Yalnızlık Ve Yaşam
Yazan: Halit Yıldırım…13.06.2002
"Yalnızlık mı? Gerçeği söylemek
gerekirse yalnızlık tek başına olmak değildir. Düşünceler yalnız insanlara her
zaman eşlik eder. Çare bulunamayan yalnızlık başka bir şeydir. Gerçek
yalnızlık, karşısındaki insanın bakışlarında kendini gösteren yalnızlıktır."Michel
del Castillo
Kavram Üzerine
Her birey kendi yaşam dilimi
içinde, gerek mutsuzluk yaratacak değişik olaylar karşısındaki üzüntü, keder ve
endişelerini, gerek bunun karşıtı olan ve ona mutluluk veren sevinç, neşe,
coşku, heyecan hissedebileceği duygularını içsel dünyasına gömebilir,
saklayabilir veya davranışlarıyla, sözleriyle dışındaki dünyaya bunları
yansıtabilir; bu doğal bir durumdur.
Yaşamda karşılaşılan olaylara
verilen tepkiler bireyden bireye, topluma, kültüre, sosyal statüye, kişinin
içinde olduğu zaman dilimine bağlı olarak göreceli olarak değişebilir. Özetle,
bir olay karşısında, kişinin o olaya yüklediği anlam, kişiden kişiye göre
değişir. Nedeni bilişsel değerlendirmenin kişiden kişiye farklı oluşundandır.
Bilişsel değerlendirmede, yani bir
olaya birey tarafından yüklenen anlam belirlenirken, bireyin genetik yapısı
(esnekliği, hoşgörüsü ve katılığı), yetiştiği aile içindeki anne baba
öğretileri, kardeş ilişkileri, büyükbaba- büyükanne arketipleri (uzak geçmişten
getirilen gelenek ve görenekler), yetiştiği sosyal çevre, kültür, okuduğu
okullar, öğretmenlerin aktardıkları ve arkadaşları gibi çeşitli etmenler
gözönünde bulundurulmak zorundadır.
Bu bağlamda yalnızlık da, bireyin
yaşamda göreceli olarak karşılaşabileceği temel davranış biçimlerinden biridir.
Kişinin çevresi tarafından bir kenara itilmesi gibi tarif edilse de, yaşadığı
ruhsal durumu ile toplumdan ve çevreden kendisini soyutlayarak iç dünyasına
çekilmesidir, yalnızlık.
İnsanoğlu, toplum yaşamı ve belirli
bir sosyal düzen içinde varlığını
sürdürürken, bu değerlerden yoksun olarak yaşayamayacak kadar güçsüz ve
korumasız bir varlıktır. Öyle ise yalnızlığı niye istesin ve arzulasın ki? Acaba yalnızlık,
sonsuz bekleyişler ve arayışların sığınağı olacak kadar ulaşılamıyacak bir
özlem mi? Yoksa, bir nedenle yalnızlık
girdabının yokedici sahasına itilince korkulacak kadar ağır bir ceza mı? Nedir
yalnızlık?
Yaşlandıkça fizyolojik olarak
bedenleri adına çok şey kaybeden insanlar, yaptırım güçleri azalıp sahip
oldukları olanaklar ellerinden çıktıkça güçsüzlüklerini ve hiçliklerini
anlarlar. Zaman içinde bu kimselerden, "elimden bir şey gelmez; onsuz
yapamam; beni hayata bağlayan o idi; beni yalnız bırakın; kimseyi görmek
istemiyorum" gibi serzenişlerde bulunduklarını sıkça duyabiliriz.
Yalnızlık hissi yaşayan
insanların, yüzlerinde bu duygunun belirtileri vardır. Bu insanlar, genelde
psikolojik çöküntü içinde olup, yüz ifadeleri anlamsız, dalgın olarak bir
noktaya bakan ve her şeyden kaçıp kendilerini soyutlayan davranış kalıbı
içindedirler. Güçsüzlüklerini ve çaresizliklerini kabullenirler. Olaylar
karşısında sinik, halsiz ve tepkisiz insanlardır. Bu tip belirtilerin süresi ve
şiddeti, yalnızlığa sebep olan tesirin önem derecesi ile birlikte, kişide
yaptığı ruhsal ve bedensel streslere de bağlıdır.
Yalnızlık hissini yaşayanlar,
yalnızlığı, yalnızlık aktivitesi içinde çözeceklerine inandıkları ve
algıladıkları için yalnızlığa boyun eğerler. Bu nedenle de, günlük yaşam
çemberi içinde daima sosyal sıkıntılarla beraberdirler.
Yalnızlığın İçerik Ve Çeşitlemeleri
Yalnızlık, nedenine ve ortaya çıkan
belirtilerine göre değişik isimler alır:
Çevreyle ilişkilerin kesildiği
depresyonla birlikte oluşan derin yalnızlık; kendini toplum içinde yabancı
hissetmeyle oluşan sosyal durum yalnızlığı; beden ve çevre koşulları iyi olsa
bile ruhsal dünyasındaki beklentilere yanıt alamayınca oluşan duygusal
yalnızlık; iç dünyasındaki üzüntülerden kaynaklanan (self pity), dışarı
yansıtılmayan, görünen davranışları normal olan gizli yalnızlık; depresyon,
korku gibi belirtilerle birlikte açığa çıkan triad yalnızlık gibi çeşitlerden
bahsedilebilir.
Yalnızlık hissinin oluşmasında
sebepler kişilere göre değişiklik gösterir. Kadınlar erkeklere göre daha
duygusaldırlar. Kadınlarda bağlılık ve şefkat hisleri erkeklere göre fazladır.
Bağlandığı en önemli değerler elinden alındığı zaman yalnızlık hissini bire bir
daha sıklıkta yaşarlar. Süreğen hastalığı olan 80 kadın ve erkek hasta arasında
yapılan bir araştırmada, kadınların erkeklere göre daha fazla yalnızlık
çektikleri ortaya konulmuştur. Yine aynı araştırmada, kocaları devamlı hasta
olan sağlam kadınlardan da yalnızlık hissi çekenlere rastlanmıştır. Aynı kaderi
paylaşan yaşlı eşlerin ortak değerleri ellerinden çıktıkça ve bunlara yeniden
sahip olma olasılıkları yok oldukça, ümitsizliğe düşerler ve derin olmayan
gizli yalnızlık hissini yaşarlar.
Yaşlılar, yakınları ile birlikte
yaşadıkları zaman daha mutludurlar. Ataerkil ailelerdeki yaşlılar, kendilerini
emniyette hissederler. Küçükler kendisine hürmet ve saygı gösteriyorlarsa,
hayatla olan bağları daha da sağlamlaşarak ruh ve his dünyalarında mutluluğu
tadarlar. Sosyal ve psikolojik tatmine eriştiklerinden yalnızlığı hissetmezler.
Yaşlı hastalarda yalnızlık hissi
en sevdiği yakınını kaybettiği zaman ortaya çıkar. Yıllardır beraber yaşadığı,
aynı kaderi, üzüntüyü, sıkıntıyı, sevinci paylaşan eşlerden birisi öldüğü zaman
diğeri yalnızlık hissini derin olarak hisseder ve yaşar. Kayıp yeni ise,
yalnızlık daha da derindir. Artık hayat onun için anlamını yitirir,
yaptıklarından zevk almaz, düşünce girdapları içinde bir köşeye çekilir.
Yalnızlık duygusu içinde takılıp kalanların büyük bir bölümü, günün birinde
ölümü ister hale gelir. Neticede sevdiğine karşı bir kavuşma arzusu doğar. Bu nedenle
çok yakın aile bireylerini kaybedenlere çevre maddi ve manevi yönden destek
olmalıdır. Desteksiz olanlar yalnızlığı, yalnızlık düşüncesi içinde çözmeye
başlar ki, bunun da neticesi "yalnızlık" fâsit dairesidir.
Yaşlıların, yakınların kaybedilmesiyle oluşan derin yalnızlık dışındaki
yalnızlıkları, gizli yalnızlıktır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde
zengin ve fakir öğrenciler arasında yapılan bir araştırmada, fakir
öğrencilerdeki yalnızlık ve depresyon hissinin, zengin öğrencilerden daha fazla
bulunması dikkati çekmektedir. Fakir öğrencilerde görülen, duygusal
yalnızlıktır. Bu tür yalnızlık, milletlerin karakterlerine göre değişmektedir.
Aynı araştırmada yabancı öğrenciler de incelenmiş ve neticede, yabancıların
sosyal yalnızlık içinde oldukları saptanmıştır. Sosyal hayatta toplum içinde
yabancı olmanın bir semptomu olan bu yalnızlığı, kendi ülkemizde yabancı bir
şehre gidip orada aradığımız dostu bulamadığımızda geçici de olsa hissederiz.
Kişilerin karakterleri olduğu gibi milletlerin de karakterleri vardır. Bu
yönüyle yalnızlığın oluşumunda coğrafî koşullar ve ortak kültür en önemli
faktörler olarak değerlendirilmektedir. Japon ve Avusturyalılar arasında yapılan bir araştırmada,
yalnızlık ve hayattan memnun olma hissi incelendiğinde, Japonlar’ın hayat
memnuniyetsizliği ve yalnızlık hissi Avusturyalılar’dan daha fazla çıkmıştır.
Sıkıntı, depresyon, öfke,
şaşkınlık, güçsüzlük gibi rahatsızlığı olanların hastalıkları kronikleşip
derinleşmişse yalnızlık hissi daha fazla görülmektedir. Kişinin ruhsal durumu
iyi ise daha az yalnızlık hissetmektedir. Özellikle alkol alma alışkanlığı
olanlar, psikolojik rahatsızlıklarını çözemediklerinde çareyi alkol almakta
bulurlar. Belli bir süre kullanıldıktan sonra alkol, unutma için yardımcı olmaz
ve yalnızlık duygusu daha şiddetli bir biçimde açığa çıkar. Alkoliklerde
yalnızlıkla birlikte gelen depresyon, alkolün dozunu artırmada tesirli olur.
Neticede, çok çabuk etkilenen ve hayattan memnuniyetsiz görünen insanlar olarak
bir kenara çekilirler. Yalnızlık hissi duyan insanlarda, alkol tüketiminin
arttığı gözlenmiştir.
Her insan kendi soyağacını devam
ettirecek, mirasını bırakacak, doğuştan kendisine verilen merhamet, muhafaza
etme, cömertlik, fedakârlık gibi duyguları en yakın uygulayacak bir çocuğunun
olmasını ister. Çocuğu için her şeye katlanır. Kendi nefsine çocuğunu tercih
eder. Yapılan bir araştırmada bu hisleri kullanamayan çocuksuz anne ve
babalarda yalnızlık hissinin fazla olduğu gözlenmiştir.
Yalnızlık hissi uyandıran her
belirti, bireyde yalnızlık duygusu uyandıracak diye bir gerekçe ve koşul
yoktur. Yalnızlık duygusu kişinin fizyolojik, psikolojik sosyo-kültürel
yapısıyla ilgili olup, süresi ve şiddeti ise psikosomatik strese bağlıdır.
Yalnızlığı aşmanın yanıtı,
yaratıcı ve amaçlı olmakta yatmaktadır. Yalnızlık, zaman denen çok değerli
hazineyi etkin ve ekonomik kullanmakla aşılabilir. İnsan yalnız doğmakta ve
yalnız ölmektedir. Doğumla ölüm arasındaki geçen, yaşam dediğimiz zaman süreci
içindeki kurulan dostluklar, arkadaşlıklar, evlilikler eğer içlerinde
üretkenliği barındırmıyorsa, birey yine doyumsuz ve yalnız kalmakta ve yine iki
kişilik yalnızlıkların yaşandığı evlilikler hüsrana uğramaktadır.
Adamın biri öbür dünyaya göçmüş.
Sorgulama sırasını beklerken, cennetin de, cehennemin de kapılarının açık
olduğunu görmüş. Fırsat bu fırsattır deyip, iki kapıdan da içeri bakarak bir
göz atmış. Bakmış ki cennet de, cehennem de tıpatıp birbirinin aynı. İki odada
da upuzun bir ziyafet sofrası. Masanın üzerinde kuş sütü dahil her şey var. Her
servis tabağının yanındaki çatal, bıçak ve kaşıkların sapı birer metre boyunda.
Garibine gitmiş adamın böylesine kocaman saplı çatal, bıçak ve kaşıklar.
Garibine giden bir başka şey de, cennet ve cehennemde sofraların aynı olmasına
rağmen, cehennemdeki masanın etrafında oturan insanların soluk, bitkin, zayıf,
mutsuz, cennettekilerin ise neşeli, şen, şakrak olmalarıymış. Nedenini bir
türlü anlayamamış adam. İki taraftada her şey aynı ama insanlar arasında bu
fark niye diye düşünüp durmuş. Fark neredeymiş biliyormusunuz? Davranışta.
Cehennemdekiler bu upuzun çatal, kaşıklarla kendilerini beslemeye çalıştıkları
için bir türlü güzelim yiyecekleri ağızlarına götüremiyorlar, yerlere döküp
saçıyorlarmış. Bu yüzden beslenemiyorlar ve zayıf düşüyorlarmış. Cennettekiler
ise uzun saplı çatal, kaşıkları karşısındaki insana uzatıp birbirlerini
besliyorlarmış. Böylece herkes hem besleniyor, hem de her şeyi paylaşarak
gülüşüyorlar, ziyafetlerini neşeli bir şekilde sürdürüyorlarmış.
Yalnızlık paylaşılmaz ama
karşılıksız vermeyi bilen, paylaşmaktan haz alan insan ne sevgisiz kalır, ne de
dostsuz. Yalnızlıktan mı korkuyorsunuz? Neden korkunuzun üzerine üzerine
gitmiyorsunuz? Bir süre seçimli bir yalnızlığı denemiyorsunuz? Yoksa kendinizle
başbaşa kalamayacak kadar sıkıcı bir insan olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Siz
kendi arkadaşlığınızdan zevk almazsanız, başkası nasıl alsın ki? Bilinçli ve
seçimli yalnızlıkta, kendini tanımak, bilmek, kusur ve hatalarını açığa
çıkarabilmek için sağduyuya dayalı bir özeleştiri mekanizması mevcuttur. Bu
eylemin sonucunda, ruhunuzun derinliklerinde gizlenmiş içsel güzellikler,
üretkenlikler, sevgiler orada ve açığa çıkmayı sizin tarafınızdan tanınmayı
sabırla bekliyorlar. Sizin kendinize şans tanımanızı bekliyorlar ama, bu
gizemli tanışmanın yolu yalnız kalmaktan, kendimize zaman ayırmaktan
geçmektedir. Cennet içimizdeyken hayatımızı cehenneme çevirmenin ne gereği var
ki?
Yalnızlık kelimesinin özellikle
kültürel boyuttaki ifade edilişinde, değişiklikler, çeşitlilikler ve
farklılıklar içerdiği görülebilmektedir. Akdeniz ve Doğu kültürleri gibi
bireysel ilişkilerin mesafe ve alanın daha dar ve yakın olduğu ortamlarda ve
çevrelerde bu iletişimlerin olumsuz niteliklere bürünmesine sık rastlanır.
Yalnızlık, genel olarak terkedilmişliği, kimsesizliği, desteksizliği, hasreti
ve gurbeti çağrıştırır. Ancak, yalnızlığın her kültür ve toplumda bu
çağrışımlara sahip olduğu da söylenemez. Bu nitelikler her kültürde veya
toplumda az veya çok yalnızlık kavramının uzantılarıdırlar. Öte yandan
yukarıdaki çağrışımlardan farklı anlamlara sahip tek başına olabilmek,
bireyleşmek, ayrışmak , kendine yetmek gibi çağrışımlar, özellikle Batılı veya
Batılılaşmayı amaçlayan toplumların kültürel dokusunda önemli yer
tutmaktadırlar.
Narsist bir iç dünya, patolojik
yalnızlığın yani kimsesizliğin acısından kaçmak için bir kendini kutsamadır.
İnsanlık ailesine katılabilmek için temel koşul olan paylaşmanın, ilişkinin,
iletişimin özetle eşdeşliğin olmadığı bir durumun telafi çabasıdır. Chat
odalarındaki maskeli balolar, bedene odaklanan takıntılı düşünceler ve gitgide
hücreleşen alt kültür oluşumları bu çabanın sadece birkaç sonucudur.
Yalnızlığının ıssızlığı ile bütünsel bir karşılaşma yaşayan bir hastanın
ağzından dökülen şu sözler unutulacak gibi değildir: “Bu yalnızlık büyük bir
yanlışlık”.
Halk arasında, yalnızlık Allah'a
mahsustur, derler. Yalnızlığın giderilmesinde en önemli tedavi arkadaş
edinmektir. Ancak, edinilen arkadaş gerçek dost olmalıdır. Her arkadaş
yalnızlığı unutturmaz.
Yalnızlık hissini yaşayanlar
kendilerini, zayıf, güçsüz arkadaşsız hissederler; çevre onlardan, o çevreden
uzaklaşmıştır ve ilgisizdir. İnsanları, vefasız ve güvenilmez görürler, hayatta
desteksiz olduklarını, güçsüz olduklarını kabul ederler.
Yalnızlık kısır döngüsü içine
giren kişinin iki dost edinmesi gereklidir.
Birincisi; bütün dostların en
hayırlısı, kendisinin sesine cevap veren, vefalı, zayıfların yardımcısı, gücü
her şeye yeten, fakirlerin, gariplerin yardımcısı, yalnızlık duyanların dostu,
iniltileri işiten ve cevap veren, kendisine sığınılanların en hayırlısı olan,
her şeyin sahibini dost edinmektir.
İkincisi; hem sosyal hem de
duygusal yalnızlığı istemeyenler, yukarıdaki isimlerin sahibini dost edinirken
evrende onun isimlerini yansıtan veya yansıtmaya çalışan insanları dost ve
arkadaş seçmelidirler. Bunlar tek başlarınayken, şuur altından fısıldanan
sözlere maruz kalmamak ve onu dinlememek için hayatlarını yalnız
sürdürmemelidirler. Sosyal hayatta insanın kendisine en yakın olarak hissettiği
kişiler, aile fertlerinden sonra, yakın komşulardır. Sosyal dağılımı dengeli
yapan her aile, komşusunu yalnız bırakmaz ve yalnızlık gözlüyorsa tedavi eder.
‘Arkadaşlık’ dendiğinde, şu
sorunun yanıtını da hemen peşinden düşünmek gerekebilir. ‘Arkadaşlığın tersi
nedir?’ Bu, ya düşmanlık ya da yalnızlıktır. 2001 yılında Green ve
arkadaşlarının yalnızlığa ilişkin olarak yaptıkları çalışmada, yalnızlığın iki
türlü olduğu ileri sürülüyor ve bu iki tür yalnızlığın genç yetişkinler (yaş
ortalaması: 20) ve yaşlılar (yaş ortalaması: 71) tarafından nasıl farklı
biçimlerde algılandığı açımlanıyor.
Duygusal yalnızlık, en yakın
ilişkide olunan kişinin –ölüm ya da başka nedenlerle- yitirilmesinden ya da
böyle bir kişinin yokluğundan doğarken; toplumsal yalnızlık, arkadaş ağının
cılızlığı ya da yokluğundan ileri gelmektedir.
Duygusal yalnızlık, ‘Bana
yaslanan kimse yok’ tümcesinde ifadesini bulurken, toplumsal yalnızlığı,
‘hiçbir öbeğin (grup) ya da toplumsal örgütlenmenin bir parçası değilim.’ sözü
özetlemektedir. Green ve arkadaşlarının elde ettiği bulgular, bunların
birbirinden bağımsız olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle, duygusal olarak
yalnız olan bir insanın toplumsal olarak yalnız olması gerekmiyor ve tam tersi.
Genç yetişkinlerin arkadaşlık
ağlarının daha yoğun ve geniş, yaşlıların arkadaşlık ağlarının ise daha sıkı,
yakın olduğu ortaya çıkmıştır. Yaşlı kadınlar, daha fazla duygusal yalnızlık,
daha sıkı toplumsal ağlar sergilemiş ve bu kadınların birbirleriyle olan
ilişkilerinin daha sıkı ve hayata dönük olduları gözlemlenmiştir. Erkeklerle
karşılaştırıldıklarında kadınlar, eş dışında bir yakını daha büyük sıklıkta
anarken, erkekler bir eşlerinin olduğunu daha büyük sıklıkta bildiriyor. Bir
eşe sahip olmamak, yalnızlığı yaşlılarda daha iyi öngörüyor. Gençlerde ise, ağ
genişliğiyle toplumsal yalnızlığın ilişkili olduğu bulunmuş. Gençler için,
ilişkilerin niceliği daha belirleyiciyken, yaşlılar için nitelik daha
belirleyici. Gençler için –eş dışı- bir yakının varlığı, toplumsal yalnızlığı
azaltırken, bu durum, yaşlılar için geçerli değil. Green ve arkadaşları (2001),
bu durumu şu şekilde açıklıyorlar: Gençler bir yakın arkadaşla değişik
ortamlara girip yeni arkadaşlar edinebilirler. Ama yaşlılar için, ortamlar
belirlidir, ilişkiler oturmuştur. Son olarak; bir başka bulgu da, arkadaşların,
duygusal yalnızlığı gideremedikleri. Diğer bir deyişle, arkadaş, sevgilinin
yerini tutamıyor.
Bireyin yaşam çizgisine parelel
olarak konuya girdiğimizde ise:
Ergenlik adını da verdiğimiz
delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının
eşiğinde mola verip soluk aldığı bir dönem ve aşamadır. Spranger, ergenlik
dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi
olan Nerkis (Narcissus), ergenin de simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin
bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.
Olgunluk döneminin belirgin bir
niteliği değildir yalnızlık. Başkalarıyla, başka şeylerle savaşan kişi kendini
işinde, yaratıcı çabalarında unutur. Onun kişisel bilinci böylece
başkalarınınkiyle birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve amaç kazanır;
böylece tarih olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur.
Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan, bizi beslerken tüketen,
belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez, ortadan
kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de ancak çok yüksek bir
bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir. Kişisel varlığımız, ozan
Eliot’un dilinde “zamansız anlar” olan bir tarih parçasında yer alır. Bu yüzden
olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan
kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının
çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çalışma topluluklarının,
eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı bir dönemde, insan her
zamankinden daha yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı ve anlam katarak yarattığı
şeye bütünüyle veremez kendisini. Onun -belki de en derindeki- bir parçası her
zaman bağımsız, uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk yapar.
Çağımızın tek tanrısı olan iş-güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını
yitirmiştir. İş-güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı
belirsiz yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin,
büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı-
ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. Çağdaş dünyanın yalnızlığı,
dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır.
Yalnızlığın bir ucunda dünyadan
koparken, öteki ucunda yaşama bağlanırız. Söylence ve masallara, anılara, tarih
ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü kişilerin yaşam öyküleri, onların
yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma
ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini belgelemektedir. Bunlar kahraman kişiyi
yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır, ama sözün doğrusu, özveri, arınma, acı
çekme ve kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi
destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun’un mağarası, Tarsuslu Paul’un,
Buddha’nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli’nin ve Dante’nin yaşamları gibi.
Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden dönmek üzere, hiç
olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi ve yalnız başımıza yaşamayı
denemişizdir.
Yalnızlık duygusu, bir bakıma,
dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için
duyduğumuz derin özlem, bir yer-yurt özlemidir. Hemen her toplumda gözlemlenen
eski bir inanca göre, orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer-dünyanın merkezi,
evrenin göbeğidir. Bazen “Cennet” diye de adlandırılır. Ama adı ne olursa
olsun, o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur. Azteklerin inancına
göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir kuzey ülkesi olan Miktlan’a
dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken düzenledikleri tüm törenler,
yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. Roma,
Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da Kâbeler, dünyayı, dünyanın
merkezini simgelerler, ama dünyadan da önce gelirler. Bugün bu merkezlere giden
hacılar her kavmin kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce
mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar. Bir eve ya da kente girmeden önce
onun çevresinde dolaşma (tavaf) töresi, buradan gelir. Labirent (dolanca)
söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. Konuya ilişkin çeşitli yorumlara
göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en zengin olanlardan
biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara sağlık, toplumlara özgürlük
veren bir muska; cezasını çekip günahını çıkardıktan sonra mutluluk sarayına
giren kahraman ya da kutsal kişi, kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için
geri gelen kahraman, bütün bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.
Sonuç Ve Değerlendirme
Yaşam, bir bakıma, gizemli bir
gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola
koyulmak demektir.
Kişinin içinde yaşadığı dünyaya
ve kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan yalnızlık, insan
yaşamının en az bir döneminde bireylerin karşılaştığı bir davranış, algılama
biçimi ve insan duygusunun en derindeki gerçeğidir.
Yalnız olduğunu bilen ve bir
başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği kendi varlığını bir
başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşayan
insan, kendi varlığını tanır tanımaz, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu
anlayarak, yalnızlığının bilincine varır.
Ana karnındaki bebek, kendisini
sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde
bile değildir. Dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama
bağlayan zincirden kopmuş oluruz. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek
ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve
yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız.
Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç
oluşur. Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama, bu yalnızlığı aşmak ve bizi
geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda
olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeğe çalışırız.
Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki
ayrı anlamı var:
Bir anlamda yalnızlık “kendini
bilmektir; öteki anlamdaysa, kendimizden, yalnızlığımızdan kaçıp kurtulma
özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan
kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık labirentinin çıkış
noktasında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi
umarak, yaşamımız boyunca bir arayış içinde olmayı sürdürürüz.
Yalnızlık korkusunun, insanın
temel korkularından birisi oluşundan dolayı, birey her koşulda bu korkuyu alt
ederek, gerekiyorsa bu olgudan çıkış ve kaçış yolları arayışı içinde
olmaktadır. Zamanlarını üreterek değil de, tüketerek geçiren ve yalnızlık
duygusunun dış etkenlerle giderileceğini sananlar, belki geçici süreler için
kendilerini oyalayacaklar ama yine eninde sonunda kendilerini yalnızlığın
koynunda bulacaklardır.
“Yalnızlık duygusu içe ait bir kavram olduğu
için paylaşılamaz Paylaşılsaydı yalnızlık olmazdı”. (Özdemir Asaf)
Konuyla ilintisi nedeniyle, iki
şairin dizelerinden alıntı ile sizlere veda etmek istiyorum:
DUVARLAR
Aldırmadan, acımadan, utanmadan
kocaman, yüksek duvarlar ördüler
dört yanıma.
İşte oturuyorum şimdi umutsuz.
Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka
şey yok aklımda;
yapacak neler vardı dışarıda.
Ah, duvarları örerken nasıl
görmedim onları?
Ne sesini duydum örücülerin, ne
gürültüsünü.
Çıt çıkarmadan kapamışlar bana
dünya kapılarını.
Konstantinos Kavafis
YALNIZLIK MACERASI
Öyle yalnız kaldım ki hayatımda
Kimi gün öldüm, kimi gün ilah
oldum
Çok zaman annemin dizlerine
hasret
Koydum başımı kendi dizlerime
Doya doya ağladım
Cahit Sıtkı Tarancı
KAYNAKÇA
ARSU, Tülay(Dr.)
:YALNIZLIK(Internet)
ERTEN, Yavuz
:YALNIZLIK-YANLIŞLIK
MAYDA, Arslan (Dr.)
:YALNIZIN PSİKOLOJİSİ
GEZGİN, Ulaş Başar
:ARKADAŞLIK ÜZERİNE
PAZ, Octavio (Çeviren: Bozkurt Güvenç) :YALNIZLIĞIN DİYALEKTİĞİ
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar