğinde, kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eylemlerin­deki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Ba­zı şeyleri kolay algılamamızın ve onlara karşı hazır tepkiler ve­rebilmemizin nedeni, kolektif bilinçdışımızda varolan eğilimlerimizdir.

Arketipler, bir insanın geçmiş yaşantılarının ürünü olan bellek imgeleri gibi canlı görüntüler değildir. Örneğin anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir. Bir benzetme yapmak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif filmleri çağrıştırabilirler. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imgeler, canlı ya da cansız varlıklarda, bizim için anlam taşı­yan bir biçimde somutlaşırlar.

Arketipler evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı te­mel arketip imgelerine sahiptir. Bir bebek dünyanın hangi yö­resinde doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bi­reysel farklılıklar ortaya koyar. Çünkü çocukla ilişki, bir top­lumdan diğerine ya da bir aileden diğerine, hatta aynı aile için­de bir çocuktan diğerine farklılıklar gösterir.

Bir toplumun ya da kültürün de kendine özgü arketipleri bulunur. Bu arketipler o toplumun geçmişinin ürünüdürler. Bir toplumun üyeleri kendi tarihlerinden kaynaklanan arketiplerin karşılığını dış dünyalarında buldukları oranda, o toplumun ken­disini tarih içindeki yeriyle algıladığına ve biçimselliğe dayan­dırılmayan bir kimliğe sahip olmanın bütünlüğünü yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bir başka kıtaya göç ederek oradakile­ri yerlerinden edip uluslaşmış, sömürgeci ulusların egemenli­ğinde uzun süre yaşamış ya da ilkel bir yapıdan uluslaşmaya doğru hızlı bir geçişe zorlanmış toplumların kolektif bilinçdışının sınırlı ve cılız olmasını doğal karşılamak gerektiğini düşü­nüyorum.

Tarihinin doğası gereği çok sayıda ulusun birbiriyle karışı­mından oluşan toplumlarda, ortak arketiplerin geliştirilmesi çok uzun zaman alabilir, özellikle tarihlerini bütünleştiremediklerinde. Arketip kargaşası yaşamak durumunda kalan böyle bir toplum, dünyadaki hızlı dönüşümler karşısında kolayca bir kimlik bunalımına girebilir. Böyle bir dönem geçirmekte olan toplumların bireyleri de genellikle derinlikten yoksun ve biçim­sel değerlere bağnazca sarılarak ayakta kalmaya çalışırlar.

Geçmişin imparatorlukları bile vaktiyle etki alanları altın­da olan toplumlara bir bedel ödeme durumundalar. Özellikle aynı zamanda kültür merkezleri de olan başkentlerinin toplum­sal yapısında. Paris ve Londra gibi kentlerin toplumsal-kültürel yapıları, vaktiyle imparatorlukların beldesi olan ülkelerden göç etmiş insanları dokularına mal etme sonucu bazı değişim­lere uğramış durumda. Osmanlı imparatorluğunun eski baş­kenti de geçmişte biraz ilgisiz kalmış olduğu bir beldesine aynı bedeli ödemekle meşgul.

Biçimsel inanç ve değerlere bağnazca sarılmak kısa vadeli bir ilaç işlevini görse de aslında temeldeki kimlik bunalımına çözüm getiremez. Hatta bunalımın daha da karmaşıklaşmasına ve uzamasına neden olabilir. Arketipleri ile bütünleşmiş, dola­yısıyla özümsenmiş bir yaşam felsefesine sahip toplumlar, dün­yadaki hızlı dönüşümlere kendilerini oldukça kolay uyarlayabi­lirler. Biçimsel değerlere tutunmaya çalışan toplumlar için bu böyle olmaz. Derinlikten yoksunluğun doğal bir sonucu olarak yaşanan kolektif narsisizm böyle toplumların yazgısı haline ge­lir. Kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan yöneticiler, kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan bireyleri yönetirler.

Kolektif narsisizm yaşayan toplum bireylerinde gözlemle­nen kolektif ego enflasyonu bazı kavramların çarpıtılmasına da neden olabilir. Toplum tüm katmanlarında gerçek benlerine ya­bancılaşmış olduğu için, sahte benleri ile varolma çabasını sür­dürmekte olan bireyler, kişisel sınıf atlama çabalarını toplumun çağ atlaması ile karıştırabilirler. Böyle bir kavram kargaşası so­nucu edinilen görüntü de doğal olarak çağdaşlığın bir karikatü­rü olur. Sonuçta özümsenmiş bir yaşam felsefesine sahip insan­ların sayısı da giderek azalacağından, insan ilişkilerinde esteti­ği tanımlayan ve "görgü" denilen olguya tanık olabilmek, mü­zelerde saklanması gerekecek kadar ender bir yaşantı durumu­na gelebilir.

Yıllar önce görev yaptığım üniversite birimindeki sekreter­den, bir başka fakülteden genç bir öğretim üyesinin zaman za­man gelerek benimle görüşmek istediğini, ancak gelişlerinin benim orada olmadığım saatlere rastladığını ve bu yüzden, "Hiç yerinde oturmaz mı?" diyerek söylendiğini duymuştum. Sonra bir gün merdivenlerde gözlerini dikmişçesine bana ba­kan biriyle karşılaştım. O imiş. Ters bir tonda bana, "Sizi bir türlü yerinizde bulamıyorum. Bu beşinci gelişim," dedi. Ben de dönüp, böyle durumlarda genellikle takındığım mesafeli tavır­la, "iki kişinin ne zaman bir araya gelebileceğine taraflardan yalnızca biri karar verirse, o iki kişinin bir araya gelmesi müm­kün olmayabilir," dedim.

Duraksadı. Sonra bana, yapmış olduğum bir araştırmanın kopyasını ödünç alabilmek için ricaya (!) geldiğini söyledi. Bende çok az sayıda kalmış olduğu için geri getirmesi koşuluy­la verdim, getirmeyeceğini bilerek. Yıllar sonra adını bir ara gazetelerde görür oldum. Politikaya atılmış.

Bu olay sırasında yaşadıklarım, toplumda narsisizmin ne oranda ve hangi tarzda yaşandığına ilişkin gözlemlerimin baş­langıcını oluşturdu. Genç öğretim üyesine verdiğim cevabın içeriğindeki mesaj sonradan beni çok düşündürmüştü. Giderek kendimde gözlemlediğim bazı davranışlar da dahil olmak üze­re, çevremi bu bağlamda anlamaya çalıştım. Aradan geçen yir­mi yıl içinde gözlemlediğim kadarıyla, toplumumuzdaki narsi­sizmin büyüme hızının, narsisizmimizi okşayacak oranlarda seyretmiş olduğu izlenimi taşıdığımı tereddüt etmeden söyleye­bilirim.

İlişkiler konusunda Buber'in yapmış olduğu "ben-sen" ve "ben-şey" ayrımı doğrultusunda, narsisizmi "ben-ben" ya da "ben-benim şeyim" ilişkisi olarak tanımlayabilirim. Gerçekten de narsisistik kişinin en önemli özelliği görünürde yoğun bir ilişkiler ağı içinde olsa bile, kendisiyle başlayan ve biten bir dünyada yaşamasıdır. Bu dünyada, kendisiyle ilişki içinde mut­lak bir yalnızlık yaşar. Çoğu kez bu durumun farkında olmaması ve dış dünya ile ilişkiler yaşamadığına inanması, narsisistik kişi­nin kendisi dışındaki dünyaları algılama güçlüğünden kaynakla­nır. Kendi gerçeği dışında, yalnızca kendi gerçeğinin başkala­rındaki yansımalarını görebilen narsisistik kişi, başka insanların kendisininkinden farklı gerçekleri olabileceğini göremez.

Telefondaki kişiye uzunca bir süre için randevu veremeye­cek durumda olduğumu, nedenleriyle birlikte açıkladığımda, "Benim için sakıncası yok," dedi. "Öğle ya da akşam saatinde de gelebilirim." Zamanla ilgili sorunumu bir kez daha ortaya koydum, o da öğle ya da akşam saatinde de gelebileceğini bir kez daha tekrarladı. Onun üzerine güldüm ve "iyi ama, bir de ben varım," dedim. Biraz duraksadıktan sonra o da güldü ve "Haklısınız," dedi, soruna yalnızca kendi gerçeği yönünden bakmış olduğunu fark ederek. Sonra benim gerçeğime de uygun bir plan üzerinde anlaştık.

Narsisistik kişi, insanlarla ve diğer objelerle olan ilişkileri­ni "ben-benim şeyim" zemini üzerinde sürdürür. Benlik sınırı iyi belirlenmemiş olduğundan diğer insanları kendi benliğinin yansımaları gibi algılayabilir. Bu yansıtıcılar, onun ihtiyaçları­nı ve beklentilerini gidermekle doğal olarak "yükümlü" farzedilirler. Çünkü kendi ihtiyaçlarından ve kendine yönelik bek­lentilerinden ayırt edilemezler. Dolayısıyla narsisistik kişi, di­ğer insanların ve dünyalarının "kendisine ait şeyler" olmadığı­nı da göremez.

"Bencillik insanın islediği gibi yaşaması değil, başkaları­nın kendisinin islediği gibi yaşamasını beklemesidir" (Oscar Wilde, 1891).

Narsisistik kişi çocuklarını da kendi yansımaları olarak görme eğilimindedir. Çocuğunu nefret ettiği gerçek beninin yansıması gibi görüp ona saldırabilir; sahte beninin kusursuz­luk ve görkem beklentilerini ona yansıtabilir; kendisine ısmar­layıp da gerçekleştirememiş olduğu bir yaşamı onun şahsında yaşamaya ya da gerçekleştirmeye çalışabilir. Böylece geleceğin narsisistik kişisini de ısmarlamış olur.

Narsisistik kişinin yaşamakta olduğu "benim şeyim" olgu­su bazen çocuklara dolaylı bir biçimde yansıtılabilir. Kişi, nar­sisistik beklentilerini önce kendi anababasının "çarpıtılmış" im­gelerine yansıtır, sonra da "benim annem" ya da "benim ba­bam" olarak adlandırabileceğim bu çarpıtılmış anababa imgele­rini "benim çocuğuma" yansıtır. Böyle bir durumda çifte yansı­tıcı kullanılmış olur. Burada çarpıtılmış anababa imgesiyle kas­tettiğim, gerçekte olduğundan farklı ve olmadığı halde öyle ol­duğuna inanmak istenerek, "şişirilmiş ve süslenmiş" ana ya da baba figürleridir. Böyle bir olgu, çoğu kez bu figürlere yönelik bilinçdışı düşmanlık duygularını içerir.

Klinik çalışmalarımın ilk yıllarından beri bazı anababaların kendi anababalarına yönelik beklentilerini çocuklarına, yani üçüncü kuşağa yansıttıklarını gözlemlemekteydim. Birçok kişi­nin kendi anababasının adım çocuklarına vererek bunu somut­laştırdığının da farkındaydım. Ama kültürümüzde yaygın olan "göbek adı" olgusunun bu bağlamdaki önemini fark ettiğimden bu yana geçen sürede edindiğim veriler, kuşak atlayarak çocuk­lara yansıtılan narsisistik beklentilerin düşünebileceğimden de yaygın olduğu izlenimini geliştirmeme neden oldu.

Tabii burada konu edilen olgu, anne ya da babası ile pay­laşılmış sıcak yaşantıların anısını sürdürebilmek için çocuğuna onun adını veren anababaları kapsamıyor. Onları bilmem zaten mümkün değil. Burada aktardığım çıkarsamalar, klinik çalış­malarım sırasında narsisistik yansımalara maruz kaldıkları iz­lenimini edindiğim kişilere yönelttiğim sorulardan edindiğim verilerle sınırlı.

Genellikle babalar annelerinin adını kızlarına, daha seyrek olarak da anneler babalarının adını oğullarına veriyorlar. Bazen de baba kendi babasının adını oğluna aktarabiliyor. Annelerin kendi annelerinin adlarını kızlarına verdiğine pek rastlamadım. Babaanne-baba-kız ve büyükbaba-anne-oğul geçişleri bazen ensest öğeler de içerebiliyor. Daha doğrudan yansımalara, azımsanmayacak sayıda ailede gözlemlenen "baba-kız ve anneoğul" biçimindeki parsellemelerde rastlanabiliyor.

Yıllar önce izlemiş olduğum Bayan L., kızının kişiliğinde kendi yansımasını yaşamaktaydı. Tabii ki bu yansıma onun cin­sel yaşamını da kapsadığından, o zamanlar on sekiz yaşında olan kızının bir ara flört ettiği on dokuz yaşındaki bir delikanlı da yansıma alanına katılmıştı. Delikanlı Bayan L.'nin gençlik düşlerindeki "on sekizinci yüzyıl şövalyesi" imgesine uyan, içi­ne kapanık bir çocuktu. Onun için kızını sürekli bu çocuğa doğ­ru itiyordu. Kızı ise "aptal" bulduğu delikanlıya karşı küçümse­yici bir tutum içindeydi. Bayan L. delikanlıya karşı kendi adına cinsel içerikli bir duygu yaşamadığının farkındaydı, ama aynı zamanda kızının yaşamasını istediği duyguları da yaşadığın­dan, delikanlıyı her gördüğünde kızı "yerine" o heyecanlanı­yordu. Sonraki yıllarda bu yansıtmalarının bedelini, kızından uzak yaşayarak ödemek zorunda kaldı. Annesinden bunalan genç kız bir başka ülkeye yerleşmeyi ve annesinin narsisistik beklentilerine hiç de uymayan biriyle evlenmeyi seçti.

Kültürümüzde isimlerin çoğunun anlamı var. Bu isimleri genellikle ana-babalar verdiğinden, verilen isimlerin anlamının anne ya da babanın kendi dünyalarına ait bir şeyleri yansıtıyor olması da çok doğal. Ancak eğer bu isimler anne ya da babanın narsisistik beklentilerini yansıtıyorsa, bazen çocuğun yaşamı­nın kendisine verilen ismin taşıdığı anlama göre programlan­ması bile söz konusu olabiliyor. Böyle bir olgu çoğu kez bilinç­dışı mekanizmalardan kaynaklandığından, ne anababa ne de çocuk bu olgunun yaşandığını fark edemiyor.

Anne ya da babanın çocuklarının varlığından ötürü gurur duymaları, zaman zaman onların dünyalarındaki mutlulukları, başarıları ya da sorunları kendi çevreleri ile paylaşmak isteme­leri doğal bir olgu. Ancak tedavi odasında dinlediklerime göre, özellikle kadınlan bir araya getiren sosyal olaylarda bazı anne­ler, çevrelerini bunaltırcasına sürekli çocuklarından söz ediyor­larmış. Çok ender de olsa buna benzer olaylara tanık oldum ve her defasında nedense, son gezilerinde çektikleri fotoğrafların görüntülerini misafirlerinin istemi dışında sergileyen ve misa­firleriyle birliktelik yaşayacakları yerde anılarını yaşayan ev sa­hiplerini hatırladım. Sanırım her iki durumda da "ben-benim şeyim" ilişkisi türünde narsisistik bir kilitlenme söz konusu ol­duğu için.

Rumelihisarı tepelerinde Jose Feliciano'yu dinliyoruz. Ay ışığı, Boğaz’dan geçen tanker ve şilepler, biraz eski ama bizim kuşağımıza nostalji yaşatan bir müzik. Son dakikada gitmeye karar verdiğimiz için biletlerimiz numarasız ve tepelerdeki çi­men çalılık arasında oturmuşuz. Tepeler insan dolu, ileride bir yerlerden gelen çocuk sesleri dikkatimizin arada bir oraya yö­nelmesine neden oluyor. Çocukların sesi giderek yükseliyor. Bir konsere Luna Park'a gidercesine gelmek bir yana, anne ve ba­ba çocuklarını sakinleştirmeye niyetli değil. Bizden çok uzakta­lar ve dikkatimizi oraya yöneltmezsek bu sesleri duymayabili­riz. Nitekim öyle oluyor. Ama olayın daha yakınındaki onca in­sanın duruma neden boyun eğdiklerini düşünüyorum.

Narsisistik kişi, iyi belirlenmemiş benlik sınırlarını bir baş­kasının sınırlarına çarpana dek yayabilir. Narsisizme genellikle eşlik eden infantil omnipotence nedeniyle. Infantil omnipotence, benlik sınırlan henüz oluşmamış küçük çocuğun, sınırları­nın nerede sona erdiği konusunda anababası tarafından uyarıla­na dek, dilediğince davranma eğilimini tanımlar. Gelişen ve gü­cünün arttığını fark eden çocuğun, bu gücü ve iktidarı sınırları­nı zorlamasına kullanmak istemesi, gelişim süreci içinde doğal olarak yaşanan bir aşamadır. Ne var ki, güçlü narsisistik eğilim­ler etkisinde yaşayan kişiler de biçimsel olarak otorite konumu­na geldiklerinde ya da ün, saygınlık, güç ve varlık sahibi olduk­larında, çocukluk döneminde aşamamış oldukları infantil omni­potence eğilimlerini açık seçik sergileme imkânını bulurlar. İş­lerinde, eşleriyle ve çocuklarıyla ilişkilerinde, sosyal ortamlar­da ya da halka yönelik etkinliklerinde, örneğin televizyonda gö­ründüklerinde benlik sınırlarını olabildiğince yayma eğilimi gösterirler.

Konserdeki anne baba türünde insanlarla başka yerlerde de karşılaştım. Halka açık alanlarda ya da misafir bulundukları yerlerde çocukları çevreyi rahatsız edercesine bir sınırsızlık ya­şarken onlara müdahale etmeyen, hatta bazen keyifle izleyen insanlarla siz de karşılaşmışsınızdır. "Ben-benim şeyim" ilişki­lerinin ötesindeki dünyayı algılayamayan insanlar.

Sokakta yürürken dikkat ediniz. Ne kadar çok insanın ayak­ları bir yöne giderken, başları bir başka yöne çevrili. Birine çar­pana dek. insanların ortaklaşa kullandıkları alanlarda benin sı­nırlarını olabildiğince yayan kişiler. Kendileri dışındaki objele­ri ve olayları "benim şeyim" olarak yaşayarak, bir de "sen'ler olduğunu göremeyen insanlarla her yerde karşılaşıyoruz.

Sıcak bir yaz gününde pencereler açıkken mikrofonla kar­puz satan adamın sesi çalışma odanızın içerisinde, tedaviye ge­len kişilerin anlattıklarını duymakta güçlük çekiyorsunuz. Bili­yorum "ekmek parası" denecek, ama çalışan başka insanlar da var. Kabak ya da domates satanların sesleri arasında tedavi uy­gulamalarını sürdüren psikiyatristler dünyanın başka yerlerin­de de var mıdır? diye soruyorum birine. İnsanların ego sınırla­rını bu denli yayabildikleri bir başka yer!

"Ben-ben" ya da "ben-benim şeyim" ilişkisi sürdüren kişi­ler kendi içlerine kilitlenmişçesine yaşarlar. Bu nedenle konuş­maları da kendilerine dönük bir monolog niteliğindedir. Bir başka deyişle, aslında kendi kendileriyle konuşurlar. Soru sor­duklarında cevabını da kendi içlerinden verdiklerinden, gerçek­te sizin cevabınızla pek ilgilenmezler. Ama başka türlüsünü bi­lemediklerinden neyi yaşayamamış olduklarını da göremezler. Bazı konferans ya da panel tartışmalarının ardından dinleyici­lerin konuşmacılara soru yöneltmeleri beklenir. Birkaç kişi ko­nuya ilişkin soru sorar ve bu arada biri, bazen de birileri kalkıp soru sormak yerine konuyla ilgisi olmayan uzun tiradlar çeker­ler. Çoğu kez kendilerinden başka kimsenin anlamadığı bir içe­rikte ve kendi söylediklerine kendileri hayran olurcasma. Üste­lik oturum başkanlığını üstlenen kişiler için de bu monologları sona erdirmek pek kolay olmaz.

Bazen birine kendinizle ilgili bir şeyler anlatmak istediği­nizde, karşınızdaki kişi anlatılanların içeriğinde kendi yansıma­sını yakalar ve birden sözü sizden kaparak kendisiyle ilgili bir şeyler anlatmaya başlar. Bazen de sizinle ilgili bir sorunu dinle­yerek anlamaya çalışacağı yerde, "Sıkma canım," ya da "Üzül­me, geçer," gibi sözlerle konuyu bitirmeye çalışır. Bu aslında, "Sus, seni dinleyemem!" mesajının dolaylı yoldan dile getirili­şidir. Günlük streslerin yükü altında olduğumuzda ya da sıkıntı­lı bir dönem geçiriyorsak narsisistik bir gerileme yaşar ve böy­le davranışları geçici bir dönem ya da bir an için gösterebiliriz. Ancak narsisistik kişi "ben ile ben"in arasına girilmesine pek alışkın olmadığından, onun bu tür davranışları süreklidir.

Narsisistik kişi için "görkem" çok önemlidir, şişmiş egosu­nu yansıtabileceği objeler arar ve bulur. Ancak onların bütünü­nü değil, kendi görkem beklentilerine uygun yönlerini seçerek algılar. Bir süre o kişiye "tapınır". Ama sonradan o kişinin ken­di imgesine uymayan yönlerini fark ettiğinde düş kırıklığı ya­şar ve üstelik, bazen ona yönelik küçümseyici bir öfke bile ge­liştirebilir. Özden çok biçimle ilgilendiğinden, ağırlıklı bir söz, zekice bir espri ya da iyi pazarlanmış karizmatik bir hava onu kolayca etkileyebilir ve o kişiye "acele" bir hayranlık geliştir­mesine neden olabilir.

Bazı narsisistik kişiler estetiğe önem verirler. Bu onların hem canlı hem de cansız objelerle olan ilişkilerinde etkili olur. Ancak bu genellikle yaşamazhk yansıtan bir estetiktir, yaşamı değil biçimi içerir. Objeler birlikte yaşamak için değil, sahibi­nin görkemini yansıtmak amacıyla "sergilenirler". Baktığınızda kişinin objelerine yönelik yansımasını fark edebilirsiniz, ama kendinizi bu ilişkinin dışında bırakılmış hissedersiniz. Narsisis­tik kişi, dostlarına armağan ettiği objelere de kendini yansıttı­ğından, verdiği armağanın nasıl değerlendirildiğini izleyerek "kendi şeyi" ile ilişkisini sürdürür.

Yıllar önce, benimle tedavi ilişkisini sürdürmekte olan Ba­yan Z., masanın üzerindeki tek çiçeklik boş bir vazoya işaret ederek, "Ben de tek çiçek severim," dedi ve aramızda o doğrul­tuda kısa bir sohbet oldu, başka konulara geçmeden önce. Bir­kaç hafta sonraki bir buluşmamıza elinde tek bir karanfille gel­di. O günlerde çiçekçiler bütün çiçeklerin yanma kuşkonmaz denilen bitkiden mutlaka koyarlardı. Ben de aldığım ya da ve­rilen çiçekleri, o zamanlar nedense hoşlanmadığım bu bitkiden ayırarak vazoya koyma âdetini edinmiştim.

Bu kez de öyle yaptım. Bunun üzerine Bayan Z. kuşkonmaz­ları neden vazoya koymadığımı sordu. Hoşlanmadığımı söyle­yince yüzünü buruşturup, "Çok zevksizsiniz," dedi. Şaşırdım, sonra kendimi toparlayarak, "iyi ama, bu çiçekler artık benim. Onları dilediğimce yerleştirebilmem gerekmez mi?" dedim. As­lında bu davranış Bayan Z.'nin insan ilişkilerini öylesine yalın bir biçimde yansıtıyordu ki, çok sonraki beraberliklerimizde de zaman zaman konu edildi. Bayan Z. ile yıllar sonra, yakın geç­mişte birkaç kez görüşmemiz gerekti. Artık böyle şeyler yapma­dığını biliyorum. Yoksa ona yeni kitabımda karanfil hikâyesin­den söz edeceğimi söyleyemezdim.

Narsisistik kişi, kendi ürettiklerine herkesten önce kendisi hayran olan kişidir. Bu hayranlığın başkalarınca paylaşılmadığı durumlarda yaşadığı "narsisistik darbe" egosunun daha çok şiş­mesiyle sonuçlanır. Narsisistik darbe, zaten varolan ve savun­maya yönelik saldırgan eğilimlerin denetimden çıkmasına ne­den olabilir. Narsisistik şişme aslında alttaki gerçek beni koru­maya yönelik olduğundan, böyle bir darbeye maruz kalmanın yaşattığı korku, doğal olarak saldırganlığa dönüşür.

Narsisistik kişinin yaratıcı ve üretken bir potansiyeli de ol­sa ürettiklerinin ve yarattıklarının diğer insanlarca paylaşılabil­mesi sınırlanır. Ürünleri ve yapıtları evrensel ve toplumsal arketipleri içermediğinden, çoğu kez diğer narsisistik kişilerin yansımalarında değer kazanır ve bunun ötesinde bir dünyaya ulaşması pek mümkün olmaz. Üstün bulduğu yeteneklerinin anlaşılamamış olduğu inancıyla, ürettiklerine ilgisiz kalan in­sanları küçümser.

Kolektif narsisizm doğal olarak kurumsal etkinliklere de yansır. Ünlü bir sanatçımız bir başka ülkenin başkentinde, ül­kemizi tanıtma amaçlı bir etkinlik çerçevesinde bir konser veri­yor. Konsere o kentte yaşayan vatandaşlar, soydaşlar ve onla­rın tanıdığı sınırlı sayıda bazı yabancılar katılıyor. Çünkü ülke­nin nasıl ve kimlere tanıtılmak istendiğine ilişkin bir tasarı ge­liştirilmemiş. Yani "ben"in "sen"i yok. O zaman da "ben-benim şeyim" olgusu içinde kilitli böyle bir etkinliğin "tanıtma" olarak nitelendirilmesini kabul etmek kolay olmuyor.

Aynı nedenle, bir dönem akademik çevrelerde pek yaygın olan ve konuşmacı olarak yaşlıların katıldığı, dinleyicilerin ço­ğunluğunu da yine yaşlıların oluşturduğu "gençlik" konulu pa­nel ve konferansların yararları konusunda ikna olmuş olduğu­mu söyleyemem.

Yıllar önce, birlikte tedavi ilişkisi sürdürdüğümüz genç bir öğretim üyesi, bana bir açık oturum düzenlemeyi tasarladığını söyleyerek katılıp katılamayacağımı sordu. Toplantının amacı, arabesk denilen olguyu tartışmak ve de anladığım kadarıyla yermekti. Katılamayacağımı söyledim, ama ona, "Bu tür müzi­ği dinlemeyen ve sevmeyen bir grup aydın, yine bu müziği din­lemeyen ve sevmeyen bir başka grup aydına bir şeyler anlata­caksınız," diyerek, böyle bir tartışmanın kime ne mesaj verme­yi amaçladığını anlayamadığımı söyledim. "Bunu hiç böyle dü­şünmemiştim," diyerek bu kez Şoförler Derneği'ne başvurdu ve arabesk meraklısı iki kişiden oturuma katılmaları için söz aldı. Olayın hazırlığı bu yönde gelişmeye başlayınca ben de dinleyi­ci olarak katılmaya karar verdim. Ama Ankara'yı felce uğratan bir kar yağışı nedeniyle toplantı gerçekleştirilemedi, sonra da yeniden düzenlenmedi.

Narsisistik kişi gerçek anlamda vermeyi bilemediği gibi, dünyayı kendisine hizmet vermekle yükümlü bir alan gibi algı­lar. Bu nedenle ilişkileri süreklilik ve tutarhk göstermez. Belir­li bir dönemde kimlere ihtiyacı varsa onlarla birlikte olur, bir sonraki dönemin gereğine göre de başkalarıyla. Toplumsal, kül­türel ve politik olaylara ilişkin görüşler ortaya koyabilir, ama kendi dışındaki olgulara katkıda bulunamaz. Katkıda bulunur göründüğü zamanlarda da saygınlığını artırmak ya da çıkarları­nı kollamak gibi narsisistik beklentilerle hareket eder. Çoğun­luğun kendileriyle başlayıp kendileriyle biten dünyalarda yaşa­dığı bir toplumda politik olgunlaşma süreçleri de yavaş gelişir. Kimsenin kimseyi fark etmediği ve ortak görüş geliştirme yeti­sinden yoksun bireylerin çoğunlukta olduğu toplumlarda, poli­tik olguların narsisistik çıkarlar doğrultusunda kullanılma ola­sılığı da artar.

insanlar, narsisistik olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrı­lamaz. Narsisistik .eğilimler hepimizde bulunur. Önemli olan, bunun ne oranda ve nasıl yaşandığıdır. Hepimiz ortaklaşa bir çağı paylaşmaktayız ve onun etkilerini birlikte yaşıyoruz. Top­lumlar bireyler için katlanılması güç dönemlerden geçebilir ve kendimizi yaratabilmek için gösterdiğimiz çabalar, dönemin kendine özgü süreçlerinden etkilenir ve bu süreçlerle sınırla­nabilir. Tarihin akışı içindeki ilerlemeler kadar, gerilemelerin de insanlık evriminin doğasının bir parçası olduğuna inanıyor ve karamsar olmamaya çalışıyorum. Ama bir yandan da T. S. Eliot'a katılmadan edemiyorum: "Bu dünyaya verilen zararla­rın yarısı, kendini önemli hissetmek isteyen insanlar tarafın­dan verilir" (1949).

Fritz Perls'e göre insan, çoğu kez başkalarına yansıttığı olumsuz duyguları da dahil, tüm duygularının sorumluluğunu üstlenmelidir. Örneğin başkalarına yönelik eleştirici tutumları­mızı kabul etme sorumluluğunu üstlenmediğimiz için, bu duy­gularımızı başkalarına yansıtır, onların eleştirici olduklarına inanırız. İnsanlar arasında ayrım yaptığımızı, bazılarını beğenip bazılarına önem vermediğimizi kabul etmediğimiz için, bu yar­gıları sanki onlardan bize yöneltilmişçesine algılar ve sürekli reddedilme korkuları yaşarız. Dolayısıyla en önemli sorumlu­luklarımızdan biri, yansıtmalarımızın sorumluluğunu üstlenip, kendimizi yansıttığımız duygular olarak yaşayabilmemizdir.

Kendimizin değilmiş gibi yaşadığımız duygulan kendimize mal ettikçe insanın yaşantıları daha da zenginleşir. İnsan kendi­sini kendi dünyası içinde algılar. Bunu yapamadığı oranda da Heidegger'in varoluş suçluluğu dediği olguyu yaşar. Hepimiz otantik olma potansiyelimizi yaşantıya dönüştüremediğimiz oranda suçluyuz. Otto Rank, "içimizde kalan ve kullanılmamış yaşamdan ötürü" kendimize karşı bir suçluluk yaşadığımızdan söz eder.

Paul Tillich, Olma Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsa­nın varoluşu ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de. İnsan varoluşundan sorumludur ve kendisiyle ne yapmış olduğu ona sorulduğunda cevap vermekle yükümlüdür. Bu soruyu ona yö­nelten kendi yargıcıdır, yani kendisi. Böyle bir durumda anksi­yete yaşanır: göreli bir deyimle, suçluluk anksiyetesi; daha ke­sin bir deyimle, kendini aşağılama ve lanetleme anksiyetesi."

Aslında varoluşunun merkezini algılayabildiğinde insan kendisini de algılar. Ama oraya giden yol varoluş suçluluğunun yaşanabilmesinden geçer. Rollo May bu nedenle, varoluş suç­luluğunu olumlu ve yapıcı bir güç olarak değerlendirir: "Bir şe­yin ne olduğu ile ne olmasını istediğimiz arasındaki farkın algı­lanması."

Tedaviye gelen kişiler Karen Horney'e, ne yapmak istedik­lerini bilemediklerinden yakınarak ondan yardım istediklerin­de, "Bu soruyu hiç 'kendinize' sormayı düşündünüz mü?" diye cevap verirmiş.

Yaşam ve Ölüm

ÇİNLİLERİN dünya görüşüne göre, varoluş iki karşıt kutuptan oluşur: aydınlık ve karanlık, pozitif ve negatif ya da "yang" ve "ying". Metafizik bağlamda bu kontrast, yaşam ve ölüm olarak belirir. Bu nedenledir ki eski Çin belgelerinde, insana vadedilen mutluluğun "yaşamının başına taç olacak bir ölüm" olduğu ya­zılıdır. însanı tehdit eden en büyük mutsuzluk ise, zamanından önce gelebilecek bir ölümdür. Tamamlanacağı yerde yaşamı parçalayan bir ölüm. Aydınlığa eşlik eden karanlık, yani ölü­mün karanlığı, yaşamın tam karşıtıdır. Ama varlığı yaşamın ay­dınlık yanını biçimlendirir. Bundan ötürüdür ki Çin'de eski za­man bilgeleri, bir insanın mutluluğundan, onun ölümünden ön­ce söz etmezlermiş. Yaşamın anlamı biraz da yaşamın dışında­ki karanlıktan kaynaklandığı için.

Müritlerinden biri bir gün Konfüçyus'a ölülerin bilinci olup olmadığını sormuş. "Ölülerin bilinci olduğunu söylesem, oğul­lar ve torunların ölüyü gömmek için yaşayan akrabalarını ih­mal edeceklerinden korkarım. Ölülerin bilinci olmadığını söy­lesem, bu kez de ölüleri gömmeyeceklerinden. Onun için ölene kadar bekleyin ve görün!" olmuş cevabı.

Antik Yunan-Roma döneminin bir felsefe ekolü olan Stoa­cılığa göre, ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. İyi yaşamayı öğ­renmek, iyi ölmeyi öğrenmektir; ya da iyi ölmeyi öğrenmek, iyi yaşamayı öğrenmektir. Heidegger'in 1926'da ölüm konusunda ortaya koyduğu görüşlerinde dile getirdiği gibi, biyolojik an­lamda yaşam ve ölüm oldukça kesin bir sınırla ayrıldıkları hal­de, psikolojik yönden birbirlerine geçişirler. Çünkü ölüm fizik­sel olarak insanı yok ettiği halde, ölümün düşüncesi insanı kur­tarır. Seneca der ki, "Yalnızca yaşamdan vazgeçmeye istekli ve hazır olan, yaşamın gerçek tadını alır." Roma İmparatorluğu' nun seçkin devlet adamı ve düşünürü Seneca'nın yüreklice sür­dürdüğü parlak yaşamı, kendisini çekemeyen İmparator Neron' un onu "intihara" mahkûm etmesiyle İ.S. 65'te son bulmuştu. Ölümüne korkusuzca giden Seneca, son anına kadar felsefeden söz etmişti.

Birçok düşünür ve yazar yapıtlarında ölüm ve yaşamdan birlikte söz etmiştir. Bunlardan bazılarını sizlere aktarmak isti­yorum:

"Yaşam ve Ölüm, Dünya denen çift kişilik yataktaki kedi ve köpektir" (Christopher Fry, 1950).

"Yaşam için gösterilen neden, ölüm için de geçerli bir ne­dendir" (AlbertCamus, 1942).

"Yaşamımız başkalarının ölümünden yapılmıştır" (Leonardo da Vinci).

"Yaşam büyük bir sürpriz. Ölüm neden daha büyük bir sürp­riz olmasın ki!" (Vladimir Nabokov, 1962)

"Yaşam, ölümü tanıyabilmek için verilen izindir" (Djuno Barnes, 1937).

"Yaşam tüm insanları eşit tutar, ölüm seçkin olanı ortaya çı­karır" (George Bernard Shaw, 1903).

İnsanın son giysisinin cebi olmaz (İtalyan atasözü).

Heidegger, insanın iki farklı biçimde varolduğu görüşünde­dir: 1) varoluşun "dalgınlık" durumu; 2) varoluşun "farkındalık" durumu.

İnsan varoluşunu "dalgınlık" durumunda yaşarken, şeyler dünyasıyla birlikte olur ve kendisini yaşamın günlük olaylarına bırakır. Böyle zamanlarda insanın düzeyi alçalır, rasgele konuş­malarla vakit geçirir ve "ötekiler"in dünyasında kaybolur. Gün­lük yaşama teslim olan böyle bir insan, şeylerin yalnızca "na­sıl" olduklarıyla ilgilenir.

Varoluşun dalgınlığını yaşayan kişi, günlük bir yaşam sür­dürür. Heidegger bunu "otantik olmayan" varoluş olarak nite­lendirir. Böyle bir varoluştaki insan, yaşamına sahip çıkabilece­ğinin ve onu yönlendirebileceğinin farkında değildir. İçinde yu­varlanıp durduğu ve seçimlerini yapamadan sürüklendiği bir dünyada yaşar.

Varoluşun farkındalık durumunu yaşayan insan ise, şeylerin nasıl olduğuyla değil, "olmakta olması"yla ilgilenir. Heideg­ger'in deyimiyle "otantik" yaşayan böyle bir insan, kendini varetmiş ve varetmekte olduğunun farkındadır, sınırlarını ve im­kânlarını olabildiğince genişletmeye çalışır, mutlak özgürlükle ve hiçe indirgenme riskiyle yüzleşir. Bunlarla yüzleşmenin anksiyetesini de yaşar, ama ancak böyle bir varoluş içinde ken­dini değiştirme gücünü bulur.

Heidegger'e göre, yaşamı otantik bir biçimde sürdürebil­mek ölümün kaçınılmazlığı sayesinde gerçekleştirilir. "Ölüm­süz bir yaşamı, sınırlı bir yaşamı sürdürdüğümüz yoğunlukta yaşayabilir, ona böyle sahip çıkabilir miydik?" sorusuna George Orwell, Shooting an Elephant adlı yapıtında şöyle cevap ve­riyor: "İnsan tabii ki yaşamak ister, ama ölümden korktuğu için hayatta kalır." Freud da Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdı­ğı bir makalede, savaş sırasında ölümün, yaşamın içine nasıl girdiğinden söz ederken şöyle der: "Yaşam yeniden ilginç bir hale geldi. Sanki tüm içeriğiyle kendini ortaya çıkardı."

Bugün öğleden sonra tedavi odasında birlikte olduğum genç kadın, bir ara bana, haftada yarım gün gönüllü olarak git­tiği bir hastanede yaşlı ya da ölmek üzere olan insanlara ilişkin yaşantılarını anlatıyordu. Kendisi de bir ay önce, başlangıçta onu çok ürküten bir durumdan ötürü bir ameliyat geçirmişti. "Yaşamı bir haftasonu gibi düşünüyorum," dedi. "Yaşlılık pazar akşamının son saatleri. Sonra pazartesi."

Antik Yunan filozoflarından Epikür, "Benim olduğum yer­de ölüm yok; ölümün olduğu yerde ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor," diyerek ölüm olgusunu mantığa in­dirgemek istemiş. Ama ölüm korkusunu bilinç düzeyinde bir mantıkla bir yana itivermek, aslında bilinçaltında yaşanan bir anksiyeteyi yadsıma çabalarının dile getirilişi olamaz mı? Bacchilides (İÖ 5), "Bir ölümlü için ölümlerin en zoru, gelecek­te onu bekleyen kendi ölümüdür," diyor. Bir İngiliz atasözü de şöyle der: "Ölüm, insanı ya çok erken ya da çok geç bulur."

Sürekli birlikte yaşadığımız ama varlığını yadsımak istedi­ğimiz ölüm anksiyetesi pek çok filozof ve yazarın ilgi konusu olmuştur. Jacques Choron, konuya ilişkin başlıca felsefi görüş­lerin bir değerlendirmesini yaparak ölüm korkularını üç grupta toplamıştır: 1) ölümden sonra neler olacağı, 2) ölüm "olayı", 3) varolma durumunun sona ermesi. Bunlardan ilk ikisi daha çok ölüme ilişkin korkuları yansıttığından, gerçek ölüm anksiyetesini vaktiyle Kierkegaard'ın "olmamak" adını verdiği durum olarak kabul etmemiz gerekir. Heidegger'in "daha öte bir imkâ­nın imkânsızlığı" dediği durum.

Ölümden korku ile ölüm anksiyetesi arasındaki kesin ayrı­mı ilk kez Kierkegaard yapmıştır. Ona göre, "bir şey"den kork­makla "yok"tan korkmak birbirinden farklı olgulardır. Kierke­gaard "yok"u, "insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç" olarak tanımlamış. Rollo May de Kierkegaard'ın ayrımına katı­larak insanın, bilinçdışında, ölüm anksiyetesini korkuya dönüş­türmeye çalıştığından söz eder. Çünkü "yok"tan korkmayı "bir şeyler"den korkmaya dönüştürdüğümüzde, kendimizi "bir şey­lerden korumak için bazı mekanizmalar da geliştirebiliriz. Ama "yok"un karşısında insan tamamen çaresizdir.

Ölüm anksiyetesi hepimizin benliğinin derinliklerinde, bi­linçli dünyamıza ulaşmadan yaşanır. Çok ender zamanlarda, daha önce sözünü etmiş olduğum "soyutlanma" yaşantısı biçi­minde, bir an için varlığımıza egemen olabilir. Ama aslında böyle anların dışında da dolaylı olarak varlığımıza egemendir ve bizi anlamlı yaşayıp yaşamadığımız konusunda içten içe kaygılandırır. Bu kaygı, otantik bir yaşam sürdüremediğimizde yüzleşmek durumunda kalacağımız "yok"tan uzaklaşabilmek için "üretilen şeyler"den korkma biçiminde yaşanır. Bir başka deyişle, kendini varedememe sonucu oluşan vakumu doldur­mak için üşüşen kaygılar ve korkular yaşanır.

Bu kaygı ve korkuların her türünü burada tartışmayı amaç­lamıyorum. Konu ölüm olduğuna göre tartışmamı, ölüm anksiyetesine karşı kendimizi varedemediğimizde yaşanan korkular­dan yalnızca biri olan "ölümden korku" ile sınırlamak istiyo­rum. Bu tartışma sırasında "ölümden korku" ve "ölüm korku­sunu eşanlamlı olarak kullanacağım.

Genç insanın yaşama bakışı, orta yaşlı ya da yaşlanmış insanınkinden farklıdır. Genç insan zamanı sınırsızmışçasına al­gılar. Gençlikten orta yaşa geçiş ise zamanı algılayışımızdaki farklılıkla belirlenir. İnsan kendi yaşamını, ne kadar yaşamış ol­duğuna göre değil de, ne kadar zamanının kaldığına göre değer­lendirdiğinde gençlikten orta yaşa geçmiş olur. Cicero, "Felse­fe yapmak ölüme hazırlıktır," diyor. Ama bunlar yaşam döngü­sündeki aşamaların kendine özgü yaşantıları ve burada tartışa­cağımız ölüm korkusundan farklı olgular. Çünkü genç ya da yaşlı, her insanın varoluşunun temelinde aynı ölüm anksiyetesi yaşanır. Buna karşılık ölüm korkularının belirleyicisi, insanın kendisini ne oranda varedebildiğiyle ilintilidir.

Bay A., bir yüksek bürokrat, obsesif düşüncelerinin işgaline uğramış ve yaşam alanı iyice daralmış bir durumda bana baş­vurmuştu. Beraberliğimiz sırasında zaman zaman bana, en önemli kaygılarından birinin "diri gömülmek" olduğunu anlat­mıştı. Anlayışsız bulduğu eşiyle bu korkusu arasında kurduğu bağdan ötürü, "Bu kadın cenazemi bekletmez, beni hemen gö­mer" düşüncesiyle o günlerde yoğun bir kaygı yaşamaktaydı.

Ege bölgesinde acımasız bir yaşamın sürdürüldüğü bir çift­likte büyümüştü. Büyüğün küçüğü ezdiği bir ortamda ailenin en küçüğü olmanın mutlak yalnızlığını ve çaresizliğini yaşamış, üs telik üvey annesi tarafından karanlık yüklüklere kapatılmıştı. Sonraki yaşamında, biçimsel yönden üstün performansı sayesin­de devlet sisteminde seçkin sayılabilecek bir konuma gelmişti.

İlerlemiş yaşından ötürü altyapı sorunlarına girmek için artık biraz geçti. Ama elimden geldiğince, yaşamamış olduğu çocukluğu benimle birlikte olduğu saatlerde yaşayabilmesi için ortam sağlamaya çalıştım, ilaç tedavisinin de yardımıyla ilk geldiği günlere oranla kaygıları azaldı. Gerçi biraz zaman al­dı, ama benim şahsımda ilk kez bir insanla, korkmadan ve yo­ğun bir öfke yükü taşımadan bir bağ yaşayabilmiş olduğunu sa­nıyorum.

Üstelik ona bir sözüm var. Öldüğünde yaşıyor olursam ve zamanında haberim olursa, cenazesinin en azından bir gün bekletilmesini sağlayacağıma ilişkin. Tabii yalnızca anısına saygılı olmak amacıyla. Ailesinin bunu bir müdahale olarak ni­telendirmeyeceğini biliyorum.

"Mezar, insanın kendisine ait hoş bir mekân," diyor Andrew Marvell, "ama orada kucaklayacak kimse yok." Bay A.'nın korktuğu şey, yani bir mezarda uyanmak ve oradan kimseye ulaşamamak, aslında bir ayrılık anksiyetesinin sembolik bir se­naryo içinde dile getirilişiydi. Kendi içinde yalnızlığıyla kilit­lenmiş, insanlarla arasında bir bağ yaşayamayan, ama onlara bağımlı bir insanın yaşadıkları. Bağımlılıktan kaynaklanan düş­manca eğilimler, bundan ötürü duyulan suçluluk duygusu ve cezalandırılma beklentisi. En büyük ceza ise, mutlak yalnızlık, yani hiçlik.

Alışılmış bir mekândan ve insanlar dünyasından alıkonul­mak ya da dölyatağının karanlığına dönüş, bir başka bölümde sözünü ettiğim soyutlanma olgusunun içeriğini oluşturur. İnsan dünyayla birlikte varolabilir ve dünyasından soyutlanmış insan hiçliğe indirgenir. Dünyasıyla bir "bağ" yaşamakla olan insan "olmakta olan" bir varlıktır. Dölyatağındaki varoluşundaki gibi başkalarına "bağımlı" yaşayan insan ise, olmakta olmayı gerçekleştirememenin öfkesini ve boşluğunu yaşar. Bir başka de­yişle insan, varoluşunu gerçekleştiremediği oranda çevresiyle bağını da yaşayamaz, bunu yaşayamamaktan ötürü onlara ba­ğımlı bir yaşam sürdürmekte olmanın öfke ve düşmanlığını, ba­zen onlara bazen de kendine yöneltir.

Dolayısıyla ölüm korkuları ile yaşamazlık arasında doğru­dan bir ilişki vardır. Yaşamazlıkla öfke ve düşmanlık arasında da. Bertrand Russell, "Korku batıl inancın temel kaynağıdır, zulmün de temel kaynaklarından biridir," diyor. Yaşamaktan korkan insan, yaşamı taşınmaz bir mal gibi depolama eğilimin­dedir ve geleceğini de sürekli ipotek altında tutmaya çalışır. Yaşamazlık ve ölüm zaten her an onunla birliktedir.

Newsweek m yedi ya da sekiz yıl önceki sayılarından birin­de fobilere ilişkin bir makale okumuştum. Orada bir Pan Ame­rican pilotu diyor ki: "Uçakla bir yerden bir başka yere gitmek, yaşam denen yolculuğu simgeler. Uçak korkusunun temelinde de yaşamın kendisinden korkmak yatar. ”

Erica Jong ülkemizde de çok okunmuş bir kitap yazmıştı: Uçuş Korkusu (Fear of Flying). Jong bu kitabında, ikinci eşiy­le sürdürdüğü huzurlu beraberlikten bir süre için koparak, cin­sel ağırlıklı ve coşkulu bir serüven yaşama isteğinden söz eder. Bu isteğini gerçekleştirme planı ve olasılığının kendisinde ya­rattığı ürküntüye de "uçuş korkusu" adını verir. Gerçekten de Jong, her uçağa binişinde katlanılması güç bir korku yaşamak­taydı. Hatta kitabında, "Türbülans halindeki bir uçakta kimse­nin ateist olabileceğine inanmıyorum," der.

Uçak yolculuğu ya da serüven yaşamak... Her ikisinde de güvenlik sağlayan bir beraberlikten (bu bir eş ya da toprak ana olabilir) kendi seçimi ile kopma ya da ayrılma söz konusu. Jong, büyük umutlarla giriştiği bu serüvenin kendisinde yarat­tığı düş kırıklığını dile getirir kitabının sonunda. Oysa yaşadı­ğı türde bir olayda düş kırıklığı kaçınılmaz bir sonuçtur. Özgür olmak ile bir şeylerden özgürleşmeye çalışmanın farkını göre­memiş olduğu için.

Önceki bölümlerden hatırlayabileceğiniz gibi, Otto Rank her insanın bağımlıhk-özgürlük ve boyun eğme-kendine yön verme eğilimlerinin yarattığı çatışmayla dünyaya geldiğinden söz eder. Çünkü doğum olayı, çaba gerektirmeyen bir durum­dan kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişi simgeler. Sorumluluğumuzu üstlenme doğ­rultusunda gösterdiğimiz çabalar yaşamın özüdür, ama kimi bu çabayı göstereceği yerde, vaktiyle dölyatağı ile birlikte olduğu türde beraberlikleri yaşamında da sürdürmeyi seçer. Böyle bir seçim o beraberliğin ya da beraberliklerin içinde yok olma an­lamına gelir ve ölümü simgeler.

Neden insan özgürlüğünden bu denli korkar ve yaşamazlığı seçer?

Bağımsızlığa doğru atılan adımlar diğer insanlardan farklı davranmayı da gerektirdiğinden, reddedilme ya da sevgiyi ve onayı yitirme olasılığı da artar. Bu durum ise insanı bir seçime zorlar. Bir yanda kabul ve onay, daha da önemlisi güvenlik içe­ren beraberlikler var. Ama bunu yaşayabilmek için, bireyleşme sürecinden vazgeçmek ya da onu çok sınırlı tutmak zorundası­nız. Bireyleşmeyi seçerseniz, bu kez de bir yolda tek başınıza, içinden çıkmış olduğunuz gruba ve normlarına zaman zaman karşı çıkarak ilerlemek zorundasınız. Biraz yalnızlık ve yenil­giye uğrama olasılığının korkusuyla. Tabii herkesin bir seçimi var. Kimi, beraberlikler içinde dibe çöküp varolamamanın ağır­lığını, kimi ise özgürlüğü içinde varolmanın ürkütücü hafifliği­ni yeğliyor. Bir şeylerden koparsak güvenliğimizi yitireceğimiz korkusu bizi yaşamaktan alıkoyar ve hafifliği dayanılmaz kılar. Aslında bu, insanın kendi yaşamını sürdürmekten korkmasıdır.

Bireyleşme çabalan, yani insanların ortaklaşa paylaştıkları şeylerden zaman zaman farklı bir tavır geliştirmeleri, insanın çevresine yönelik bir suçluluk yaşamasına da neden olur. Birey­leşme aşırı oranlara götürüldüğünde, insan ait olduğu gruba ya­bancılaşabilir. Buna karşılık beraberlikleri yok olma amacıyla kullanmak yeğlendiğinde "ölüm ilişkileri" yaşanır. Her iki ya­şantıya da eşlik eden duygu, korkudur.

Bu karşıt eğilimleri, ya biri ya da diğeri biçiminde uç du­rumlara yönelmeden, uzlaştırıcı bir biçimde gerçekleştirmek mümkün olabilir mi? Hem bir şeylerle ve binleriyle, hem de özgür olunabilecek bir denge kurulabilir mi?

Hindu felsefesiyle ilgili bir kitabı karıştırırken, sayfaların içinden bir cümle birden gözüme çarptı: "Bir yaşantıyı doruk noktasında sona erdirmeyi bilmek gerekir." Ama çoğumuz bir yaşantıyı sona erdirmekle ondan kopmayı birbirine karıştırıyo­ruz. Güvence kaygısıyla! Oysa bir beraberlikte doruk noktasına gelindikten sonra, o yaşantıyı sonlandırıp yeniden birlikte ol­mak üzere ayrılığı göze alamazsak, belirli bir andan sonra bu beraberlikteki haz eğrisi giderek inmeye başlar. Doğa yasaları bile bunu böyle düzenlemiştir. Örneğin cinsel beraberlikte ya­şanan haz orgazmla doruk noktasına ulaştığında cinsel beraber­lik de sona erer. Gerçi cinsel beraberliğin ardından, bunu yaşa­mış ve doruğa ulaşmış olmanın gururu paylaşılır, ama bu artık başka bir yaşantıdır, cinsellik değil.

Neden bazı insanlar beraberliklerde yok olmayı yeğlerken, bazıları aşırı bireyleşerek ait oldukları kültürle özdeşleşmeleri­ni yitirirler? Aslında ikisi de bir şeylere karşı oluşturulmuş tep­kilerdir. Aşırı bireyleşmiş kişi gerçekte, içindeki güçlü yok ol­ma eğilimlerini yadsımaya çalışmaktadır. Beraberlikler içinde yok olmaktan çok korktuğu için aşırı bireyleşmiştir. Nitekim bir beraberliğe girdiğinde benliğinin sınırları kolayca dağılır.

Ölüm ilişkileri sürdüren insanlar ise yaşamın getirdiği be­lirsizliklerden korktukları için kısırdöngü örüntüsü izleyen be­raberlikler içinde yok olmayı yeğliyorlar. Bir kadın ve bir er­kek, bir ilişki içinde kilitleniyor ve birbirlerini yok ettikleri bir beraberliği kendi seçimleriyle yıllarca sürdürüyorlar. Gelenek­sel bir grupta yaşayan kişinin bireyleşme istekleri olamıyor, çünkü bir başka seçeneğinin olduğunun zaten farkında değil. Ama çağdaş normların geçerli olduğu gruplarda ölüm ilişkileri insanın tek seçeneği mi?

1968 yılı sonbaharında bir rastlantı sonucu kendimi Prag olaylarının içinde bulmuştum, işgalden kısa bir zaman sonra bir akşam Vanceslas Meydanı'nda kalabalık bir grup Çek, al­çak sesle ağıt olduğunu sandığım bir şey söylüyorlardı. Arala­rına karıştık. Sonra birden beliren Rus askeri araçları kalaba­lığın çevresini sardı ve içlerindeki askerler namlularını üzeri­mize çevirdiler. Mutlak bir sessizlik. Çekler nefretle ve meydan okurcasına Rus askerlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Her an bir şeyler olabilirmiş gibi ürkütücü bir gerginlik.

Korkan tarafın Ruslar olduğunu sanıyorum, ama Çeklerin korkmadıklarını hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Özgürlükleri kendi kişilikleri tarafından değil, askeri bir güç tarafından kı­sıtlanmış olduğu için. Yok edilmeye karşı içgüdüsel bir varolma direnci. Üretilen korkulara değil, her insanı güdüleyen temel­deki ölüm anksiyetesine karşı otantik bir varoluşu yaşamaktay­dılar.

Ne kadar sürdü bilemiyorum. Sonra birkaç kişinin sessizce kalabalıktan ayrılıp araçların arasından geçip çıktığını ve Rus­ların buna müdahale etmediğini fark ettiğimizde biz de aynı şe­yi yaptık. Çek olmadığım için korkmuştum.

Rus araçları tarafından kuşatılmış ve sessizce beklerken, bir an için beni o ürkütücü yaşantıdan çıkaran bir olaya tanık olmuştum. Onca gerilimin ortasında, birbirinden uzakta duran bir erkek ve bir kızın birbirlerine bakarak gülümsemelerini yıl­lar sonra bir gece Ankara'da hatırladım. 12 Eylül sonrasında, gece yarısına birkaç dakika kala koşuşan insanlar. Ve bu kez Çankaya Meydanı'nda yüksek sesle tartışan bir kadın ve bir er­kek. Bir aşk kavgası sürdürülüyor, sokağa çıkma yasağı umur­larında değil.

Yaşam ve yaşamazlık çoğu kez ne kadar iç içe!

Jean-Paul Sartre, "Sorumlu olmak, bir olayın ya da bir şe­yin tek yaratıcısı olmaktır," diyor. İnsanın sorumluluğunun far­kında olması, kendisini, yolunu, duygularını, yaşamında karşı­laşacağı zorlukları, bazen de acılarını kendisinin yaratabilmesi­dir. Filozoflar, "benim ölümüm" ile "ölüm ya da başkasının ölü­mü" arasında kesin bir ayrım yaparlar. Benim ölümümle birlik­te, yarattığım dünyam da yok olduğu için.

Dünya ancak insanın onu oluşturduğu biçimiyle bir anlam taşır. Kendisine yarattığı bu dünyada, insan kendi yaşamından sorumludur. Yalnızca eylemleri için değil, eyleme dönüştürme­dikleri için de. Dolayısıyla yalnızca yaptıklarımızın değil, gör­mezden geldiklerimizin de sorumluluğu bize aittir. Kendimizin yarattığı bir dünyanın kendimizden başka bir temeli olmadığı için yaşanabilecek "temelsizlik anksiyetesi" sürekli kaçındığı­mız bir duygudur. Özerk davranma, yalnız kalma ya da karar­lar verme gibi durumlardan kaçınarak bu duyguyla yüzleşmemeye çalışırız. Kendimizden daha büyük bir kurum, güç, oto­rite ve mitos arar ya da yaratırız. Ya da Heidegger ve Sartre'm vurguladıkları gibi, daha güçlü bir savunma mekanizması sa­yesinde, dünyamızı sanki bizim yaratımızdan bağımsızmışça­sına yaratırız.

insanın yaşamına anlam katma sorumluluğunu üstlenebil­mesi ile iç özgürlüğünün içiçeliği varoluşçular dışındaki bazı düşünür ve yazarlar tarafından da vurgulanmıştır:

"Ben yalnızca özgür olmak istiyorum. Kelebekler ise özgür­dür" (Charles Dickens, 1853).

"Özgürlük kendine yetmenin en büyük meyvesidir" (Epikür, 1Ö 3. yüzyıl).

"Özgürlük ile özgürlük ve kolayı birbirine karıştırdık" (Adlai Stevenson, 1960).

"Özgürlük başkasının bize verebileceği bir şey değildir, öz­gürlüğü biz alır ve istediğimiz kadar özgür olabiliriz" (James Baldwin, 1961).

"Sorumluluk kendimize olan sorumluluğumuzdur, insanın kendine yönelik en büyük sorumsuzluk biçimi, diğer insanlara ve olaylara ilişkin sorumlulukları, önüne çıkıverdikçe ve kayıt­sızca kabul etmesidir" (John Page, 1961).

Ek

Yaratıcılık ve Psikiyatri

YARATICI "süreçler” insanın alışılagelmiş duygularını, düşünce­lerini, ilişkilerini ve eylemlerini aşma çabalarını tanımlar. Ayrı­ca bu çabaların diğer insanların da hoşlanıp paylaşabileceği ürünler ortaya çıkarması koşulunu da içerirler.

Sınırlı tepkiler verebilen insan-altı varlıklarla, karmaşık bir haberleşme sistemi geliştirebilmiş insan arasında temel farklılı­ğın çok büyük olmasına rağmen, insanın da çevresiyle ilişkile­rinde bir sınırlılık söz konusudur. Bu sınırlar kendi kişilik özel­likleri ve içinde yaşadığı kültürün yapısı tarafından belirlenir.

Psikanalitik kişilik kuramına göre, idden kaynaklanan ihti­yaçlar ve istekler, önce iyi belirlenmemiş imgeler biçiminde oluşur. Bunlara "birincil süreçler" denir. İdin tanıdığı tek gerçek olan birincil süreçler, ihtiyaç ve isteklerin yarattığı gerilimin bir an önce giderilmesi eğilimindedir. Ne var ki yalnızca belirsiz imgelerden oluşan bu enerji birikimi dış dünya ile doğrudan ilişki durumunda olmadığından, ihtiyaç ve isteklerin giderilme­si için yeterli olamaz. Birincil süreçlerde dile getirilen bu ihti­yaçların ve isteklerin dış dünyadaki karşılığını bulmakla yü­kümlü olan egodur. İkincil süreçlerle çalışan ego, ihtiyaç ya da isteklere uygun obje ve durumlar bulunana kadar gerilimi erte­leme görevini üstlenir.

* Bu bölümde, Silvano Arieti'nin "Creativity and Its Cultivation: Relation 10 Psychopathology and Mental Health" başlıklı yazısından ve Emst Kris'in bu konuda klasikleşmiş olan Psychoanalytic Explorations in Art adlı yapıtından önemli ölçüde yararlanılmıştır.

Dolayısıyla, insanın davranışları da psikanalizin ikincil sü­reçler olarak adlandırdığı ve çoğumuzca Aristo mantığı olarak bilinen düşünce biçimlerini izler. Emst Kris'in açıkladığı gibi, yaratıcılık insanın kendisini, gerçekçiliği simgeleyen bu ikincil süreçlerden özgürleştirebilmesine imkân verir. Ancak yaratıcı­lığın ortaya çıkışı, özgürlük ve özgünlüğün yanı sıra bazı kısıt­lamaları da içerir. Yaratıcılık ikincil süreçlerden farklı yöntem­ler kullanır, ama ikincil süreçlerle çelişki durumunda olmama­lıdır. Yoksa sonuç yaratıcılık değil, garabet olur.

Yaratıcılığın, insanın yaşantılarını, onun hoşuna gidecek bi­çimlerde genişletebilme ve zenginleştirebilme işlevini de ger­çekleştirebilmesi gerekir. Böylece bir yandan yeni boyutlar keşfederek ve katarak evreni genişletirken, bir yandan da insa­nın bu yeni boyutları kendi içinde yaşayarak zenginleşmesini sağlar.

Yaratıcılığın bir başka yönü de, insanın kolay bulunamayan ya da kolay ulaşılamayan yeni objeler, yaşantılar ve varoluş bi­çimleri arayışını ve isteğini karşılamasıdır. Özellikle estetik ya­ratıcılık, yeni objeler bulma doğrultusunda hiçbir zaman ta­mamlanamayan bir arayışın bilinçli ya da bilinçdışı çabalarını içerir.

Yaratıcılığın ruhsal bozukluklarla ilişkisi ilk kez İtalyan psikiyatrisi Cesare Lombroso'nun 1864 yılında yazdığı "Delilik ve Deha" adlı makalede incelenmiştir. Bu makalede Goethe, Compte, Rousseau, Nevvton ve birçok diğer kâşif ve yaratıcının delilik nöbetleri geçirdiği iddia ediliyordu. Gerçekten de dâhi olarak nitelendirilmiş bazı insanların zaman zaman psikotik dö­nemler geçirdiklerine ilişkin kanıtlar ya da söylentiler bulun­makla birlikte, adı geçenlerin çoğuna atfedilen davranışların bazı kişilik özellikleri olmaktan öte bir anlam taşımadıkları sonradan anlaşılmıştır.

Üstelik Lombroso bu insanların yalnızca olumsuz yanlarıy­la uğraşmış, onların yapıcı ve yaratıcı yanlarıyla ilgilenmediği gibi, normaldışı davranışlar ile yaratıcı süreçler arasındaki iliş­kiyi de araştırmamıştır. Lombroso'nun görüşleri başlangıçta bü­yük ilgi toplamıştı, ama sonra kendi öğrencileri bile onu ciddi­ye almaz olmuşlardı. Yine de psikopatoloji ve yaratıcılık ara­sında ilişki kurma yönündeki ilk kapsamlı çaba olması dolayı­sıyla, Lombroso'nun çalışmalarının tarihsel bir önem taşıdığını kabul etmek gerekir. Nitekim Lombroso'nun ardından psikana­lizin ortaya çıkışına dek yaratıcılık konusunu ciddi bir biçimde ele alan olmamıştır.

Freud, yaratıcılığın insanın içsel çatışmalarından kaynak­landığı görüşündeydi. Ona göre, yaratma dürtüsü bu çatışmala­ra bir çözüm bulma çabasıdır. Freud, çocukluk yaşantılarının yaratılan ürünün içeriğini önemli ölçüde etkilediği görüşündey­di. Örneğin Leonardo da Vinci'nin ünlü tablosunda, hem Mer­yem Ana hem de Azize Anna bebek İsa ile birlikte görünürler ki bu, İtalyan resim sanatında kutsal ailenin görüntülenme ge­leneğine uymaz. Freud'a göre bu resim, Leonardo'nun çocukluk yaşantılarını dile getirme ihtiyacının bilinçdışı anlatımını yan­sıtmaktadır. Gerçekten de Leonardo da Vinci iki anne tarafın­dan büyütülmüştü. Bir köylü kadın olan kendi annesi ve evinde yaşadığı babasının meşru eşi olan kadın.

Aslında insan günlük yaşamında kurduğu düşlerde ya da rüyalarında sanat yapıtları üretir. Ancak bu düşlerimizden ge­nellikle utanırız, hatta bazı rüyalarımızın içeriğinden bile. Do­layısıyla rüyalarda asıl içerik estetik bir dönüşüme uğrar ve or­taya kişisel yapıtımız çıkar. Şiir sanatında da benzer bir süreç kullanılır. Yazar, kişisel düşlerini bazı bilinçdışı süreçler aracı­lığıyla değiştirerek ya da maskeleyerek benmerkezci karakteri­ni yumuşatır ve bu düşleri bize estetik zevk verebilecek bir bi­çimde sunar.

Freud'a göre, çocuk üç yaşından itibaren cinselliğe yönelik bir merak geliştirir ve bu ilgi zaman içinde üç farklı biçime dö­nüşebilir: 1) Eğitim ve dinsel inançlar aracılığıyla bilinçaltına bastırılır; 2) tümden bastırılamaz ve entelektüel gelişmenin ye­terli olduğu durumlarda bir kısmı düşünce süreçlerine dönüşür;

3) kişiyi yaratıcılığa yönelten bir meraka dönüşür ki Freud bu­nu, ender görülen ve en güzel dönüşüm biçimi olarak nitelen­dirmiştir.

Yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi Freud, konuya ilişkin açıklamalarını, yaratıcılıkta güdülenme faktörünün öne­mini vurgulamakla sınırlamıştır. Yaratıcılığın kendisini araştır­maya ve açıklamaya yönelmemiştir. Bu görevi kendisinden son­ra gelen Kris'in önemli ölçüde yerine getirmiş olduğu söylene­bilir. Kris yazılarında, birincil süreçlerin, bilinç öncesi bazı me­kanizmalar yoluyla yaratıcı süreçlere dönüştüğünden söz eder.

Jung, insanın yaşantılarından alıntıların psikolojik anlama­nın sınırlarını aşmadığını söyleyerek, estetiği arketiplerin bi­linçdışı animasyonu olarak tanımlamıştır. Bir başka deyişle ya­ratıcılık, yaşantıları ya da olağan düşünce biçimlerini değil, çok daha ilkel ve birincil bazı süreçleri içerir.

Yıllar önce bir tedavi süreci içinde izlemiş olduğum Bay E., ilişkimizin öncesinde ve başlangıç döneminde yazdığı yayım­lanmamış bazı tiyatro oyunlarını okumam için bana da getir­mişti. Oyunların tümünde aynı tema vardı: Baba (otorite) figü­rüne baş kaldıran ya da onu deviren, daha genç ve mağdur kah­raman. Yani kendi çatışmalarının doğrudan yansımaları. Ya­zarlık denemelerinin, o dönemde yaşamakta olduğu ezikliği aş­ma düşlerinin içeriğiyle de ilgili olduğunu sanıyorum. Kendisi­ne tiyatro yazarlığı ısmarlayıp kısa yoldan ün sağlama umudu.

Ünlü biri olma düşlerine artık gerek duymadığı bir aşama sonucu, kendisinin kabul ettiği ve benimsediği bir yaşam biçi­mini sürdürmeye başladıktan bir süre sonra gerçekten bir oyun yazdı ve baba-oğul çatışması öğelerini taşımayan bu oyun be­lirli bir çerçevede sergilendi. Ünlü bir yazar olamadı ama iste­diğini gerçekleştirdi. Bildiğim kadarıyla da tekrar yazmadı, yazsaydı sanırım haberim olurdu.

Nasıl bir gerekçeden kaynaklandığını bilemediğim bir kanı var bazı insanlarda. Özellikle her konuda söyleyecek şeyi olan bazı aydınlarda. Psikolojik tedavinin yaratıcılığı körelttiğine inanıyorlar. Böyle bir olguya ilişkin ne bir yazıyla karşılaştım, ne de kendi çalışmalarım sırasında buna tanık oldum. Eğer böyle durumlar gerçekten gözlemlenmişse, bir dönem psikana­lizin karikatürü türünde sürdürülmüş olan uygulamalardan kaynaklanmış olabilir, ya da Lombroso'nun günlerinden kalma bir önyargı.

Jung'un kolektif bilinçdışı kavramından hareket ederek ya­ratıcılığı, narsisistik ve evrensel olarak değerlendirme eğilimindeyim. Örneğin Tennessee Williams'ın oyunlarının, güçlü arketipsel öğeler içermesine rağmen sürekli aynı narsisistik yansıma çerçevesinde sunulmasının, bu güçlü yazarın son oyunlarının beklenilen ilgiyi görmemesine, hatta okuyan ya da izleyenlerde düş kırıklığı yaratmasına neden olduğunu düşünü­yorum.

Yaratıcı yapıtların, evrensel arketiplerin kişisel anlatımları oldukları oranda evrensel olarak kabul göreceklerine inanıyo­rum. Bu nedenle, yapıtları ülke sınırlarını aşamadığı için çeşit­li gerekçeler bulan yaratıcıların bu yakınmalarına yakınlık du­yamıyorum. Narsisistik yansımaların egemenliğinde sıkışmış ya da yaratıcı kişinin ait olduğu toplum grubunun bazı arketip­sel öğeleriyle sınırlanan yapıtlar, narsisistik özdeşleşme yoluy­la izleyici ya da okuyucuya ulaşabiliyor bir dönem için. Ama orada ve o dönemde kalıyorlar, sonra da iz bırakmadan duyul­maz oluyorlar.

Silvano Arieti, yaratıcı süreçlerin oluşumuna ilişkin görüş­lerini açıklarken bir de üçüncül süreçlerden söz eder. Ona göre yaratıcılık, birincil süreçlerin ikincil süreçlere uygun bir biçim­de dile getirilmesini sağlayan üçüncül bazı süreçleri de içerir. Rüyaların ikincil süreçlere uyarlanması sürecinde olduğu gibi. Bazı tür yaratıcılıkta, primer süreçlerdeki netleşmemiş yaşantı­ların, ikincil süreçlere dönüşüp kavramlaşmaksam, yaratıcı bir sürece dönüşebilmesi için ayrıca bir "eşleştirme" sürecine de gerek vardır.

Eşleştirme, şizofrenik kişilerde olduğu gibi arkaik ya da normaldışı mekanizmalarla da işleyebilir. Bu tür eşleştirme sü­reçlerinden biri olan somutlaştırmaya ömek olarak Arieti, teda­visini üstlenmiş olduğu bir kadından söz eder. Yaptığı doğum sonrası şizofrenik bir psikoz geçirmekte olan bu kadın, iltihap­landığı için kızarmış olan parmağına arada bir bakıp, "Ben bu parmağım," diyormuş. Klasikleşmiş bir diğer örnek de Bleuler'in izlemiş olduğu ve kendisinin "İsviçre" olduğuna inanan şizofrenik kişi. Herkesin birbiriyle çatışıp durduğu huzursuz bir aile ortamından, psikoz yaşantısının kendine özgü dünyasına geçerek özgürleşebilen bu adamın bütün arzusu biraz huzur bu­labilmekti ve bu nedenle kendisinin İsviçre olduğuna inanmayı seçmişti. O sıralar Avrupa kızgın bir savaş alanına dönüşmüştü, İsviçre dışında.

Arieti, yaratıcılıkta kullanılan eşleştirme süreçlerinden "homonymy"ye (sözcüklerin benzerlikleri) örnek olarak Shakespeare'in "Othello"sunu verir:

Othello siyahi bir adamdır. Shakespeare bu oyunu oluştu­rurken bir Italyan öyküsünden esinlenmiş. Giovanni Batista Giraldi Cintio tarafından yazılmış bu öyküdeki olaylar gerçekten yaşanmış, ama Othello'da simgeleşen kişi aslında beyaz bir adammış. 1508 yılında Kıbrıs'ta teğmen olarak bulunan ada­mın soyadı Moro imiş.

Moro Italyancada siyahi anlamına geliyor, Arieti'nin yoru­muna göre Shakespeare, bazı zihinsel bağlantı süreçleri sonu­cu öykünün kahramanının soyadını cildinin rengiyle karıştıra­rak primer süreçlerini artistik bir çarpıtmaya tabi tutmuş ve bu­nu daha da iyi vurgulamak için Othello'nun karşısına sarışın ilahe Desdemona'yı koymuştur.

Arieti'ye göre, yaratıcı insanlar tarihin belirli dönemlerinde ve belirli coğrafi alanlarda daha çok ortaya çıkmışlardır. Klasik Yunan ve İtalyan Rönesansı gibi. Yüksek uygarlık düzeyine erişmiş toplumların bile kültürel ürünleri aralıklı dönemlerle or­taya çıkmış ve bu dönemler kısa sürmüştür. Kroeber'e göre bu durum, diğer zamanlardaki toplumsal ve kültürel faktörlerin, daha fazla yaratıcı ve dâhinin ortaya çıkışını engellemesinden kaynaklanır. İngiltere'de 1450-1550 arasında hiçbir dâhi görül­mediği halde, 1550-1650 arasında edebiyat, müzik, felsefe ve politikada çok sayıda dâhi ortaya çıkmıştır. Aynı durum Alman­ya'da 1550-1650 ve 1700-1800 yılları arasında gözlemlenmiştir.

Dolayısıyla insanın çocukluktan ergenliğe uzanan yaşantı­larının yanı sıra, sosyo-historik faktörlerin de yaratıcılığın orta­ya çıkışında önemli rol oynadığı sanılmaktadır. Yapılan araştır­malar, çocukluk ve ergenlik dönemlerindeki yaratıcı eğilimle­rin desteklenmesi gerektiğini gösteriyor. Bunlar bazen çok der­ki yaşlarda meyve verebiliyorlar.

Yaratıcılığın ortaya çıkabilmesine zemin hazırlayan faktör­lerden biri, kişinin tek başına kalabilme imkânına sahip olması. Önceki bölümlerden birinde belirtildiği gibi, deneysel olarak yaratılan uyaran yoksunluğu durumlarında beynin kendisi uya­ran kaynağı olur ve primer süreçlere ilişkin belirtiler ortaya çı­kar. Oysa günümüzde sürdürülen eğitim programlarında kolek­tif çalışma vurgulanıyor. Çünkü sistemin talebi öyle. "Shakespeare Macbeth'i, Beethoven Dokuzuncu Senfoniyi ya da Michelangelo Musa heykelini kolektif çalışma ile yaratabilir miy­di?" diye soruyor Arieti haklı olarak.

Sistemin bir başka beklentisi de aralıksız çalışma. Oysa ya­ratıcı insanların çalışmalarına uzun aralar verip düşünme ve hissetmeleri için zamana ihtiyaçları olabiliyor. Yaratıcılıkta önemli bir payı olan hayal gücüne de çocuğun eğitimi sırasında onaylanmayan bir eğilim olarak bakılmakta. Büyükler de bu yönlerini utandıkları için köreltiyorlar.

Bu konuda çalışma yapanların ortak görüşü, nevrotik çatış­maların yaratıcılık için önkoşul olduğu biçimindeki kanının yanlış olduğu yönünde. Çatışma her insanın zaten kendi içinde sürekli yaşadığı bir olgu. Üstelik geçmişte insanı etkisi altına almış bazı çatışmalara çözüm getirilemediğinde, insanın kendi­ni tekrar etme olasılığı artar, dolayısıyla evrenselliğe ulaşabil­me gücü de sınırlanır.

İnsanın kendisini yaratabilmesinde olduğu gibi.

Kaynakça

Alexander, E, Psychoanalysis and Psychotherapy: Developments in Theory, Technique and Training, New York: Norton, 1956.

American Psychiatric Association, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM-HI-R), Washington D.C.: American Psychiat­ric Association, 1987.

Arieti, S. The Will to Be Human, New York: Quadrangle Books, 1972.

-- "Creativity and Its Cultivation: Relation to Psychopathology and Men­tal Health", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt VI, Basic Books, 1975.

Arieti, S. ve G. Chrzanowski (der.), New Dimensions in Psychiatry: A World View, cilt II, New York: John Wiley & Sons, 1977.

Berne, E., Transactional Analysis in Psychotherapy, New York: Grove Press, 1961.

Binswanger, L., Being-in-the-World, New York: Basic Books, 1963.

Boss, M. Psychoanalysis and Daseinanalysis, New York: Basic Books, 1963.

Boss, M. ve G. Condrau, "Existential Psychoanalysis", Psychoanalytic Techniques: A Handbook for the Practicing Psychoanalyst içinde, der. B. Wolma, New York: Basic Books, 1967.

Buber, M., / and Thou, New York: Charles Scribner, 1970.

-- Between Man and Man, New York: Macmillan, 1965.

-- The Knowledge of Man, New York: Harper & Row, 1965.

Bugenthal, J., The Search for Authenticity, New York: Holt, Rinehart & Winston, 1965.

Camus, A., The Myth of Sisyphus and Other Essays, New York: Alfred A. Knopf, 1955.

-- The Fail and Exile in the Kingdom, New York: Modem Library, 1965.

-- A Happy Death, New York: Alfred A. Knopf, 1972.

Chomsky, N., Language and Mind, N&w York: Harcourt Brace Jovanovich, 1972.

-- Reflections on Language, New York: Pantheon Books, 1975.

Choron, J., Death and Western Thought, New York: Colliers Books, 1963.

-- Modern Man and Mortality, New York: Macmillan, 1964.

Churchland, P. S., Neurophilosophy (Toward a Unified Science of the Mind/Brain), Cambridge Mass.: The MIT Press, 1988.

Cooper, A. M., "Narcissism", American Handbook of Psychiatry içinde, der.

S. Arieti, cilt VII, New York: Basic Books, 1975.

-- "The Masochistic-Narcissistic Character", Bulletin of the Association for Psychoanalytic Medicine, 17, 1978.

Durant, W., On the Meaning of Life, New York: Ray Long and Richard R. Smith, 1932.

Edel, A., "Psychiatry and Philosophy", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.

Erikson, E., Childhood and Society, New York: W. W. Norton, 1963.

Farber, L., The Ways of the Will, New York: Basic Books, 1966.

Fenichel, O., The Psychoanalytic Theory of Psychoneuroses, New York: Norton, 1945.

Foy, J. L., "The Existential School", American Handbook of Psychiatry için­de, der. S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.

Frankl, V., Man's Search for Meaning: An Introduction to Logotherapy, New York: Pocket Books, 1963.

-- The Doctor and the Soul, New York: Alfred A. Knopf, 1965.

-- The Will to Meaning, Cleveland, O.: New American Library, 1969.

-- "Encounter: The Concept and Its Vulgarization", Journal of the Academy of Psychoanalysis, 1, 1973.

Freeman, W., "Psychiatrists Who Kili Themselves", American Journal of Psychiatry, 124, 1967.

Freud, A., Ben ve Savunma Mekanizmaları, çev. Yeşim Erim, İstanbul: Metis, 2004.

Freud, S., Leonardo da Vinci: A Study in Psychosexuality, New York: Random House, 1947.

-- "The Dynamics of Transference", Standard Edition, cilt XII, Londra: Hogarth Press, 1955.

-- "Beyond the Pleasure Principle", Standard Edition, cilt XVIII, Londra: Hogarth Press, 1955.

-- "Thoughts for the Times on War and Death", Standard Edition, cilt XIV, Londra: Hogarth Press, 1957.

-- "Inhibitions, Symptoms and Anxiety", Standard Edition, cilt XX, Lond­ra: Hogarth Press, 1959.

-- "The Psychopathology of Everyday Life", Standard Edition, cilt VI, Londra: Hogarth Press, 1960.

-- The Interpretations of Dreams, New York: Basic Books, Inc., Publishcrs, 1960; Türkçesi: Düşlerin Yorumu, İstanbul: Payel, 1996.

-- "Ben ve İd", Haz İlkesinin Ötesinde ve Ben ve İd içinde, çev. Ali Babaoğlu, İstanbul: Metis, 2001.

Freud, S. ve J. Breuer, "Studies in Hysteria", Standard Edition, cilt II, Londra: Hogarth Press, 1955; Türkçesi: Histeri Üzerine Çalışmalar, İstanbul: Payel, 2001.

Freidman, L., "Elements of the Therapeutic Situation: The Psychology of a Beginning Encounter", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt V, Ne w York: Basic Books, 1975.

Fromm, E., Escape from Freedom, New York: Holt, Rinehart & Winston, 1941; Türkçesi: Özgürlükten Kaçış, İstanbul: Payel, 1996.

-- Man far Himself, New York: Rinehart, 1947.

-- The Art of Loving, New York: Bantam Books, 1956; Türkçesi: Sevme Sanatı, İstanbul: Payel, 1995.

Fromm, E., D. Suzuki ve R. Demartino, Zen Buddhism and Psychoanalysis, New York: Harper & Row, 1960.

Fromm-Reichmann, F., Principles of Intensive Psychotherapy, Chicago: University of Chicago Press, 1950.

Fung-Yu-Lan, A Short History of Chinese Philosophy, der. D. Bodde, New York: The Macmillan Company, 1948.

Geçtan, E., "Yaşam Korkusu: Varoluşçu Psikiyatri Açısından Bir Değerlen­dirme", Bilsak Bülteni, İstanbul, Ocak 1987/11.

-- Psikanaliz ve Sonrası, İstanbul: Metis, 2004.

-- İnsan Olmak, İstanbul: Metis, 2003.

-- Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, İstanbul: Metis, 2003.

Gendlin, E., "ATheory of Personality Change", Personality Change içinde, der. P. Worchel, D. Byme, New York: Wiley, 1964.

Heidegger, M., Existence and Being, Chicago: Henry Regnery, 1949.

-- An Introduction to Metaphysics of Philosophy, Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1965.

Jaspers, K., The Nature of Psychotherapy, Chicago: University of Chicago Press, 1965.

Jong, E., Fear ofFlying, Frogmore, St. Albans, Herts: Panther Books Ltd., 1976.

Jung, C. G., Memories Dreams, Reflections, New York: Pantheon Books, 1961.

-- Collected Works: The Practice of Psychotherapy, cilt XVI, New York: Jason Aranson, 1975.

Kierkegaard, S., EitherlOr, 2 cilt, New York: Doubleday-Anchor, 1959.

-- Fear and Trembling and the Sickness unto Death, New York: Double­day-Anchor 1953.

-- The Concept of Dread, Princeton, N.J.: Princeton University Press,

1957.

Koestenbaum, P., Is There an Answer to Death, New York: Prentice Hail, 1976.

Koestler, A., The Heel of Achilles, Londra: Hutchinson & Co., 1974.

Kohut, H., The Search for the Self: Selected Writings of Heinz Kohııt: 1950­1978, 2 cilt, New York: International Universities Press, 1978.

-- Kendiliğin Çözümlenmesi, çev. C. Atbaşoğlu, B. Büyükkal, C. İşcan, İs­tanbul: Metis, 1998.

Kris, E., Psychoanalytic Explorations in Art, New York: International Uni­versities Press, 1944.

Kroeber, A., L., Confıgurations of Culture Growth, Berkeley: University of Califomia Press, 1944.

Laing, R. D., The Divided Self, Chicago: Quadrangle Books, 1960; Türkçesi: Bölünmüş Benlik, İstanbul: Kabalcı, 1993.

Lasch, C., The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations, New York: Norton, 1978.

Lewis, W. C., "Elements of Influence in Psychotherapies", American Hand­book of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt V, New York: Basic Books, 1975.

Luria, A., The Working Brain: An Introduction to Neuropsychology, New York ve Londra: Penguin Press, 1973.

-- Cognitive Development: İts Cultural and Social Foundations, der. M. Cole, Cambridge Mass.: Harvard University Press, 1976.

Maddi, S., "The Existential Neurosis", Journal ofAbnormal Psychology, 72,

1957.

Maslow, A., The Further Reaches of Human Nature, New York: Viking, 1971.

May, R., Man s Searchfor Himself, New York: W.W. Norton, 1953.

-- Art of Counseling, Nashville, Ten.: Abington Press, Apex Books, 1967.

-- Love and Will, New York: Norton, 1969.

-- (der.), Existental Psychology, New York: Random House, 1969.

May, R., E. Angel ve H. Ellenberger (der.), Existence, N.Y.: Basic Books,

1958.

Mazlish, B. "Psychiatry and History", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.

Menninger, K., Theory of Psychoanalytic Technique, New York: Basic Bo­oks, 1958.

-- The Vital Balance: The Life Process in Mental Health and Disease, New York: Viking, 1963.

Merleau-Ponty, M., Phenomenology of Perception, Londra: Routledge & Kegan Paul, 1962.

-- The Structure of Behavior, Boston: Beacon Press, 1963.

Montaigne, M., The Complete Essays of Montaigne, Stanford: Stanford University Press, 1965.

Mora, G., "Recent Psychiatric Developments (since 1939)", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt I, New York: Basic Books, 1975.

Musto, D. V., "Therapeutic Intervention and Social Forces: Historical Perspectives", American Handbook of Psychiatry içinde.

Nemiah, J. C., "Classical Psychoanalysis", American Handbook of Psychi­atry içinde.

Nietzsche, F., The Gay Science, New York: Random House, Vintage, 1974.

Numberg, H. G., Narcissistic Personality Disorder, Weekly Psychiatry Update Series, 3 (1979): Lesson, 17.

Offenkrantz, W. ve A. Tobin, "Psychoanalytic Psychotherapy", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Arieti, cilt V, New York: Basic Books, 1975.

Peris, F., Geştalt Therapy Verbatim, New York: Bantam Books, 1969.

-- The Geştalt Therapy Approach and Eye-Witness to Therapy, Palo Alto, Calif.: Science and Behavior Books, 1973.

Philips, J. L., Jr., The Origins oflntelect: Piaget's Theory, San Francisco: W. H. Freeman & Co., 1975.

Piaget, J., Play, Dreams and Imitation in Childhood, New York: Norton, 1965.

Pribram, K. H., Languages of the Brain, Englewood Cliffs, N. J.: Prentice Hail, 1971.

-- "The Isocortex", American Handbook of Psychiatry içinde, der. S. Ari­eti, cilt VI, New York: Basic Books, 1975.

Rado, S., "Hedonic Control, Action Self, and the Depressive Spell", Psychoanalysis of Behavior: Collected Papers, New York: Grune & Stratton,

1958.

Rank, O., Will Therapy and Truth and Reality, New York: Alfred A. Knopf, 1954.

Restak, R. M., The Brain: The Last Frontier, New York: Wamer Books, 1979.

Sartre, J. P., The Age of Reason, New York: 1952; Falcon's Wing Press, 1958.

Sullivan, H. S., The Psychiatric lnterview, New York: Norton, 1954.

Szasz, T., The Ethics of Psychoanalysis: The Theory and Method ofAutonomous Psychotherapy, New York: Delta, 1965.

Tillich, P„ The Courage to Be, New Haven ve New York: Yale University Press, 1952.

Tripp, R. T., The International Thesaurus ofQuotations, New York: Harper & Row, Publishers,1970.

Van Kaam, A., Existential Foundations of Psychology, New York: Image Books, 1969.

Weisskopf-Joelson, E., Logotherapy and Existential Analysis, Açta Psychotherapeutica, cilt I, 1958.

Wilhelm, R., Lectures on the "I Ching" (Constancy and Change), Princeton, N. J.: Princeton University Press, 1979.

Wilson, E. O., Sociobiology: The New Synthesis, Cambridge Mass.: Harvard University Press, 1975.

Winnicott, D. W., The Maturational Processes and the Facilitating Environment: Studies in the Theory of Emotional Development, New York: In­ternational Universities Press, 1965.

Yalom, I. D., Existential Psychotherapy, New York: Basic Books, İne., Publishers, 1980.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar